O hafta yaklaşmıştı. Kayınbiraderi o konuyu görüşmek için Kum Adamın evine gitti :
- “Ne yapıyoruz?”
Kum Adam bir süre durakladı. Gözleri sanki oralarda doğan güne bakar gibiydi.
- “Biliyorsun Boğaz Balıkçısı, iki hafta önce Enez’deydim. Orada on gün kaldım. Durum tam bir felaket. Değil levrek yakalamak, denizde bir tek canlı bile göremedim desem yeridir. Rüzgar fırtına şeklinde o kadar ters açıdan esti ki ilk dört gün denize olta bile atamadım. Haftaya biz ava çıktığımızda levrek belki Enez’e girmiş olacak. Bilemiyorum…
Biz bu levrek avını asıl olarak hangi amaçla yapıyorduk, yakalasak da yakalayamasak da keyif için. Enez’e gidersek bu sefer benim için açımdan keyifsiz geçeceğini hissediyorum. Soğuk bir yazlık apart, elektrikli sobayla ısınmaya çalışmak, buz gibi musluk suyunda bulaşık yıkamak, soğuk!”
O günleri düşünürken soğuk sanki hala içine işliyordu. Zaten Enez’den döndükten sonra geçen süre içinde evden zorunlu durumlar dışında hiç çıkmamış, yuvasına ve ailesine daha da düşkün olmuştu. Belki uzun zamandır soğuğu bu kadar saf haliyle hissetmişti. Bu duygu ve düşüncelerden kendini sıyırmaya çalışarak :
- “Akçay’a gidelim. Levreği de unutalım. Yazlıkta soba da var. Onu kurarız, içine kömürü atarız. Sobanın üstüne de çizdiğimiz kestaneleri koyduk mu, gel keyfim gel. Canımız ne isterse onu yaparız. Ama yine de av malzemelerimizi yanımıza alalım. İster levrek avına gideriz, ister evde sobanın başında tembellik yapmanın dayanılmaz hafifliğini yaşarız. Levrek yakalayamadık mı, illa balık mı yakalayacağız, Assos’tan tekneyle yemli dip oltasıyla bir şeyler yakalarız, yine yakalarız…”
Sonuçta Akçay konusunda anlaşmaya varıldı. Sonraki günlerde Kum Adam o her defasında değişik şekilde yaptığı ritüeli yaptı , ava hazırlık ritüelini...
Yedek kıyafetler, kamışlar, makineler, doğal yemle avcılık için takımlar, avla ilgili araç gereçler, yakalanan balıklar için derin ve epey geniş dikdörtgen plastik bir kap… Sıra, sonunda ritüelin en güzel kısmı olan sahte yemlere gelmişti.
Karargaha (Akçay) olan uzaklığa göre gidilebilecek avlakların özellikleri düşünüldü ve buna göre yüzlercesi arasından seçilen sahte yemler gruplandırılıp en kolay ulaşılacak şekilde hazırlandı. Ama en önemli sahte yem grubu, av sırasında hemen değiştirilebilmesi için montun cebinde taşınabilecek şekilde küçük kapalı bir kaba konuldu.
Büyük gün gelip çattı. Malzemeler arabaya özenle yerleştirildi ve ailelerle vedalaşıldıktan sonra Boğaz Balıkçısı arabanın kontağını çevirdi.
Kum Adam : “Niye yediğim şey açık havada kapalı mekandakine göre kat kat daha lezzetli gelir, niye evden seyredilen yağmura göre yağmur altında yürümek betimlenemeyecek kadar güzel duygular hissetmeme neden olur ve niye her zaman çevrildiği zaman duymadığım bu kontak balık avı için çevrildiğinde içimdeki çocuğu sevinçle uyandırır, niye?” diye içinden keyifle geçirdi. Aslında nedeni ni kendisi de öğrenmek istemiyordu, bazı şeyler gizemini korumalıydı.
Kum Adam için av her zamanki gibi konuşulmaya başlandığı günden itibaren başlamıştı. Av, normale göre daha uzun sürede kat edilen yol boyunca da sürdü. Sonunda karargaha vardılar.
Sonraki günlerde söylenenler yapıldı, soba kurulup yakıldı, kestane keyfi yapıldı, patatesler kızartıldı, mısır patlatıldı, soba sıcağında uyundu. Bunlar yapılırken arada sırada levrek avına çıkmak hatırlandıysa da gidilmesi planlanan avlaklardaki rüzgar durumu geçmiş avlardaki deneyimlere göre av için uygun değildi, biri dışında!
O avlakta hem kıyıdan levrek avı hem de tekneden doğal yemle sair balık avı yapması düşünülüyordu. Ancak hem yaşanan tatil keyfinin boyutlarının amaçlananın ötesine geçmesi hem de levrek avı için avlağın durumu uygunken tekne avı için uygun olmaması veya bunun tam tersi durumun olması, ava gitmeyi olanaksız kılıyordu. Bir de ansızın alınan kararla İzmir’e gidilmiş, her ikisi de kendi arkadaşlarıyla ayrı ayrı görüşme şansını elde etmişti. Sadece birkaç arkadaşı görmek için gidilen ve dönülen toplamda dört yüz kilometre… Balıkçılık ne mutlu ki böyle bir şeydi. Birçok kelime anlamını bu nedenle yitiriyordu.
Kum Adam İzmir’de Bahadır’la buluştu. Bahadır sanal ortamın Kum Adama hediye ettiği güzel arkadaşlardan biriydi.
Buluşunca birbirlerine sıkı sıkı sarıldılar. Bahadır : “Çay mı içelim, aç mısın, yoksa… “diye sordu. Kum Adam “yoksa…” seçeneğini kullandı. “Yoksa…” ancak ve ancak böyle insana sürekli mutluluk veren bir arkadaşla yaşanmalıydı.
Aperitifler, ara sıcaklar, sıcaklar ve içecekler söylendi. Bir iş gününün sonunda buluşmuşlardı. Bu yüzden Kum Adam arkadaşının bir sonraki işgününü düşünerek ağır bir sohbet olmaz, olmamalı diye düşünse de öyle olmadı. Laf lafı açtı, yediler, içtiler, kah güldüler, kah ciddileştiler. Gece yarısından sonra saat bir buçuğu gösterdiğinde çok güzel acı kahvelerini içip sofradan kalktılar. Bahadır her zamanki gibi Kum Adamı yine utandırdı. Sonraki günlerdeki bir telefon görüşmelerinde Kum Adam ayıp oldu dese de, Bahadır İstanbul’a geldiğimde diye geçiştirdi. Kum Adam Bahadır’a teşekkür etti. İnşallah bir gün Bahadır da İstanbul’a gelecekti…
Akçay’a dönüp kendilerine geldikten sonra artık ne hava ne rüzgar dinleyip, balığa çıkmaya karar verdiler. O günün akşamı oğlu Kum Adamı arayıp hafta sonu ani şekilde bir veli toplantısının olduğunu, katılıp katılmayacağını sordu. Kum Adam katılacaktı. Nedense ilköğretimde hemen hemen kendisine hep angarya gelen bu toplantılar oğulları liseye gitmeye başladığında kendisine nedenini açıklayamadığı tuhaf bir keyif vermeye başlamıştı. Yoksa o da kendi okul günlerini mi özlüyordu?
Yatıp uyudular, ertesi sabah dinç bir şekilde Assos’a doğru yola koyuldular. Varıp donanımları arabadan rıhtıma indirdiklerinde henüz alacakaranlık bile başlamamıştı.
Kum Adam birkaç dakika duraksadı. Tekneyle çıkmaya daha zaman vardı. Yoksa hafızasını mı kaybetmişti? Ne mutlu ki daha değil… Hatırladı, levrek için at-çek yapacaktı.
İstem dışı hareket etti. Kamışını hazırladı ve ucuna sanki sahte yemle levrek avına başladığı günden beri vazgeçilmeziymiş gibi o sahteyi taktı. Kendisine geldiğinde buna o da şaşırdı. Ama çabuk toparlandı. Bu sahtenin edinilme tarihi unuttuğu bir zamandan kalmaydı. Üstelik hiçbir zaman gerçek bir avda kullanmamıştı. Sadece birkaç akademik çalışma sırasında onu beğenmişti.
Nedendir bilinmez, sahte yemi eline aldı. Onu incelemeye başladı. İğnesi kördü. Üstelik balık sahteye atlarsa büyük bir olasılıkla iğne balığın üst damağına girecekti, yani balığın ağzındaki en sert yere, tabii girerse. Hiç adeti olmadığı için yanına durumu hafifletmek amacıyla kendisine yardım edebilecek bir kepçe de almamıştı. Av yerindeki dar alan, halat, bağlı tekneler gibi bir sürü handikap da vardı. Kanı bir anda dondu. Ama düşününce yapmak istediği bir son an manevrası olmadığına karar verdi. Elindekini kullanacaktı. Şimdi avı av alanının tam olarak hangi noktasında gerçekleştireceğini düşünmeye başladı. Daha önce burada hiç sahte yemle levrek avı denemesi yapmamış olsa da burayı on sene öncesinden çok iyi biliyordu. Av için en uygun yerler birkaç dakikalık yürüme mesafesindeydi. Fakat av noktası olarak hemen yakınında bulunan bir lokantanın yüzen küçük iskelesini seçti.
İskelenin ucuna geldiğinde içinde garip bir rahatlık hissetti. Bu noktayı ideal bulmasa da balığın kendisini bulacağına inandı. Zaten ona göre hemen hep öyle olmamış mıydı ?
Avda belirleyici nokta balığı sahteye atlatmaktan daha çok atladıktan sonrasında nelerin yapılması ve yapılmaması gerektiğiydi. Çünkü balığı sahteye atlatan şey şanstan başkası değildi. Başlamadan önce denizi son bir kez inceleyip olası durumlar karşısında neler yapması gerektiğini planladı ve atışına başladı.
Bir iki atış yaptı. Sahte yemi bu avlakta olabildiğince dibe yakın getirmesi gerektiğine inandığı için sahtenin dibe en yakın olacak şekilde nasıl geçirilebileceğini karanlıkta ölçmeye çalıştı ve sonraki atışlarında buna göre hareket etti.
Çok geçmeden birkaç atış sonra misinayı birkaç tur sarınca bir yük bindi. Bu acaba o muydu, yoksa dipte kalmış bir halat mı. Kamışı yukarı kaldırırken bir deneme tasması attı, donanımı kımıldatmadan bekledi ve o yükün hareket şeklinden halat değil balık olduğunu anladı. Boğaz Balıkçısına aldım sanırım diye hafifçe seslendi. Bu sırada balık misinadan ani şekilde kaloma almaya başlayınca o da buna ani refleksle kalomayı kapatabildiği kadar kapatarak karşılık verdi. Sonra bir tasma daha attı. Ama o tasmadan kendisi de tatmin olmadı. Nabız tavana vurmuştu. Kamışını hemen eğdi ve balığın manevralarını olabildiğince sınırlandırmak için o güne kadar yapmadığı bir şeyi yaptı. Aman vermeyecekti!Bu çözüm, o balıkla ilgili başka avlarında tamamen yanlış olan ve hiç uygulamadığı ama bu av için görebildiği tek doğru yoldu. Makinenin koluna asılabildiği kadar asıldı. Makineden bir an için yine bir cırlama sesi duysa da duraksamadı. Makine yeterince kuvvetliydi. Balığın istediği gibi hareket etmesine pek izin vermiyordu. Buna rağmen yaklaşık yarı yola gelindiğinde balık sağa, bağlı bir tekne ve onun denizin dibe doğru giden kıçtaki halatına doğru yönelmeyi başardı. Kum adam içinde kazan kaybet, şimdi veya hiçbir zaman diye geçirdi ve bu sefer sanki lüfer avındaymış kadar, belki ondan daha da hızlı sardı ve balığı dibine kadar getirmeyi başardı. Sırada kritik son hamle kaldı.
Balığı askıya alıp kaldırdı. Artık balığı görüyordu. Aynı şekilde devam edip kamışı balıkla birlikte iskeleye doğru getirdi. Tam da “Evet budur!” derken balık bir anda düştü.
Kum Adam iskelenin ucuna düşmüş balığı emniyete almak için kamışı hemen Boğaz Balıkçısına verdi ve eğilip balığı elleriyle kontrollü bir şekilde hafifçe ittirdikten sonra galsamasından kavrayıp rıhtıma çıkardı.
Balığı ellerinden bırakıp doğrulduğunda bedeninde bu balığı yakaladıktan sonra hissettiği hemen hemen her zamanki sarsıntıyı ve sonra titremeyi hissetti.
İstanbul’a dönüş yolunda bu avın kilit noktasının nerede olduğunu düşündü. Kilit nokta oğluyla yaptığı telefon görüşmesiydi. O telefon görüşmesi ruh dinginliğini sağlamış ve bunun sonucu olarak da avlağın doğal bir parçası olmuştu. Bu hep böyle olmuştu. Fiziksel ve ruhsal olarak dengedeyken avında hep başarılı olmuştu.
------------
Ps :
Kum Adam : Yaptığı bir av sonrasında olmayacak bir yerde ayağını kırmayı başaran bu avcı, daha sonraları levrek avlarını hemen hemen hep kumsalda ve düz zeminlerde yaptığından hikayeyi kaleme alan ona bu lakabı uygun görmüştür.
Boğaz Balıkçısı : Aslında İstanbul’da balık avı yapmayı benimseyen bu avcıya uygun görülen lakap.
Güvenlik daha çok batıl bir inançtır. Doğada bulunmaz... Helen KELLER