Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
2013 Mayıs- GAP Gezimiz
OP: 09 Mart 2018, 23:40:59
Kendimi bildiğim bileli defalarca duyduğum bir kısaltmaydı GAP... Bölgedeki tarımın gelişmesi için inşa edilen barajlar, hidro-elektrik santraller ve sulama sistemlerini içeren Güneydoğu Anadolu Projesi .  Bir süre sonra proje ikinci plana atılmış gibi hepimiz Güneydoğuya GAP demeye başlamıştık. Çevremde pek çok kişinin GAP’a gittiğini gezdiğini, kebaba ve baklavaya doyarak geldiğini duymuştum. Benim neyim eksikti?  Daha doğrusu bizim neyimiz eksikti?


Bir akşam eşim Ece’yle otururken birden aklımıza gelen GAP turu fikri ikimizi de heyecanlandırmış ve hızlı bir şekilde uçak bileti almamıza sebep olmuştu. iki sene önce Annem ve Babamla gittiğimiz kısmi Doğu Anadolu gezimizin tadı hala damağımızdayken bu sefer Ece’nin Anne ve Babasını da maceramıza katmaya karar vermiştik. Altı kişi için 29 Ekim tatili ve kurban bayramını da değerlendireceğimiz 4 günlük bir tatil planlamıştık. Ama sonra bu tarihlere çok kısa zaman kala, hava şartlarını ve günlerin kısalığını da göz önüne alarak seyahatimizi 1 Mayıs tarihine ertelemiştik.


Gezinin güzel ve verimli geçmesi için önce iyi bir araç araştırılarak kiralanması,  sonra uygun bir güzergah belirlenmesi, konaklanacak yerler ve tarihlerin hesaplanması,  güzergahta durulup gezilecek tüm tarihi ve turistik yerlerin seçilmesi son olarak da tüm yerler hakkında minimum düzeyde rehberlik yapabileceğimiz kadar bilgi toparlanması lazımdı.
Gezi öncesi son 3 ay tüm bu gerekenleri yapabilmek için çok çalıştım. Her akşam en az 1-2 saatimi ayırarak edindiğim kitapları,  internet üzerindeki gezi yazılarını ve makaleleri okudum. Saatlerce belgesel film seyrettim. Onlarca insanın hayatını, devletlerin ve kralların tarihlerini okudum. Bu bilgilerin gerekli olanlarını Ece’yle paylaştım. Pek çok konuda fikrini aldım. Bu çalışmalar sonucunda ortaya anladık ki;  olağan bir GAP gezisinden farklı olarak tarihin en eski uygarlıklarına kucak açıp onların hayata tutunmalarını sağlayan, efsanelerin, masalların, türkülerin ilham kaynağı, Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan o eşsiz bölgeyi, Mezopotamya’yı gezecektik. Toplamda dört günde altı şehri görecektik.
Sonunda Ece’nin yardımıyla tüm hazırlıkları tamamlamayı başardık.

Şimdi Sabiha Gökçen havaalanı 307B kapısı bekleme salonunda yanımda Anne Babam, Fadime - Sadettin Karabaş’la, karşımda Eşim Ece, Anne ve Babası Seval – İrfan Astunç’la Gaziantep uçağının kalkmasını bekliyoruz. Bu gezide kişilerden bahsederken karışıklık olmaması için herkesi kendi ismiyle anacağım çünkü iki anne ve iki baba var.  Sınav kapısında bekleyen bir öğrencinin çalıştığı her şeyi unutmuş gibi hissetmesi gibi ben de rehberlik için tüm çalıştıklarımı unutmuş gibiyim. Anne babalarımızla daha önce hiç gitmediğimiz bir coğrafyayı görecek olmanın heyecanı ve mutluluğu içindeyim. Haydi hayırlısı.

1.   GÜN Çapkın Zeus  1 Mayıs 2013


Gaziantep havaalanına saat 07:15’te indiğimizde sıcak ve güneşli bir gün bizi karşılıyor Hava durumu tahminleri önümüzdeki dört gün boyunca havaların böyle güzel geçeceğini söylemişti Bagajlarımızı alıp kiraladığımız minibüsü teslim alıyor şehir merkezine doğru yola çıkıyoruz. . Eski adı Ayıntab olan, Kurtuluş savaşının sembol şehri Gaziantep, tahmin ettiğimizden büyük bir şehir. Uçaktan görünen manzaradan bunu anlamıştık ama içine girdikçe daha da büyüdü gözümüzde. Bir buçuk milyonluk nüfusuyla bölgenin en büyük şehri. GAP şehri olmasına karşın ara ara Akdenizde’ymişiz gibi hissediyoruz. Kahvaltı için üç alternatif sunuyorum. Ciğer kebabı, etli bir çorba olan meşhur Beyran ve standart pastane kahvaltısı. Oy birliğiyle karar alarak Ece’nin Gaziantepli iş arkadaşı Engin Beyin tavsiyesi olan Önder Pastanesine doğru yola çıkıyoruz. Bu pastaneyi ve tüm gezi boyunca pek çok durağı ve yemek noktasını bulmamızı Ece’ye ve cep telefonu navigasyonuna borçlu olduğumuz belirtmeliyim. Önder Pastanesi, standart bir pastane kahvaltısının ötesinde kendi özgü harika su böreği ve geleneksel Gaziantep katmerinin başarılı bir örneği ile beklentilerimizin hayli üzerinde bir kahvaltı sunuyor bize.

Önder pastanesinden çıkıp Gaziantep kalesine doğru harekete geçiyoruz. Gazi Antep kalesi tüm heybetiyle bize hoş geldin diyor. Aracı park ettiğimiz alanla kale arasındaki derin hendek bize kalenin iyi korunduğunun bir ispatı.  Kalenin yanından yukarı doğru çıktığımızda eski Antep şehriyle de tanışmış oluyoruz. Bu yoldan çarşıya doğru ilerlerken  Babam,  bize 40 sene önce buraya ilk gelişini anlatıyor.” Tam buradan yukarı doğru yürürken yaşlı bir adam, kendisine neden selam vermediğini sorar , O da mahcup olur ama sonra kısa sürede sohbete başlarlar. Beraber lokantalardan birisinde köfte yerler, yaşlı adam kalenin alt tarafında mağaralardan birisinde yaşamaktadır. Ayrılırlarken babama  bir tutam ot verir. “Bunu evinden hiç eksik etme başına hiçbir dert bela gelmez” der yaşlı adam. Babam da otu eve götürür ama sonra defalarca taşındıkları için nereye koyduklarını bile unutur, kaybolur gider o bir parça ot…  Babam ; 
“İnanmam ama sanki adam ermiş birisiydi” diye bitiriyor anısını. Sözleri bittiği anda bankta oturmuş yaşlı bir amca görüyoruz. Adam 83 yaşındaymış. Babam, O’na eskiden burada mağarada yaşayan adamı soruyor. Yaşlı adam mağarada yaşayan bazı insanlar olduğunu doğruluyor ama asıl adamı hatırlayamıyor.   

Gaziantep’in kalbi olan bu çarşıyı çok beğeniyoruz. Bakır ustalarının bakırı dövdükleri çekiç sesleri bize hoş geldiniz der gibi. Çeşitli ev  ve mutfak gereçlerinden, hediyelik ev eşyasına bakır ürünler vitrinleri süslüyor. Bu tarih kokan yerde  eski evler, içinde mağaralar olan tarihi hanlar var. Hanların içinde mağaralar da dahil her yer turistik ürünler satan mağaralara dönüşmüş. Bakır dışında deri  çarıklar, çantalar, bıçaklar, tarım aletleri, mutfak malzemeleri göze çarpıyor. Dükkanların arasında sıkışmış kalmış ufak bir ekmek fırınında tırnak pideleri görünce Ece’yle birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Çarşının içinde bazıları tarihe karışmış el sanatlarının sergilenip satıldığı Gümrük Han’da çok güzel vakit geçiriyoruz.  Buradan Türkiye’nin belki de tek mutfak müzesini ziyaret ediyoruz. Bu müzeye giriş 1 TL. Müze kart sahipleri ya da 65 yaş üstü kişilere ücretsiz. İki katlı müze geleneksel bir Antep evi.  Gaziantep’e özgü olmaktan çok teknoloji öncesi dönemde Anadolu’nun herhangi bir yerinde kullanılan tüm mutfak eşyalarını bulabileceğiniz şirin bir mekan. Ben 38 yaşında olmama rağmen bilmediğim ya da hatırlamadığım mutfak gereçleri de gördüm. Her iki katta da Antep yemekleri hazırlayan ya da sofrada oturmuş yemek yiyen insan maketleri var. Müzenin en önemli eksiği sergilenen eşya hakkında yeterli açıklamaların olmayışı. Bu eleştirimizi görevlilere ilettikten sonra oradan ayrılıyoruz. Müze yetkilileri de kimsenin açıklamaları okumadığından şikayet ediyorlar. Koskoca müzeyi beş dakikada gezip çıkan gençler olduğundan yakınıyorlar.


Gaziantep’te saatler ilerleyip güneş yükseldikçe sıcaklık da artıyor. Çarşıyı bitiremeyeceğimizi anlayınca vakit kaybetmemek için turumuzu yarıda kesip Zeugma Müzesine gitmeye karar veriyoruz. Yarım bırakmak dedim çünkü son gün tekrar burada olacağız ve o zaman bu orijinal çarşıyı gezmek için daha fazla vaktimiz olacak.


Zeugma müzesinin gezimizin en heyecan verici duraklarından birisi olacağını biliyoruz. Nizip ilçesindeki antik Zeugma şehrinden çıkarılan mozaikler burada sergileniyor. İpekyolu’nun işlek bir durağı olan, Pers İmparatorluğu ve Roma İmparatorluğu’nun sınırı olan Zeugma şehri,  bu konumu sayesinde zamanının en zengin şehirlerinden birisiymiş. Bu zenginlik doğal olarak sanata da yansımış ve o zamanın zenginlerinin yaptırdığı evlerde, meydanlarda mozaik sanatı en güzel örneklerini vermiş. Daha önce belgesellerde gördüğümün çok daha ötesinde etkileyici olan mozaikler daha girer girmez bizi cezbediyor. Müzeden girer girmez hepimiz elimizde fotoğraf makinelerimizle etrafa dağılıyoruz. Bizimle birlikte müzeyi gezecek olan bir gezi grubuna takılarak daha güzel bilgi edineceğimizi düşünüyoruz. Tur rehberi bize mozaiklerdeki eski yunan tanrılarını detaylı hikayeleri ile anlatıyor. İki katlı müzede yaklaşık 2 saat geziyoruz. Zeus’un türlü çapkınlıklarını, Hera’nın kıskançlıklarını, Achillius’un , Odessius’un kulaklarını çokça çınlatıyoruz. Merkür heykelinin zarafetini, Çingene kızı ismi takılan Dyonisisoun rahibe kızının mütevazılığını izliyoruz. Zaman zaman birbirimizi kaybetsek de sonunda istemeden de olsa müzeden ayrılıyoruz.

Hava iyice ısınmış. Karnımız tekrar acıkmış. Kebabın anavatanında karnımızı doyuracak güzel bir yer biliyoruz. Müzenin sırtını dayadığı mahallenin dar sokaklarından birisinde önceden bir arkadaşımızın tavsiye ettiği Kebapçı Halil Ustayı buluyoruz. Bu kocaman restaurantta 10-15 garson masadan masaya koşturmaca içindeler. Burada yediğimiz etler ve kebaplar bize methedildiği kadar güzel gelmedi. Ama servis fena değildi. Standart salataya ilaveten, sumaklı soğan istedik, ayranlar da lezzetliydi. altı kişi 90 TL hesap ödedik ki bu da çok makul geldi. Halil Usta epey isim yapmış bir restaurant. Duvarlarda sayısız ünlü insanın burada yemek yerken çekilen fotoğrafları vardı. Zeugma’ya yakın olduğu için burayı tavsiye ederiz. Ama şehir merkezine dönme şansı olanlar orada daha çok seçenek bulacaklardır.


Gaziantep şehrinde işimiz bitti sayılır. Ama önce yapmamız gereken önemli bir şey var. Kiraladığımız minibüsün arka koltukları birbirine bakacak şekilde yerleştirilmiş. Koltukları değiştirmezsek 4 gün boyunca birileri ters oturarak seyahat edecek demek. Bunu kimse istemediği  ve koltukları kendimiz değiştiremeyeceğimiz için tekrar havaalanı tarafına gidiyoruz. Kiralama firmasındaki görevlilerde neredeyse 15 dakika süren işlem sonucunda koltukları düz hale getiriyorlar. Sonradan bu işlemi yaptırmamızın ne kadar önemli olduğunu anlayacağız.


Gaziantep’ten çıktıktan sonra amacımız Zeugma antik şehrinin kendisini de ziyaret edebilmekti. Ama Gaziantep’te tahminimizden fazla kaldığımız için planımızı değiştirerek doğrudan Halfeti’ye gitmeye karar veriyoruz. Burada Birecik Barajını ve su altında kalan Eski Halfeti’yi göreceğiz. Tekne turu yaparak su altında kalan evlerle tarihi Rumkale Manastırı’nı göreceğiz. 1 saatlik yolculuk sonucunda Eski Halfeti’ye ulaşıyoruz. Buraya geldiğimizde iki sorunla karşılaşıyoruz. Birincisi bugün 1 Mayıs bayramı ve resmi tatil. Halfeti’de müthiş bir kalabalık var.  Araç ve insan yoğunluğu had safhada.  Gezi teknesi bulmak çok zor. Büyük tekneler çok kalabalık ve gürültülü. Küçük bir tekne buluyorum. 15 yaşında bir delikanlının teknesi bu. 50TL’ye pazarlık edip anlaşıyoruz.  İkinci problem ise,  o sırada hava kapanmaya, rüzgar şiddetini artırmaya başlıyor. Annem, biraz korkuyor. Ben onları ikna ederim diye düşünüyorum. Ben pazarlık ederken bir bakıyorum, grubumuz dağılmış. Bir kısmı sahilde fotoğraf çekiyor bir kısmı ortada bile yok.  15 dakika sonra bir araya geldiğimizde anlaştığım delikanlının başka bir grubu alarak teknesiyle uzaklaştığını görüyoruz etrafta başka ufak tekne yok 15-20 dakika sahilde bekliyoruz ama tekne gelmediği gibi kalabalık da artmaya devam ediyor. Hava gittikçe kötüleşiyor. Yeni bir tekne gelse de ufacık ve gürültülü teknede konforlu bir yolculuk yapamayacağımızı anlıyoruz. Sahilden yürümeye karar veriyoruz.  Rumkale’yi göremeyecek olsak da su altında kalan evleri ve camiyi görüyoruz. Kıyıdaki restaurantları insanlar doldurmuş. Her taraf ana baba günü. Ben yavaştan sersemlemeye başlıyorum. Daha uzun bir yolumuz var. Bu akşam Nemrut dağının eteğindeki Adıyaman Kahta ilçesi Karadut köyünde olmamız lazım saat 17’ye geliyor. Dönerken eliyle Akdeniz’i işaret eden Atatürk heykelini görüyoruz. Ece diyor ki;

“ Bak! Atatürk seni gösteriyor, tekne bulamayan adam işte bu  Mücahit”. Espri güzel ve anlamlı söyleyecek sözüm yok...
  • IP logged
« Son Düzenleme: 09 Mart 2018, 23:42:32 Gönderen: Mücahit Karabaş »

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
Ynt: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz
#1: 10 Mart 2018, 00:08:42
Minibüse yaklaştığımızda polislerden yol konusunda bilgi alıyorum. İki alternatif var. Urfa yoluna çıkıp Antep üzerinden Adıyaman’a geçmek ki bu da 3-4 saat. İkincisi ara yollardan Yaylak kasabasına kadar gidip buradan Gaziantep- Adıyaman yoluna bağlanmak. İkinci yol yaklaşık 2 saat. Daha önce de haritalardan bakıp bu rotayı belirlemiştim. Ama polisler yolun çukurlarla dolu olduğu konusunda uyarıyorlar. Ya düzgün ve uzun yol, ya da kısa ve çukurlu yol. Herkesin onayını alarak hareket etmem lazım. Oy birliğiyle kısa yolu seçiyoruz. Ve maceramız başlıyor.

İki saatlik yolu en fazla üçüncü vitese çıkarak alıyoruz. Dünyanın bütün çukurlarını sanki buraya açmışlar. Bazı yerlerde asfalt bitiyor. Harap köylerden kasabalardan geçiyoruz defalarca yol soruyoruz. Anadolu’nun çilekeş insanları yardımcı olmaya çalışıyorlar. Dalgın gözleri, yüzlerindeki buruk gülümsemeleri yalanlıyor sanki. Yollarda taşlı tarlalar, inekler, koyunlar, eşekler ve atlar bize selam veriyor. Sonunda sağ salim ana yola ulaşıyoruz. Yol boyunca arkada oturanların biraz rahatsız olduğunu hissediyorum bu da beni rahatsız ediyor  Anayola çıkınca onlar kadar seviniyorum en az.  Yine de bu bozuk yoldan geçmekten kimse şikayet etmedi. Çünkü yolculuk boyunca geçtiğimiz her yer ve gördüğümüz herkes, görülmeye değer gerçeklikteydi.

Ana yola ulaştığımızda gece konaklayacağımız Karadut Pansiyon sahibi Bayram beyi arıyorum. Bizi beklediklerini söylüyor.
“Yolda yemek yemeyecekseniz çok güzel sac kavurmam var.”  diyor. Ondan müsaade isteyip gruba soruyorum herkes yorulmuş. Yollarda fazla oyalanmak istemiyoruz. Sac kavurma seçeneği herkese cazip geliyor. Bayram beyi tekrar arıyorum ve yemeği orada yiyeceğimizi haber veriyorum.

Adıyaman şehir merkezine hiç girmeden Kahta’ya devam ediyoruz. 50-60 km sonra Kahta’ya ulaşıyoruz. Kahta’nın içinde giderken “Diyarbakır- Nemrut “ tabelasını kaçırdığımız için bozuk bir yolda fazladan on km gidip geri dönmek zorunda kalıyoruz. Aslında tabelayı kaçırmamız biraz da muzırlığımızdan kaynaklanıyor. Tam Kahta’ya girerken Ece’yle türkü sözü yazma derdine düşüyoruz. Türkümüz de şöyle:


Kahta’nın içinden bir yol geçer
Sevdiğim oturmuş ayranın içer
Bu yolun sonunda sacda kavurma
Nefis kokusuyla  bizleri bekler.

Biz Gırgıra dalınca yolu şaşırıyoruz sonunda da Babalardan da  fırçayı yiyoruz. Meğer türkünün doğrusu şu olacakmış:

Kahta’nın içinden bir yol geçer
Biraz ilerden sola Nemruta döner

Diyarbakır yolundan 10-15Km sonra Karadut köyüne dolayısıyla Nemrut’a giden son yol ayrımından giriyoruz.  On kilometreliklik bir tırmanış sonrası Karadut Pansiyon’a ulaşıyoruz. Arabadan indiğimizde havanın soğuk olacağını zannediyorum ama harika bir bahar havası ve hafif bir esinti ruhumu ferahlatıyor. Deniz seviyesinden neredeyse bin beş yüz metre yükseklikteyiz. Her yer karanlık…  Kim bilir ne kadar güzel bir yerdeyiz?
Odalarımıza hızlıca yerleşiyoruz.  Burası standart bir pansiyon. O yüzden fazla bir beklentimiz yok. Ama yine de ufak tefek eksikleri var. Herkes bizim gibi en fazla bir iki geceliğine geldiği için Bayram Bey’in de eksiklikler için çok endişelenmediği belli.


Kısa süre sonra aşağıda restaurantta toplanıyoruz. Bizden başka bir masa daha var. Onda da yabancı turistler var. Birazdan harika salatamız ve sac kavurmamız yanında enfes bulgur pilavıyla masaya geliyor. Gerçekten görüntüsü bile çok iyi. Turistlerin bira içtiğini görünce garsona rakı olup olmadığını soruyorum. Maalesef bira ve şarap kalmış.. Bayram Bey’e diyorum ki:

“ Bu güzel yemekle rakı içmeden olmaz. Müsaade ederseniz çantamda kendi rakım var. Odadan alıp geleyim.”

Olumlu cevabı duyunca hemen fırlıyorum. Çantadaki rakı masadakilere sürprizim oluyor. Rakıyı duyunca iki babanın da gözleri parlıyor. Yemeğimizi sohbet eşliğinde yiyoruz. Bir yandan kendi aramızda bir yanda ev sahiplerimizle konuşuyoruz. Sezon yeni başladığı için onlar da mutlular ama yine de bekledikleri hareket yok. Biz yerli tek misafirleriyiz. Hem turizmden hem diğer geçim faaliyetlerinden bahsediyoruz. Mehmet, on beş sene İstanbul’da kalmış. İşler kötüye gidince, memleketine  dönmüş. Burada dönümlerce arazileri varmış ama su probleminden dolayı değerlendiremiyorlar. Pek çok sıkıntıları var.  Saat 23’’e kadar sohbet ediyoruz. Yemek çok güzel olmuş diyorum. Bayram Bey:

 “ Di mi? Kuzu mevsimi tabi “ diyor. Bayram beye ne söylerseniz
“Di mi?” diyor.  :)

“Nemrut görünmeye çalışan  ama sempatik adam, tam esnaf...  Onlara ve diğer masaya iyi geceler diyerek odalarımıza çekiliyoruz. Sabah saat 03:00 ten beri ayaktayız onca yol geldik. İlk gün rotamız ve zamanımızı verimli kullandık diyebiliriz. Zeugma dışında her şey sorunsuz gitti.  Zorlu bir sabah bizi bekliyor.
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4254
Ynt: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz
#2: 10 Mart 2018, 15:41:02
Benim için özel bir yazı. Bekliyorum.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

  • *
  • İleti: 3573
Ynt: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz
#3: 10 Mart 2018, 17:28:26
Ben de yeni gideceksin sandım .. sabaha karşı okurum..😀
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
Ynt: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz
#4: 11 Mart 2018, 21:29:38
2.   Gün 



Sabah dörtte uyanıp on beş dakika içinde minibüste tam kadro buluşuyoruz. Hepimiz olabildiğince kalın giyindik. Tepede 2100 metrede soğuk bir rüzgarın bizi beklediğini biliyoruz. Aracımızla tırmanış yirmi- yirmi beş dakika sürüyor. Nemrut milli parkına girerken gişede kişi başı 9 TL ödeme yapıyoruz. Burada öğrenci dışında kimseye indirim yok. Biraz sonra bir yol ayrımı görüyoruz. Komagene Devletinin bir süre başkenti olmuş Arsemia şehri 12Km. aşağıda. Sağdan Nemrut’a devam ediyoruz. Tepeye geldiğimizde tan aydınlığı başlamış. Güneşin doğmasına az kalmış. Arabadan inince havanın gerçekten soğuk olduğunu görüyoruz. Ama beklediğim kadar soğuk değil. O yüzden pansiyondan aldığımız battaniyeleri araçta bırakıyoruz. Karanlık olur diye aldığımız feneri de bırakıyoruz. Şimdi önümüzde dik bir tırmanış var.


Nemrut Dağının zirvesi, Komagene Kralı Antiochos için yapılmış bir anıt mezar. Zirvede kireç taşlarından bir Tümülüs var. Antiochos’un mezar odasının tümülüsün içinde olduğu varsayılıyor ama bulunamamış. 1920’lerde Mısırda Firavun Tutankamon’un mezarının bulunmasından sonra Antik çağdan mezarı bulunamayan tek kral Antiochos’muş. Tümülüs’ün çevresinde Doğu- Batı ve Kuzey teraslarında ralarında Anitochos’un da bulunduğu heykeller ve anıtlar bulunuyor. Doğu terasındaki heykeller tahta oturmuş tanrılar olduğu için tarihçiler buraya ” Tanrıların tahtı”  demişler. 1890’larda Bağdat demir yolu yapılırken Alman bir demir yolu işçisi buradaki heykelleri duyup gelir. Gördüklerini Alman büyükelçiliğine bildirir. Onlar da Berlin’e akademiye bildirirler. Berlin Üniversitesi’nden arkeologlar gelir.  Türkiye’den de İstanbul Müze müdürü Osman Hamdi Bey de onlara katılır. Meşhur Kaplumbağa terbiyecisi resminin sahibi, Kadıköy’ün ilk belediye başkanı Osman Hamdi Bey de , Almanlarla çalışır. Antiochos’un yazıtını da ortaya çıkarırlar. Heykellerin bir kısmını da... Sonra Nemrut yaklaşık 50 sene öylece ilgisiz kalır. 1950’lerde Amerikalı arkeolog Theressa Goell , burayı yeniden keşfeder. 40 sene her yaz köylülerle kazmaya devam eder pek çok eser çıkarır. Komagene’nin Doğu batı sentezi bu anıtlarda kendisinden sekiz yüzyıl önce tarihten silinen Hititlerden de izler bulur. 1984’te öldükten üç sene sonra kardeşi Kermit Goel, küllerini buraya getirir. Vasiyeti üzerine küllerini Nemrut’tan gökyüzüne savurur.  Theresa Goel, bu dağların kraliçesidir. O zamanlar yol olmadığı için,  saatler süren katır yolculuğuyla çıkılan bu dağda aylarca kalmakta, giderek artan sağırlığına karşın Türkçe öğrenmiş ve dudak okuyarak kazılara yardım eden köylülerle iletişim kurabilmektedir. Hayatı boyunca Antiochos’un mezarını arar ama bulamaz. Çünkü küçük çakıl taşlarından oluşan tümülüs buna müsaade etmez.


Nemrut’un,  Komagene’nin, Antiochos’un ve tarihi araştıranların hikayeleri, yazmakla bitmez. Minibüsten inip tümülüse ve doğu terasına ulaşmak için 500-600 metrelik taşlı ve çok dik bir yokuşu tırmanmak zorundayız. Ece, önden koştura koştura çıkıyor. Ben Anne babalara eşlik etmek istiyorum ama onlar çok yavaş. Üçü 65 yaşında. Ben bile bu yaşımda zorlanıyorum. Yokuş çok dik. Oksijen çok az. Dinlenerek çıkıyoruz. Ama hava da gittikçe aydınlanıyor. Yoksa güneşin doğuşunu kaçıracak mıyız? Annemler önden çıkmamı söylüyorlar. Kırk yılda bir gelmişiz Güneşin doğuşunu kaçırırsam güneşe ayıp olur. Yokuşu çıktıkça ufak tefek dönemeçler geçiyoruz. Her dönemeçte zirveyi görürüm diyorum ama ne mümkün. Artık dayanamayacağım. Hem zaten bizimkilerin zirveye çıkabilecekleri bile kesin değil. “Yok canım tırmanamazlar ben önden çıkayım en iyisi.” Adımlarımı hızlandırıp 5 dakika sonra nefes nefese zirveye çıkıyorum. İşte karşımda Antiochos’un,  Zeus’un, Herakles’in başları duruyor. Resimlerdeki kadar büyük değil ama o kadar güzeller ki; Yılardır burada güneşin doğuşunu seyrediyorlar. Antiochos’un ölümsüzlüğe randevu verdiği yerdeyim şu anda. Hep bildiğim ama ancak şu anda ulaşabildiğim yeni bir zirvedeyim. Birden Antiochos, bana göz kırpıyor sanki. “Arkana bak birazdan güneş sizin için doğacak.”  der gibi. Arkamı dönüyorum Ece, terasta oturmuş Güneşi bekliyor. Ben kaç dakika orada dikildiğimi anımsamaya çalışıyorum ama her şey rüya gibi. Ece’nin yanın gidip oturuyorum. İkimiz de hiç konuşmuyoruz.  Rüzgarın sesini dinliyoruz. Manzara o kadar güzel ki anlatmak çok zor. Etrafta bir sürü kuş var. Sabah şarkılarını söylüyorlar.

Birkaç dakika sonra önce Seval -  İrfan, sonra da Sadettin - Fadime çifti geliyor. Ben gözlerime inanamıyorum. Onlardan şüphe ettiğim için kendimden utanıyorum. Bu yaşlarına rağmen o zor yolu çıktıkları için hepsiyle gurur duyuyorum. Bizimle beraber zirvede 30-40 kişilik yabancı grup var. Rehberleri Fransızca konuşuyor.  Herkes fotoğraf makineleri ve kameraları ile görüntü alma peşinde...

Birazdan Güneş milyonlarca olduğu gibi karşımızdaki tepelerin adından yükselmeye başlıyor.  Rüzgar sesi, deklanşör sesi ve kuş seslerinden başka çıt yok. Güneşin göz kamaştırıcı ışıltısı gök yüzünde oluşturduğu ışık halesi, aşağıda yeşil doğa , hemen biraz altımızda karlar. Sevdiğimiz insanlarla bu an da zihnimizde bizimle beraber ölene kadar kalacak. Unutulmayacak.,,

Güneşin doğuşunu yeterince seyrettikten ve bol bol fotoğraf çektikten sonra, grupla beraber batı terasına geçiyoruz. Karlı yollarda kaymamaya çalışıyoruz. Batı terasında ki heykeller daha büyük ve daha çeşitli. Kral Antiochos’un tahta geçtiği tarihin gecesindeki yıldızların konumunu dakikası dakikasına gösteren,  gök haritasını içeren “Aslanlı Horoskop” maalesef müzeye kaldırılmış.  Oysa O’nu görmeyi çok istiyordum. Batı terasından sonra başka bir yoldan araç parkına dönüyoruz. Bu yolun bir kısmını kar kapladığı için tehlikeli ve eğimli patikalardan geçip, bir iki de düşme badiresi atlatıyoruz. Nihayet sağ salim aracımıza ulaşıyoruz. İki saate yakın zirvede kalmışız ve rüzgar hepimizi sersemletmiş durumda. Karnımız da acıktı. Şimdi Karadut pansiyona dönüp kahvaltı yapmak iyi gelecek. Minibüse binip geriye, istemeye istemeye dönüyoruz. Arsemia’ya gitmiyoruz çünkü bu uzun sürecek günde programımızın aksamasına neden olabilir. Dün de Cendere köprüsüne geç kalmıştık. Artık bir dahaki sefere.

Nemrut dağı hayatımda beni en çok etkileyen yerlerden birisi oldu. Ece de aynı duyguları hissetmiş olmalı ki “Buraya bir daha gelelim Mücahit. O zaman termosa sıcak çayımız doldurup öyle geliriz” diyor. Söylediği her şeyi gönülden onaylıyorum. Mutluluk sarhoşu olmuşuz hepimiz. Pansiyona inerken sözleri pek uymasa da Kazancı Bedih’ten “Nemrutun Kızı “ şarkısını çalıyorum cep telefonundan. Meğer Seval Annem de o türküyü mırıldanıyormuş sabah.

Karadut pansiyona indiğimizde ev sahiplerinin hala uyanmadıklarını görüyoruz. Aslında kahvaltı hazır olsa iyi olurdu. Saat şu an 07:30 önceden tarifesine baktığım Kahta- Siverek feribotu 08:30 ve 10:30 da var. İlkini kaçırırsak, iki saat beklememiz gerek. Bu arada feribotu merak ettiyseniz hemen söyleyeyim. Atatürk barajının kuzey bölgesinde Kahta ilçesi ile Siverek ilçesini bir birine bağlayan kısa süreli bir feribot hattı var. Adıyaman- Diyarbakır arası ulaşım bu şekilde çok kısalıyor.  Karayolu ise uzun ve zahmetli.

Pansiyona gelişimizden sonra biraz gürültü çıkarmış olmalıyız ki Mehmet ve garson çocuk uyanıyorlar. Onlara feribot yetişeceğimizi kahvaltıyı mümkün olduğunca kısa zamanda yapmamız gerektiğini söylüyorum. Sağ olsunlar onlar hızlı bir şekilde kahvaltı hazırlıklarına başlarken, Bayram Bey arabasıyla otelin park yerine giriyor.  Ellerinde  geniş, lokma hamuruna benzeyen kızarmış hamurlar var. “Kahvaltınız için güzel hamur getirdim “ diyor. Biz o sırada pansiyonun bahçesindeki nefis manzaralı masamıza oturmuşuz bile… Karşımızda yemyeşil bir vadi var. Bayram Bey, burada trekking turları düzenleyeceklerini söylüyor.  Her taraf yemyeşil. Önceki akşam arabadan inerken böyle bir yere geldiğimizi hissetmiştim.  Doğa, her zamanki gibi çok güzel. Kelebekler, kuşlar, etrafta fink atıyor. Nemrut’a bir hafta sonu özel olarak gelmemiz gerektiğine bir defa daha karar veriyoruz Eceyle… Güneşin doğuşu ve batışı dışındaki zamanlarda karşıdaki vadiyi gezer mağaraları dolaşabiliriz. Öğleden sonra tembel tembel çimenlerin üzerinde yatıp uyuyabiliriz.  Burası gerçekten cennetten bir parça. Kahvaltı için Mehmet bize harika bir omlet yapmış. Tereyağının kokusu omletin cazibesini daha da artıyor. Özel keçi peyniri de damaklarımızı şenlendiriyor. Bayram Bey’in getirdiği hamur da bu güzel kahvaltıyla iyi gidiyor. Bu arada yerli ve kaçak harmanı çayımız da mükemmel. Bu yorgunluğun üzerine yaptığımız bu harika kahvaltı bizi biraz mayıştırıyor. Saat sekizi geçiyor nasıl olsa feribota yetişemeyeceğiz. Bari anın tadını çıkaralım. Yavaş yavaş kahvaltımızı bitiriyoruz.  Bir yandan sohbet ediyoruz. Keyif çayları tam anlamıyla keyif çayı oluyor.  Her şey güzel. Kahvaltı sonrası Bayram Beye ödeme yapıyoruz. Bayram Bey bize jest olarak Nemrut Dağını ve Komagene devletini  anlatan bir kitap hediye ediyor. Annem de hediyelik nemrut biblolarından alıyor. O sırada Ece ve İrfan Babam da kocaman ve çok güzel bir kelebeğin fotoğraflarını çekiyorlar.


Saat 09:00 gibi minibüsümüze binerek pansiyondan uğurlanıyoruz. Bu güzel yerden ayrılmak hepimize zor gelse de yeni yerler görecek olmanın heyecanı ile mutlu ayrılıyoruz Karadut’tan. Anayola gelince sola feribot yoluna dönüyoruz. Köylüler etrafta hayvanlarını otlatıyorlar. Etraf yemyeşil. Yol tenha. Bu şekilde neşeyle yirmi dakika gidiyoruz. Bir ara söz şarkılardan açılmışken İrfan babam “O ağacın altı “ şarkısından bahsediyor. Ben şarkıyı hatırlayamayınca Seval Annemle beraber şarkıyı söylemeye başlıyorlar. İşte o an yol daha da keyifli oluyor bizim için.  Barajı gördüğümüz anda feribot iskelesine yaklaştığımız anlıyoruz. Birkaç dakika sonra gerçektende yol aniden bitiyor ve kendimiz çok uzun olmayan bir araç kuyruğunda buluyoruz. Araç sayısı çok değil ama insan sayısı epey fazla. Birkaç minibüs dolusu insan, etrafa yayılmış feribotu bekliyorlar. Bu bölgede yaşayan bir tarikat liderinden dolayı yolcuların hemen hemen tamamının oradan döndüğünü anlıyoruz. Önceki akşam Karadut pansiyonda anlatılanlar doğruysa bu tarikat lideri dönümlerce araziye sahip, bölge insanı su bulamazken O’nun kendisine ait barajı var.  Maalesef ülkenin gerçekleri böyle...

Arabayı kuyrukta bırakıp iskeledeki çay bahçesine iniyoruz. Burada bir şeyler içip etrafı seyrediyoruz. Bir feribot daha gelip on beş civarında aracı alıp iskeleden ayrılıyor. Bu arada feribotun saate göre kalkmadığını anlıyoruz. Yanaşan feribot dolar dolmaz kalkıyor. Böylece daha çok iş yapıyor. Belki kış aylarında araçlar azken tarifeye göre çalışıyordur. Bu yüzden feribota 10:30 da değil daha erken binebileceğiz. Bir sonraki feribot çok geçmeden geliyor. Feribot dar ve küçük. 3x5 sıra araç alıyor. Araçlar geri geri manevra yaparak feribota biniyorlar. Aracınızdan inmeniz çok zor çünkü 3 sıra oluca kapıyı açmaya yer yok. Biz Seval annem ve Ece’yle üçümüz minibüste mahsur kalıyoruz. Diğerleri feribota dağılmış fotoğraf çekiyorlar. Birazdan feribot Atatürk Barajı’nda yolculuğuna başlıyor. Para toplayan genç görevli, araçları tek tek dolaşıyor. Minibüs 15TL arabalar 10 TL.  Yolculardan  ücret alınmıyor. 15-20 dakikalık zevkli bir yolculuk sonucunda Siverek ilçesine bağlı iskeleye yanaşıyoruz. Herkes minibüse binince hareket ediyoruz. Siverek 10 dakikalık mesafede Şanlıurfa iline bağlı küçük bir ilçe. Yolda aklıma küçükken evimizde bulunan bir Fikret Kızılok plağı geliyor. Yıllar önce arabasıyla Anadolu’yu gezen Fikret Kızılok’un arabası,  Siverek’te bozulur. Hava karlı ve soğuktur. Donmak üzereyken bir kamyon şoföre onu kurtarır. O da plağa adını veren Emmo şarkısını bu kamyon şoförüne ithaf eder. Bu hikayeyi yolcularıma anlatıyorum. Annem ve babam bu plağı çok net hatırlayamıyorlar. Fakat Seval Annemde de bu plak varmış. Plaktaki diğer şarkının “Vurulmuşum” şarkısı olduğunu da hatırlıyor. Bu defa da vurulmuşum şarkısını söylüyoruz. 
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
Ynt: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz
#5: 11 Mart 2018, 21:51:28
Siverek’ten sonra Diyarbakır ve Batman üzerinden Hasankeyf’e varmayı planlıyoruz. Yaklaşık 150 Km’lik bir yol bu...  Etraf yine yemyeşil. Her tarafta inekler koyunlar var. Bir ara yolun tam kenarında tek başına bir inek görüyorum. Ayağımı gaz pedalından kaldırırken Eceye “Bu inek yola doğru atak yapar mı acaba? “ diye soruyorum. O da “Bu inek atak yaparsa onu Türkiye jokey kulübüne alırlar” diyor. Kahkahayı patlatıyorum.

Tekrar gaza basıyorum araç hız sabitleyiciye sahip olduğu için hızı sabitleyip ben de etrafı seyrediyorum. Diyarbakır’a ulaştığımızda saat 11:30 civarı. Yol çalışması olduğu için ana yoldan çıkıp tozlu ve bozuk yollardan geçiyoruz. Burada babalar bir çevre yolu olduğu ve girişini kaçırdığımız iddia etseler de Ece’nin yardımlarıyla alnımızın akıyla şehir merkezinden çıkmayı başarıyoruz. Vaktimiz olsaydı Diyarbakır’da da gezilecek çok yer vardı ama biz bu seferlik bu tarihi güzelliklerle dolu şehri teğet geçmekle yetiniyoruz. Diyarbakır başlı başına 2-3 gün gezilecek güzellikte bir şehir. 

Diyarbakır Batman arası çok uzun değil 50-60 km kadar. Bir ara arkadan babamın sesi geliyor. “Batman’da büryancı var mıdır acaba?” diyor. Ece’ye çaktırmadan diyorum ki araştırsak mı acaba büryancıyı. Ben daha sözümü bitirmeden Ece, telefonunda internetten Büryan kebapçısı araştırmaya başlıyor. Büryan kebabı, Bitlis ve Siirt yöresinde yapılan bir tandır kebabı çeşidi. Derin  bir kuyuda bütün olarak asılan kuzu ya da oğlağın su buharında pişirilmesiyle yapılıyor. İyi yapıldığında çok lezzetli bir kebap.  Kısa bir süre sonra Ece, Batman’daki büryan salonlarını buluyor. Yorumlardan en iyisini seçiyor ve navigasyondan yerini  bile tespit ediyor. “Şimdi rotamız belli” diyor.  Geçit büryan salonu. Biraz sonra Batman’a giriyoruz. Ben, “Batmana gelmişken Jokere de uğrayalım bari” diyorum. ( Batman çizgi roman karakterinin en azılı düşmanı olan Joker). Saat 12’yi geçiyor. Babam yine “Büryancı bulabilir miyiz Mücahit? diye soruyor. Ece’yle gülümsüyoruz bulduk bile büryancıyı.  Hem de Batman’ın en iyisi diyoruz. Hepsi şaşkınlık içindeler. Biz navigasyona göre büryancıyı ararken yolumuzu şaşırıyoruz. Bunu fırsat bilen babalar yine bize yüklenseler de en sonunda sora sora  Geçit Büryan Salonu’na adını veren tren yolu hemzemin geçidine  ulaşıyoruz. Geçit büryanı ilk görene yarım porsiyon hediye derken Seval Annem işte karşıda diyerek ödüle hak kazanıyor.

Geçit Büryandan içeri girdiğimizde saat yarımı geçmiş. Herkes elini yüzünü yıkadıktan sonra üst katta bulunan salondaki masada yerimiz alıyoruz.. O arada Babam siparişi vermiş bile. Salatalarımız, ayranlarımız geliyor. Burada da fotoğraf çekiyoruz. Derken büryan kebaplar geliyor. Bu arada İrfan babam kara biber soruyor. Ben hemen garsondan karabiber istiyorum. 5 dakika sonra garson elinde bir tabak isot biberiyle geliyor. “ Bu da ne biz karabiber istedik”  deyince. Bu defa da garson şaşırıyor. “Bu karabiber efendim”.  “Olur mu ya bu isot. Karabiber yok mu?”  Garson, hemen aşağıya iniyor tekrar. Biraz sonra geliyor. “Karabiber kalmamış sipariş vermişiz “ diyor.  İsotu almaya niyetleniyor.  Bu sefer de Babam, kalsın yeriz diyor. Yemeklerimiz afiyetle yedikten sonra çayımızı içip buradan ayrılıyoruz. 6 kişilik yemek 110 TL. Gayet güzel.

Geçit büryandan Hasankeyf yoluna çıkmak 5 dakikamızı almıyor. Aferin karıcığım iyi bir yer bulmuşsun. Yılın co-pilotu sensin. Batman’ın kargaşasından çıkıyoruz. Hava çok güzel tekrar kırsal alandayız Hasankeyf tabelasını gördük nihayet. Şimdi Ece’nin grubumuza bir sürprizi daha var. Bana sessizce asma köprüyü hatırlatıyor. “Tabi ya ben nasıl düşünemedim.” 3üç sene önceki seyahatimizde Hasankeyf’e 10 km kala tesadüfen tabelasını görüp 5km’lik bozuk bir yoldan ilerleyerek ulaştığımız bir asma köprü vardı. Dicle Nehri’nin üzerinde keyifle salınım yapan asma köprümüz. Ben köprünün yolunu kaçırmamak için dikkat kesiliyorum. Biraz sonra keskin bir virajın bittiği terde tabelayı görüyorum ama geç kalıyorum. Neyse ki biraz ilerde manevra yeri var. Geri dönüp tanıdığımız bozuk yola giriyoruz. Hava güneşli ve açık. Birazdan gökyüzünün mavisinin Dicle’deki yansımasına kavuşuyoruz. Dicle’ye kavuşmak müthiş bir keyif. Bu nehir dünyanın en güzel nehri bence. Geniş yatağıyla, berrak suyuyla ve harika ışıltısıyla insana yaşama sevinci aşılıyor. Kimse soru sormuyor. Buranın büyüsü herkesi sarmış durumda...

Önce birkaç büyük çadırın yanından geçiyoruz geçen gelişimizde kimse yoktu burada. Sonra uzaktan köprüyü görüyoruz. Çok geçmeden asma köprüye ulaştığımızda hepimiz, hayranlıkla yutkunuyoruz. Burayı sanki ilk defa görmüş bir heyecanlanıyoruz. Seval Annem ve İrfan Babam da şaşkınlık içindeler. Bu manzara görülmeye değer. Karşıda eski ve harap köy aynen duruyor. Köylüler tarlayla uğraşıyorlar. Nehrin karşı tarafında 5-6 kişi balık tutuyor. İnekler etrafa yayılmış otluyorlar.  Burası Dünya’nın en huzurlu yerlerinden birisi. Şu andan itibaren uçağımızı kalkacağı dördüncü günün sonuna kadar burada kalalım desem kimse itiraz etmez gibi. İnip köprüye çıkıyoruz. Neşe içinde fotoğraflar çekiyoruz. Aşağıda paraşüt denilen doğa düşmanı bir balık ağına balıklar takılmış üzülüyoruz ama yapacak bir şey yok. Köprüyü geçip nehrin diğer tarafına geçiyoruz. Burada iki baba, tarlada çalışan köylülerle uzun bir sohbete dalıyorlar. 80’li yıllarda köyleri yakılan insanlar göç etmek zorunda kalmışlar. Yirmi  sene İstanbul’da çalışmışlar. Sonra köylerine geri dönmüşler ama kötü haber:  Bu köy ve bu güzelim asma körü de biraz sonra gideceğimiz Hasankeyf gibi baraj yapımı nedeniyle sular altında kalacaklar. Köylüler de devletten tazminat alabilmek için buraya ağaç dikiyorlar. Devlet, ağaç başına çiftçilere ödeme yapacağı için buradan biraz para kazanmayı umuyorlar. Bu insanlar bu parayla ne kadar idare ederler bilinmez ama bu topraklar sular altında kalırsa dönebilecekleri bir köylerinin kalmayacak olması çok acı bir durum. Burayı belki de son defa görüyoruz . Asma köpü ve çevresinde epey zaman geçiriyoruz. 

Sonra  yola devam etmek için minibüse biniyoruz. Bir süre sonra Seval Annem, nehre inebileceğimiz bir yer görüyor. “Hadi inip ayaklarımızı suya sokalım” diyor. Bu  harika bir fikir. Ben, Annem, Ece ve Seval Annem ayakkabılarımızı çıkarıp ayaklarımızı suya sokuyoruz. Dicle’nin serin suları bizi ferahlatıyor Nehrin bu kısmında eğimle beraber ufak akıntılar da oluştuğu için debi artmış suyun gürültüsü ve gücü bizi etkiliyor. Ayaklarımız serinleyince biran önce toparlanıp araca dönüyoruz. Birazdan ana yoldayız. Burası o kadar güzeldi ki Hasankeyf’e kadar etkisinden çıkamıyoruz. Bu arada bugün, bizden birkaç gün önce bir turizm firmasıyla bölgeye gelen arkadaşımız Tuğba’yı görme şansımız vardı. Onların bugünkü programı Midyat ve Hasankeyf’ti. Sabahtan haberleşmiştik bile ama biz Batman’dan ayrıldığımız sırada onlar da Hasankeyf’ten ayrıldıkları için görüşemiyoruz. Eğer  görüşebilseydik, evlerimizden yüzlerce km uzakta ilginç bir buluşma olacaktı.

On dakikalık yolculuktan sonra Hasankeyf karşıda görünüyor. 10000 sene öncesinde kurulmuş bu antik şehir, mağaraların göçme tehlikesine sahip olması nedeniyle turistlere kapatılmış. Önceki ziyaretimizde içine girmiştik ama şimdi sadece kıyısından bakacağız. Dicle’nin üzerinden geçip, aracımızı park ediyoruz. Sonra ufak bir çarşının içinden geçip terk edilmiş şehrin kapısına geliyoruz. Burada 3-4 sene öncesine kadar insanları yaşadığını bilmek bile değişik duygular uyandırıyor. Çarşıyı geçerken yanımıza rehberlik yapmak isteyen bir sürü genç yanaşıyor. Hepsini kibarca geri çeviriyoruz. En sonunda yanımıza 10 yaşlarında bir çocuk geliyor. “Adın ne?” diyorum.  “ Hamza” diyor. “Ben de Mücahit. Memnun oldum.“  Sempatik doğu şivesiyle, “ Benim abimin adı da Mücahit “ diyor.  Gözleri parlayan Hamza, çok sevimli.  Onun rehberliğini kabul ediyoruz. Şehre giremeyeceğimiz için bizi merdivenlerden yukarı şehrin yamacına bir terasa çıkarıyor. Dicle nehri ve az önce üzerinden geçtiğimiz köprü şimdi ayaklarımızın altında. Hemen karşımızda Anadolu Selçuklu mimarisi bir cami var. Hamza bize camiyi anlatıyor. Ustasıyla yarışan bir kalfanın bu camiyi nasıl yaptığını anlatıyor. Hikayeye göre, iki farklı merdivenle çıkılan bu minarede iki kişinin iniş çıkış sırasında karşılaşmayacağı anlatılıyor. Usta, kalfasının bu minareyi nasıl yaptığını görünce yarışı kaybettiğini anlayıp kendini aşağıya atıyor falan filan. Hamza ile eğlenceli vakit geçiyoruz. Birazdan abisi geliyor ben onu adaşım Mücahit sanıyorum ama sonra öğreniyoruz ki; onlar 3 farklı anneden toplam 23 kardeşler.  23 çocuklu bir adam bu kadar çocuğa nasıl bakar onlara nasıl bir gelecek hazırlayabilir? Hamza gibi nice akıllı ve zeki çocuklar bu kalabalık ailelerde yok olup gidiyor belki de... Güney Doğu gerçekleri keyfimizi kaçırıyor. Hamza’ya veda edip Hasankeyf’ten ayrılıyoruz.

Şimdi kırk km’lik bir yolun sonunda bizi bekleyen Midyat var. Saat 16:00 olmuş. Plana göre Midyat’ın içinden önce Mor Gabriel manastırına gidecektik. Sonra dönüp Midyat’ı gezecek ve orada kalacaktık. Ama ben Mor Gabriel manastırını yoldan telefonla  arayınca ziyaret saatinin 16’da bittiğini öğreniyorum. Yarın ki programa uyabilmek için belki de manastırı es geçeceğiz. O halde diyorum, “Doğrudan Midyat’a gidelim.”  İşte o anda en arkadan babamın sesi geliyor. Şimdi de onun bize bir sürprizi var. Midyat’ın biraz dışında, Cizre ilçesi  yolunda bir Süryani köyünden bahsediyor. Elbeğendi isminde bir köymüş.  Vaktimiz olduğu için buraya gidebilirmişiz.  “Hem Süryani şarabı da alırız” diyor. Bu öneriyi herkes kabul ediyor. Yeni bir yer daha göreceğiz ne de olsa...
  • IP logged
« Son Düzenleme: 11 Mart 2018, 21:55:45 Gönderen: Mücahit Karabaş »

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
Ynt: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz
#6: 11 Mart 2018, 22:48:59
Midyat’tan geçip 15 km sonra Elbeğendi yoluna giriyoruz. Tam yol ayrımında Botaş’ın  tesisleri var. Babam iki sene önce bir arkadaşıyla burada kaldığını anlatıyor. Virajlı ama çok düzgün bir yoldan sonra Elbeğendi Köyü’ne ulaşıyoruz.  Burası aslında yeni bir köy. Zamanında yurtdışında çalışmaya giden Süryaniler, zamanla memleketlerine dönüp emekli olduktan sora burada çok güzel, villa tarzı bahçeli evler yaptırmışlar 30-40 haneli bu köyde her ev farklı ve kendine özgü bir mimariye sahip. Evleri bu yöreye özgü olan ve Midyat evlerinde kullanılan taşlardan yapmışlar. Bahçeler bakımlı. Anayoldan buraya gelen yolu devlet değil köylüler yaptırmış.  Burada her şey çok huzurlu ve çok düzgün. Evlerin hemen hemen yarısında kimse oturmuyor. Bu boş evlerin sahiplerinin çoğunluğu hala Almanya’da, İsveç’te, Norveç’te yaşıyorlar. Tüm bunları bahçesinde çalışırken tanıştığımız, Nahdu Bey anlatıyor. Kendisi yıllarca Almanya’nın Stutgart şehrinde  işçilik yapıp emekli olmuş ve buraya dönüp bu güzel evi yapmış. Süryaniler Arap kökenli ortodoks Türk vatandaşları. Tarihte sürekli dışlandıkları ve psikolojik işkence gördükleri için her zaman toplumdan izole olmuşlar. Dışarıya kapalı bir topluluklar. Ama hepsi de çok medeni insanlar. İnsanın, ve doğanın değerini bilip tanrıya şükrediyorlar. Yaşadıkları çevreye de çok saygılılar. Nahdu beyin kardeşinin de şarap yaptığını ve sattığını öğreniyoruz. Arka sokaktaki evlerine yürüyoruz. Evin dışından şarap fiyatını soruyoruz litresi 15 TL diyorlar. Bana biraz pahalı geliyor. Babam daha önce 2-3 km sonra başka bir Süryani köyü olduğundan bahsetmişti. Ben oraya da bakalım diyorum . Babam tamam diyor.

Biz minibüse binip giderken diğerleri Nahdu beyle sohbet etmek ve köyün fotoğraflarını çekmek için burada kalıyorlar. 5 dakika sonra bir askeri karakola geliyoruz. Diğer köye geçebilmemiz için burada durup kimlik kontrolü yapmamız gerek. Benim bu duruma canım sıkılıyor. Terörist gibi muamele görmek hoşuma gitmiyor. Ama burada görevli olan  uzman çavuş çok güler yüzlü. Bizi fazla oyalamadan hemen bırakıyor. Köye giriyoruz. Burası Elbasan kadar  modern değil ama standart Anadolu köylerinden daha gelişmiş bir yer. Evler iki katlı modern yapılar. Babam daha önceki gelişinde şarap aldığı yeri hatırlıyor.  40 yaşlarında genç bir kadın üst kattan bakıp “Kim o ?” diye soruyor. Babam “ Şarap almak istiyorduk” diye cevaplıyor. Kadın beklememizi işaret edip aşağıya iniyor ve kapıyı açıyor. 2 katlı evin avlusuna giriyoruz. Şaraplar için evin sahibi olan yaşlı annesini çağırıyor. Kadın Türkçe konuşup anlayamadığı gibi, Kürtçeyi de çok az konuşabiliyor. Süryanice’yi de biz bilmediğimiz için genç bayan bize tercümanlık yapıyor. Ben şaraptan tatmak istiyorum .  Yaşlı kadın, şarabı getiriyor. Büyük bir bardak dolusu kırmızı şarabı bize sunuyor. Ben şaraptan bir yudum alıyorum ama alkol oranı çok fazla.  Tadı da çok keskin. Şarap kültürüm çok gelişmiş değildir ama bana pek hitap etmiyor. Babamın da çok hoşuna gitmiyor ama bu nazik bayanların hatırına iki litre almak istiyor.  Yaşlı kadın evin patronu. Yavaş hareketlerle ama güler yüzle bize şarabımızı hazırlıyor. Biraz daha sohbet ederken babam şarabın kalanını bitiriyor. “Aman dikkate et babacığım çarpmasın” diyorum. Ev sahiplerinden müsaade isteyip ayrılıyoruz.

Az sonra tekrar karakoldan geçiyoruz korna çalıp selam veriyoruz. Memleketin bu ücra köşesinde nöbet tutan askerlere elveda diyoruz.  Elbeğendi Köyü’ne geldiğimizde önce bizimkileri bulamıyoruz. Sokaklar boş. Onlar da Nahdu Beyle sohbeti ilerletmişler.  Nahdu bey evini gezdirmeyi teklif edince kabul etmişler. Seval Annem ve İrfan Babam Balıkesir’in Susurluk ilçesine bağlı Demirkapı Köyü’nde kendi tasarladıkları, yüzlerce çiçek ve geniş bir göleti olan bahçeli iki katlı bir evde yaşıyorlar. Evle ilgili geliştirmeleri hala devam ettiği için mimari ve bahçe düzenlemesi konusunda her gittikleri yerde araştırmalarına devam ediyorlar. O yüzden bu ev ve bahçesi de çok hoşlarına gidiyor. Evin içi gibi bahçesi de şık ve bakımlı. Nahdu bey, yağmur suyu toplama sistemi kurmuş bahçesini bu kaynakla suluyor.  Kendisi bize çok misafirperver davranıyor. Bir bardak şarap da O ikram ediyor. Onlardan da birkaç şişe şarap alıyoruz. Artık hava kararmadan Midyat’a dönmek istiyoruz. Nahdu beyle telefonlar alınıp veriliyor. Vedalaşıp yola çıkıyoruz.


Midyat’ta kalacağımız yer, Devlet Konuk Evi. Burası Midyat’lı bir ailenin konağı imiş. 10-15 sene önce Midyat kaymakamlığı bu yapıyı satın almış ve açık hava müzesi yapmış. Konaktaki üç odayı da gelen misafirlerine tahsis etmiş. Konak uygunsa dışarıdan da misafir kabul ediyorlar. Ben otelde kalmaktansa böyle otantik bir yerde kalmayı istediğimden iki ay önceden rezervasyon yaptırmıştım. Ama o zaman ben burayı normal bir otel gibi bir yer sanıyordum. Koskoca konağı kapattığımdan buraya gelene dek haberim yoktu. Konağa girdiğimizde saat 19:00 olmuş. Konakta resepsiyon yok. Bekçi Zeki bey, bizi sıcak bir şekilde karşılıyor. Üç odamız var, ikisi kendi banyo tuvaletine sahip bir tanesininki dışarıda diyor. Ben hemen büyüklere zor olmasın diye düşünüp banyosu dışarıda olan odaya bizim geçebileceğimizi söylüyorum. Zeki Bey bize odaların anahtarları veriyor ama sonra peşimizden gelip bize hem odaları gösteriyor hem de konağı tanıtıyor. Bu kocaman konak, harika bir yer.  Dik ve dar merdivenlerden çıktığımız, ikinci katta karşılıklı iki oda var. Burada ebeveynler kalacaklar. Odalar yüksek tavalı ve çok geniş. Pencereler de dar ve uzun. Duvarlarda oymalar var.  Ama çok konforlu değil. Umarım anne babalar rahat ederler. En üst katta yani üçüncü katta bizim odamız var.  Hep beraber oraya çıkıyoruz. Burası kaptan köşkü gibi. Babam diyor ki; “Kral dairesi burasıymış galiba”.  Gerçekten burası çok güzel. Konak normalde sabah 7 akşam 20 arası ziyarete açıkmış  ama Zeki bey bazen kalabalık gruplar geldiğinde gece de konağı gezmelerine izin verdiklerini söylüyor bu durum benim canımı sıkıyor. Umarım gecenin bir yarsı insanlar dolaşmaz etrafta. Neyse ki sonradan kimse gelmiyor.


Plan şöyle: herkes odalarına yerleşecek.,Sonra etrafı gezip,  yemek yiyeceğiz.  Ardından  bir yerlerde Benfica Fenerbahçe UEFA kupası yarı final maçını seyredeceğiz.  Sabah Nemrut  Dağında Güneş FB için doğuyor demiştik umarız öyle olur.
Önce Ece’yle biz aşağıya iniyoruz Zeki beye yemek yiyecek bir yer soruyoruz o da bize bir yer tarif ediyor. Ben, “Fenerbahçe maçını nerede seyredebiliriz?” diye soruyorum. Bunun üzerine Zeki Bey,  bize harika bir teklifte bulunuyor. Girişte bekçi kulübesinin hemen üstünde kaldığı odanın terası olduğunu söylüyor. Televizyonunu dışarı çıkarabileceğini, bize çay demleyebileceğini, bizim de terasta maçı seyredebileceğimizi söylüyor.  Bu güzel teklife hayır demek imkansız.  Hava tam bahar havası. Etraf sessiz. Az önce biraz aşağıdaki oyun parkında oynayan kalabalık çocuk grubu anlaşılan evlerine dağılmışlar.  Sabah dörtten beri ayaktayız. Çok yorulmadan maçı seyreder sonra yatarız.  Maç saat onda.


Devlet Konuk Evinden çıkıp eski Midyat sokaklarından çarşıya doğru ilerliyoruz. Bir ara ufak bir koyun sürüsünün ortasında bile kalıyoruz. Sokaklar daracık, Tarihi binalar ve dükkanlar farklı bir yerde olduğumuzu bize hissettiriyor. Midyat esnafı dükkanları kapatmış Burada yöreye özgü gümüş işlemeciliği sanatı olan  “Telkari”  ürünlerin satıldığı  dükkanları ve Süryani şarabı satan küçük mağazalar  hala açıklar. Etrafta turist grupları var. Çarşıda biraz dolaşıp yemek yiyecek bir yer arıyoruz. Gurubun yarısı sulu yemek istiyor ama sulu yemek yapan bir yer yok gibi. Tam meydanda seyyar arabasında kebap yapan bir adam var. Tezgahın önünde 5-6 tane de ufak masası var. Dönüp burada yemek yemeye karar veriyoruz. Çok güzel kebabı, ciğeri ve kuzu şişleri var. O arada irfan- Seval çifti bir kutu kuru pastayla geliyorlar. Yorgunluk ve açlıktan bitap düşmüşüz. Dürümlerimizi göz açıp kapayıncaya kadar yiyoruz. Zeki beye de paket dürüm yaptırıp Devlet konuk evine dönüyoruz. Unutmadan, gezinin en ekonomik yemeği bu dürümler oldu. O kadar yemeğe 45 TL hesap ödüyoruz.

Önce odalarımıza gidip banyomuzu yapıp üstümüzü değiştiriyoruz. Sonra bir fireyle aşağıda Zeki Beyin terasında toplanıyoruz. Bugün beklenenin üzerinde performans gösteren Annem, maçı izlemeyeceğini ve erkenden uyuyacağını söylüyor ve odasında kalıyor. Biz de aşağıya iniyoruz. Koskoca konak bize kalmış. Harika bir duygu bu. Maç daha başlamamış. Kuru pastalar ve çaylar hazır.   Zeki Beyle sohbetimiz maçtan önce başlıyor. Seval -İrfan çifti bizden yarım saat önce inmişler ve derin bir sohbete dalmışlar bile. Zeki Bey tek böbreğini kaybetmiş, hanımı kan kanseriymiş. Üç çocukları var. Zar zor geçinebiliyor. Bozuk maddi durumuna ve kötü sağlığına rağmen sürekli sigara içiyor. Sigara kokusu da kendisiyle özdeşleşmiş. Burada bekçilik yapmanın zorluklarını anlatıyor. Kendisi arap kürt karışımı ama bayrağa bağlı olduğunu vurguluyor. Devlet adına çalıştığı halde devlete küs…Biz batıda yaşayanlara kırgın bir hali var. Hatta batılıları çok sevmediği bazı sözlerinden anlaşılıyor İrfan babam Zeki Beye haklı olarak kızıyor. Sonuçta pek çok konuda ortak bir nokta bulmaya gayret ediyoruz.

Gözümüz bir yandan Fenerbahçe maçında. Maalesef sonuç istediğimiz gibi olmayacak ve Fenerbahçe elenecek. Ama burada kurduğumuz diyalog ve sohbet ortamında biz de pek çok şey öğreniyoruz. Zeki bey bize konağın tarihini de anlatıyor. Bizim kaldığımız odanın hikayesi çok ilginç. 1940’lı yıllardaki konak sahibinin dört oğlu var. Bunlar halk partisi ile demokrat parti arasında bölünmüşler. O dönemin zengin ve kalabalık aileleri için bu durum normal. 1948 yılında Adnan Menderes’in buraya gelme durumu söz konusu olmuş. Demokrat partili kardeş iki katlı konağa ek olarak bizim kaldığımız katı yaptırmış. Odaayı özel olarak inşa edip içini de dışını da özenle döşemişler ve beklemeye koyulmuşlar.  Hatta konuşma yapması için bir balkon bile yapmışlar. Ne yazık ki Menderes buraya hiç gelmemiş. Bence çok şey kaçırmış diyor Ece…
Sohbet sırasında ertesi günkü programı soruyor Zeki Bey. Bana Nusaybin üzerinden gidersem yolu  sadece 20km uzatacağımı ve Beyazsu denilen mesire yerini de görebileceğimizi söylüyor. Aklımın bir köşesine yazıyorum bunu. Sonuçta sabah oylama yapmam gerekecek .


Sabah önce Mor Gabriel Manastırına gitmeye karar veriyoruz. Çünkü burası önemli bir yer. Gerekirse Mardin’deki programı kısa tutacağız. Mor Gabriel manastırı 09:30 da açıldığı için çok erken kalkmamıza gerek yok. Saat sekizde konukevinden ayrılmaya karar vererek odalarımıza dağılıyoruz. Devlet konuk evi başta “Sıla” dizisi olmak üzere pek çok film, dizi ve müzik klibine ev sahipliği yaptığı için çok bilinen popüler bir mekanmış. Umarız sabah biz çıkmadan ziyaretçi gelmez.
Ece’yle balayı suitimize gidiyoruz. Yorgunluk tüm bedenimizi sarmış saat 24’ü geçmiş. 20 saattir ayaktayız. Derin uykumuza dalıyoruz. Bu tarihi mekanda uyumak herkese nasip olmaz. İki dolu ve güzel günden sonra umarız gezimiz böyle güzel devam eder.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 974
Ynt: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz
#7: 11 Mart 2018, 22:59:17
Senin resim koyacağın yok Mücahit Reis. Boşlukları tamamlayalım..

1984-1985 yılları..

İlk resim Nemrut (Biz Aytül ile biraz hazırlıksız gitmiştik, üşüdük), diğer resimler Siirt - Tillo, aşağıda görünen Dicle..
  • IP logged
« Son Düzenleme: 11 Mart 2018, 23:02:52 Gönderen: Hasan Toparlak »

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
Ynt: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz
#8: 11 Mart 2018, 23:24:26
Hasan Reis harikasınız. Fotoğraflar çok güzel. Ben de fotoğraf eklemeyi düşündüm ama bazı teknik aksaklıklardan dolayı yazıyı Ece'nin bilgisayarından bulup eklemiştim. Şimdi kendi bilgisayarıma kavuştum. Bir kaç fotoğraf ekleyebilirim.


Gaziantep sokakları


Gaziantep Çarşı


Godoş Poseidon'un kardeşi Çapkın Zeus



Zeugma Müzesinin Primadonnası Çingene  Kızı



Halfeti






Karadut Köyünde akşam yemeğimiz
  • IP logged
« Son Düzenleme: 11 Mart 2018, 23:30:02 Gönderen: Mücahit Karabaş »

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4254
Ynt: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz
#9: 12 Mart 2018, 10:41:25
Diyarbakır'ı atlayınca, içim buruldu Mücahit.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
Ynt: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz
#10: 12 Mart 2018, 11:31:28
Diyarbakır'ı atlayınca, içim buruldu Mücahit.

Bülent Reisim,

En sonda yazacaktım ama açıklayayım. En önemli hata, böyle bir geziye dört gün gibi kısa zaman ayırmak oldu. En az bir haftalık zaman ayırmamız gerekiyormuş. İşten güçten bu mümkün değildi. Geziye gitmeden önce Diyarbakır'a bir gün ayırmıştım. Sonra program yapmak için okuyup araştırdıkça Diyarbakır'ın hakkını vermek için 2-3 gün kalmamız gerektiğini anladım. Nemrut, Hasankeyf ve Göbeklitepe için ekibe söz verdiğim için programı değiştirdik. Diyarbakır'ın içine girmediğimiz  için Babam da epey sitem etmişti. Daha sonra sadece Diyarbakır Gezisi için iki defa uçak bileti aldık. Türlü nedenlerden dolayı ikisini de kullanamadık maalesef. Hala içimde yaradır...
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4254
Ynt: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz
#11: 12 Mart 2018, 12:14:22
Geciktiniz. Özelden yazarım.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

  • *
  • İleti: 2553
Ynt: 2013 Mayıs- GAP Gezimiz
#12: 13 Mart 2018, 01:51:37
Bu ne güzel anlatım. İşimden kaldım dün. :)
  • IP logged

 
Yukarı git