Denize Dön Yüzünü
Dikkat ederim de, köylük yerde, deniz kıyısındaki küçük kasabalarda kahvedeki yaşlılardan bir ikisi mutlaka kalabalık, hararetli bir sohbeti bırakır, sandalyesini iskelenin kenarına sürükler, gün boyu, saatlerce durgun denize baka baka vakit geçirir. Transa girmiş bir Hindu, yoga yapan bir Budist hali değildir bu. Ama bir şekilde denizin sağaltıcı etkisine dalma halidir belki de.
Onda -en azından durgun denizde- rahatlatan, daha dingin, kaygılardan uzak bir hale düşüren bir şeyler var.
Denizle olan birliktelik bir ilişkidir. Karıncaya göz kırpan uysal sevgili, bir anda can pazarına dönüşen, ölüm kalım anlarının beşiğidir de. Bu ve bir çok nedenden belki, devasa ve anlaşılmaz, kavraması güç her şey karşısında olduğu gibi, deniz karşısında da oluşturduğumuz kalıpların, simgelerin, kendine söylenen yalanların ardında çok daha derin, ilkel, kalıtımsal bir şeylerimiz var.
Onu kimseden öğrenemiyoruz. Babamızın, dedemizin, görmüş geçirmişliğiyle bizde saygı ve korku uyandıran kaptanın, reisin özünde söylediği; “Dinleme kimseyi, at kenidini denize!” gerçeği. Anlatılmaz yaşanır, bilinmez hissedilir.
İnsan uygarlığı su kenarlarında doğdu, büyüdü. İnsanlar denizlerde uzun seferleri yapabildiklerinde daha uzak yerlere gidebildiler. Bilinen dünya genişledi. İyi mi oldu kötü mü, konusu farklı bir yere götürür bizi. Ama bu günkü halimizde denizlerin payını biliyoruz. Uygarlık, sanatı doğurdu. Devasa tapınaklar, piramitler, yeraltı şehirleri, katedraller, köprüler, doğa harikası camiler, insandan daha estetik heykeller, ressamların tabloları, tabletler, çiviyazıları, edebiyat eserleri, inceden inceye bir sanatsal estetik değerler bütünü oluşturdu.
Denizi anlatan, deniz aşığı yazarlardan söz edecektik. Daha sözü oraya getiremedim ne yazık ki. Sait Faik’ler, Halikarnas Balıkçısı, Yaman Koray’lar, Feyyaz Kayacan’lar, Conrad, Melvielle, Jules Verne ve daha pek çoğu deniz için önce bir ömür vermiş, onu sevmiş, onunla olmuş, onu yaşamış, ondan sonra yazmış. İçeriden yazmak diyoruz buna. Önce yaşamak. Yaşanmışlıkla kalemi eline almak. Ahmet Kabaalioğlu’nun yaptığı gibi. “Son Denk Kayıkçısı” anlatısındaki fırtınanın anlatmını ben değme yazarda okumadım. Bunun sebebi de sadece o bir anda kayık mı salıncak mı olduğunu unutan teknenin içinde olması, o korkuyu, o “son anı” yaşaması. (Bu konuda duygularımı yazmak istiyorum. Seneye kısmetse.)
İstanbul, Ankara’dan çok daha büyük olduğu halde, Ankara’da çok yol yitirdim, yerimi, yönümü kaybettim. Ama İstanbul’da hiç olmadı bu. Tek sebebi var; Deniz. O bir yön de aynı zamanda. O olduğunda hiç kaybolmuyorum. Denizde, daha büyük bir bilinmezde kaybolmak için belki de.
Yazarların dünyası yine sonraya kaldı. Seneye…
Heyamola Hey grubunun yeni yılını kutluyorum. Yeni bir yıldan bir şey istenmez belki, yeni bir yıldan ne beklenir ki? Ama insanların hep yeni bir yılda yapmak istediği, bunun için emek ve direnç göstereceği, gelmesini beklemeyip yapacağı hayalleri, düşleri olacak. Olmalı.
Gönlünüzce, sevdiklerinizle birlikte, mutlu bir yıl diliyorum.