Eğridere Günlüğü 2
Böylesi doğa içindeki kalmalarda hiçbir şey umulduğu kadar olmuyor. Doğallığını yitiren insan olduğu için, en ıssız yeri bile varlığıyla panayıra çeviriyor. Hulusi Reis’in “Tabiatın göbüşünde geçen bu hikayenin içinde tablet, klavye, noodle, dondurulmuş tavuk pek iyi durmadı.” notunu düşündüm birkaç gün. Dallardan, kütüklerden bir barınak yapmak gibi bir durumum yok. İlkel, doğal bir ortamda, kendi karmaşık gereksinimlerimle olmak tüm derdim. Aslında bir çeşit “kendini kandırma” şekli. Kendime söylediğim; İnsanlardan uzak, doğanun kucağında kaldım bilmem kaç gün, yalanı.
Neyse.
Son Tarzan da öldü. Günümüzde Tarzanlar GPS ile, cep telefonlarıyla dağlarda, ormanlarda.
07 AĞUSTOS
07.10
Soğanlı, biberli, domatesli bir melemen yapıyor, amcamın oğlu Ahmet’i de buyur ediyorum. Bir çatalım bir de kaşığım var. Birini seçmesini söylediğimde kaşığı seçiyor. Ben de çoğu zaman kaşığa daha çok güveniyorum yemek yerken. Çatala güvenmiyorum. Hiç istenmediği -yemek çok değerliyken, yere düşürülmeyecek kadar önemli bir ortamda iken- zamanlarda küçük kazalara denk geldiğimden belki de. Bir insanın kullanırken çatal yerine kaşığı seçmesinin nasıl bir psikolojik-sosyal-kültürel anlamı olabilir? Olabilir mi? Boşveriyorum. Onun da benim de dedem aynı kişi; Asan Keya; Çobanların atası. Ondandır.
08.30
Ot yolmaya devam ettim. Sıkıcı, yorucu bir iş. Otu söktüğümde köklere yapışan toprağı silkelerken toza toprağa bulanıyor her yanım. bir süre sonra hapşırmaya, öksürmeye başlıyorum.
11.30
Ahmet yakada kendiliğinden yetişen bir karpuz buldu. İnsan eliyle ekilmemesi, her tarafta sürülerle domuzun gezindiği bu dağ başında o boya erişmesi bir mucize gibi göründü bir an gözüme. Bazı domuzların karpuzu bilmediğini, bu yüzden yemediklerini söyledi Ahmet. Kesip yediğim zaman -uzun zamandır unuttuğum- gerçek karpuz tadı aldım. Çok sulu ve lezzetliydi.
Balıklar üzerinde düşündüklerimin tümü asılsız, mesnetsiz şeylermiş. Dere kıyısına, su dolu kovanın içinde bıraktığım balıkların yanına geldiğimde üçü suyun yüzünde yan dönmüş, beyaz karınları yukarıda, ölü haldeydiler. Birisi canlıydı. Daracık kovanın içerisinde çemberler çiziyordu. Bir an suya bırakmayı geçirdim aklımdan, sonra da -eski vahşi yanım kontrolü ele geçirdiğinde- kafasını kopardım, pullarını kazıdım, diğerlerinin yanına koydum. Öğlen saatlerinde de kızarttım ve yedim.
16.10
Doğada kamp yapmak pek çok gereksinimi göz ardı etme veya uyduruk yollarla karşılanması demek bir yanıyla. Yemek hazırlarken sıkça bir şeyleri yıkamak gerekiyor. Şöyle musluklu, plastik bir bidon olsa, dediğim çok oldu. Sabah ot yolarken, hendeğin birine yuvarlanmış bidonu çevirdiğimde altındaki musluğu görünce şaşırıp kaldım. Geldiğim gün fark etseydim daha kolaylaşırdı bazı şeyler. Konakladığım çevreyi araştırıp olanaklarını yweterince değerlendirmediğimin emaresi -işareti- aynı zamanda bu davranışım.
Fener öyküsü üzerinde yeterince “kafa” ayırmadığımı fark ediyorum ot yolarken. Öğleden sonra öyküyü açıyor, yeniden okuyorum. Bazı cümleleri değiştiriyor, kelimeler siliyorum. Sabah kalktığımda okursam sonraki saatlerde üstünde daha çok düşünebiliyorum. Yarın öyle yaparım.
17.00
Tarlanın alt taraflarında sesler duyuyorum. Çıkıp baktığımda, birkaç genci çitten parçalar söktüklerini görüyorum. İnsanlar ne kadar kolaycı, işgalci, düşüncesiz. Bir şeye hakkı olup olmadığını, o söktüğü çit kazığını kimin, nereden bulup oraya çaktığını, ne işe yaradığını -belki onun için resimlerde, filmlerde gördüğü dekoratif bir ayrıntı- düşünmeden yakıp yok etmek için söküyor çiti. Bu da çapulcunun bir türü.
18.30
Otlarla cebelleşmeyi bırakıyor, havlumu alıp dereye iniyorum. Kafamı ve bedenimin bele kadarını yıkıyorum. Serin suyun rahatlatıcılığı tarifsiz bir zevk.
Ahmet’in getirdiği maden sularından birini içiyor, gölgede dinleniyorum.
Bilgin geliyor. Motorsikletle. Sırtında bir tüfek. Domuz merağı.
19.30
Akşam yemeği.
Ton balığı+Nodul+Bol soğanlı domates -kabukları soyulmuş- salatası
Müzik; Yansımalar, Bab-ı Esrar+Derenin çağıltısı+Sarasma ötüşleri.
Naylon poşete sardığım sucuklar küflenmiş. Zarlarını soydum. Köpeğe verdim. İştahla yuttu.
Bu akşam hava dün geceden daha durgun. Böyle devam ederse ateş yakıp patlıcan közlerim.
Yarın sabah kalktıktan sonra toplanmam gerekiyor. Malzemelerin bir kısmını -dolap, şezlong, sünger yatak, meyva kasaları gibi- kulübede bırakacağım. Bayramdan sonra tekrar gelmeyi düşünüyorum.
Yanımda köpeğin olması gece daha rahat etmeme, kesintisiz uyumama neden oldu. En ufak bir seste, yabani hayvan kokusu aldığında havlıyor. Tarlaya o varken domuzun girmesi söz konusu değil. Her ne kadar ele-güne Kapıdağ’da tehlikeli yabani hayvanların olmadığını kolayca söylesem de, karanlık gecenin bir zamanı, domuz sürüsünün homurtularıyla uyanmak hiç de hoş değil.
Üzerinde musluk olan bidon çürümüş. Kırıp musluğunu söktüm. Bundan sonraki kamp kurduğum zamanlarda, basit bir plastik kovaya bile taktığımda temizlik ve el-yüz, bulaşık yıkama konusunu daha kolaylaştıracaktır.
20.26
Ateşi yaktım. Alevlerle göz göze geldiğim anda çağrısını gördüm. Sandalyemi ateşin huzuruna çektim. Daldım yalımların kızıl dehlizlerine. Kalın bir kütük koydum. Bitene kadar yanacak. Başka odun atmak yok. Kalan odunları bir sonraki gelişimde kullanırım.
Köydeki bir kocakarı kadar ateşin yanışını iadre edebilmek, ateşe odun atmada cimri olmak isterdim. Hangi ağacın ince odunu, kalın kütüğü; yaş veya kuruyken, gereğinden çok yalazlanmadan, ne kadar uzun yanar? Bu süreyi uzatabilmek için neler yapılabilir? Bunlar yaşanarak, deneyerek bilgisine varılabilecek bir şey.
(Zeytinin altında, tablete bağladığım klavyeyle, ateşin yanı başında yazdım bu satırları. Zamane olanakları ne kadar da inanılmaz. Gazlı lambadan, yağ kandillerinden, güneş enerjili el fenerlerine, dağ başında sanal ortamlara aktarılabilecek yazmalara.)
Gökte yasyarım ay. Önünde bir avuç kadar beyaz bir bulut. Erik ağacının iki dalı arasından görünen -sayısız kadarı görünmeyen- yıldızlar, sonsuz boşluk., gökte ateşböceği gibi yanasöne giden uçak.
Cırcır böceklerinin sesleri hava karardıkça artıyor. Aydınlığı algılayan, hava karardıkça ses düğmesi kendiliğinden açılan ses makinesi gibiler.