Sevgili Cem Gür’ün anısına…– Naber Cem (Gür)? Müsait miydin?
– Müsaitim Tiryaki, ne var, ne yok?
– Sıkı dur! Yengeç’i su bastı.
– Haydii! Yağmur mu?
– Önce bende öyle sandım, ama değil. Haftalardır yağmıyor.
– İyi de karadaki tekneyi hangi su bastı?
– Abicim, sanırım kayığın kıçında yatır var. Bildiğin kıçından su kaynıyor kodumun kayığının.
– O ne demek Tiryaki ya?
Hey gidi sevgili Cem… Sanırım en çok güldüğü, en sıra dışı bulduğu vukuatımız buydu Onunla paylaştığım. Kahkahalarla güldük telefonun iki ucunda. Laf arasında, “Sen artık aştın Tiryaki, bu kadarını ne ben duydum, ne de duyan olmuştur.” dedi. “La git!” dedim, “Buna aşmak değil, cenabetlikte level atlamak denir ancak.”
2010 yılıydı sanırım tanıştığımızda. Fenerbahçe’de oturuyordum. Gezgin Korsan’ın yeni ve gerçekten keyifli günleriydi Cem’le tanıştığımızda. Ve tabi Simba’yla… Henüz Yengeç yoktu ama Gezgin Korsan Forumu’nda özellikle Deniz Kültürü üzerine paylaşımlarla başladı yakınlaşmamız.
Ne güzel! Bayrağı gençlerin alıp koşması. Bıkmadan, usanmadan, aşkla, şevkle, bitip tükenmez bir enerjiyle ve de en önemlisi bizlerden daha çok ayaklarını yere basarak dertlerini anlatmaları.
Bizler de bayrağı yere düşürmedik. Ama yorgunuz. Sizler taze kuvvet olarak devam edeceksiniz.
https://www.gezginkorsan.org/forum/deniz-ve-denizcilik-kulturu/deniz-kulturu/msg145396/#msg145396 – Haziran 2011Dün sevgili Cem’in ölüm haberi geldi. Tarifi zor bir andı. Ruhsuzluk boyutunda soğukkanlı ben, dona kaldım. Anlamaya çalıştım, nesini anlayacaksam daha. Telefonu kapattıktan sonra nedendir bilmem, ilk aklıma gelen yukarıdaki paragraf oldu. “Bayrağı teslim almak.” Keşke, keşke alabilseydik. Ah be Cem, düzenin-sistemin ağırlığı altında varolmaya çalışmaktan öte bir halt edemedik. Ki sen de en yakın tanığı oldun son yıllarda bitmek bilmeyen mücadelenin.
Yengeç geleli beri ne kadar da yaşamımdaymışsın meğer. Kafama takılan her konuda, takıldığım her noktada, yaşadığım her sorunda telefonun ucunda, meraklı, sabırlı, içten ve olağanüstü alçak gönüllü. Öğreten değil, bildiğini paylaşan…
Daha bir kaç gün önce Köyceğiz’in kıyısında bir “denizcilik vakfı” üzerine hayal kuruyorduk yine. Ortak derdimiz aynıydı; kayıklarla uğraşmak, kayıklarla uğraşabilmek. Paramız olmasa da emeğimiz vardı harcayacak. Cem’in bir de okyanus kadar engin birikimi…
Daha yeni eline aldığı kitabı ve bir türlü keyfine varamadığı İonia’sını geride bırakıp göçtü Cem. Kendi adıma tek tesellim yaşamı boyunca biriktirdiklerinin en azından bir kısmını paylaştığı eserini, “Kürekten Yelkene Kaybolan Miras”ı tarihe not düşmüş olması.
A dios Cem!
Yatır
Dönelim Yengeç’in bitmek, tükenmek bilmeyen öyküsüne. Cem’e durumu anlattıktan sonra Ali abiyi aradım.
– Senin kayıkta yatır varmış ya lan!
– O ne demek? Ne yatırı lan?
– Yengeç’in götünden su kaynıyor.
– Nasıl yani? Ne suyu?
– Bildiğin su. Yaşamın kaynağı, benimse kabusum olan su. Kaynıyor lan bildiğin.
– Bi sittir git, o ne demek lan. Yağmur suyudur o.
– Al ulan şu kayığını geri demiş miydim?
Tekne çadırın altında. Bir kaç damla su gelen yer var ama hepsi o. Makina dairesine indim, alet unutmuşum. Ahanda, o da ne??? Sintinede su var. Herhalde geçen gün yağdığında yağmur suyu yürümüş dedim, söylene söylene çektim elektrik süpürgesi ile. Döndüm rutin işlere.
Bir hafta kadar sonraydı sanırım, ortalıkta sekerken makina dairesinin açık kapağından içerisi takıldı gözüme. “Su mu lan o???” Atladım hemen aşağıya. “Valla da su!” Haydiii. Yağmur yok, hava günlerdir kupkuru. Teknede bırak su tankını falan, içmeye su yok. Düşünüyorum, taşınıyorum, küfretmekten fazlası gelmiyor elimden. Sintinenin sonunda, betonu kırdığım bölgede çok değil ama hatırı da sayılır miktarda su var. Aldım elime süpürgenin hortumunu, başladım çekmeye. Tam suyu bitirdim, makineyi kapattım, ahanda, yine su geliyor. Ben çektikçe, o geliyor. Yahu arkadaş, zaten kıçımdan soluyorum, hiç bir şey yolunda gitmiyor, bezmişim, bu ne lan şimdi!
Nihayet geldiği noktayı buldum. Tam da betonu kırıp, kaldırdığım yerde, ahşabın kenarından ince ince sızıyor. Atladım kayıktan aşağıya. Kafamı toplayıp, biraz daha sakince baktım mevzuya. Sonunda çözdüm de sanırım. Teknenin başı havada, kıça doğru ciddi bir meyil var. Teknenin burgaç tahtası ile omurga arasından girmiş olması muhtemel deniz suyu, tekneyi koyalı beri kıçta, betonun altında birikmiş. Betonu kırınca da çıkıvermiş ortaya. İşte bir kez daha beton konusundaki tezim doğrulandı. Dökmeyeceğim betonu. Denize indirdikten sonra çok da gerekirse ahşaba tutunacak bir malzeme dökeceğim.
Macun-Zımpara Döngüsü
Marinaya otuzikibin küsur lira daha toka ettikten sonra gayet hafiflemiş bir şekilde, genel atalet durumunu bir süre daha korumak durumunda kaldık. Bir miktar daha borçlandım ama artık 17 Mart’a kadar kralı gelse oynatamaz yerimden.
Ocak ayı dolu dizgin ilerlerken biz hala olduğumuz yerde sayıyorduk ki, sonunda iş başa düştü dedim, daldım kaldığı yerden işlere. Durum şu; bordalar dışında macun işi olduğu gibi bekliyor. Üst bine komple yoklanacak. Takoz zımpara ile yüzey düzeltilecek, astarlanacak. Sorun daha önce pek yaptığım işler olmaması.
Başladım. Önce tüm üst binayı kalemle çizip, takoz çekerek yüzeyin durumunu çıkarttım ortaya. Daha doğrusu, benden önce macun çeken denyonun aslında pek de macun çekmediğini, sadece sıyırıp geçtiğini görmüş oldum. Özellikle yumrular ve pıraçollar evlere şenlik. Bir de Battal Gazi denen sığıra bin kere söylememe rağmen, macunu epoksi ile inceltip, fırçayla sürmüş. Tabi hepsi kazındı. Tabi tüm süreç bol küfür eşliğinde gerçekleşti.
Sıra macuna geldiğinde iş biraz daha çirkinleşti ilk günlerde. En önemli sorun sakarlığım. Özellikle cam kenarlarını doldururken yaptığım bir mallık var ki, kendi topuğuma sıkmak istedim. Cillop gibi çektiğim macunun her yerinde ayakkabımın burnunun haince açtığı izler vardı. Macunu üst güvertede hazırlarken farketmemişim, bildiğin bok etmişim o kadar özenle çektiğim macunu.
Günler ilerledikçe elim alışmaya başladı. Macun çekiyor, kalemle çiziyor, takoz geçiyorum. Macun çekiyor, kalemle çiziyor, takoz geçiyorum. Var bir saçmalık bu süreçte, ben de farkındayım ama… Sonunda macuna kıymayı, çok da ince değil aksine doldurup, sonra zımpara ile düşürmeyi akıl edebildim. Macun kariyerimde dönüm noktası oldu. İş hızlandı.
Ocak bitip de Şubat geldiğinde bildiğin macun manyağı olup çıktım. Macun çekiyor, kalemle çiziyor, takoz geçiyorum. Sanki daha önce hiç bir yaşantım olmadı, sanki tüm ömrüm bu çadır altında, bu döngü içinde geçti: Macun çekiyor, kalemle çiziyor, takoz geçiyorum.
Şubat ortası gibi nasıl olup da bu iş bu kadar yavaş ilerliyor diye sık sık posta koyan Nükhet halime acıyıp Yengeç ekibine dahil oldu. İşgücümüz iki katına çıktı. Artık iki koldan macun çekiyor, zımpara yapıyoruz, macun çekiyor, zımpara yapıyoruz. Sorun şu ki, Nükhet de benim kadar takıntılı, durmadan gözümüze bir şeyler batıyor.
Yumrular en büyük kabusumdu mesela. Beklediğimden çok daha kolay hallettim. Hiç de fena olmadı. Ama diyorum ya, bağladık psikopata, orada küçük bir delik var, burada çizik var… sanırsın Yengeç’in içinden milyon avroluk motoryat çıkartacağız.
Açıkçası zaman baskısı olmasa sil baştan yapasım var. Elim alıştı. Dahası ortaya çıkan iş de hoşuma gidiyor. Nükhet de hızlıca adapte oldu, gayet iyi iş çıkartıyor. Plastik çelikle, parmakla, kredi kartıyla… durmadan macun çekiyoruz. Derken çanlar bizim için çalmaya başladı. 17 Mart’ta sözleşme bitiyor ama tabi ki kayık bitmiyor. Taşınma zamanı geldi çattı.
Taşınıyoruz
Bu kez kaçarı yok, marinanın fahiş taksimetresi artık durdurulacak. İş planının bilmem kaçıncı versiyonu şöyle; hızlıca yüzey hazırlığı bitirilecek, önce tamir gören yerlere epoksi astar atılacak, sonra tüm tekne bir kez daha zımparalanacak ve ardından son kat astar atıldıktan sonra çadır sökülecek ve kalan işler yeni yerinde tamamlanacak.
Yer hazır, ilk sene çektiğim, atölyenin hemen arkasındaki alan. Bu kez boat-mover da hazır. 2000 memleketim parasına 50 metre ileri taşınacağız. Aynı paradan bir 5000’de belediyeye toka edeceğim. Hale bak arkadaş, bu rakamlar artık koymuyor bana.
Binbir aksiliğe rağmen epoksi astarı attım. Cillop gibi çıktı kayık. Şeytan diyor at bu haliyle suya. O kadar güzel görünüyor. Ya da bana öyle geliyor, bilemedim. Zımparanın ardından çok uzun zamandır yapmadığım bir şey daha yaptım, kayığımı yıkadım. Nasıl özlemişim yahu…
Sıra geldi son kar astara. Benim atölye tayfası başladı yine, “Bekle biz atalım, bok etme kayığı.” edebiyatına. Derler ya hani, hayvan terli, yemezler artık. Aldım elime tabancayı, bastım tetiğe.
Nükhet epoksi astarda yamuldu. Doğal olarak bünyesi kaldırmadı. Tüm astarı kendim atmak zorunda kaldım. Ne boya karıştıran var, ne hortum tutan. Sıra akrilik son kat astara gelince daha kalifiye bir maske bulduk ve neyse ki tutabildi bir ucundan. O da bitti. Artık son kat astarı da yiyen Yengeç boyaya ama daha öncesinde taşınmaya hazır.
Taşınmak denince ne anlıyorsunuz bilmiyorum ama şöyle anlatmaya çalışayım; önce çadır tekneye zarar vermeden sökülecek. Bu iş için ekip iki kişi. Nükhet ve ben. Sonra o sökülen ağaçlardaki tüm çiviler ayıklanacak. Çünkü tekrar kurmamız gerekecek. Teknenin bulunduğu alandan bizim atölyeye kadar her yere dağalmış Yengeç’in aksamı, malzemesi, ıvırı-zıvırı toplanacak ve taşınacak. Bir büyük kamyonu dolduracak kadar eşyadan bahsediyorum bu arada.
Marinaya müjdeyi verdim. Bir kaç gün gecikmeyle çıkıyorum dedim, yine artistilik yaptılar. Çarşamba kontratım bitiyor, en geç Cuma çık, oraya tekne koyacağız dediler. Ulan hani buraya tekne koyamıyordunuz da beni çıkartmaya çalışıyordunuz??? Tabi cevap kıvırmaca. Pazartesi için anlaştık nihayetinde. Bir de 5 günlük gecikme için 1114 TL daha istediler. Beton atacağız diye bir hafta beni içeri sokmayan, çalıştırmayan marina, 5 gün için ekstra istedi. Kesinlikle ödemeyeceğim dedim. Neyse, Cumartesi astar bitti. Pazar başladık çadırı sökmeye.
Benim ekipten Sülo geldi yardıma sağolsun. Sülo, ben ve Nükhet giriştik söküm işine. Öğle olmadan brandayı umduğumun aksine kolayca aldık. Ama iş uç noktalardaki tahtaları sökmeye geldiğinde yine çirkinleşti. Bunların çoğunu vinçle çakmıştım. Bu kez kendi imkanlarımızla sökmemiz gerekiyordu.
Bir 5*10 dikmeye bir elimle koala gibi sarılmış, yaklaşık 6 metre yükseklikte diğer elimdeki keserle bağlantı tahtalarını kanırtırken esneyip seken keserle bir kez daha burnumu kırdım. Direkt suratıma oturdu şerefsiz keser. Nükhet fena oldu ama dördüncü kez olduğundan olsa gerek, yeteri kadar küfrettikten sonra söküme devam ettim. Günün kalanında ayakkabının tabanını delip geçen altılık çivi dışında bir vukuat olmadı. Gün bittiğinde söküm büyük ölçüde bitmiş, sağ ayağım aksarken, burnumun ucundaki çıkıntıya bakıp, gergedanlarla empati kuruyordum.
Ertesi sabah kargalar kahvaltısını etmeden gelip, kaldığımız yerden devam ettik. Büyük gün. Saat iki gibi boat-mover gelecek ve taşınacağız. Şaka maka, bizim motor ustası efsane Hasan ve kardeşi Emre’nin de yardımıyla adamlar gelmeden tüm işleri bitirdik.
Tekne yüklenirken Nükhet’in hali enteresandı. Hop oturup, hop kalktı. Bir şey olacak, bir yere çarpacak falan diye. Ben özellikle marinada çalışmaya başlayalı beri artık yalama olmuşum, sigaramı tüttürüp, izliyorum sadece.
Akşamüstü artık yeni yerimizdeyiz. Bir dönem bitti. Fakat atölyede oturup da o heyula gibi beyaz çadırı görememek çok tuhaf geldi. Nasıl da alışmışım. Hatta akşam eve gider gitmez Google Maps’e baktım, uydu haritasında görünüyor mu çadırım diye:) Görünmüyormuş.
Nerede kalmıştık?
Hiç durmadan, hızla başladık tekrar çalışmaya. Son kat astarın zımparasını bitirir bitirmez ufak tefek, gözden kaçan macun yoklamalarını yapalım dedik. Lan bildiğin bağımlı olmuşuz, haberimiz yok. Bir, iki, üç gün, bir hafta… ahanda, farkettik ki hala macun yapıyoruz. Sirkelendik, kendimize geldik, bu sefer karina astarına giriştik. Karinada sırasıyla elyaf üzeri epoksi reçine, epoksi astar, epoksi macun, epoksi astar var. Ardından Jotun’un Jotamastic adlı astarından üç kat daha attık. Son olarak üzerine iki kat da yine Jotun’un Safe Guard vinil astarı gelecek, ki ilk katı bugün bitti.
Bir kenarda unutulmuş dümen palasını taşıdık bir kaç gün önce teknenin altına. Sil baştan macun işi çıktı onda da.
Ve tabi hala tekneyi boyayamadık. Boyayı atacak olan arkadaş bir on-onbeş gün ilişmeyin bana deyince yine planlar alt üst oldu. Şimdi bir tarafım sık dişini, diğer işlerle uğraş diyor, diğer tarafım sıcaklar geliyor, her gün kıymetli, at boyayı kendin diyor. Hangi tarafa kulak vereceğimi ben de bilmiyorum henüz. Tek bildiğim, zaman kısıtım yok artık ama Mayısla birlikte havaların tadı kaçacak, sıcaklar ciddi sorun olmaya başlayacak. Daha bin kalem iş bekliyor.
Yarın ikinci kat astarı atıp zehirliye kadar karinayı kendi haline bırakacağım. Dümen palasını da bitirdikten sonra ya boyaya girişeceğim ya da boyayı atacak arkadaşı beklerken boş durmamak için iç mekana başlayacağım.
Sevgili Cem Gür anısına…