BEN YORULDUM HAYAT
Gece saat 02 sıraları, telefonumun ısrarlı çalışıyla uyanıyorum. “Hayır olsun!” diyerek fırlıyorum yataktan. Gecenin bu vakti çalan telefonlar hayra alamet değildir çoğu zaman. Kalbim burularak telefonu aradım bir süre. Bir yerden geliyor ama nereden? Uykumdan aymamışım daha. Onun da sersemliği var. Salondaymış. Bir nesneyi, bir aleti bir-iki sene kullandım mı, sanki bir karakter bir kişilik kazanıyor meret. Sıradan, bildiğimiz nesne, cansız halinden sıyrılıp doğasına aykırı davranmaya başlıyor. Telefonum da bisikletim, bilgisayarım, evdeki buzdolabı, musluklar, saç kurutma makinesi, bilumum avadanlık gibi bu adete uydu seneler önce. Onun en belirgin huyu; kendine bir yer beğenmemesi. Avare ruhumun bir parçası ona reankarne sanki. Gün boyu avare. Nerede olduğu belli değil. Koltukların, kanepenin altından, gardroptan, çatal kaşık çekmecesinden, nerelerden çıkmadı ki. İkide bir eşim çaldırıyor da öyle buluşuyoruz.
Neyse...
Çalması uzun sürdü de buldum telefonu. Baktım, rehberde kayıtlı değil numara. Ama bu saatte de bu yüzden telefonu açmamak da olmaz ki. Sekesenini geçik anam-babam var köyde. Arada bir ziyaretlerine gitsem de, çoğunlukla onlar orada, ben uzakta. Ömürleri uzun olsun. Ama insanın en sevdikleri yaşlanınca o kaçınılmaz son hiç akıldan çıkmıyor. Arada telefon ediyorum. Hal hatır soruyorum. “Ayaktayız şükür!” diyorlar alçak gönüllü bir sesle. Direniyorlar yaşlılığın güçlüklerine.
Bir daha: Neyse… (Bu sözcüğü, bana dağıldığımı, daha fazla dağılmadan konuya dönmem gerektiğini hatırlattığı için olacak, bir ayrı seviyorum.)
Açtım telefonu; Kulağıma yüksek perdeden bir müzik sesi geldi;
“Ben yoruldum hayat!
“Gelme üstüme üstüme!”
Böyle başladı. Sürüyor. Söyleyen bir erkek. Ses acıklı, isyankar. Arka fonda bir de klarnet eşliği var. Ağattı ağlatacak müziğin havasına jiletleyen, apayrı bir keder ekliyor. Arada bu yürek burkan klarnet olmasa, tanımadık biri yanlış aramıştır, diye düşünürdüm. Ama işin içine klarnet zurna girdi mi mutlaka bizim Pomaçelere çıkar bir ucu.
Telefonu kapatıp yatabilirim. Yapamadım.
Sürdü müzik. Bir parça da kaptırdım ezgiye. Güzel de söylüyor herif. İçkiden mi, sigaradan mı bilinmez sesi biraz kalınlaşmış ya.. Olsun. Bu ses tonu parçanın genel havasına da uymuş. Acılığına Adana Biberi gibi.
Sonunda bitti müzik. Nihayet!
Sesli harflerinin ayarını bilerek yükselttiğim uzun bir “Aaaalooooo!” gönderiyorum karşı tarafa.
“N’aber be deyyus! Gelmiyon bu aralar domuza. Dağ orman hayvan kaynıyor. Doldursan damacanaları Efora’ile de gelesin ya buraya!” dedi karşıdaki.
İlk anda çıkaramadım, ama ses tanıdık. Bir iki cümle daha söylese “şıp” diye tanırım. Tanıyamayışım, kafayı bulup peltekleşen, sözcükleri birbirine karıştıran, hamur gibi yoğuran sarhoş halinden değil. Tam tersi. Tanıdığım sesinin her zamanki hali bu.
“Şarkı çoook güzeldi, bardağımda şarap da bitmiş, onu da tamamlasaydın ne iyi olurdu,” diyorum.
Bir anda sesinin ayarı bozuluyor. “İbraaaam! İbraaam! Sesim geliyor mu kart gebeş? Dinledin mi şarkıyı. Bir de “Debreli Asan çalayım mı sana? Lüleburgaz’lı Necmi’den?” diyor. O an anlıyorum sesin kime ait olduğunu; “Garmada! Ayyaş gavur! Bu içkiye zamlar sana yaradı. Kimyacı kesildin başımıza. Ahırda rakı-şarap yapmayı öğrendiğinden beri selam vermez oldun. Alacağın olsun!” diyorum.
Tanıyamıyor sesimi. Bir anda karışıyor kafası. O sarhoş, ben ayık. Ondan tanıyamıyor belki de. Sesim biraz onun gibi çıksa tanıyacak o an. Zaten anlıyorum vurgusundan, çıkardı çıkaracak kim olduğumu.
“Sen de kimsin be?” diyor aksileşmeye komşu bir ses tonuyla.
“Benim Garmada! Unuttun artık sesimizi de bizi de oğlum…” diye konuşurken kesti lafımı; “Memet! Sen misin be? Neden çıktın lan oğlum sen telefona?” dedi şaşkın bir sesle.
“Sen aradın ya! Senin seyyar gazino kapanmadı galiba daha. Baksana saz ekibi canlı yayında hala,” diyorum neşelenerek.
Böyleydi o. “Zamanı geldiğinde güneş doğuyorsa, yağıyorsa yağmur, bahar gelip her yan yeşile, çiçeğe gark oluyorsa onların yüzü suyu hürmetine,” dediğimiz insanlardan. İçi dışı bir, tertemiz, gönlü derya, duygulu, insan, her daim aşık, koca yürekli bir adam Garmada. Ufacık bir kusuru var. Başladı mı içmeye, fren pedalını söküp atıyor. Durmak yok. Yıkılana kadar. O kadarcık da oluversin. Garmada’nın muhabbetine girmemek en iyisi. Birkaç -kısa tutmaya çalışacağım- maddeyle hayatını özetleyip sonlandırmak istiyorum yazımı;
İşte Garmada’nın olabildiğince kısa kronolojisi;
_1965’te doğdu. 1966 yazdılar nüfusa. Askere küçük gitmesin diye. Dedelerinin Rumeli’den memlekete taşıdıkları; tüm sülale, tartışma götürmez bir “ince duygu sahibi olma geni” muzdaribi. Bu yüzden de soyadı verecek memurun karşısında hiç düşünmeden “AŞIK” soyadını alıyorlar. Genetik aşıklık onlarınki. Hepsinde var az çok.
_1973’te İlkolula başladı. Istiklal Marşı okunurken bile onun burnunda papatya, kekik kokuları, kulaklarında yamaçlardaki keklik guburdamaları, keçi çanlarının “Boşver okulu, kaç gel dağlara” sesi vardı. Defteri kalemi kaybetti hep. Ama cebinden düdük, kaval hiç eksik olmadı.
_Okul tatil olduğunda inek güttü, keçi sağdı, soğan ördü, dağa ıhlamura gitti.
_İlk özel yetenekleri ortaya çıkmaya başladı. (Örneğin iddia üzerine, bir dikişte efes birasını soluksuz içebiliyordu. Bir ustalığı da kaval yapmada, çalmadaydı.)
_1979 okul bitti. Öğretmen de o da çok sevindi.
_Rahmetli babası onu köye karşı bir buruna götürdü. Eline bir kök kazması veri. Eliyle geniş bir araziyi göstererek; “Buralarda ne varsa, meşe, kocayemiş, piren kökü, taş, kaya, hepsini temizle. Kaz, düzle. Yamaçlara duvar ör. Zeytin ek. Bir de senin derdini çekmeyeyim,” dedi. Orada bırakıp koyaklarda kaval çalmaya gitti.
_İki sene kök kazdı. Balyozla, küskülerle kaya kırdı, ufaladı. Çıkan taşlardan yamaçlara duvar yaptı. Düzleyip kazdığı yerlere zeytin ekti.
_”Nalet olsun bu işe,” diyerek ovaya indi. Soğan ekti, buğday biçti. Bu işi de beğenmedi.
_Uzun süre harçlık biriktirdi. (Babasının cebinden arakladığı paralardı aslında bunlar. Daha medeni olsun diye öyle yazdım.) Bir teyp (Kasetçalar) aldı.
_1985’te Cevdet Reis’e balıkçı taryafsı olarak gitti. Bilumum cinsel, politik, sosyal deneyim ve şaşkınlıklarını ilk bu dönemde yaşadı. (Kasetçelerı yanındaydı. Kurşunu çekerken bile yan tarafında, son sesle Hakkı Bulut çalıyordu.) (Bu aralarda okuduğu “Aşıklık aynı zamanda da muhalif olmaktır da” düşturunu hayatı boyunca uyguladı.)
_1986 Arkadaşı Masur’la ortak bir kayık aldılar. Balıkçılığa başladı. Kayığa YORGUN adını yazdırdı. “Eskiden balık vardı Memet! Ne balık hem de. Her taraf lüfer, kofana. Atıyorduk bir kasa bira kayığa, gidiyorduk Bekirlimanı’na. Atıyorduk ağları. Etrafımızda yüzen bira şişelerinden bir tarla. Bitince biralar, çekiyorduk ağları. Silme gözler lüfer, palamut, zargana. Her şey vardı. Ben o zamanlar balık aramazdım. Balık gelirdi peşimden. Ben nereye, balık oraya…” demişti seneler önce. Bir demlenme sofrasında.
_19..Marmara’da balık bitti. Kayığı sattılar.
_Askere gitti. Gölcük Donanma Komutanlığı’nda çaycıydı. (Tezgahın altındaki çay posalarının altında hep bir ufak rakısı olurmuş dediğine göre.)
_Tekrar kazmayı aldı eline. Yakasını genişletti. Zeytinler iyi boy vermişti. Denizde olduğu sürece babası bakmıştı zeytinliğe.
_Evlendi.
_Eski usul zeytincilik zamanla gelişti. Sallama, zeytin ayırma makinaları, tarallar çıktı. Zeytincilik işi biraz hafifledi. Yine de sarp yakalardan katırla, küfe içinde zeytin indirmek zoruna gidiyordu. (Kasetçalarları çoğaltmıştı. Katırın semere de bir tane monte etti. Küçük hoparlörlerle yanlardan ses verdi.)
Köydeki en büyük “Fransız Devrimi”; İlk PATPAT’ın köye gelişiyle yaşandı. Türk’ün yaratıcı aklının bir mucizesiydi bu tekerlekli alet. Yanlara bıçak bağlıyor, tarla sürüyorsun, römork takıyor, soğan, odun taşıyorsun. Çok işlevli bir kahraman. Yaygınlaştı süratle. Sayesinde köyde eşek, beygir, katır kalmadı. Hepsi satıldı. (Bir tane Alicik’in katırı varmış. O da müzelikmiş. Yaşlıymış. Çocuklara gösteriyorlarmış arada bir; “Bak bu hayvan da KATIR,” diyerek. )
_Bir kızı oldu. Adını SEVDA koydu.
_Patpat aldı.
_Patpata römorka aldı. Baharda römorka oturaklar, sac bir bölme ekletti. İkinci el bir araba teybi aldı. Uğraştı didindi, Patpata monte etti. Yanlara büyük hoparlörler koydu. Ovanın nihayete erdiği noktadan köye canlı müzik dinletti. Bir ara imamla kavga ettiler; “Ezanın sesini duyuramıyorum. Devamlı açık onun teybi,” diyormuş imam.
_Cep telefonu aldı. (Şöyle müzik de çalabileninden.)
_İçki pahalandı. Domuz avı için gelen Bursalılardan içki yapmanın yolunu öğrendi. Kendi icadı olan viskiye Efora adını verdi. Dağda bayırda yabani erik, elma, armut, kızılcık bırakmadı. Bir ara dağdaki yabani hayvan nüfusu ciddi bir açlık tehlikesi ile yüz yüze geldiler. Birkaç kez ıssız ormanlarda domuz, çakal, kurt, birkaç tavşan, kurbağa, güvercin saldırısına uğradı. Çabuk anladı sebebini. Dağdan meyve toplamadı. Tarlaya ekti, kendinin olana kadar sağdan soldan tedarik etti.
_Patpat’a YORGUN adını yazdırdı. İçini mobil hale getirdi. Düğünler için özel düzenekler yaptırdı. Çilingir sofrasını römorka koyarak, gece yarısı düğün bitince marşa basıp deniz kıyısında demlenmeye devam edebiliyordu artık.
_Kızı evlendi. Uzak yere gitti. Tek tesellisi vardı; Damat Trakyalı’ydı.
_İçtiği içkinin miktarı arttı.
_Eskidi patpat, cep telefonu, bedeni, ne varsa her şeyi. Gözler bozuldu iyice. Telefonda isimleri seçemiyor artık. Kim bilir benim gibi kaç kişiye, gecenin bir vakti müzik dinletti böyle.
Şimdilik böyle.