Türkiye, kıyıları adalar dışında 8.333 km uzunluğunda olan ve her biri farklı ekolojik özelliklere sahip Karadeniz, Akdeniz, Marmara ve Ege denizleri ile çevrili. Marmara Denizi bir iç denizdir; Karadeniz’deki kıyı uzunluğu 1.700 km, Ege Denizi’ndeki, adalar dışında, 2.805 km, Akdeniz kıyıları ise 1.577 km’dir.
Marmara, Ege, Akdeniz sahil şeridinden kabaca 5 Km içeriden bir hattı takip edelim ancak bu bant içinde halk denizciliğinin etkin uygulandığını görebiliriz. Karadeniz sahil şeridinde ise bu bant çok daha dar. Coğrafya müsaade etmiyor. Tabii yukarıdaki mesafelerin tamamı da etkin olarak halk denizcileri tarafından kullanılmayıp aralarda uzun boşluklar da var. Kimi Mehmet’in kimi de Mustafa’nın çizdiği çerçevede. Mesahası kabaca 41.665km2 eder.
Tüm ülkenin alanı 783,562 km². Yine kabaca deniz ile ilintili alan oranı %5,31 olarak görünüyor. Bakiye 741,897m2 veya %94,69 verimli ve uygun alanları sanayi ve tarım, kentler ve hinterlandları için kullanılıyor. Genel rakamlar doğru oranları ise kabaca hesapladım. Biraz daha uğraşırsak 8.333Km deki nüfusu ve demografik yapısını da ortaya çıkartabiliriz.
Denizden ekonomik, kültürel, sanatsal, sosyolojik, turistik hatta askeri bir kazanım elde edebilmek için devletin uzun vadeli – örneğin 200 yıllık - , üretken, çağdaş bir denizcilik ve denizcilik eğitimi politikasına ihtiyacı var. Yoksa her gelen hükumetin kendine özgü politikası ile yazboz tahtasına çevirip de sonuç elde etmek neredeyse olanaksız.
Oysa bu ülke geneli olarak güneş, kum, sıcak deniz, mavi tur, amatör balıkçılık mevsimsel turizm fasit dairesine sıkışıp kaldık. Her nedense yüzümüzü çevirip de kim neleri nasıl yapıyormuş diye merak bile etmiyor, günden güne ufkumuzun üzerine çöreklenen kara bulutların farkına varmıyoruz. Geçmiş kültür birikimimize bigâne kalıp araştırmıyor, öğrenmiyor dolayısı ile aktarmıyoruz.
İşte tam da bu nedenlerle top yekûn kültürümüzde “deniz” olgusunun “dokunamadığını”, insanların denizle incelikli, estetik, sanatsal bir ilişki içinde olmadığını söyleyebiliriz.
Ama arada küçümen adacıklar da var: Urla’nın bir köyüdür Özbek. Tarihi 1000’li yıllara dayanır. Özbek Çaka Bey döneminden günümüze kadar gelmiş. Çaka Bey ilk köye geldiğinde Eğri Liman denilen bölgeye gelmiş. Denizci olduğu için, gemilerle de uğraştığı için o bölgede çok uzun süre kalmış. Gemi yatağı denen bir bölgede konuşlanmış ve hala orası gemi yatağı olarak biliniyor. Sahilinde balıkçılık ve az miktarda tekne yapımcılığı var. Balık lokantaları da son yıllarda artan turizm ile iyice gelişti. Kaçgöç yok.
Köyün kadın muhtarı Işık Hanım anlatıyor; “ Mevsimine göre kefal , barbun , kalamar olur. Biz denizden ne çıkarsa yiyen bir köyüz. Karadiken mevsimi karadiken yeriz… Şu anki mevsim narçiçeği zamanı, Pina yeriz. Sonra saçalan toplarız, badalan toplarız. Deniz münüğünü yeriz. Deniz salyangozu denir ona. Onlardan toplarız. Yani mevsiminde her şeyi yiyen tüketen bir köyüz. Kara salyangozunu da ilk yağmurlarda yeriz… İkinci yağmurlarda kimse gidip toplamaz."
Bana anlatılan denizkestanelerinin olgunlaştığı mevsimde akşamüzeri köyün kadınları kızları kollarında örme sepetler içlerinde bir kaç limon çakıllı deniz kenarına gelir, şalvarlarını toplayıp baldırlarına kadar suya girip eğilip kalkarak denizkestanesi toplarlarmış. Sepetler dolunca sahilde halka şeklinde oturur, önlerine irice bir taş alıp şarkılar, türkülerle, güle oynaya sepetlerinden kestaneleri çıkarıp taş üzerinde kırıp yumurtalarını limonlayıp yerlermiş. Toplaşıp köye döndüklerinde de artan kestane yumurtalarını tuzlayıp konserve yaparlarmış.
Sizce de karadikeni, deniz münüğünü, salyangozu yemeği nasıl akıl ettiler veya kimlerden devraldılar araştırmaya değmez mi?
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.