Seneler önce tekne sevdası ilk gönlümüze düştüğü zamanlarda, hani nerde şimdiki gibi pat diye tekne alıvermek, geceleri ve her boş zamanımda çılgın gibi gezginlerin notlarını okurdum. O zamanlar (ve şimdi de) benim için tanrısal Sadun abiden başlamak üzere hemen herkesin yazısını, önüme harita alıp hatmederdim. Gıcır gıcır sıfır tekneler filan yok kimsede o zaman. Her boyda ahşap teknenin, bir şekilde sahip olunmuş fiber fakat motoru hep sorunlu teknelerin ve sahiplerinin başlarına gelenler, gözümün önünden akar giderdi. İçten içe korkardım da, yahu ne meşakkatli iş şu deniz işi diye. Belki mazotun o zamanlar yeterince temiz olmamasından, ya da malzemelerin şimdiye göre daha kıt, mevcutların da zayıf ve kalitesiz olmalarından, belki de hava tahminlerinin çok gelişmemiş olmasından mütevellit, ne çok sorun anlatılır, ne çok badire atlatılırdı. Sığınılacak barınak ya da marinalar da az, koylar ve köyler daha bir ıssız, teknik yardım almak elbet çok daha zor olduğundan, hatta iletişim neredeyse sıfır olduğundan şimdiye göre çok daha çaresiz durumda olan denizcilerin anılarını hatırladıkça, hala içim bir garip olur. Ama işte tüm bu sebeplerden insanlar daha becerikliydi. Çünkü “icat çıkarmak” zorundalardı. Eldeki malzemeyi envai çeşit duruma göre dönüştürmek, pratik olmak, cin gibi bir kafayı yaşamak zorundalardı. Ne güzel yazılardı. Dilek Boğazıyla ne alakası var diyeceksiniz. Durun anlatacağım.
Tüm bu sıkıntılı gezi yazılarının hava ve deniz durumuyla ilgili bölümlerinde bazı coğrafi bölgeler vardı ki, rüyalarıma girerdi. Knidos sanki Bermuda şeytan üçgeniydi. Gökova öğleden sonraları insan yiyen bir canavar, Kuşadası Körfezi aşılması güç bir kara delik, Çandarlı körfezi ise “aman yarabbim” bir yerdi. Hemen her gezginin buralarda anlattığı uyku kaçıracak anıları vardı ve ben buraları denizden hiç geçmemiş gözü açılmamış sığırcık yavrusu olarak okur okur, sonra da sebebini bilmediğim bir gerginlikle uyumaya giderdim. Hani tekne aldık da bir o bölgeler kaldı gidemediğimiz sanki, teyallahım. Neyse efendim, bu bölgelerden biri de Dilek Boğazıydı! Hen hen hen hen hen hen! (Gerilim müziği) Dilek Boğazının içi dışarıya göre birkaç bofor fazla eser! (Aman yarabbim!) Kuzeyden ve güneyden gelen dalgalar ve akıntı içerisini kaynatır, karışık denizler yapar! (Oyyyyy!) Yukarı çıkacak denizciler günlerce Dip burunda, Sandal adası ve Su adası civarlarında hava beklemek zorunda kalırlar! (Eyvah ki ne eyvah!) Gene içim ürperdi.
İşte böyle bir yerdi Dilek Boğazı benim için. Her Musa’nın bir firavunu, benim de Dilek Boğazım vardı. Benim kendi çapımdaki boğazlar meselem Dilek’le başlamıştı ve fakat Montrö’yle filan çözülecek gibi değildi. Dilek Boğaz pastili de yoktu ki korkularımı geçirsin. İnsan korkularının üzerine gitmeli, doğru da, abartmamalı da, zira 2017 yazında toplamda oniki kere filan geçmişim. Çoğunluğu da yalnız başıma. Büyük aşklar nefretle değil büyük korkularla başlıyormuş sanırım, itiraf edeyim, seviyorum Dileği!
Şaka bir yana, bu iki ülkeyi ayıran incecik su yolu öyle sihirli, öyle narin ve kıymetli bir atmosferde ki, korku morku değil insana resmen yaşama sevinci veriyor. Geçmişteki anlatılanlar büyük ihtimal sadece Türk kıyılarını kullanan denizcilerin anıları. Komşuyla “soğuk” zamanlarımızda herhalde denizcilerimiz hep bizim tarafta kalmışlar. Mecburen elbet. Yunan tarafına göre daha vahşi doğa şartlarına sahip topraklarımız da Dilek Boğazına haketmediği bir “ters bölge” algısı yüklemiş. Hatta bizim kıyılar öyle bir askeri bölge halinde korunmuş ki, okuduklarımdan hatırlıyorum, boğazdaki az sayıda girintiye sığınan, havadan kaçan, demirleyen yatçılarımıza kendi askerlerimiz kötü davranırdı. Eğip bükmeye gerek yok. Gerçekler bu. Nöbetçi askerler gelir, binbir türlü zorluk çıkarır ve hatta kaba davranışta bulunurlardı. Seneler boyu biz tekneciler devletimizin gözünde zaten “dikkat yatı var!” adamlarıydık. Çanakkale’den teknesiyle çıktı diye hapis yatan denizcimiz vardı. Ya da teknesiyle yurtdışına çıkan teknecinin pasaportuna” dikkat yatı var!” damgası vurulduğunu anlatırdı eski ağabeylerimiz.
Boğazın iki yakası öyle farklı gelişmiş ki, hala daha şaşırıyor insan. Bizim taraf katı bir savunma ve insansızlaştırma politikası gütmüş. Karşı taraf ise balıkçılığından yemeklerine, yazlıklarından köylerine kadar hayatını normal devam ettirmiş. Öyle olunca da boğazın iki yakası arasında dağlar kadar fark çıkmış. Elbette Yunan tarafının daha korunaklı ve saçak altı doğası yerleşime, gelişime müsait. Bizim taraf ise özellikle tekneciler için çok zor bir coğrafya. Öyle olmasaydı bizim de gayet güzel yerleşimlerimiz olurdu diyebilirsiniz. Ben de size Dilek Boğazının iki adım ötesindeki bizim eserimiz Kuşadası’nı örnek veririm. E hani? Kuşadası’na hiç uzaktan baktık mı? Denizden? Şimdi biraz daha anlayabildik mi birbirimizi? Beceremediğimiz birşeyler var. Kuşadası’na, Bodrum’a ya da Bozcaada’ya yaptığımız daha doğrusu yapamadığıız birşeyler var ortada. Çirkin, kirli, hoyratça, çullanarak, ezerek, yok ederek, sonra yerine koyamayarak yapılmış birşeyler. Yazdıkça üzen, gördükçe kahreden bir acaip anlayış.
Yaşayıp gidiyoruz.