2007 ya da 2008'de yayınlanmış. Tam hatırlamıyorum. Sadun ağabeyle tanışmaya gitmişim, yaşadıklarımı dergiye yollamışım. Uzun süredir çeşitli sebep oğlu sebeplerden arşive bakmamıştım, yazı yazmamıştım, bi enerji geldi, yine o anı yaşar gibi oldum. Özledik mi, pek fena özledik.
Buyurun seyre o zaman. Umarım keyif alırsınız.
Sadun Boro’yla tanışmak
Birkaç gündür rüyada gibiyim. Köyün bakkalına gidiyorum yüzümde gülümseme, marinaya geliyorum yüzümde gülümseme, pontonda ilerliyorum yüzümde gülümseme, denize giriyorum, kulaç atıyorum, dalıyorum çıkıyorum valla bildiniz, evet, yüzümde yine gülümseme. Rüyada gibiyim. Üzerimde, mutluluktan şaşkaloz, safça bir ifade. Adımlarım sanki yere basmıyor da, bulutlar üzerinde yumuşak yumuşak sekiyorum.
Herşey, Haldun ağabeyin “ Çetocum, Koca Usta’ya gideceğiz, hazırlan!” demesiyle başladı. O andan itibaren de dünyadan koptum, gittim zaten. Sadun Boro’yu göreceğim, az onur mudur?
Birkaç sene önce Ataköy Marina’da, Marmara yat rallisinin başlayacağı gece, sevgili Teoman Arsay ağabeyim tanıştırmıştı. Aynı gece benim kitapçık da tanıtılmıştı. Tanışırken ellerim gene şimdi olduğu gibi terlemiş, titremiş, kalbim deli gibi çarpmıştı. Sadun Ağabey’in böyle abartılı şeylere kızdığını biliyorum. Sanki dünyanın en sıradan işini yapmış gibi davranılsın istiyor. Sanki 50 li yılların başında okyanus geçen kaç Türk denizcisi vardı, sanki 60 lı yıllarda kendi teknesiyle dünyayı dolaşan kaç Türk amatör denizcisi vardı, nasıl olağan bir durum olabilir ki be Sadun ağabey? Abartı ise şu sayfadan öbür sayfaya geçemesin parmaklarım.
O nemli İstanbul akşamında, ilk defa tanışıp elini sıkarken, yüreğime bir huzursuzluk ve çekingenlik gelip oturmuştu. Karşımda bir tarih vardı, ilkleri başaran, halâ va halâ durmaksızın yazan, çizen, bilgilerini aktaran. Benim yazdıklarım onunkiler yanında ne olabilirdi ki. Şu Ege çukurunda kendi halinde çimen, ömrünün yarısı geçtikten sonra denizi tanımış benim gibi bir adamın ve yazdıklarının ne önemi olabilirdi ki? Yüreğime gelip oturan huzursuzluk ve çekingenliğin sebebi buydu. O güne kadar, çocukluğundan beri denizle haşır neşir bir çok insan varken, benim gibi birinin o kitabı çıkarması haddim değildi sanki. Utanarak ve sıkılarak elini sıktım. Denizi anlatmak benim gibi bir çömeze mi kalmıştı, o zamana dek binlerce kitap çıkmalıydı, benim yazdıklarım, anlattıklarım önemli olmamalıydı. Kuzey denizlerini, tropik denizleri, okyanusları, uzak sulardaki maceraları anlatacak onlarca Türk denizcisinin kitabı olmalıydı. Benim minicik kayığım ve benim yaşadıklarım bana kalmalıydı.
Elini uzattı, yüzüme baktı ve Teoman ağabeye dönüp “Şu, -Engeltere denizcilik müsteşarlığında bir öğleden sonra - yazısını yazan çocuk mu bu?” dedi. Geçmiş aylarda Naviga’da, uygulamaları eleştiren, hicveden, mizahi bir yazı yazmıştım. Sadun Boro, koskoca Sadun Boro o yazıyı beğendiğini söylüyordu. Demek okumuş, zamanını ayırmış ve unutmamıştı. İçinde bulunduğumuz Ataköy Marina dönmeye başladı, ayaklarım yerden kesildi, kulaklarım uğuldayıp, kalbim deli gibi çarparken, ne diyeceğimi bilemedim.
Aradan seneler geçti ve bugüne geldik işte. Hayatımda kocaman bir yer etmiş, aramızda kocaman bir dostluk oluşmuş Haldun Sevel gibi bir usta, bana diyordu ki “Çetocum, Koca Usta’ya gideceğiz, hazırlan”
“Hazırlan” lafını bana söyleyen adam, Haldun Sevel! Ben O’nun gibi bir dev sanatçının, bir dev “şaman”ın, doğaya aşık “doğaüstü bir insanın” hayatıma girmesine bile inanamazken, her gün birazdan uyanacağım korkusuyla yaşarken ve de her sabah ben Haldun Sevel’i tanımayı hakedecek ne sevaplar işledim diye gözlerimi hayata inanmaz inanmaz açarken, bir de üzerine Sadun Boro ile akşam yemeği mi yiyecektim? Tanrım, ben bunu hakedecek ne yaptım, tüm bunların bedelini ödedim mi, yoksa ödeyecek miyim? Bir yerlerde bir terslik var, sanırım tesadüflerin melekleri bir hata yapıyorlar ve beni ödüllendirme konusunda haketmediğim bir yanlışlık içindeler.
Yola çıktık. Orman içi yollardan Okluk koyuna doğru gidiyoruz. Jale Sevel, Haldun Sevel, dört ayaklı havlayan dostumuz Kaplan ve elbette ki canım kanım biricik Ayşe’m. Yani toplam dört kişi ve bir de Kaplan. Hisarönü’nden Marmaris’e giderken solda bir tali yol vardır. Yeşil Belde, Karacasöğüt, Sedir adası gibi bir çok yere kestirmeden çıkan bu yol, hem sakindir, hem de çam ağaçlarının gölgesinde, doğal güzelliklerle birlikte uzar gider. Önde Haldun ağabey yol gösteriyor. Defalarca buradan Okluk’a gitmiş ve kendi dediğine göre her defasında da kaybolup, birilerine yolu sormuş. Bu sefer öğrenmiştir yolu derken, arabasını durdurup köylülere gene yol soruyor. Evet, bildiniz gene kaybolduk! Otuz beş dakikalık yolu, bir saat otuz beş dakika gibi rekor sürede alarak menzilimize varıyoruz. Uzaktan koyun ortasında tüm haşmetiyle Kısmet görünüyor. Hemen kıyısındaki Deniz Kızı restorana, yani akşam yemeğimizi yiyeceğimiz mekana varıyoruz ve Koca Usta bizi karşılıyor!
Usta’nın buzdolabından çıkan çiğ balık ve pilav, gecenin yıldızı oluyor. Rakı servisini elleriyle yaparken, ben tüm bu olanların gerçek olduğuna inanmak için kendimi çimdikliyorum.
O geceye kadar, doğal olarak, hiç bilmediğim bir özelliğiyle beni büyülüyor: Bizden birkaç kuşak ileride bu büyük insanın, mizah anlayışı ve kıvrak zekası inanılmaz. Sohbet arasında öyle şeyler söylüyor ki, önce şok olup, sonra kahkaha krizine girebiliyorsunuz. Yani yaşıtları arasında, ya da babalarımız kuşağında pek de görülmesi mümkün olmayan bir gençlik titreşimi var. Mesela kulağının üzerindeki zakkum çiçeğini ne kadar da yakıştırmış diye aramızda konuşurken bize dönüp “duymuyor ben de saksı olarak kullanıyorum” deyiveriyor. İnanılmaz, inanılmaz, inanılmaz!
Sadun Boro’yu daha iyi tanıdığım şu şanslı günlerimde bir şeyi daha farkettim ki, yanlış yoldayız. Yani herkesin ağzında deniz dendiğinde üç tarafımızın çevrili olduğundan filan bahsetme klişesi vardır ya, bir benzer klişe de herkesin denize Pupa Yelken’den etkilenerek çıktığı. Kırk sene önceki kitaptan etkilenen etkilenene, ama marina içinde pis su tankı basanlar da bunlar, palamar botlarını azarlamayı bir halt zannedenler de, içip içip sabaha kadar yandaki tekne uyuyor mu uyumuyor mu önemsemeden bağıra çağıra muhabbet edenler de. Sonraki günlerde Kısmet’in marinaya girişini gördüm, girişteki dinginliği, bağlandıktan sonra palamar botundaki elemanlara hal hatır soruşunu, çevreye verdiği huzuru, sakinliği ve mutluluğu. Bir diğer pontonda daha dün denize çıkmış züppenin sağla solla kavgasını gördüm sonra. Sorsan denize çıkmak için Pupa Yelken’den etkilendim diyecektir değil mi? Orası kesin. Gene Sadun Boro’nun marinada bizleri teknesine davet ettiği bir akşam, biz gecikince içkisini alıp, O bizlerin olduğu tekneye geldi. Nerede kaldınız filan dedi ama sonraki söylediklerinden anladık ki yanındaki yabancı teknenin sahipleri yorgun ve erken yatmışlar, biz de gecikince kalkıp kendi gelmiş, koskoca Sadun Boro. Biz gitsek o kalabalıkla inip binerken belki de onları uyandıracaktık. Bunu anlayabilen kaç denizci var aramızda? Pupa Yelken’den etkilenmek şekilsel bir şey olmuş, asıl kaynak, asıl o kitabın yazarı, tüm denizciliğimizin atası, babası, yaratıcısı, capcanlı, dipdiri bir halde güneyde hayatını devam ettiriyor. Yeni kitaplar çıkarıyor, kimbilir ne mesajlar veriyor ama biz sanki almakta biraz sorun yaşıyoruz. Ondan öğreneceğimiz daha çok şey var.
Gökova’da tüm güzelliğiyle gün batarken ve Kısmet’in olduğu koya gece yavaş yavaş inerken, Kısmet’in yapılışı ve Athar Beşpınar’la ilgili çok özel anıları, birinci ağızdan dinliyorum. Karşımda iki koca tarih, Boro ve Sevel, iki ayrı gözden, iki ayrı açıdan Kısmet’in denize iniş gününü anlatıyorlar. O tarihte daha çocuk olan bir göz, Koca Yusuf vincinin Kısmet’i havaya kaldırışını anlatırken, o anda vincin ucuna asılı teknenin içinde tekneyle yükselen bir başka çift göz ise, 40 yıl sonra bir yemekte, Gökova’nın kuzeyine doğru bakıp, anılara dalıyor. Kalkıp ikisine de sarılasım var. Gecenin kör karanlığında Kısmet’e kadar yüzesim, bordasına yüzümü süresim var.
Gecenin sonunda koyun kenarında Sadun Boro’nun diktiği tabela ve üzerindeki öğütleri okuyorum. Çöpleri ve ateşi o güzelim koydan, o güzelim maviden uzak tutmamızı öğütleyen kısa bir destan.
Destan lafını boşa kullanmadım. Boro’nun bu kadar içimize işlemesinde, elbetteki yaptıklarının büyük etkisi var, fakat öyle bir özelliği daha var ki benim için çok daha önemli: Anlatım dili ve üslubu. Kesinlikle ders verici bir havada değil, kuru kuruya coğrafi ve ansiklopedik bilgilerden oluşmuş ya da denizcilik terimlerine boğulmuş da değil. Bambaşka bir dil bu; sıcak, akıcı, sade, karadaki babacan ve büyük ağabey ağırbaşlılığını denizin haşarı, maceracı ve enerji dolu havasıyla karıştırmış, her satırı da bir okul gibi destansı ve büyüleyici bir üslup bu. Yukarıda da bahsettim, o kadar önemli işleri sanki dünyanın en sıradan ve olağan işiymiş gibi anlatıvermesi de bir başka alçakgönüllülük. Daha dün denize çıkmış insanların yürüyüşü değişirken, kendine payeler verirken Usta’nın bu kendine has mütevaziliği az görünen bir örnektir.
Tüm kitaplarında satır aralarında görünen o ince zekâ ürünü detayların yanısıra, okurken daha önceden pek farketmediğiniz biri daha size eşlik eder: Burası biraz garip gelebilir biliyorum ama ben kelimeler arasında ilerlerken, hiç büyümemiş bir İstanbul’lu yaramaz çocuk, mahallenin keratası, her türlü hinliği bilen, hayatın keyfini doya doya çıkaran, biraz Tom Sawyer havasındaki bir fırlamanın, onbir oniki yaşlarında acar bir çocuğun yanımda oturduğunu hissederim. Bana uzak diyarları, hiç gidemeyeceğim hayalleri, yamyamları, deniz canavarlarını, güzel kadınları, hiç tatmadığım içkileri, yemediğim ballı meyveleri, rüyama girecek fırtınaları, maceranın, heyecanın ve en büyük ibadet olan “yolculuğun” büyüsünü anlatır bu hiç büyümeyen çocuk.
Boro gözlemlediğim kadarıyla gerçek hayatta da böyle. Lafını sakınmayan, hayatın zevklerini ıskalamamış ve ıskalamamaya da devam eden, çoğumuzda bulunmayan bir enerjiyle yazan, çizen, üreten ve seyahat eden biri.
Sadun ağabeyi fazla kızdırmamak için burada keseyim. Ne yapsam kızıyor bana, ne yapayım.
Bir defa çektiğim fotoğrafını göstermiştim, “ben de güzel bir hatun fotoğrafı göstereceksin sandım, çek şu çirkin adamı önümden ya, bu ne!” diye kendi fotoğrafını itmişti. Video kameramı kuruyordum bir defa da, geldi “ne mikropluk düşünüyorsun gene” diye çekti fırçasını.
Haldun ağabey üçümüzün yalnız oturduğu bir anda sevinçle “dede, oğul, torun bir arada gibi olduk” diye mırıldanınca, Sadun ağabey rakısından bir yudum alıp “aileye bak, bi tane düzgün adam yok” diye iç geçirmişti. Hattâ Haldun ağabey de şaka yollu öp dedenin elini diye bana dönünce, Sadun ağabey hiddetle, “Höyt!, Papaz mıyım ben be!” diye azarlamıştı.
Bir kere de şöyle bir azar işittim: Yemek yerken Sadun ağabeyin boğazına bir şey kaçtı, öksürmeye başladı, ben de panikle su doldurdum uzattım, minnettar gözlerle bana bakarak bir yudum aldı ve püskürttü. “Su bu! Ulan ölsek bir yudum rakı vermeden göndereceksin beni öbür tarafa! Yuh be!” Çoook azar işitiyorum çooook.
Bakalım bu yazıdan sonra ne fırçalar yiyeceğim. Hakkınızı helal edin.
Amatör denizciliğimizin zorlu ve çileli rotasında bize yol gösteren yegane fenerimizin, Sadun Boro büyüğümüzün, uzun yıllar başımızdan eksik olmaması dileklerimle.
Yaşayıp gidiyoruz.