Akdeniz -II-1 Ağustos, 05:00. 28 Mayıs akşamı Pendik’ten başlayan Kaş serüveninde son etap başlıyor. Hava henüz karanlık ve Göcek koyu demirde tekne dolu. Bir kısmında demir feneri yanmıyor. Gergin bir seyirle kanala varıyorum. Nefis bir gün doğuyor yine. Bugün hayatımın en destansı yolculuğunda sona doğru 6,5 knot hızla ilerliyorum. Uzakta, pusun içerisinde İblis Burnu pruvamda. Nasıl isim lan bu!
Hava muhteşem. Sabah daha gün doğmadan 25-26 derece. Bir çay daha sallıyorum. Haydar the Otopilot işbaşında. Güvertede geziniyorum elimde çayım. Geride kalan 550 millik yolculuk zihnimde dönüp duruyor. Marmara’da geçen 45 gün, Ege’de geçen sefil günler, Cennet Koyu dedikleri cehennemde geçen üç aç, sefil gün… Keyifle gülümsüyorum düşündükçe. Halihazırda tek sorun var, sigara almayı unutmuşum. Son 50 mili sigarasız geçeceğim.
Dokuza doğru İblis Burnu iskelemde, hafif bir hava var, Batı-Güney Batı, 10 knot civarı. Cenoayı basacağım ama burnu dönmeyi bekliyorum. Serhat’ın dediği geliyor aklıma: “Bas yelkeni, kıçtan kıçtan, ohhh! Kaş yol mu!” Tam da böyle demişti.
09:50. Meteoroloji Genel Müdürlüğü, Poseidon ve Wind Guru’ya bakıldı, hepsi de “Yürü be koçum, tam zamanı!” dedi. Seyre başlarken godoş Poseidon’a ekmek atıldı. Peki bu nedir yahu! İkibuçuk saattir tam kafadan 30 knot rüzgar, gecekondu yüksekliğinde dalgalar! Yeter ulan artık! Denizle ilişkimi gözden geçirme zamanı gelmiş gibi görünüyor. Bu nedir yahu! Yok mu başka eğlencesi bu kodumun rüzgarının, kodumun denizinin. Her seyirde aynı hikaye.
İblis Burnu’nu döner dönmez kafadan patladı hava. Önce 26-28 knot, derken yarım saat içinde 30 knot’ı buldu. Sinirlerim kaput. Kötü Burun’a doğru ilerlerken bir yandan da geri dönme fikrini tartıyorum kafamda. Hava tahminlerini geçiriyorum zihnimden, olsa olsa kaçak gibi bir şeydir, bir yerlerde biter diyorum. Aklıma geliyor Kaş’ı, Hasan kaptanı arıyorum. Eğitmenlerinden biri çıkıyor, dal kıpırdamıyor, yanıyoruz sabah sabah diyor. Neyse diyorum, devam.
Ne sikim burunmuş ulan bu Kötü Burun! 2, 5 saat oldu, dön dön bitmiyor. Bu arada rüzgar yine delirdi, 36-38 knot esiyor, tam kafadan. Cenoayı açmak geliyor aklıma, mendil kadar açsam, basar kafamı, biraz daha stabil kalırım diyorum. Kendi topuğuma sıkıyormuşum oysa ki…
Orsaya girememek ne demekmiş şimdi daha iyi anlıyorum. Lanet cenoayı bir an evvel sarmazsam ya Kötü Burun’a doğru gireceğim ya da ver elini Akdeniz! Bu rüzgarda ne bok bir şeymiş tek başına furling’i sarmak. Tüm iyileştirme çalışmalarına rağmen ancak bastonun dibinden sarılabiliyor şerefsiz. Her dalgada sırılsıklam oluyor, her dalgada daha çok kontrolden çıkıyorum.
Dalgalar iyice coştu. Az evvel 5,6 knot hızla seyrederken çarptığım dalga hızımı 1,3 knot’a düşürdü. Bildiğin dağa çarptık yahu. Buna da bir isim vereceğim daha sonra. Hala Kötü Burun’u geçiyorum. Altı tane daha var Patara sahiline kadar. Patara sahilini düşündükçe daha da geriliyorum.
Bir an pruvamı Kötü Burun’a çevirip atlamak geçiyor içimden. Bırak gitsin, parçalansın kodumun teknesi diyorum ciddi ciddi. Ulan hepi topu 55.000’e sigortalı olmasa harbi parçalayacağım koca götü kızımı. Bıkkın ve bitkinim. Hızım yine 3,4 – 4 knot’lara düştü. Bir yandan sürekli kulağım motorda, hala güvenmiyorum, her an bir arıza çıkartacakmış gibi geliyor. (Aylar sonra Ali abiden teknenin 55.000 TL değil de 55.000 Euro’ya sigortalı olduğunu öğrendiğimde çok güldüm bu duruma. Kesin batırırdım.)
Yiğit arıyor, nerelerdesin diyor. Kötü Burun’u geçiyorum diyor, anlatıyorum denizi. “Poseidon’un ekmeğini atmamışsındır” diyor. Siktirgit diyor kapatıyorum telefonu. Poseidon’un ekmeği ha! Önce inip sintineyi basıyorum. Kesmiyor, pis su tankını basıyorum. Ama, yok hala öfkem dinmiyor. Zıvanadan çıkıyorum iyice. Bir sonraki sahne ölene kadar çıkmayacak zihnimden, çok isterdim kendimi dışarıdan görmeyi. Dalgalar çıldırmış, havuzluğun tentesini tutan Krom boruya bir kolla sarılmış küpeştenin üzerindeyim, denize işiyorum. Aslında denize değil, Poseidon’a işiyorum. Bildiğim tüm küfürleri ederek işiyorum. Malum uzvum neredeyse suya girip çıkacak ama yok, artık tamamen kontrolden çıkmışım.
Şu an biri gelse denizden, hiç teklifsiz bırakıp yüzerek gitmeye hazırım. Yeter ki bir gelsin, alsın şunu, bitsin bu eziyet artık. Saatler ilerliyor ama ben yerimde sayıyorum. Yine her yeri ayrı telden çalıyor Yengeç’in. Hakkını yemeyeyim, bata çıka ilerliyor kendince ama yetmiyor.
Cem’ler teknedeyken geyik yapmıştık, bir top istiyorum pruvama demiştim. İşte en çok bugün istiyorum o topu. Eğer bugün o pruva topum olsa haritadan silerdim Patara’yı. Dört saat oldu hala iskelemde Patara. Kum, her yer kum! Cep telefonundan sahibinden.com’a girip tekneyle takas karavan bakıyorum bir yandan. Sinirlerim laçka. Her şey yapabilirim.
Dokuz saat olmuş Kalkan limanını pruvama alana kadar. Koyun içerisinde hala 28 knot esiyor. Daha önce girmediğim bir liman. Nedir, ne değildir hiçbir fikrim yok. Kimin umurunda!
Liman pruvamda belirginleştikçe saatlerdir süren gerginliğim yerini rahatlamaya, hatta muzaffer bir komutan edasına bırakmaya başlıyor. Vay be! 35 mil yol, 9 saat seyir, dile kolay! Hem de tek başına. Cinnetin bilinen bir çok evresinden geçtiğim, bitmeyecek gibi görünen bir sabır testi daha geride kalmak üzere. Yine varamadım Kaş’a ama kimin umurunda. Hele bir sağlama alayım şu kayığı…
Limana iyice yaklaştım. Dalgalar hala iri. Yakın girip iskele alabanda yaparak riske girmek istemiyorum. Kafayı açıyorum sancağa, harmanlayarak dönüyorum. Liman girişi pruvamda artık. Bordadan gelen dalga bile umurumda değil. Birkaç dakika daha, sonra biraz huzur.
Huzur demiştim ya, liman girişine iyice yaklaşınca Haydar the Otopilot’u azat ediyorum. O da ne, yine dümen simidi boşa dönüyor! Sırası mı ulan şimdi! Tekrar otopilotu devreye alıp yaradana sığınıp dalıyorum limana. Giriş dar, tonoz halatları görüyorum. Elim sürekli kornada, bir yandan da bas bas bağırıyorum: “Dağılın lannnn!
Oto pilotun yavaş tepkileriyle girişteki teknelerin tonozlarını neredeyse sıyırarak dalıyorum içeri. Millet garip garip bakıyor. Bu arada rüzgar göstergem liman içinde hala 28 knot gösteriyor. Sancak tarafta bir Yengeçlik bir boşluk görüyorum, cillop. Rüzgar tam da oraya basıyor. Zaten bizim dana da ne yaparsan yap tornistanda sancağa çekiyor. Kıyıdakilere durumu izah edip başlıyorum manevraya. Kolayca aborde oluyorum.
Gençten bir çocuğa baş halatımı fırlatıp hemen geri dönüyorum. Kıç halatım elimde ağır ağır yanaşırken bir diğer delikanlı karşılıyor. İlk dikkatimi çeken üst cebindeki sigara.
“Ver abi halatı.” Diyor.
“Elimdeki halatı bırakıp, “Siktiret halatı, bir sigara ver!” diyorum, şaşkın şaşkın bakıyor. “Ciddiyim oğlum, bir sigara ver lan!” diye üsteliyorum. Derin, ama cidden derin bir nefes aldıktan sonra verip halatı Yengeç’i bağlıyoruz. Bir anda ilgi odağı oluyoruz. Havuzluk, iskele meraklı tiplerle doluyor. Durumu anlatıyorum, bir tanesi ki sonra bildiğin kanka olduk “Bahtını skiim abicim, yaz boyunca bir kez doğu eser, onu yakalamışsın” diyor. Nasıl baktıysam çocuğa, “Dur abi, bir bira kapıp geleyim ben sana” diyor ve fırlıyor.
Biraz geyiğin ardından burada kalamayacağımı, tur teknelerinin birazdan gelmeye başlayacağını söylüyor, karşı tarafa kıçtan kara olmam için uyarıyorlar, küfür gibi geliyor.
Dümene hidrolik ekleyip tekrar çözüyoruz Yengeç’i. Bıçkınlardan biri de yanımda, başlıyoruz manevraya. Tam ben demiri hazırlayayım diye dümeni ona bırakıyorum, aman demeye kalmadan veriyor tornistanı. “Hassiktir!” demeye kalmadan botun halatı uskura sarıyor bir kez daha. Koşarak dönüyorum ama nafile, çok geç. Limanın ortasına salıyorum demiri. Daha bitmemiş meğer çilemiz.
Rüzgar sert, basıyor. Yengeç koca cüssesiyle limanı kapladı. Tekneyi bırakmak istemiyorum. Sağolsun, Yunus, yani yeni bıçkın kankam “Bir bıçak ver ben halledeyim abicim” deyince hemen kırmızı saplı emektarı verdim. İlk anda Sahil Güvenlik’e çağrı atmıştım, onlar da geldi. Yunus suya girmeye hazırlanırken Sahil Güvenlik’ten gelen eleman, “Biz ne yapabiliriz” diye sordu. “Dördüncü bulursanız okey atarız” demişim o ruh haliyle, sonra üzüldüm. “Trafiği kollayın, kıçımı sağlama alın, yapın işte bir şeyler” dedim. Sanırım halimi biraz anladılar ki arıza çıkartmadılar.
Neyse, Yunus bizim fukara bota artistik bir figürle öyle bir atladı ki, kenarından sekip neşeli bir pozisyonda suya gömüldü. Botta kurtulup başladı rüzgarla sürüklenmeye. Birkaç dakika sonra Yunus “Tamamdır abi” dedi, yukarı geldi. Tekrar bastım marşa, karşıdaki boşluğa girmek üzere demir üzerinde manevra yapmaya başlarken bir şerefsiz Fransız göre göre hars diye girdi oraya. Küfretmeye bile fırsat vermedi. İki tekne ötede biraz daha dar bir yer var, onu kestirdim gözüme. O sırada başka bir yoğurt kasesi aradan sıyrılıp girmeye kalkınca içimdeki Barbaros şaha kalktı, tam yol yürüdüm üzerlerine. Bağırışlar, çığlılar derken hatunun biri alenen cilalamaya başladı beni. Ne hanzoluğum kaldı, ne öküzlüğüm. “Görmüyor musunuz manevra yaptığımı?” sorusuna yanıt vermek yerine devam ettiler söylenmeye. Yunus’a dedim “Geç dümene.” Geçtim bastonun ucuna, bu sefer ben başladım bağırmaya.
Önce sakin bir tonla “Limanın ortasında 15 metrelik bir tırhandil demirde ve manevra yapmaya çalışıyor ve siz aradan geçip yer kapma derdindesiniz, hiç mi utanmıyorsunuz? Daha bir de üste çıkmaya çalışıyorsunuz!” dedim. Sonra hatun çemkirince yılardır duymadığım bir perdeden “Öküzüm ulan ben! Hanzoyum da. Ne yapacaksınız!” diye kükredim. Dümendeki genç eleman sakince tornistan yapıp geri çekildi. Yunus emektar Ford’umun hiç de alışık olmadığı devirlerle manevraya başladı. Bir iki dakika dayanabildim, “Oğlum daha lazım o makine bana” diyerek kıç halatların başına gönderdim Yunus’u.
15:30. Kalkan limanına bağlandım. Yunus bir sigara daha verdi. Biraz lafladık, sonra farkettim ki daha kahvaltı etmemişim. Attım kendimi Fener Kafe’ye. Bir tost, iki çay, üzerine bir de soğuk bira, ohhh! Gevşedim, yumuşacık oldum. 9 saatlik kabus gibi seyir, Kötü Burun, bitmek bilmeyen Patara, gecekondu boyu dalgalar… daha şimdiden hepsi silik birer anı oldu. Nefis bir Ağustos günü Kalkan’dayım. Kaş biraz daha beklesin. Biraz param da var. En azından 2-3 gün bağlamaya yetecek kadar. Zulada birkaç paket Eti Burçak.
Yahu nasıl saçma sapan bir şeydir bu! Birkaç saat önce batırmaya, birilerine vermeye, karavanla takas etmeye hazırdım Yengeç’i. Denizle ilişkimi gözden geçirmeye karar vermiştim. Oysa şimdi yayılmış havuzlukta Louis Armstrong’la birlikte “What a wonderful World”ü mırıldanıyorum.
Akşamüstü Yengeç yine ilgi odağı oldu. Teknecilerle Bodrum tekneleri ve tırhandiller üzerine bolca geyik yapıldı. Limanın karşısındaki tırhandil ziyaret edildi, incelendi. Kapanışı Yunus’un teknesinde yaptık. Tüm ısrarlarına rağmen bir duble bile içmememe anlam veremediler. Geç olmadan döndüm havuzluğuma, kıvrıldım. Uyumadan önce bir kez daha hava durumuna baktım. Baktım bakmasına da artık güvenim sıfır. Sabah ola hayrola dedim ve bıraktım kendimi uykuya…
Sabah keyifli uyandım. Kalkar kalkmaz önce hava tahminlerine baktım, yine “Yürü be!” diyorlar. Bu sefer kesmedi, mendirekten dışarı doğru bir göz attım. Sakin bir hava, hafif bir esinti var. Önceki günden kalan soluğanlar hatırı sayılır yükseklikte ama mesafeleri uzun, sorun olmaz. Çay ve Eti Burçak’la klasik bir kahvaltının ardından gidip Yunus’u buldum. Yeni uyanmış daha. Teşekkür edip vedalaştım. Ayrılmadan çapalar konusunda beni uyardı. Özellikle sonradan gelen tur tekneleri ve yelkenliler kesin üzerindedir diye uyardı. “Sıkışırsam seslenirim” dedim ve başladım son hazırlıklara.
Hava patlamaz, dümen kilitlenmez, motor kopmaz, göktaşı düşmez ya da tufan falan olmazsa artık birkaç saate Kaş’tayım. Hepi topu 15 mil kadar bir yolum var.
Bastım marşa, kükredi küheylanım. Ortalığa şöyle bir baktım, neta. Koltukları çözüp başladım demiri toplamaya. Tam da Yunus’un dediği gibi oldu. Bir onbeş dakikam benim emektar demirle gelen diğer 3 çapayı ayıklamakla geçti. Sonuçta ben kazandım. Ağır ağır ilerlemeye başladım limanın çıkışına doğru.
Limanı çıktığım gibi başladık soluğanlarla oynaşmaya; tırman, in, yokuş çık, yokuş in… Dalga mesafesi uzun olunca gayet eğlenceli bir seyir oluyor. Önceki günden ta bu saatlere bu denli deniz kalması şaşırtıcı. Sudan çıkmış balık gibiyim bu sularda. Öğrenmem gereken o kadar çok şey var ki. Onca yıl Marmara’da, İstanbul sularında, Marmara Ereğlisi açıklarında seyir çok bilinenli bir denklemdi, parametreleri yerine koy, çöz, gerekeni yap. Oysa şimdi bu sular çok bilinmeyenli bir denklem gibi benim için. Hakim rüzgarlarından, dalga rejimine, kıyı yapısından, doğal barınaklarına…
Kaputaş’ı ilk kez denizden görüyorum. Hatta yıllardır keyifle yolculuk ettiğim bu güzergahı ilk kez denizden izliyorum. Kaputaş gibi bir çok kırık çekiyor dikkatimi, daha önce hiç farketmediğim. İrili ufaklı ne çok kanyon varmış meğer.
Sarıbelen’le Heybeliada arasından geçerken bir çay daha sallıyorum. Bildiğin keyif yapıyorum yahu! Neredeyse gaza gelip Mavi Mağara’ya da gireceğim. Sonra gelirim diye kandırıyorum kendimi. Şimdi pruvamda Gürmenli Adası var. İskelene alırsan Kaş’a, sancağına alırsan doğruca Bucak Deniz’ine. Şaka maka geldim gibi bir şey.
Kaptanoğlu sığlık çakarını bayağı uzak geçiyorum. Aslında çok da sığ değil ama belki de en muhafazakar seyrimi yapıyorum bugün. Macera yok, risk yok. Sadece Kaş’a ulaşmam lazım, hepsi bu.
Yunan bayrağı hala basılmaya hazır. Karaada’yı (Ro Island) hep merak ederdim. Basıp bayrağı adaya doğru yaklaşıyorum biraz. Son kez Yunan sularındayım. İster istemez gülüyor, küfrediyor insan bu duruma. İki mil su var iki memleket arasında.
Kepez Burnu’na doğru Hasan Kaptan’a çağrı gönderiyorum kanal 16’dan. Uzun zamandır yapmayı beklediğim bir çağrı bu.
“Anemon, Anemon, Yengeç”
Kanal 11’den devam edip selamlaşıyoruz. Liman hakkında bilgi alıyorum. Dikkat etmem gereken bir şeyler var mı? Kimi aramam lazım? Malum limanda telsiz yok J
Burnu döndükten sonra rotamı liman girişine ayarlayıp Küheylanı 1000 devire düşürüyorum. Buradan sonra liman girişine kadar Yengeç’in bastonuna yerleştim. Video çektim, fotoğraf çektim. Ama daha çok geride kalan 64 günü düşündüm. 10 dakika boyunca tüm yolculuk film kareleri gibi aktı geçti gözlerimin önünden. Pendik’ten çıkıp ağır ağır İstanbul’a, doğduğum, aşığı olduğum şehre veda ettiğim o uğursuz gece, Burgaz’da geçen o saçmasapan gün, dalgaların sırtında beşbuçuk saat boyunca sürüklenişimiz, Ambarlı’da geçen günler, Yeniçiftlik sahilinde Yengeç, Gelibolu yakınlarında çarpıldığımız fırtına, Gemi Taşı, Yedi Burunlar, Cennet Koyu’nda açlıkla imtihanımız… Şu an ilk kez gerçekten keyifli olduğumu farkediyorum. 64 gün, dile kolay! 64 gün boyunca fırtınalar, arızalar, parasızlık, güvensizlik… keyifli hiçbir şey geçmiyor gözlerimin önünden. Oysa şimdi oturmuş Yengeç’in bastonuna yaklaşık 700 mili bulan yolculuğun sonuna doğru ilk kez gerçekten keyif yapıyorum.
Limana girişim yine görkemli oldu. Dümen hidroliği yine eksilmiş, döndür babam döndür. Dar bir yer gösteriyorlar, başlıyorum manevraya. Önce salıp kavaletayı bolca bıraktım zincir. Sonra koş geri, yaklaş kıçtan kara. Demir kasınca bir yandan kokpitten döşemeye devam. İki fiber yelkenlinin arasına gireceğim, biraz dar. İkisi de İngiliz bayraklı. İkisinde de karı-koca kıçta endişeli gözlerle Yengeç’in koca kıçını izliyorlar. Yaslanarak girmeyi sevmiyorum. Biraz uzatıyorum manevrayı, ikisine de dokunmadan giriyorum. Mutlu mutlu gülümsüyor, bir yandan da neden bu kadar zor olduğunu anlamaya çalışıyorlarJKıyı da iki liman görevlisi var. Henüz adam olduklarını sanıyorum. Önce iskele halatımı atıyorum, doblin diyorum ama dinlemiyor bile, kendince afili bir hareketle izbarçosunu atıp, dönüp kıçını gidiyor. Sancak halatımı alan denyo daha mütevazı bir hareketle atıp izbarçosunu o da dönüp kıçını gidiyor. Kimin umurunda, demir tamam, koltuklar tamam. Geldim ulan!
Küheylanı susturup belki de en çok hakettiğim sigaramı yakıyor, kıvrılıyorum havuzlukta.
64. gün ve Kaş’tayım.