Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: Denizdeki zenginlik: Akdeniz Dünyası

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Denizdeki zenginlik: Akdeniz Dünyası
OP: 19 Haziran 2018, 21:27:00
Biliyorum artık yaz aylarındayız. Kimsenin forumda uzun uzadıya yazı- makale okuyacak hali de yok niyeti de. Deniz- güneş- lâtif mayi ve yelkennin doyulmaz keyfi daha "atraktif " geliyor.
Ama olsun..
Forumu biz "bilgi ve deneyimler kaynağı" olarak gördükçe ille de birileri bir ucundan köşesinden içini dolduracak.
Kaan'ın "Kayıkevi" soluklanmak için köşesine çekilse da ben bir diğer ucundan bu "boş" günleri doldulmak istedim."Akdeniz'de Korsanlık"- Adrian TINNISWOOD'dan ilginizi çekeceğini umduğum alıntılar paylaşacağım.


"Tek deniz iki yaka" arasında arada sırada "Messogios"a da uzandığınızda belki bambaşka çağrışımlar ruhunuza iyi gelebilir.
---------------------------------------------------------
Gemiden inenler, itişip kakışarak, uzun ve gizemli gölgesi nehre vuran tahta iskelelerden ilerlemeye çalışıyordu. Güruhun başında, elinde mevkiinin sembolü olarak gümüş, küçük bir kürek taşıyan Donanma Amiralliği Yüksek Mahkemesi’nin polis şefi vardı. Ardından sırayla cellâtlar, Marshalsea’den bir papaz ile zaptiyeler geliyordu. Onların arkasından gelen on yedi adam, Berberi korsanlarıydı ve hiçbiri o günün geceye döndüğünü göremeyecekti.

Korsanlık zor zanaattır. İyi bir korsan kaptan olabilmek için mükemmel denizciliğe, kusursuz bir liderliğe, yıldırıcı bir zalimliğe sahip olmanız ve ahlâk kurallarını hiçe saymanız gerekir. Dahası, her an ölümle burun buruna yaşadığınızdan, cesur olmanız şart

Gürültücü kalabalığın önüne ilk çıkartılan Kaptan John Jennings oldu. On yıl boyunca Batı Akdeniz ile Atlantik’deki kanlı serüveni dillere destan olan Kaptan Jennings sonunda mürettebatı tarafından ihanete uğramış ve yetkililere teslim edilmişti. Kaptana sadece iki adamı sadık kalmıştı, onların da ödülü onunla birlikte darağacına çekilmekti.
./…
On yedi idamın tamamlanması bir saatten uzun sürdü. Kaptan Harris’in cesedi ipten indirildi ve Hristiyan geleneklerine uygun gömülmek üzere bir akrabasına teslim edildi. Diğerleri ibret olsun diye, yükselen nehir suları bedenlerine ulaşıncaya kadar asıldıkları ipin ucunda bırakıldılar. Sonunda ya organları parçalanıp incelenmek için satıldı ya da gelip geçen denizcilere korsanlığı nasıl bir cezanın beklediğini hatırlatmak amacıyla Thames Nehri boyunda, dondurucu rüzgar altında, iplerin ucunda ağır ağır sallanmaya terk edildiler.

Kaptan Harris’in itirafları mükemmeldi, ölümünün üzerinden bir saat bile geçmeden itiraflarının kopyaları Londra’nın dört bir yanında satılmaya başlamıştı. Tunus’ta esir alınıp hapse düştükten sonra  nasıl korsan olup çıktığını anlatmış, dar denizlerde -  Manş Denizi, İrlanda Denizi, İngilteye’yi Hollanda’dan ayıran Kuzey Denizi geçitleri- ticaret yapmaya çalışan  küçük gemileri nasıl ele geçirdiklerini bir bir dile getirmişti. İspanya’nın Atlantik kıyılarından Cebelitarık Boğazına kadar uzanan bölgede Yakın Doğu’dan dönen Doğu Hindistan gemilerini avlamak için kol gezmiş ve bu arada Amerikalardan (kuzey ve Güney) her yıl gümüş, altın ve değerli cevher yüküyle İspanya’ya dönen Flota de Indias’tan (Hindistan Filosu) ayrı düşmüş bazı gemileri de ele geçirmişti. “Ben mutluluğumu başkalarının ıstırabı üzerine kurdum” diyordu.” Denizlerdeki zenginliğin elime geçeceğinden emindim, hem de konuşabildiğimden emin olduğum kadar” diyordu.

İkmal yapmak için İrlanda kıyılarındaki Baltimor’a demirleyen Harris’in gemisi kraliyet gemilerinden birinin pususuna düşmüş ve böylece 1609 yılının başlarında Harris’in serüveni de sona ermişti. Korsanlar sığınak olarak genellikle İrlanda’nın güney batısındaki gözden uzak koyları ve limanları kullanırlardı; buralarda yaşayanlar dostlarıydı ve İngiliz tacının temsilcilerini çileden çıkartacak her türlü konukseverliği göstermeye hazırlardı. Fahişelik yaygındı, bütün meyhanelerde ve dükkanlarda İngiliz şilini yanı sıra, Berberi altın dukalarıyla birlikte sekizde birlik altın paralar da geçerliydi.

Korsanlar açısından bakıldığında İrlanda ve İngiltere arasında yaşanan sorunda, Kaptan Harris’in de canı pahasına öğrendiği üzere, böylesi bir yakınlık hiç de güvenli sayılamazdı.  Wapping’de kaptanla birlikte darağacına gidenlerden biri olan John Jannings ‘in korsanlık hayatı da İrlanda’ya yaptığı bir ziyaret sırasında sona erdi.  Limerick’te gemisine dönemeyecek kadar sarhoş bir haldeyken yakalandı; bu sırada adamları yetkililerle bir anlaşma yapıp kaptanlarını orada kaderiyle baş başa bırakıp denize açıldılar.

Fakat Harris ve Jennings gibi korsanların asıl avlağı Akdeniz’di, yani “dünyanın ortasındaki deniz” yani Messogios. Batıda Cebelitarık Boğazı’ndan doğudaki Kutsal Topraklara kadar yayılan ve yaklaşık bir milyon mil karelik bir alanı kaplayan Akdeniz, büyük Fransız tarihçi Fernand Braudel’in dediği gibi “Birçok halkın buluşma noktası ve sayısız tarihin arime potası” ( alıntı Paul Valery) olmakla kalmıyordu, aynı zamanda dünyanın da en büyük pazarıydı. Gelgitler ile dalgalar, otuzun üzerinde krallık ile cumhuriyeti, sultanlığı, prensliği ve dukalığı dövüp duruyordu. Bu sular her tür gemiyi taşımaktaydı; Venedik ve Raguza’dan (bugünkü adıyla Dubrovnik) kalkan üç direkli ahşap gemiler, kıyı kıyı üçgen yelkenli karavelalar, oturaklarına zincirli, saçları kazınmış, ter içindeki forsaların çektikleri çektikleri küreklerle takviye edilmiş kalyonlar, adalar arasında gidip gelen çektiriler, barkalar, filikalar ve sandallar….Hepsi de Newfounland kıyılarında tuzlanmış morina balığından Nil kıyılarında yakalanmış Nubya’lı kölelere kadar alınıp satılabilecek, takas edilecek ne varsa taşıyordu.

(Devam edecek)
  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

  • *
  • İleti: 5808
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: Denizdeki zenginlik: Akdeniz Dünyası
#1: 19 Haziran 2018, 21:59:49
Bir ara "Karavela " hakkında da bilgi rica edebilirmiyiz?
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: Denizdeki zenginlik: Akdeniz Dünyası
#2: 20 Haziran 2018, 00:31:43
Akdeniz'in şah damarı denebilecek teknesi "Kadırga"dır. İnce, narin, çok hızlı, iki direkli ve latin armalı, kürekle de yol alan bir yapı. Ancak singinliği ve narinliği navlun taşımasına uygun değil.

Bir sonraki aşama Karavela / Caravelle. 15. yüzyıl ve sonrası . Görece yüksek bordalı, baş ve kıçta yüksek kasaralı, iç hacmi çok daha fazla, kürek artık kullanılmıyor. Yine latin arma temelli olsa da kare yelkenlerinde armayı donattığı, hem ticari hem askeri amaçlarla kullanılan bir sonraki nesil.

Portekiz ve İspanya'nın Atlantik'e çıkmasını sağlayan tekne tipi



  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: Denizdeki zenginlik: Akdeniz Dünyası
#3: 20 Haziran 2018, 00:37:04
(2)
Akdeniz’in tartışmasız en büyük gücü ve en geniş pazarı, doğuda Hazar Denizi’nden batıda hemen hemen Atlantik kıyılarına, güneyde de Kızıldeniz ve Basra Körfezine kadar binlerce millik topraklara yayılan inanılmaz genişlikte, fethedilmiş ülkeler ve bağımlı devletlerden oluşan Osmanlı İmparatorluğu idi. Başkenti İstanbul’du ve Cezayirli, Atinalı ve Ermenistanlı hükümdarlar, Topkapı Sarayında Osmanlı Sultanına vergi ve harçlarını ödemek için sıra bekliyorlardı. Bulgarlar ile Bağdat, Kahire, Kırım ve Macaristan ve Yemen için de durum aynıydı.

Hıristiyan Avrupa, bu imparatorluk karşısında korkudan sinmiş haldeydi. II. Mehmed’in ordularının 1453 Mayısında Konstantinopolis’i fethettiğinden beri İspanya, Venedik ve Akdeniz’in diğer büyük güçler, Türklerin Katolik Avrupa kültürel kimliği için büyük bir tehdit olduğunu kabul etmişti. Bu endişe giderek Kuzey Avrupa devletlerini de sarıyordu. Almanya’nın Protestanları Tanrı’ya “Bizleri canavar Türklerden koru” diye yakarmaktaydı. Din adamları dehşete kapılmış halde vaaz kürsülerinden uyarıda bulunuyor ve “Türkler sadece para ve mülklerimizi çalan, karılarımızı ve çocuklarımızı kaçıran, insanlarımıza kötü davranan bir düşman değil, Türkün tek bir amacı var o da İsa adını kazımak ve Hz. Muhammedi onun yerine geçirmek” diye haykırıyorlardı. İngiliz papaz Thomas Newton 1575’te şöyle yazıyordu: “Diyarımızdan çok uzak olduklarından onlardan korkmuyorduk ama şimdi kapımızın önüne kadar geldiler ve evlerimize dalmak için bekliyorlar” On yedinci yüzyılın başına gelindiğinde ise İslam “günümüz dünyasının dehşeti” diye adlandırılmaktaydı.

Hıristiyan kültürü, Müslümanları zalim, saldırgan ve sefih insanlar şeklinde canavarlaştırmakta, böylece onlara zarar vermek isteyenleri haklıymış gibi göstermekteydi. Doğu Akdeniz’deki Müslüman gemiciliğine saldırmak ideolojik bağlamda teşvik edilmişti. St. Jean Şövalyelerinin dini ve askeri güçlerini kullanarak gerçekleştirdikleri saldırılar Hıristiyanların bu hakkı kendilerinde görmelerinin ardında yatan Haçlı mantığının sadece bir örneği idi.

Böyle olunca da İmparatorluğun karşılık vermesi kaçınılmaz oluyordu. Osmanlı yeniçerileri Tuna Vadisi’nden aşağı sarktılar, Viyana’yı tehdit altına aldılar, İspanya ile savaştılar ve Venediklilerin elindeki Kıbrıs ve Girit’i fethettiler. Ayrıca İstanbul kendisine bağlı olanların, Akdeniz’de hadlerini aşan Hıristiyanları, Kuzey Afrika’da Batı Sahra’nın Atlantik ile birleştiği Fas’tan kuzeyde Atlas Dağlarının eteklerine ve Cebelitarık kıyılarına, doğuda ise Akdeniz kasnağı boyunca Sirte Körfezi ve Libya çöllerine kadar yayılan 2000 mil uzunluğundaki Berberi kıyılarındaki üslerinden söküp atmasına izin veriyor, hatta çoğu zaman teşvik ediyordu.

On altıncı yüzyılın başlarında, İspanya’nın Kuzey Afrika’ya yönelik planlarına karşı savaşan Müslümanlar arasında iki kardeş ön plana çıktı. Avrupa’da “Barbarossa” olarak nam salan bu iki kardeşin adları Oruç ve Hızır’dı. Babaları emekliye ayrılmış bir Osmanlı süvarisiydi ve o günlerde Midilli’de başarılı bir seramik işi yürütmekteydi. Eldeki kaynaklardan birine göre Oruç üçüncü kardeşleri İlyas ile birlikte babalarının gemilerinden biriyle Levant’taki bir ticaret seferinden dönerken St. Jean Şövalyeleri’nin saldırısına uğrayıp esir düşmüş ve forsaya çakılmıştı. İlyas ise saldırı sırasında ölmüştü.

Üç yıl sonra fidyesi ödenip özgürlüğüne kavuşunca kendi işini kurdu. Önce Türk kıyılarındaki Anyalya’yı kendine üs edindi ve daha sonra küçük kardeşi Hızır ile birlikte Tunus’a yerleşti. İki kardeş buradan İtalyan gemilerine saldırdıkları gibi St. Jean Şövalyelerine karşı bir deniz cihadı yürütmeye başladılar. Mesleklerindeki bu değişiklik, Aragon Kralı Ferdinand ile Kastilya Kraliçesi İsabella’nın İspanya’nın 1492 yılında Müslümanların egemenliğindeki Granada’yı fethetmesinden sonra, Berberi kıyıları boyunca bütün stratejik noktalarda birer garnizon kurmaya dayalı “reconquista” politikasının son dönemlerine rastlıyordu.

1510 yılına gelindiğinde Oruç ile Hızır artık Tunus kıyılarının elli bahri mil açığındaki Cerbe Adası’ndan denize açılıyor, İspanya’ya karşı kendi başlarına savaşmakla birlikte, zaman zaman İspanyol saldırılarını püskürtmek için yerel liderler ile ortak hareket etmekten de geri durmuyorlardı. Oruç önce 1513’te ve ardından da 1515’te İspanyolların eline düşen Cezayir’deki Becaye Limanını geri alabilmek için başarısız iki girişimde bulundu;  ilk saldırısında bir kolunu kaybetti ve ömrünün sonuna dek kolunun yerine gümüş bir protez taşıdı.

“Barbarossa” Kardeşler 1516 yılında üslerini Cezayir’e taşıdılar. Oruç’un politik ilgisi ve egemenlik alanını genişletme tutkusu artık Batı’ya yönelmişti. Önce Cezayir’in denetimini ele geçirdiler, İspanyol saldırılarını püskürttüler ve yerel derebeylerinin İspanyol egemenliğine boyun eğip kabullendikleri bölgelere saldırılar düzenlemeye başladılar. Avrupa artık Oruç’u “Türkleri Berberi kıyılarına getiren ve onlara Batı’nın zenginliklerini tattıran öncü” olarak kabul ederken, kendisini “ Berberistan ve Cezayir’in muhteşem büyüklüğüne göz diken savaşçı” diye tanımlıyordu.
 Oruç, 1517’de Cezayir’in 280 bahri mil batısında kalan ve yöneticileri İspanyol egemenliğini kabul eden önemli bir dini merkeze, Tlemsan’a saldırdı. Kenti kolayca ele geçirdi ve hemen ardından Tunuslu liderleri de cihada katabilmek için onlarla pazarlığa oturdu. Ancak haddini aşmıştı: Oran’a 70 mil uzaklıktaki bir garnizona bağlı İspanyol kuvvetleri, bedevi kabileleri ile birleşerek Tlemsan’daki Oruç’a saldırmakta gecikmedi. Altı aylık bir kuşatmadan sonra şehirden gitmeyi denedi ise de İspanyolların pususuna düştü ve aslanlar gibi dövüştüğü bir savaşın ardından yakalanarak öldürüldü.

Bu sırada Hızır Cezayir’deydi ve ağabeyinin öldürülmesine tepki gösterdi, İspanya’ya karşı İstanbul’dan yardım istedi. Yardım karşılığına Sultan I. Selim’e  “Berberistan’ın büyük kısmını” verecekti. O dönemde Afrika’daki Osmanlı toprakları, Selim’in 1517’de fethettiği Mısır’ın ötesine geçmiyordu; önünde imparatorluk topraklarını Akdeniz’in batısına kadar genişletme fırsatı olduğu gören Selim, Cezayir’in bir sancak ya da Osmanlı eyaleti olmasını kabul ederek, Hızır’ı Cezayir Beylerleyliği’ne atadı. Bununla da yetinmeyerek Hızır’ın kıyı boyunca yayılan kuvvetlerine destek olmak üzere 6000 asker yolladı.

İmparatorluk desteğini arkasına alan Hızır Tlemsan’ı geri aldı, etkinliğini bütün Berberi kıyılarına yaydı ve Cezayir’i muhteşem bir deniz üssüne dönüştürdü. 1529 yılına gelindiğinde, on sekiz kalyondan oluşan bir filoya komuta etmekteydi. “ Saldığı dehşet kadar ünü de ağabeyinden geri kalmıyordu”. Aynı yıl Cezayir Limanının girişindeki hayati önem taşıyan El Penon Kalesini zapt etti. Yirmi yıl önce İspanyollar tarafından alınmış bu kayalık adacık uzun surlarla karaya bağlanmıştı. Yaklaşık 300 metre boyundaki bu büyük dalgakıran Cezayir’in liman olarak önemini son derece arttırıyordu. Hızır’ın filosu için korunaklı bir sığınak olurken, aynı zamanda üzerine aralıklı olarak yerleştirilen istihkâmlar düşmanca saldırıları uzak tutuyordu.

Cezayir’den yelken açan Hızır ve kaptanları deniz cihadının rotasını Güney Avrupa’ya çevirerek Balear Adalarını, Sardunya Adasını, Sicilya ve Kalabriya’yı fethettiler.  Öyle büyük başarı elde ettiler ki, 1533 yılında Akdeniz’deki İspanyol ve Ceneviz yayılmacılığıyla yakından ilgilenen Kanuni tarafından İstanbul’a davet edildi. Süleyman, Hızır’ı Osmanlı Donanması Amiralliğine ve Kuzey Afrika genel valiliğine atadığı gibi, onu onurlandırmak için bugün çok iyi bilinen Hayreddin, yani “Dinin Hayırlı Evladı” sıfatını ekledi. Osmanlı Donanması artık onun emrindeydi.

Aradan sekiz ay geçmeden Hayreddin, İspanyolların elindeki Tunus’a başarılı bir saldırı düzenledi fakat zaferi kısa ömürlü oldu. Kutsal Roma İmparatoru ve İspanya Kralı V.Şarl ertesi yıl karşı saldırıya geçti, Türkler Tunus’u alelacele terk etmek zorunda kaldılar, ne var ki birkaç ay içinde Cezayir’e dönen Hayreddin bununla yetinmeyecek ve İspanya kıyılarını vurmaya başlayacaktı. 1540ların başında Barbaros Hayreddin Akdeniz’in en büyük donanmasının başındaydı; 110 kalyon, kırk kadar daha hafif ve “göstermelik” olarak tanımlanan kadırga ve üç büyük cephane ikmal gemisi emrindeydi. Leventlerin sayısı 30.000i aşıyordu.

Fransa Kralı I.François, İspanya’ya karşı Süleyman ile gizli bir ittifaka girince, Osmanlı Amirali o günlerde V.Charles’in müttefiki olan Savoy Dükü tarafından yönetilen Nice Kentini almak için Fransızların yanında savaştı. Hayreddin’in muhteşem donanmasının Fransa’nın Akdeniz kıyısındaki Toulon’a yerleşmesi Hıristiyan devletlerini hayrete düşürdü. 1543-1544 kışını burada geçirecekti ve I. François yerli halka Müslüman askerleri ağırlamasını emretmekten de geri kalmadı. Bu nedenle Toulon, o kışı çok kalabalık geçirdi: Surların içinde 640 hane vardı ve surları çevreleyen alanlar adeta çadır denizine dönüşmüştü. Sanki Avrupa’da ikinci bir İstanbul kurulmuş gibiydi ve bu da Fransa’nın düşmanlarını yıldırmaya yetiyordu.

Hayreddin 1545’de İstanbul’a dönünce emekliye ayrıldı, kaptan-ı deryalığı bıraktı ve Cezayir’in yönetimini oğlu Hasan’a devretti. “ Boylu poslu, görünümü saygın ve soylu, davranışı ölçülü ve canlı” bir adam olarak tanımlanan Hayreddin, 4 Temmuz 1546’da Boğaziçi kıyısındaki yalısında öldü. Altmışının sonlarındaydı. İki yüzyıl sonra bile Osmanlı denizcileri arasında ününü ve saygınlığını öylesine korumaktaydı ki, “İstanbul’dan başlayacak bir deniz yolculuğuna çıkacaklar, ister devlet kademelerinden olsunlar, ister sıradan insanlar, kabrini ziyaret etmeden gemilerine binmiyorlardı”

Akdeniz’deki mirası bunun üç katıydı. Kuzey Afrika’nın, özellikle Cezayir’in Kutsal Roma İmparatorluğu ile bölgesel egemenlik savaşında Osmanlı’nın ön cephesi olarak stratejik önemini kanıtlayan kişi oydu. İyi örgütlenmiş korsanlıkla Cezayir gibi görece yoksul bir ülkenin bile ekonomik anlamda nasıl zenginleştirilebileceğini gösteren de oydu. Dahası, ölümünden sonra ardında hem etkisini sürdürecek hem de savaş deneyimi olan bir grup kaptan bırakmayı başaran da oydu.
  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: Denizdeki zenginlik: Akdeniz Dünyası
#4: 20 Haziran 2018, 21:57:42
(3)
Hayreddin’in yetiştirdiği Turgut 1551 yılının Ağustos ayında, yirmi bir yıldır Doğu Akdeniz’deki İslam denizciliğini baltalayıp duran St. Jean Şövalyeleri’nin elindeki Trablus’u zapt etti. Süleyman beklemeden onu valiliğe atadı, korsanlık faaliyetlerinden elde edilen paralarla Trablus Osmanlı eyaletinin başkenti ve çok önemli bir limanı haline getirildi.  1565 yılında Malta’ya düzenlediği bir saldırı sırasında Turgut’un cesedini kaptanlarından Uluç Ali Trablus’a getirdi ve dokuz yıl sonra Tunus’u İspanyollardan aldı. Osmanlı, Tunus’u bir daha kimseye kaptırmayacaktı.
Tunus’un fethiyle birlikte Kuzey Afrika’ya kimin hükmedeceği sorusu da ortadan kalkmış oldu ve sonunda 1580 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu III. Murat, İspanya ile barış yaptı. Her iki taraf da birbirlerinin sınırlarına saygı göstermeyi ve tebaalarını rahatsız etmemeyi kabul etti.

Ne var ki, Tunus, Trablus ve Cezayir’in ekonomileri, Hıristiyan gemilerine saldırmaya dayanıyordu. Elde edilen ganimet hem devlet görevlilerinin maaşlarının ödenmesi hem de valilerin saraylarını donatmak için gerekliydi; cami, türbe yapımı, liman savunması ve konut yapımı karşılanırken, kıyı baskınları ve ticaret gemilerine yapılan saldırılarda ele geçen Hıristiyanlar da köleleştiriliyor ve işgücü ihtiyacı karşılanıyordu.  İngiltere, yünlü ürünlerini Levant’daki Müslüman pazarlarında satabiliyordu; Berberistan’ın ise satacak bir şeyi yoktu ama korsanı boldu.

On yedinci yüzyılın başında üç Berberi devleti- Trablus, Tunus ve Cezayir- varlıklarını İstanbul ile olan ittifaklarına borçluydu. Osmanlı imparatorları bu üç kente de vergi toplamaları ve toprakları kendi adına yönetmeleri için valiler atamaktaydı, ama gerçekte bu valiler hatırı sayılır derecede özerkti. Berberistan’ın dördüncü önemli toprağı Fas da diğerleri gibi bir İslam toplumu olmakla birlikte, imparatorluk dışında bağımsız bir devlet konumu kazanmıştı ve buna daha çok bağımsız devletler demek yerinde olurdu. Çünkü “Altın Hükümdar” adıyla anılan Sultan Ahmet El_Mansur’un 1603’teki ölümünden sonra bu topraklarda, oğullarının her birinin kendisinin sultan olduğunu ilan etmesi nedeniyle, tam bir anarşi hüküm sürmekteydi.  Bunun sonucunda iç savaş patlak verdi ve ülke, başkenti Fez olan kuzey ve yine başkenti Marakeş olan güney olmak üzere ikiye bölündü.

Berberistan’da bütün bunların yanı sıra bir de Avrupa gerçeği vardı. İspanya ve Portekiz Kuzey Afrika’da çeşitli üslere sahipti. Bunlar Fas’ın Atlantik kıyısında Mamure ve Mazagan’da, Cebelitarık’ın Kuzey Afrika’ya bakan yanında Septe ve Tanca’da; Bugünkü Fas – Cezayir sınırındaki Melilla’da, sınırın Cezayir tarafında kalan Oran’daydılar. Buralardan kovulmalarından çok sonraları bile sömürgeciliğin izleri mimaride görülmeye devam etti.  Atlantik kıyısında ise, İngiliz korsanların gözde sığınağı ve barınağı olan, 1520’lerde Portekizliler tarafından vali konağı olarak inşa edilen muhteşem Dar-ül Bahr ya da “deniz kapısı” yer alıyordu. Denizden 500 metre kadar içeride başlayan yükseltilerde daha büyük bir Portekiz tahkimatı, Kechla Hisarı yer almaktaydı; medinenin ( Kuzey Afrika’da tarihi kentler için kullanılan deyim) surlarının ardında da diğer yapılarla hiç uyuşmayan gotik bir kilise yükselmekteydi ama kilisenin koro bölümü Portekizliler 1541 yılında bu topraklardan çekildiklerinde bile hâlâ tamamlanamamıştı.
 
Cezayir, Tunus ve Trablus dini anlamda birleşseler de, Osmanlı İmparatorluğu bayrağı altında toplansalar da, Berberi devletleri asla bütünleşik bir blok oluşturamadılar. Hıristiyanlık ile olduğu kadar birbirleriyle ve kendi halkları ile de savaşıyorlardı.  Fakat Avrupa’ya göre Berberistan coğrafi konumuyla tanımlanan bir olguydu. “Barbarlar” deyimi İngiltere’deki yaygın inanışa göre imparatorluğun bir parçası olan “Türkler” ve Fas’tan gelen ya da orada yaşayan “Mağribiler” olarak algılanmaktaydı. Bu ayrım katı olmadığı kadar kalıcı da değildi. Berberistan’da yaşayanlar düşmanın ön saflarından başka bir şey değillerdi ve bunlar, Dar-ül İslam’ın (Müslümanların dini vecibelerini yerine getirebildikleri bölgeler) en batı uçlarını işgal etmişlerdi. İmparatorluğun yanında Hıritiyanlığa karşı savaşıyorlar, Akdeniz’deki Hıristiyan denizcileri baltalıyorlar, Hıristiyan denizcileri esir alıp köleleştiriyorlar ve Hıristiyan adaletinden kaçan kanunsuzlara kucak açıyorlardı.

İstanbul ise bütün bunlara göz yummaktaydı. Berberi devletlerinin Hıristiyan güçlerin ekonomik zenginliklerini didiklemelerine, ticaretlerini baltalamalarına, deniz ticaretini korkutmalarına ve kıyı kentlerini yıldırmalarına izin vermek Osmanlı’nın dış politikasına son derecede uygundu. Hıristiyan Akdeniz buna çeşitli yollardan karşılık vermekten geri kalmıyordu. Protestan ve müthiş birer Katolik karşıtı olan Kuzey Avrupa, 17. Yüzyıl başlarından itibaren İngiltere ve Hollanda kimlikleri ile Akdeniz’e inmeye başlayınca, bölgedeki çatışma ve işbirliği potansiyeli de artmış oldu.

Bununla birlikte, yeni gelenlerin Akdeniz’e açılmaları şaşırttı. İmparatorluk, Avrupa malları için devasa bir pazardı. Anadolu’nun Ege kıyılarındaki İzmir yerel pamuklu ürünleri ve halıları ile ünlüydü. “Diğer bütün ticari mallar da Türkiye’de bulunabiliyordu”. Arapların deyişiyle Suriye’deki Halep şehri, yüksek kuleleri ve aşılmaz surlarıyla zaman ile alay eder gibiydi. Halep, İran ve Arabistan topraklarından gelen mallar için doğal Pazar niteliğindeydi ve her yıl Basra ve Mekke’den yola koyulan up uzun kervanlar çölü aşarak ipek, değerli taşlar ve baharat getirmeye devam ediyordu.

Böylesine lüks mallarla dolu bir depo, böylesine sınırsız bir tüketim görmezden gelinecek gibi değildi. Fransa Kralı I.François, 1536’da Kanuni Süleyman ile bir ticaret anlaşması imzaladı. (İlk Kapitülasyon)  Beş yıl sonra Venedik de benzer bir anlaşmaya imza attırdı. Onları 1583’de İngiltere ve 1613’te de Hollanda izledi. Dönemsel olarak yenilenen ve düzenlenen ve eklemeler yapılan – Osmanlı yasalarına göre, anlaşmaların geçerlik süreleri imzalayan sultanın ömrü ile sınırlıydı- bu kapitülasyonlar, İngiliz, Fransız, Venedik ve Hollanda vatandaşlarının Dar-ül İslam’ın istedikleri yerine yerleşmelerine izin veriyor, ayrıca hak ve özgürlüklerini güvence altına alıyordu. Hıristiyanların dini özgürlüklerini, konsolosluklarını ve imparatorluk sınırları içinde ister karadan, ister denizden serbest dolaşımlarını da garantiye alıyorlardı. Bununla da kalmıyor, tacirlerin Osmanlı İmparatorluğu limanlarında ödemek zorunda oldukları gümrük ve vergilerini de düzenliyordu.

İngiliz taciri ve onun bayrağı altındakilerin hepsi, Halep’te, Kahire’de, Scio’da(Sakız Adası), İzmir’de ve hükmümüzün altındaki toprakların her tarafında ve ticaretlerini düzenleyen tarihsel geleneklerimiz çerçevesinde gümrük olarak yüzde üç ödeyecekler ve başka ödeme yapmayacaklardır

Ayrıca açık bir biçimde korsanlara karşı da koruma sağlanıyordu:

Eğer firkateynleriyle denizlerde dolaşan korsanların ya da Levendlerin herhangi bir İngiliz gemisini zapt ettikleri ya da soydukları veya mallarına ya da donanımlarına zarar verdikleri; aynı şekilde bağımlılarımızın sınırları içinde herhangi bir İngiliz’in mallarına zorla el koydukları anlaşılacak olursa, yetkililerimiz var güçleriyle bunların peşine düşecek ve ağır şekilde cezalandırılacaklardır. İngiliz milletinden alınan bütün mallar, gemiler, paralar ve diğer her türlü eşya tazmin edilecektir.”

İngiltere, Fransa, Hollanda ve Venedik İstanbul’a büyükelçiler yolladılar, bunlar diplomatik görevlerinin yanında birer ticaret ajanı olarak da çalışıyorlardı. Gerçekten Kral tarafından atanmış olsalar da, İngiliz Büyükelçisi ödenekleri İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu ile ticaretinde bir tekel konumunda olan Londra merkezli Levant Company tarafından karşılanmaktaydı. Şirket ayrıca Halep ve İzmir’deki konsoloslukları da finanse ettiği gibi, İskenderiye’den Zante’ye kadar uzanan bölgedeki daha küçük bir düzine kadar limanda temsilci de bulundurmaktaydı. 1620 yılına gelindiğinde, şirkete bağlı tacirler, Türkiye’ye yılda 250.000 Sterlinlik mal gönderiyordu; dahası, yüzyılın ilerleyen yıllarında, Akdeniz pazarlarına akan mallar, İngiltere’nin ihracatının yarısını bulacaktı.

Böylesi bir dünya Harris ve Jennings gibi İngiliz korsanlarının iştahını kabartmakta gecikmedi. Faaliyetlerini Müslümanlar üzerinde yoğunlaştırmaya hazırlanan bu korsanlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun olağan düşmanları arasında sığınacak limanlar bulmaya başladılar. Bunların başında Mayorka ve Sardunya gibi İspanyol adaları ile müthiş birer İslam düşmanı olan Malta ve Cenova geliyordu.

Fakat Haçlı ruhuna sahip olmayanlar için, Berberi kıyıları ve buradaki devlet destekli korsanlık fazlasıyla talepkârdı: Dost bir liman demek, gönüllü mürettebat toplayabilmek, yiyecek, taze su, barut ikmali yapmak, kadın ve içki bulmak demekti.  Güvenli bir sığınakta kaptanın baskına uğrama korkusuna kapılmadan onarım yapabilmek, nereden edinildiği belirsiz ve geçerli belgeleri olmayan mallar için bulunmaz bir pazar anlamına geliyordu.

Bunların da ötesinde, Berberi kıyıları yobaz bir Protestan için İspanya ve Papalık ile savaşmaya devam şansıydı. Gözden düşmüş ya da aforoz edilmiş olanlar içinse burada, farklı bir toplumsal yapıya katılabilme, yetiştirildiği kültürden ve dinden kopma, Dar-ül İslam’da yepyeni bir hayat kurabilme şansı doğuruyordu. Berberi kıyıları cesur, ilkesiz ve maceraperest olanlara her şeyden çok istediklerini, yani denizden kazanılacak zenginliği de sunmaktaydı.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Son 3. Bölüm ile 16.yüzyıl ve 17. Yüzyılın başında Orta Dünya “Mesogios”un politik, askeri ve ticari resmini tamamlamış olduk. Hamasete kaçmadan, Adrian Tinniswood’un sığ olmaktan uzak, derinlemesine araştırması, dikkatli okunduğunda, günümüz Batı dünyasını anlamak, devasa topraklara hükmeden Osmanlı İmparatorluğu’nun zaaf ve başarılarından çıkarılacak çok ders var.
  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

  • *
  • İleti: 2304
  • Hayat suda başladı...
    • Denizci Kahvesi
Ynt: Denizdeki zenginlik: Akdeniz Dünyası
#5: 21 Haziran 2018, 01:14:58
Kanaatimce denizcilik, denizciliğin günlük yaşam ve kültür üzerindeki etkileri, hele ki Akdeniz özelinden bakıldığında insanlığın serüvenindeki önemi adına Minoen uygarlığı sayfa sayfa, duvar duvar incelenmelidir. Anlı şanlı Hellen uygarlığı henüz avcı toplayıcılıktan sıyrılma çabasında sürüler çalıp, talan yaparken; duvarlarını ve anlatılarını savaşlar, kıyımlar ve gaddar ilahlarla süslerken Akdeniz'in orta yerindeki Girit belki de insanlık tarihinin en özgün mirasını bırakır ardında. Mutlu ahtapotllar, danseden ilahlar, yunuslar... adanın her yeri, yaşamın her alanı deniz ve denizin getirdikleriyle şekillenmektedir. Akdeniz'in dört bir yanında topluluklar savaşırken, emperyalizmin temellerini atarken Girit halkı Akdeniz'in ortasında, Akdeniz'i kullanarak asırlarca refah ve huzur içinde yaşamayı başarabilmişler.







Asırlar sonra Akdeniz'in hakim gücü haline gelmiş Osmanlı yine Minoen uygarlığı gibi önemli veriler sağlar bir toplumun yaşantısında denizin yerine dair. Tüm Akdeniz'e hükmetmesine karşın bir türlü denizci olamamış, topraksoylu halkı -hala- denizi yaşamında konumlandıramamış, görkemli günlerinde dahi daha çok devşirme denizcilerle varlığını sürdürebilmiş ne yazık ki. Hele ki Akdeniz'in kadim günlerinde -kanaatimce- denizciliğin ve denizci toplumun en somut örneği olmuş Girit'in fethi öylesine ironik bir örnektir ki, koskoca Osmanlı bir ileri üs kurarak Girit'e ikmal yapabilmek için neredeyse onaltı yıl beklemiş, Akdeniz'in bu kadim adasını ancak yirmibeşinci yılda fethedebilmiştir.

Keza Şehr-i İstanbul'un öyküsü de dramatiktir denizden bakılıp, denizcilikten dem vurulduğunda. Strabon'un Geographika'sında hepi topu bir paragraf yer bulabilen Byzantion kenti, Troia'nın düşüşünden sonra hızla yükselmeye başlamış, asırlar boyunca dünyanın belki de en önemli bir kaç liman kentinden biri olmuştur. Daha M.Ö. I. yüzyılda balıkları için kitap yazılmış, efsaneler yaşamış, efsaneler yaşatmış, 29 kez kuşatılmış, tarihe damgasını vuran üç büyük imparatorluğa başkent olmuş, yetmişikibuçuk milleti, bir o kadar dili ve kültürü içinde eritmiş, iki kıtaya yayılmış, eşi benzeri bulunmayan bir deniz kenti Şehr-i İstanbul'un bugününe bakıldığında artık bu paragrafın silik izleri kentin yaşantısı ya da siluetinde değil, tarih kitaplarında takip edilebilmektedir.

Sevdim bu başlığı Cem, sağolasın. Fırsat buldukça, biraz da çemkirircesine dahil olabilmekten keyif alacağım...
  • IP logged
"Clouds and winds and oceans I choose my fate to be...  Whom the sea has taken Never shall be free."

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4249
Ynt: Denizdeki zenginlik: Akdeniz Dünyası
#6: 21 Haziran 2018, 07:48:01
Çok keyifli olacak.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: Denizdeki zenginlik: Akdeniz Dünyası
#7: 21 Haziran 2018, 17:47:34
Tiryaki, Ahmet ve Bülent, her birinizin ilgisine teşekkür ederim.

Eli kalem tutan, düşünen, dünü öğrenmeye çabalayan herkesin, isterse, çemkirircesine ;D fikirlerini paylaşması ve bir veya birkaç tartışmanın yatağında akmasını sağlamak için başladım bu alıntıları yapmaya.

Bir başka fiziki nedeni de yeni taşındığım evimde "alt yapı" olmaması nedeniyle TTnetin hizmet vermemesi. O nedenle eski "sınırsız" internet hizmetinin bol kepçe günleri geride kaldı. Olabildiğince kısa aralıklarla toplamda 2 Mb kapasite ile kullanabiliyorum. Demem o ki, yeniden okuyacak, düşünecek, yazacak daha çok zamanım var.
  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

  • *
  • İleti: 5808
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: Denizdeki zenginlik: Akdeniz Dünyası
#8: 21 Haziran 2018, 22:25:59
Bilgilendirme için çok teşekkürler. Bu başlık çok iyi oldu. Bu vesile ile bende "Kadırga Koyu" ile ilgili duyduğum hikayeleri ve o koya dair kendi küçük anılarımı iliştireyim bir kenarlara.

Akdeniz'in şah damarı denebilecek teknesi "Kadırga"dır. İnce, narin, çok hızlı, iki direkli ve latin armalı, kürekle de yol alan bir yapı. Ancak singinliği ve narinliği navlun taşımasına uygun değil.

Bir sonraki aşama Karavela / Caravelle. 15. yüzyıl ve sonrası . Görece yüksek bordalı, baş ve kıçta yüksek kasaralı, iç hacmi çok daha fazla, kürek artık kullanılmıyor. Yine latin arma temelli olsa da kare yelkenlerinde armayı donattığı, hem ticari hem askeri amaçlarla kullanılan bir sonraki nesil.

Portekiz ve İspanya'nın Atlantik'e çıkmasını sağlayan tekne tipi




  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

 
Yukarı git