Samos’un sağlam beyinlerinden en bilineni Pisagor olsa da, onun öncesinde ve sonrasında öyle adamlar çıkmış ki Samos’tan, akıllara zarar. Biz amatör denizcilere çok yakıştırdığım fikirlere sahip Samos’lu filozofumuz Epiküros’a merhaba diyelim!
Epikür
Bu ismi güzel adam, Samos doğumlu olmasına karşın ünü tüm sınırları aşmış, Atina’da kendine okul kurmuş, antik çağın önde gelen filozoflarından. Sadece yaşadığı çağ boyu değil, ölümünden sonraki yüzyıllar boyunca da etkisi sürmüş garibanın. Gariban dediysek lafın gelişi değil, adam hakikaten gariban. Bildiğimiz filozofların çoğu stoa gölgesinde, sıcak sular akan mermerler üzerinde uzun oturup, meyve yerken; tüccar babasının mirasına ya da şehrin zengininin sponsorluğuna güvenip, entel dantel triplerinde hava atarken; bu adam Samos’ta fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. (Diğer filozofları ne gömdüm arkadaş. Mağduriyet görünce dayanamıyor beden) Belli ki sıkı bir eğitimden geçmiş. Zira doğuştan zekilikle filan olmaz bu derinlik.
Bu çağ düşünürlerinin, zamanlarının çok ötesindeki konulara saplantılı bir ilgileri var. Sıkı durun, “atom”a takmışlar mesela. Çoğu düşünür ahlakın, hayatın, dinin yapısıyla uğraşırken, bir yandan “atom”larla ilgili teoriler de ortaya atıyor. İlginç değil mi? Yüzde yüz doğru değil elbette düşündükleri. Kimisi atom bölünmez diyor, kimisi bölünür diyor, kimisi ruh da atomlardan oluşur filan diyor, bazıları hatta deli saçması düzeyinde. Fakat sen iyiliğin kötülüğün ahlakın üzerine felsefe yapan bir adamsın, ne işin var “atom”la kuantumla bre hey gafil!
Şimdinin önde gelen bilim adamlarından olan pek saygıdeğer cübbeli bir hoca geçenlerde Nasa’yı filan eleştirdi hatırlarsınız. Dedi ki, “uzaya muzaya gitmek, Marsta filan hayat aramak ne saçma! Atın bir yüz bin dolar, gelin hepsini ben anlatayım, boşu boşuna uğraşıyorsunuz, para harcıyorsunuz? Bunlar bilinen şeyler. Daha ucuza öğrenmiş olursunuz hem!?!?!”
Zamanımızın filozofları çok aşmış durumda. Cübbeyi giydin miydi evrenin tüm bilgisi beynine yükleniyor. Bilim de neymiş! O zamanlar cüppe olmadığından, Ege’li filozoflar gerçeğe ulaşmak için bayağı bir uğraşıyorlarmış. İlkel adamlar tabii, akıl edemiyorlar. Bir cüppeli Epiküros Hoca çıkaramıyor kara cahiller! Arada 2500 sene var çünkü, karanlık dönemde onlar!
Neyse Epiküros’tan uzaklaşmayalım. Bazen Epikür bazen Epiküros diyoruz, idare ediniz. Anadolu’lu isimlerin sonunda malum -os eki var hep. 12 İyon şehri Anadolu’ya ait olduğuna göre, Samos da onlardan biri olunca, Epikür-os’u da hemşehrimiz kabul ediyoruz, heyecan yapıyoruz. Zenginliğimize bakar mısınız? Yaşadığımız topraklardan Aristarkuslar, Pisagorlar, Epiküroslar, hatta Thalesler, Anaksimandroslar, Anaksagoraslar geçmiş. Bugünkü bilimin, bilimsel metodun temellerini atan adamlar. Başka coğrafyalarda tek tük dehalar gözükse de hiçbiri kalıcı olmamış, kendinden sonra bir okul yaratamamış. Fakat bizim Ege’nin meyveleri, Ege’nin çocukları binlerce yıl sonra bile ışıl ışıl parlıyorlar.
Dikkatli dostların gözünden kaçmamıştır, yukarıda bahsettiğim Epikür ile biz amatör denizcilerin “alakası ne alakaydı kaardiş” diye Türkçeye eziyet düşünüyorlardır. Az sabır.
Epikür azıcık hassas iki konuda çatır çatır fikir yürüten bir adam. Tanrı ve ölüm üzerine! Adam yaşarken Hristiyanlık filan yok ortada, dönem Zeusların, Poseydonların, yiğidin harman olduğu dönem. (Cübbeli Berkesu’lar kızmasın diye tarihi doğru koymam lazım) Epikür diyor ki insanın birinci amacı haz almak, mutlu olmak. Haz almak için, mutlu olmak için özgürleşmesi, özgürleşmesi için de ölüm korkusundan ve tanrı korkusundan uzaklaşması lazım. Vaaay sıkı teori yiğidim.
Mutluluk ve amatör denizciler
İTÜ’de Akın Erişkon diye bir hocam vardı. Yapı İşletmesi dersi alırdık. Finalde iki soru sormuştu. Birinci ve ağırlıklı puan getiren soru şuydu: “Hayattaki amacınız nedir?” Aylarca dersi al, derste imar kanunundan işletme konularına kadar herşeyi işle ama finalde 60 puanlık soru, “hayatın amacı nedir?” Buyur buradan yak. Tabii herkes yaz babam yazdı, bir sürü edebiyat parçaladı. Fakat dönemin ilk dersini dikkatli dinleyenler, hocamızın sadece bir defa söylediği tek cümleyi yakalayanlar, o iki kelimelik cevabı verip geçtiler, puanı kaptılar. Cevap basitti: Mutlu olmak!
Her ne yapıyorsak yapalım, ne hedefler koyuyorsak, ne işler yapıyorsak yapalım, amaç eninde sonunda mutlu olmaya geliyor. Çılgın hocamız Akın Erişkon’un toprağı bol olsun. Ucundan kıyısından bizi Epikür’le tanıştırmış adam, ama gençliğimizin kavak yellerine karışıp gitmiş.
Epikür’ün felsefesi hazlar, zevkler üzerine. İlk bakışta, “Zevkin dibine vuran, bildiğin materyalist işte adam!” diyebiliriz ama değil. Epikür’ün felsefesinin içinde “elde olanla mutlu olmak” var. Hani sahip olduğumuzdan haz almaya bakmak gibi bir alçakgönüllülük.
Neyse, kitabi bilgilere gerek yok. Elinde olanla mutlu olmak, yaşadığın hayattan zevk almak, kadere ve ölüme çok da takılmamak, mutluluğu devamlı kılmak, şunun şurasında kaç sene yaşayacağız ki, filan deyince benim gözümün önüne amatör denizciler geliyor işte. Ondan dedim.
Ha bir de Epikür dostlara, dostluğa çok önem veriyor. Amatör denizciler için de öyle değil mi zaten? Şu hayatta, diyor, dostlar olmazsa olmaz. Değil mi ya? Bilge ve erdemli dostlar için çiğ tavuk yenirmiş. Temelde buna benzer bir şeyler söylemiş de, bizim filozoftan aktarmamız bile çiğ tavuk mertebesinden öteye kelime bulamıyor işte. Cahillik kötü muhterem. İki sene daha okuyup filozof olamadık.
Adamın berrak fikirlerinin sebebi temiz havadan bence. Yok makara yapmıyorum. Epikür derslerini bahçede verirmiş. O ve öğrencileri tarihte “bahçe filozofları” olarak anılıyorlar. Tam bizlerin kafada adam. Hem doğa, hem dostluk hem de eldeki imkanlarla sahip olunacak mütevazı mutluluklar.
...ve ölüm
Çok etkileyici ve çok bilinen bir lafı var. Ölüme ve onun getirdiği kötümserliğe takmışlara ve şu kısacık hayatı bu yüzden kendine zehir edip, boşa geçiren insanlara, nasihat gibi bir tez. Diyor ki: “Ölümden korkmak anlamsızdır. Ben varken ölüm yoktur. Ölüm geldiğinde ise zaten ben yokum.” Vaaay esaslı laf!
Bir de pek bilinmeyen bir nasihatı var: “Ey Türk Amatör Denizcileri” diyor, “mavi kartlarınızı işletmeyi unutmayınız! Cezası var!” Tamam biraz uydurmuş olabilirim. O kadar nokta atışı yapmamış.
Son olarak benim de çok sevdiğim bir mantık süzgecinden bahsetmek isterim. Epikür’ün yaşadığı çağda, malum, Zeus’lara, Hera’lara, Poseydon’lara vs. inanılıyor demiştik. Yukarıdaki ölümle ilgili düşünceden sıyrılma konusuna benzer biçimde, insanların tanrılarla olan bağını de irdelemiş Epikür. İnsanın özgürleşmesi ve mutlu olması için ölüm ve tanrı kavramından kendini soyutlamasını savunan bu adam, tezini “tanrı ve yeryüzündeki kötülük” üzerine kurmuş. “Kötülük problemi” olarak bilinen bu meşhur mantık, kendinden yüzyıllar sonra gelen Hristiyanlık inanışını da meşgul etmiş. Epikür’ün “kötülük problemini” çürütmek için nice kilise, papa, din adamı, teolog kendini paralamış. E koskoca Epikür bu! Samos doğumlu. Başa çıkamazsınız. Kötülük problemini çürütme çabalarına özel bir isim veriliyor: Teodise! Sizce de çok etkileyici değil mi? Milattan önce bir problem atıyorsunuz ortaya ve sonraki binlerce yıl boyunca insanlık ona karşı argüman üretmeye çalışıyor. Çok büyük adamsın Epikür!
“Kötülük problemi” ne mi? E bir zahmet arama motoruna yazın öğrenin.
Bir anı
İstanbul’dayım. Hava kararmış, yağmur var. Kış. Elimde koca bir saksı canlı çiçek. Yemeğe davetliyim, bekliyorlar. Caddebostan taraflarında taksiden indim. Adresi, sokağı son bir teyit edeyim diye telefona davrandım, bir baktım, telefon takside kalmış! Bir yerlerden telefon buldum, kendi numaramı çeviriyorum, taksici açmıyor, iyi mi? Israrlı aramadan sonra açtı, bıçkın bir üslupla beni süründürüyor. Çok uzaktaymış, hemen gelemezmiş, trafik de berbatmış. Poffffff! Neyse bir saat uğraştım ve adamı getirttim bıraktığı yere. Takside de müşterisi var. Adam sadece bana geliyor ayağı yaparken yoldan müşteri de almış. Üç beş kuruş sıkıştırdım eline, telefona kavuştum. Neyse gene de çok gömmeyelim adamcağızı, başkası olsa dönmezdi bile. Taksici arabanın kapısını kapatırken “ abi biri aradı çok kızdı bana, bağırdı çağırdı, Sadun’muş ismi, ne biçim azarlıyor o öyle yaaa” dedi, gitti. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Numarayı çevirdim, “Sadun abim, şey, ık mık...” der demez patladı. “Nerdesin lan!” Kısaca anlattım olayı, gülmekten konuşamıyor. Adresi tarif etti. Ressam Vecihi sokaktı galiba. Eve vardım, Oda ablaya çiçeğini verdim. Sarıldık, sevindik. Sadun abi hala dalga geçiyor.
Yemeği yedik, benim gözlerim 70’lerde zamanın durduğu tarihi salonda. Duvarda kocaman bir gemi tablosu. Camlı dolaplarda Kısmet’in seyahatinden objeler. Rüya gibi. O zaman Athar Beşpınar’ın hayatını yazıyorum, Naviga için. Harıl harıl kaynak arıyorum. “Özcan iyi tanırdı onu, dur bakayım bir arayayım” dedi. Özcan dediği Özcan Özyemişçi. Bir başka duayen. Eline ev telefonunu aldı. Upuzun kablosuyla, çevirmeli bir sabit telefon. Tuşlu değil, gençler bilir mi bilmem, çevirmeli! Konuştular, “ben kalkamıyorum artık, yaşlandım” demiş Özcan bey, “gündüz beni arasın, konuşurum çocukla.” Çocuk ben oluyorum?!?!? O telefon görüşmesi ertesi gün Naviga’nın ofisinden yapıldı. Önemli bir andı. Neyse.
Gece geç oldu, sohbetin tadına doyamadan, kalkayım artık dedim. Oda abla da, Sadun abi de patladı, “olmaz öyle şey, gidemezsin!” Haydaaaaa. Otele yerleşip gelmişim, herşeyim orada, yavaştan gideyim derken, haydi yine bir azar. “Gece kalacaksın, sabah gidersin!”
Detayları geçeyim. O gece Sadun abinin çalışma odasındaki tek kişilik sedirde yattım. Şimdi bile tüylerim diken diken. Uyudun mu derseniz, ne mümkün! Çünkü o bir oda değil, bir zaman tüneliydi. Tam karşınızda ağzına kadar evrak dolu bir dolap varken nasıl uyuyabilirsiniz! Kapakları kapanamayan, çünkü içinden belgeler taşan metal dolap, bir zaman tüneli girişi gibi ve davetkâr. Müze bekçisine görünmeden eserlere dokunan, biletsiz, kaçak girişli, kalbi heyecandan fırlayacak bir suçlu gibi sabahladım dolabın önünde.
Kahvaltıda içim pır pır. “Abi o dolap var ya o dolap!”
Sadun abi gevrek gevrek gülüyor karşımda. “Amaaan boşver dolabı hayta, bak bu peynir çok güzel, al bak”
Dayanamayıp heyecanla bastırıyorum. “Abi, o 8 mm makaralar, o filmler böyle kalamaz, çoktan bozulmaya başlamıştır abi, o dolapta kaç doktora tezi var, ah be abi! Tasnif etmek lazım onları! O dolap var ya... Şubatta gelirim İstanbul’a gene, ben tasnif ederim, abi onları bırakma öyle....”
Sözümü kesiyor.
“Eeeeh! Şubatta ben kayağa gidecem ulan! Yemişim evrağı bilmemneyi! Kaç senemiz kaldı ki şurda! Uğraşamam şimdi! Peynir al! Hayta!”
Önce Özcan Özyemişçi ağabey, sonra da Sadun abi göçtü gitti.
Sadun abiye dışarıdan baksanız şöyle tarif edebilirdiniz: Yazın teknede güneyde, kışın ise Uludağ’da kayakta, lüküs hayat, oh ne rahat. Kendiyle de dalga geçerdi, “eeeeh sosyete beeeh!” gibilerden. Uludağ’a kayağa gittiğinde nerde kaldığını söylemişti bir gün. National Highways General heroro rororo bilmemne gibilerden yabancı, pek havalı bir isimdi. Meğer devletin Karayolları müdürlüğünün tesislerinde kalıyormuş. Highways filan dediği o. Jetonum düştüğünde ne gülmüştüm. Yazın kaldığı koyların ve teknenin mütevazılığı de malum. Kışın gittiği tesisler de hayweys cenırıl bilmemne dese de, neticede devletin dinlenme tesisi. Hani pek sosyetik ve üst düzey bir hayattı?
Demem o ki. Eldeki imkanlarla, şu bir kere geldiğimiz dünyada, az şeyle maksimum haz alacak şekilde bir hayat süren Sadun abim, ülkemizin en Epikürist adamıydı! Tuzlu suyu bol olsun. Elinde bin kat fazla imkanı olduğu halde şu kısacık hayatın tadını çıkaramayanlara da selam olsun.
Haziran 2018'den
Yaşayıp gidiyoruz.