10 yıl oluyor sanırım: Bilenler bilir, çok sık İstanbul'a, duruşmaya giderim. Genellikle sabah iner, akşamına dönerim. Tabii duruşma dediğiniz, istisnaları bir kenara bırakırsanız, 30-120 saniye arası değişir. Ne yaparsın sonra? Anadolu yakasındaysam, önce bir kaç sahaf ziyareti, sonra müdavim olmaya karar verdiğim meyhane. Avrupa'da doğrudan meyhane.
İşte onlardan birinde, bir kaçının yanında Son Kare diye bir kitap da almıştım. Enis Batur'un yazdığı Kaan Çaydamlı'nın fotoğrafladığı.
Meyhaneye gittim. 20'liğimi bir kaç kayıntıyı sipariş ettim. Kitaplara göz atıp duruyorum. Bu sözünü ettiğim diğerlerinden farklı. Sahici entelektüelimiz, foroğrafçısıyla beraber mezar taşlarını, bunların üzerlerindeki kitabeleri ve varsa resimleri fotoğraflayıp, altlarına sekiz hadi 10 satırı geçmeyecek metinler yazmış. Bir kaç sayfa okudum. Ürperdim. Aman dedim, ölüm bu, şimdi sırası değil, daha sonra okurum, öteki kitapları okuyayım.
Hasılı Adana'ya döndüm. Sanıyorum 2-3 gün sonra, kitabı yeniden elime aldım. Baştan sona okudum. Okudukça ağırlaştım, sanki bir karanlık önce sandalyenin etrafını daha sonra bahçeyi sardı. Kapattım. Yerimden kalktım, kitabı çalışma odasında bir yere tıkıştırıverdim. Bahçeye indim yeniden . Yerimde duramıyordum. Bir kadeh parlattım. Rakıyı dişlerimin arasında süzdüğümü anımsıyorum. Hayatta öyle zevzeklik etmem rakıya karşı, ayıp. Viski işidir o. Bir kaç saat geçti. Fotoğraf sanatçısı bir arkadaşım vardı. Aradım. Orhan dedim, bir kitap aldım, sen hem Cerrahsın ölüm yanında, hem fotoğrafla uğraşıyorsun, ben taşıyamam bunu, sana vereceğim. Kitabın içine sinmiş ölüm kokusu burnumda, evi o kitaptan kurtarma görevi yüreğimde, sabahı nasıl ettim bilmiyorum.
Yazınız o kitabı çağrıştırdı. Gerisini okur muyum bilmiyorum. Ama bu küçük (?) şeylerden yazı çıkarmak, marifet işi. Elinize sağlık.
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.