İYONLAR
İncil’in, Tevrat Tekevvün (Genesis) kitabının Onuncu bölümünün ikinci tümcesinde, Yafes’in, her biri bir ulusun atası yedi oğlundan biri “Yavan”dır. Yavan ya da Yavones İyonların eski adıdır. Tevrat’ta Aka ya da Helenlerden hiç söz edilmez. Demek ki; çok eski çağlarda Yavonesler Suriye’de – Anadolu’ya yakın yerlerde – biliniyorlardı. Sonradan Yavones sözcüğünün “v” si düşürüldü ve sözcük İyon oldu. “V” nin ortadan kaldırılışı nispeten geçtir. İranlılar, İyonlulara “Yauna” diyorlardı. İyon lehçesinin Yunanistan’a aktarılması, Anadolulu Apollo n’un Delphoi’ye (Delfi) taşınması sırasında olmuştur. Bu nokta hiç incelenmemiştir. Pek doğal olarak, İyonlar Yunanistan’a gidip geliyorlardı; usta denizciydiler, havuç gibi yerlerine saplı değillerdi ya! Anadolu’da taptıkları Apollon’u Yunanistan’a götürenler lehçelerini de beraber götürmüşlerdir. “Yunanistan” sözcüğü Pers dilindendir. Çünkü Persler Yunanistan’a saldırırken önce “Yauna” dedikleri İyonlara rasgeldiler. “Yauna” sözcüğünden Yaunistan ya da Yunanistan sözcüğünü uydurdular ki, bu doğru değildir. Orası “Hellenistandır”. Yazının ileri bölümlerinde de orayı bundan sonra asıl adıyla anacağız.
Fonetik alfabeyı Finikelilerin icaedettikleri sanılıyordu – şimdi o da şüpheli ya – alfabeyi Altıncı Yüzyılda (MÖ) logografilerin hepsi İyonyalıdır.
./…
Atlar ilkönce araba ve şar gibi araçları çekmekte kullanılırdı. Süvarilik sonradır ve daha yüksek bir uygarlığın eylemidir. Hellenler ilk gördükleri süvarilere Santor dediler. İlk gördüklerinin de Hititler oldukları akla yakındır. Bunlara Santor (kentaur) dediler, yani bellerine dek insan, alt tarafları at.
./…
İnsanlar batıya ve Anadolu’ya göç ederlerken dağ tanrılarını da birlikte getirerek, Batı Anadolu’da hazır buldukları dağ tepelerine oturtmuşlardır. Ama Homeros “İliyada”yı yazdığı zaman, Anadolu’da Olimpos tanrılarının modası çoktan geçmişti ki; Homeros onlarla alay edebiliyordu. Belki de İlyada güldürücü bir yazı ya da anlatış olsun diye hazırlanmıştır. İyonların Homeros’tan çok önce inanıp da, sonra insanın uydurduğu yalan olduklarını anladıkları bu tanrıları Hellenizm ciddiye aldı. O denli ciddiye aldı ki, bu tanrılara inanmıyor diye Batı’nın gözbebeği Sokrates’i ve ayla güneşi tanrı değil, madde sayan Anaksagoras’ı ölüme mahkûm etti. Hatta Hellenistan’ın en parlak en parlak devri olan Perikles zamanında Homeros Atina’ya gitseydi tanrılarla alay ediyor diye, hiç iki biri yok, hemen öldürülürdü.
“İlyada” ile “Odisea” İsa’dan önce 1000 ya da 900 yılında Anadolu’da, büyük ihtimalle Homeros tarafından yazılmış ya da okunmuştur. Eğer Hellenistan’da Helien kültürü bu gibi bir yapıtı meydana koyacak güçte olsaydı, kuyruğunu tutan kimdi? Pisistratus Homeros’u ancak, yazıldığından üç ya da dört yüzyıl sonra, yani altıncı yüzyılın sonlarına doğru Atina’ya getirip Panatenik festivallerinde okutmuştur. Aradaki yüzyıllarda ne oldu? Hem Pisistratus onları Atina’da okutmadan önce, bir bilirkişi komisyonuna verir. Deniliyor ki; bu komisyon Atina’ya karşı olan tümceleri çıkartıp Atina’dan yana tümceler sokuşturmuştur. Bunun doğru olması pek muhtemelidir. Çünkü komisyon başkanı Onomokritos bir Orfik idi, onu Pisistratus, kimi kâhinlerin dediklerini toplamakta oğlu Hipparchus’a yardımcı tayin etmişti. Onomokritos, birçok uydurma kehanetleri de araya soktuğu için Atina’dan sürgün edilmişti.
./...
İYONİA – ANADOLU
İnsan aklı yarı uykulu- yarı uyanık, sanki bir kuyu boşluğunda, korkunç mitolojik düşler ve karabasanlar görürken uyanmış. Zaten açıkgözlerle uyanılınca, karabasanlar mı kalır? Ecinniler, devler, putlar apar topar bir kaçışla yok oluverirler. O loş kuyudan yavaş yavaş, bir insan kafatası ve usu çıkmış. Çıplak insan gözü sipsiftah doğa ve evrende fırdolayı gezmiş ve insan akışının ateşi, yalanı çepeçevre yakmış. İnsanoğlu tarihinin, işte bu, en kocaman olayı olmuştur.
Yıl İ.Ö. 586… Dört mavi limanlı Miletos kentinin deniz kenarında bir melengeç ağacının gölgesinde güleç yüzlü birkaç yaşlı insan oturuyordu. Kadınlar, kızlar flüt ötüşü gibi anforalarını omuzlarına dayamışlar, uzun İyonya peloplarını yelpirdete yelpirdete çeşmeye (ninfeon’a) su doldurmaya gidiyordu. Denizde kuğu gibi süzülüşlü kadırgalar, limana, açığa kayıyorlardı upuzun. Kentin güneş yanığı yolları kaynaşan Lidyalı, Panfilyalı, Eolyalı kalabalığıyla fıkır fıkırdı. İhtiyarların biri, yanındaki güleç yüzlü diğerine “Thales, seni her günkünden neşeli görüyorum, yoksa bu yıl yine tüm yağhaneleri mi kiraladın?” diye sordu. Thales denilen yaşlı, güle güle cevapladı:” Hayır a canım, geçen yıl “senin gibi bir Fusiologos ticaretten ne anlar?” dediler de… Ticarete aklımı versem, çok zengin olacağımı ispat etmek için yağhaneleri kiralamıştım. Çünkü o yıl zeytinyağı ürününün bereketli olacağını sezmiştim. Böylece zeytinyağı fiyatını dilediğim gibi yükseltmiştim ki; görsünler, bir fusiyologos aklını para yapımcılığına verince n’olurmuş? Ama onu bir kez yaptım, o kadar” Öteki ihtiyar, “öyleyse şimdi neye seviniyorsun?” Thales cevap verir: “Önümüzdeki yıl güneş, şu şu tarihte, tam olarak tutulacak. Bugün tutulma gününün hesaplarını yaptım. Ona seviniyorum işte…”
Böylece Anadolu’da, İyonia’nın şen ve esen kenti Miletos’ta, İsa’dan önce altıncı yüzyılda, dünya tarihinde ilk olarak insanoğlu, kozmosa salt doğasal yorumlama yolundaki ilk yaman davranışını yapmıştı. Bu, insanoğlunun öylesine zarplı bir kafa toslayışıdır ki; Zeus’un başını sallayınca Olimpos Dağının ta köküne dek sarsılmasına benzemez. Bu dah edişle Olimposlar da, ziguratlar da, ehramlar da tanrıların tahtlarıyla, onların üzerinde kurulan tanrılar da paldır küldür bir devrilişle toz duman olurlar.
Thales (İ.Ö. 640-550) böylece, İ.Ö. 28 Mayıs 585 günü olacak güneş tutulmasını bir yıl önceden hesaplamıştı. Böyle bir hesabın yapılabilmesi, ancak yüzyıllardan beri bilginin birikmiş olmasıyla mümkündü. Bu bilgi, başka yerde değil Anadolu’da birikmişti, hem de bilgi taşıyan insanların doğudan batıya göç etmesiyle gelişmişti. Zaten Herodotos, Thales’in ırk itibariyle Fenikeli olduğunu yazar. (Kitap I,168-70). Belki de Fenikeli değildi, ama böyle deyişin doğru olması ihtimali vardı ki, böyle diyebiliyordu. Bu da Anadolu’da halkın ne denli karışık olduğunu gösterir. Bugün antik çağın başlangıcındaki olayların çoğunun, hemen hemen ne zaman olageldikleri hesaplanabiliyorsa, o da Thales’in sayesindedir.
Çünkü Hellenistan’ın dört ya da beş yılda bir (Ay yılı) Olimpiyatlarıyla, olayların doğru dürüst hesaplanması mümkün olmuyordu. Malum ya, Hellenistan’ın düşünürleri ebedi gerçekleri ve faziletin nerede olduğunu aramakla meşguldü. Anadolu’lu, Sinop’lu Diyojen’in (Diogenes) Atina’da güpegündüz fenerle insan aramasını gülünecek masal saymak, asıl gülünçtür. Bir şeye düşünmeden gülmek, çok tehlikeli bir iştir. Bu Diyojen denilen, Nasreddin Hocamsı ve domuzuna Bektaşimsi canın ne olduğunu bilmiyoruz. Belki de Platon’a, “Masayı anlarım, ama masanın ideasını (yani ebedi masayı) anlayamam” dediği için gülünç sayılmıştır. Sandık içinde yaşıyordu deniliyor. Atina’da o sırada, Atinalıların iki yüz binden aşkını sandık-mandık ve mağaramsı oyuklar içinde yaşıyorlardı. Fukara Diyojen’in karanfili sıkı mı idi ki, oligark Platon gibi bir evde oturabilsin? Ama oligarkların hiçbirinin Büyük İskender’e diyemediğini, o, tok sesle “Defol oradan, gölge edip durma!” dedi.
./…
Atina’da Sokrates’in zehir içtiği yer diye gösterilen kaya oyuğu, Sokrates’in öldüğü yer değildir, halk tarafından ev ve barınak olarak kullanılmıştır. O mağara, Batı turistlerini yolmak için ökse diye kullanılır. Onlar da dünyayı o mağaranın resimleri ile doldururlar. “Megaron” sözcüğü Hellence, ev demektir. Türkçedeki mağara sözcüğü, megarondan gelmedir, çünkü megaronların çoğu mağaralardan ibaretti.
./…
İyonların moral tanrıları yoktu, ondan ötürü, şunu bunu yasaklayan kutsal buyruk ve yasaklarla kafaları bağlı değildi. Ölümden sonrası, öteki dünyaya değin – a priori - bir düşünceleri de yoktu. Bundan dolayı ölümden sonrası için kafaları bencil korkularla ve umutlarla bağlı da değildi. Ölüler, gözsüz göremez, kulaksız işitemezlerdi. Onlara “gölgeler” deyip geçiyorlardı. Çünkü onların “solid” bir cisimleri yoktu, beyinsiz de düşünemezlerdi. Gövdenin yok olmasıyla kişi de yok oluyordu. İyonlardan önce Mısır ve Sümerlerin ampirik buluşları, bir sürü büyüsel kaba saba mitolojiyle yüklüydü. Anadolu kafası o yükleri, mitolojinin kabasını da sabasını da söküp atmıştı. Ortada papaz ve kral da yoktu ki, insan kafası, işini gücünü bırakıp, onların müktesep haklarını savunma yolunda perişan olsun. Evet, kölelik vardı, ama kölelik, Atina’daki sanatları ve teknikleri, yani toplumun yararına olan her davranışı hor gören bir üstün oligarki yaratmamıştı.