EĞRİDERE
Köydeki yorucu ve sıkıcı -ağustos sıcağında, çardak altında saatlerce dizileri yapmak- soğan işi bittikten sonra kamp malzemelerimi hazırlıyor, patpatın kasasına dolduruyorum. Niyetim Eğridere’ye, kendi zeytinliğimize çadır kurmak. Bu kez rahat etmekte kararlıyım. Katlanır masa-sandalyeden, süngerli yatağa varasıya, tüm konfor sağlayıcı malzemeleri aldım. Üç gün kalacağım. Her zamanki gibi yiyecek ve kitap alma konusunu abarttım. Ama “artmayan yetmez” takıntısını geçemeyen ilkel güdülerimle “ya kitapsız kalırsam?” korkularını hiç bırakamayan yanımı saldım bu seferlik. Hem zaten sırtımda da taşımıyorum malzemeyi.
Patpatın arkası doldu. Üzerine bir kilim attım. Köyün sokaklarından geçerken köylüler görmesin diye. Alay ederler. Evde, rahat yatağında yatmak dururken, dağda bayırda, toz toprak içinde yatmayı -birkaç “hasta” domuz avcısı dışında- aptallık sayıyorlar artık.
Büyük erik ağacının altına kuruyorum “çengel”imi.[1]
Önce çadır kuruldu. Gölgenin koyusuna kalın kilim serildi. Minderler, meyve sandığından yardım alınarak sehpa yapıldı, çamaşır ipiyle ağacın aykırı bir dalına uzunca bir tahta bağlandı: Kitaplık. Katlanır masa-sandalye açıldı. Tablet, klavye hazır edildi. Su ısıtıldı, bardakta kahve koktu. Büyük taşlar topladım, ocak yaptım, Gece ateşi için odun topladım.
Hazırdım. Kitabımı açtım. Cırcır böcekleri ve derenin sesi eşlik etti.
05 AĞUSTOS
07.10
Gece yarısına kadar ateşin hipnotize eden alevlerine baktım. bir çeşit geçkinlik hali, uykunun kurgusuzu, rüya görülmeyeni gibi.Cırcır böcekleri, arada bir köpeğin -Arap- havlaması dışında sessizdi etraf. Karanlık ve ışıksız tepelerin üzerindeki gökyüzünde binlerce yıldıza baktım bir süre. Düşlere uzanan düşüncelerin ardından gitmemek için döndüm ateşin yalımlarının titreşen renklerine.
06.30’da kalktım. Neskafe + şiir + az sinek ısırıkları. kalın giyinmek de çözüm olmuyor. Kısacık hortumların geçemeyeceği pantolon, kazak kalınlığı yok sanki. Ne yapıp ediyor, ısırıyorlar bir yerden. Hayatta kalma güdüsü.
Az da Jazz. İçten geldiği gibi çalan piyanistin dağılıp saçılmaları. Birazdan kahvaltı. Menüde mısır gevreği -en kolay hazırlanan ve yükte hafif olduğu için- ve süt. Ambalajlı kutulardaki “çakma” -bu kelime iyi tutundu ve tuttu- sütten.
işgalci ot
Sonra zeytin aralarındaki otlar temizlenecek. Bilgin gelirse birlikte, gelmezse canım sıkılana kadar ot yolma sporu yaparım. Nereden geldikleri belirsiz -ilk aklıma gelen başka köylerden alınan gübrelerdi, Bilgin bunu onaylamadı- otlar, en az suyla bile kolayca uzuyor, ve yayılıyorlar. “Bu sene kahvede en çok konuşulan konu buydu,” diyor Bilgin otlar için. dirençli ve çabuk üreyen, en ağır ilaçlara bile kafa tutan bir yapıları var. Dedikodu makinesi, otların bu beklenmedik işgaline türlü nedenler buluyor. İsrail uşağı Amerika’nın Türk tarımını yok etme oyunlarının son perdesi, gübreye karıştırılan bu yayılmacı otların diğer ürünleri etkilemesi planlarından, Allah’ın ilahi adaletine bağlayanlarına kadar pek çok senaryo konuşuluyormuş köylü arasında.
Eğridere’de daha rahat kalacak bir düzen oluştursam, yazın sıcak günlerinde buraya kaçıp gitmek daha da kolaylaşacak. Kulübede yapılacak birkaç küçük onarım, içerisinin düzenlenmesi -duvarlara sıva, yere beton, bir ranza, küçük bir evye, tüp, yiyecek dolabı, kitap dizilebilecek raflar, belki tableti şarj edecek kadar güneş paneli, kilitlenen, sağlam bir kapı, birkaç pencere…
Gözümün önünde canlanan, Amerikan filmlerinden bir sahne; İnsanlardan uzaklara kaçan yazar, dağlardaki kulübeye sığınır. Dışarıda kar yağıyordur lapa lapa. Pencere pervazlarına birikir ha bire. Yazmaya ara verir, pencereden, dışarıdaki dallarına kalın karlar yığılmış ağaçlara, uzaklardaki bembeyaz zirvelere bakar. Burada -o hayalini kurduğum kulübede- çok daha rahat yazılabilir.
Akşam üzeri balık tutmaya gitmek istiyorum. Senelerdir -çocukluğumdan bu yana- Erğidere’nin suyuna olta atmadım. Dere kıyısından solucak aramak gerekecek. Bir sürü küçük taşları kaldırmak, daha otları kurumamış alanlarda çekirge, misinayı bağlauyacak uzun bir sopa aramam gerekebilir.
Her canlının defalarca geçtiği durak; Ne yiyeceğim? Tavuğun buzu çözülmüştür. Kokma tehlikesi var. Ya onu ya da yumurtalı melemen yapmam gerekiyor. Yumurtalar biraz daha uzun süre bozulmadan kalabilir. Taze fasulye de pişirebilirim ama onu yarın yapmak daha akıllıca. Birkaç patetes de doğradığım zaman, hafif ve besleyici bir yemek olacaktır. Nakarna, nodul -bir çeşit çorba ile makarna arası, hazır yiyecek-, ton balığı, helva da yemek menüsünün çeşitleri. Zeytinlerin aralarında taze semiz otu da bir öğünlük seçeneklerden olabilir.
15.00
Köpeğe ekmek vermeye gittiğimde yerinde duramadı. ön ayaklarını üzerime atıp, heyecanla etrafımda dönmeye başladı. Sıkılmış olmalıydı. Zincirini çözdüm. Dereye götürdüm. Uzun ve geniş dilini laplata laplata su içip dereye uzandı. Suyun serinliği hoşuna gitmiş olacak ki, çıkmak istemedi. daha sonra biraz yürüttüm. zeytinliğe götürdüm, başka -daha yakınımdaki- bir ağaca bağladım.
Tekrar dereye indim, kirlenen tişörtümü yıkadım. Güneşe çektiğim katlanır sandalyeye serdim.
17.00
Öğlen yemeği için yıkadığım tavuktan düşerek sürüklenen bir parçacığın üzerine üzerine üşüşen, sağa sola çekiştirmeye başlayan balıkları gördüğümde, tavuk parçacıkları ile balık tutabileceğimi düşünmüştüm. Derenin koyu gölgelik, ağaçlarla, çalılarla sarılmış yerinden uzunca bir sopa kestim. Misinayı ucuna bağladım. Yarım saat içerisinde kovada dört tane irice -üçü tatlı su kefali, biri sazan- balık kuyruk sallıyordu. Senelerdir balık tuytmadım. Geçmişte sevdiğim, saatlerce dere kenarında eğlencem olan balık tutmak, o zamanki kadar olmasa da, yıllar sonra yapılması farklı duygular uyandırdı. Öğlen yemeğinin kalanı dururken balıkları öldürüp yemek düşüncesi bir anda bana hiç de doğru gelmedi.
[1] çengel. Çobanca, ağılın kurulduğu yerleşke. Bir çeşit demir atma.