10 Kasım cumartesi sabahı saat 09:50 de uyanıyorum. Gözümü açıp saati görür görmez aklıma Ata’mız geliyor. “Tüh! dokuzu beş geçe uyanık olsam iyi olurdu”. Neyse artık yapacak bir şey yok. Giyinip havuzluğa çıkıyorum. Mustafa ve Melih Reis sohbet halindeler. Güneşli bir gün ama acayip rüzgar ve dalga var. Babatunca bile dalgalara kafa vurarak gidiyorsa bizim tekneler kim bilir nasıl giderdi buradan? Sancağımızda koskoca Anadolu uzanıp gidiyor. Hayatımda ilk defa buradayım. Gözlerimi kapatıp sanki google earthden bakıyormuşum gibi bulunduğum yeri hayal ediyorum. (-) tuşuna basıp daha yukarıdan bakıyorum. İçimde öyle bir heyecan var ki beni bile aşıyor. Çünkü eşim Ece’nin yerine de heyecanlanıyorum. Şimdiye kadar denize dair her şeyi, birlikte keşfettik. O’nsuz bu seyri yaparken eksikliğini çoook fazla hissediyorum. Şu anda ikimizin adına da burada olduğumu düşünüp iki kat heyecanlanıyorum. Bu denizi ilk geçişim ama herhalde buradan elli kere daha geçsem yine aynı heyecanı yaşarım.
Karaburun’u yavaş yavaş geçiyoruz. Ahmet uyuyor biz havuzlukta sohbet halindeyiz. Derken uzakta bir bot görüyoruz. Melih Reis, bunlar Suriye’li göçmen olabilir mi diyor? Biz de önce öyle düşünüyoruz ama yakında bir Yunan adası olmadığı için buradan botla karşıya geçmek çok anlamlı değil. Mustafa Abi, benden dürbünü rica ediyor. Aşağıdan dürbünü getiriyorum üçümüz de bakıyoruz ama kesin bir yargıya varamıyoruz. Botun duruş şekli ve hareket yönünden Türkiye’ye doğru gittiklerini düşünüyoruz. Çok uzak olmamamıza rağmen içindekiler bize bakmıyor bile. Aklıma bir süre önce burada paylaşılan baba kızlı video geliyor. Onlara yaklaşmalı mıyız yoksa devam mı etmeliyiz? Yanımda camianın en yufka yürekli insanlarından ikisi var. Melih ve Mustafa Reisler… Onlar da net bir hükme varamadılar. Akıllı bir insan bu havada botla bu kadar açılmaz diye konuşuyoruz. Bizce bu kişilerin kaçak göçmen olmaları düşük bir ihtimal... Civarda balıkçı tekneleri de var. Biz yola devam ediyoruz. Bu arada son yarım saat içinde sancak kıç omuzluğumuzdan yaklaşık 45 feetlik bir yelkenli yaklaşıp yavaş yavaş bizi geçiyor. Onların da sabah çeşme civarından yola çıktıklarını düşünüyoruz. Derken gizli kaptan Ahmet de uyanıyor. O uyanınca keyfimiz yerine geliyor. Hemen çay demleniyor. Ahmet, ekmek üstü kaşar domates hazırlayıp fırına veriyor. Adam hiç üşenmiyor yahu.
Ben bile bu kadar hamarat değilim Kahvaltımızı keyifle yapıyoruz. Babatunca, dalgalarla boğuşa boğuşa ilerliyor. Hava sert… Ahmet, endişelenmemizi söylüyor. Güneş yükselip sıcaklık yükseldikçe hava düşermiş. “O zaman rahat ederiz diyor. Ben de içimden “ Tabi tabi kesin öyle olur“ diyorum. Sanki Ahmet iyimser tahmin yapıp bizi rahatlatmak istiyormuş gibi düşünüyorum.
Kahvaltıyı toplayıp sohbete dalmışken Mustafa Abi’nin teknenin arkasından saldığı oltada bir hareketlenme olmasın mı? Bir anda hepimiz heyecanlanıyoruz. Kaptanımız oltayı toparlamaya başlıyor. Sarıyor da sarıyor. Dördümüzün gözü de oltada. En sonunda balık geliyor. Ama bu küçük bir yavru orkinos. Mustafa Abi, tereddüt etmeden balığı suya geri salıyor. Biz tekrar muhabbetimize dönüyoruz. Anadolu kıyısından gitmektense Midilli kıyılarından geçmek daha pratik. Bir süre sonra Middilli’yi İskelemizde bordalıyoruz.
Bir süre trinketimizi açıp bu şekilde hızımızı artıyoruz. Teknenin sarsılması da azalıyor. Derken oltamıza yine balık vuruyor. Yine bir yavru orkinos. Kaptanımız yine orkinosu Ege’ye iade ediyor. Mustafa Abi’nin yüzü balığı çekerken de, denize salarken de çok mutlu. Aslında buraya kadar hepimiz hep mutluyuz. Arada durumdan memnuniyetimizi dile getirdiğimizde Ahmet hemen “ Maşallah deyin” “Diliniz ısırın” diyor. Biz de maşallah diyoruz. Öğlen gibi Mustafa ve Melih Reisler uykuya geçiyorlar. Ahmet ve Ben vardiyadayız. Sohbet muhabbet gidiyoruz. Ahmet yine haklı çıkıyor. Saatler ilerledikçe hava gitgide yumuşadı. Deniz sakinleşti. Midilli Adası solumuzda yemyeşil uzayıp gidiyor. Ahmet bu adanın Yunanistan’ın en büyük ve en uzun adalarından birisi olduğunu söylüyor. Ben haritadaki görüntüsünü hayal etmeye çalışsam da bu kadar uzun olacağını düşünmemiştim. Adaya çok yakınız. Yunan bayrağını çekmişiz. Bir ara dört beş tane balıkçı teknesi görüyorum. İlk iki tanesini selamlamak için elimi kaldırıyorum. Teknedeki balıkçılardan hiç tepki yok. Ya beni görmüyorlar, ya da Türk bayrağını sevmediler. Üçüncü teknede aklıma elimi sadece kaldırmak yerine, kaldırıp sağa sola sallamayı deniyorum. İşte bu harekete cevap geliyor. Onlar da el sallıyor. O sırada Ahmet aşağıda filtre kahve yapmakla meşgul. Sonraki 3-4 tekneyi de aynı şekilde selamlıyorum. Hepsinden de karşı selamlar geliyor. Komşuları seviyorum. Aklıma Ankara’da öğrenciyken Ast tiyatrosunda Altan Erkekli’nin oynadığı “İnadına Yaşamak” oyunundaki Yunanlı Barba geliyor. Altan Erkeli orada Barba isimli karaktere sürekli kadeh kaldırıyordu. Oyunu tavsiye ettiğim için tiyatroyu pek sevmeyen Babamın, Annem ve iki kız kardeşimi alarak hatırım için İstanbul turnesinde oyunu izleyip çok beğenmesini ve sonrasında zaman zaman Barba’ya kadeh kaldırmasını düşünüyorum. O anda Babamı özlüyorum. Şu an Ege Denizi’nin en güzel yerindeyim galiba...
Günler kısaldığı için öğlen, ikindiye, ikindi akşama çabuk kavuşacak. Saat 17’ye doğru uyuyan kimse kalmıyor. Ahmet kaşla göz arasında kuzineye girip fırında kaşarlı makarnayı hazırlıyor. Makarnanın bir kısmını da domatesli yapmış. Benim rolüm ise “görevimiz kavurma”… Dün aldığımız kuzu etinden kavurmayı yapıyorum. Ahmet teknede karabiber var demişti. Ama maalesef hiçbir baharat bulamıyoruz. Şöyle karabiberli, kekikli bir kavurma daha güzel olurdu. Neyse sonunda yemekler hazır. Hava kararmadan önce havuzluktaki masada soframızı kurmuşuz. Yemekleri afiyetle yemeği yiyoruz. Sonrasında Melih Abi bir demlik çay yapıyor bize. İşler bitince tekrar havuzlukta toplanıyoruz.
Midilli Adası hala bitmedi. Ama az kaldı. Hava yavaştan kararıyor. İskelemizde uzakta bir sahil güvenlik botu var. Ben “ Sahil güvenliğe nanik yapıp kaçalım “ diyorum.
Sabahki sert havadan eser kalmadı. Midilliyi bitirip doğrudan karşıya Anadolu’ya Kadırga’ya geçeceğiz. Oradan Babakale ve Çanakkale… Yunan bayrağını arya ediyoruz. Ay yükseliyor. Bakalım ne zaman batacak? Battıktan sonraki 15 dakika ne olacak? Gece ilerliyor. Midilli bitiyor. Karşı yakaya geçerken sancağımızda bir sürü balıkçı ışığı görüyoruz. Sonunda Anadolu kıyılarına geldik. Sabahtan beri Yunan sularında gittikten tanıdık kıyılara gelince nedense uzun yurtdışı seyahatlerinden dönüşümde ülkeme dönmüş gibi mutlu oluyorum.
Babatunca, Babakale’ye çok rahat ulaşıyor. Babakale'den yukarı tırmanışa geçiyoruz. Ay batıyor ve denizi sakin. İşte bu güzel haber… Mustafa Abi, Babatunca’yı ilk aldığı zaman eşi Hocahanım’la birlikte İstanbul’a gelirlerken burada çok kötü havaya yakalandıklarını, eşinin Çanakkale’den sonra otobüsle İstanbul’a döndüğünü, oradan oğlu Tunca’yla çok zor şartlarda tekneyi İstanbul’a getirdiklerini anlatıyor. Buradaki sürpriz hava yüzünden Hocahanım denizden biraz soğumuş. Mustafa Abi’nin bu sularla bir hesabı var. O nedenle Çanakkale Boğazına gelene kadar uyumamaya kararlı. Ahmet gidip uyuyor. Biz üçümüz sohbete doymuyoruz. Mustafa Abi de, Melih Abi de o kadar güzel anlatıyorlar ki ben de uykum geldiği halde aşağı inemiyorum. Sancak baş omuzluğumuzda rüzgar türbinlerinin kırmızı ışıkları, iskele baş omuzlukta geçen yaz çok güzel güler geçirdiğimiz Bozcaada’nın pırıltıları… Saatler ilerliyor. Boğaza yaklaşırken biyonik Ahmet yine uyanıyor. Mustafa Abi’yi uyumaya ikna ediyoruz. Sohbet devam ediyor. Ben bir ara diyorum ki, “ Size Çanakkale’de oturduğum yeri de göstereyim”. İkisi birden aynı anda “Sen Çanakkale’de mi oturdun?” diye soruyorlar. Ben de “Yani Ekim’le karaya oturduğumuz yer” diye sırıtarak cevap veriyorum.
Hep birlikte gülüşüyoruz. (Bakınız: Ekim’in denizciler İçin küçük, bizim için büyük maceraları).
Abide’nin kırmızı ışıkları gittikçe yakınlaşıyor. Son birkaç saattir hava çok fazla soğuyor. Ben neredeyse donuyorum. Ahmet kuzeye çıktığımız için soğudu diyor. O çok sıkı sarınmış. Kar maskesi de takmış. Ben spreyhoodun içinden çıkamıyorum. Bir yandan kendimi O’na karşı suçlu gibi hissediyorum. Dün akşamla bu akşam arasında çok fazla sıcaklık farkı var. İskele kıç omuzluğumuzdan büyük bir gemi hızlıca bize yaklaşıyor. O nedenle kıyıya gereğinden fazla yaklaşmak zorunda kalıyoruz. Bize hızla yetişen gemi sanki şimdi yavaşlamış gibi geliyor. İçimizden ve dışımızdan “Hadi geç artık” diye söyleniyoruz. Sonunda gemi bizi geçip gidiyor. Artık Boğaza giriş yapıyoruz. Ben de daha fazla dayanamayacağım. Saat sabah dört buçuk olmuş. İçeri giriyorum. Buz gibi havadan sonra salon sıcacık. Ayaklarımdan başıma doğru yavaş yavaş ısındığımı hissediyorum. Sadece birkaç basamak inince dünyam değişti. Hızlıca üstümdeki kıyafetleri çıkarıp yatağa uzanıyorum. Motorun gürültüsü ninni gibi geliyor. Saymaya başlıyorum gerisini hatırlamıyorum. Bir, iki… zzzzz…