“5 duyusu olmayan, ve hiç olmamış bir insan yine de var olduğunu bilebilir miydi?”
Bu problemi ilk defa lisedeyken okuduğum dini içerikli bir kitapta görmüştüm, etkileyici gelmişti. Kitapta bir bedahet (tabiilik, apaçıklık) duygusuna sığınarak (ispatsız olarak) varolduğunu bilebileceği söyleniyor, buradan yola çıkarak da bilincin ve “ben”in 5 duyudan bağımsız olmasına geçiliyor ve buradan da bir “ruh” veya en azından bir “öte”ye geçilerek bir metafizik temellendiriliyordu.
Sonradan yıllar içinde gördüm ki asırlar boyunca felsefeciler ve ilahiyatçılar başta olmak üzere yeryüzünde gezmiş, yeme-içme ötesinde kafasını çalıştırmış, fikriyat ile meşgul olmuş kim varsa bunun üzerinde bir şekilde düşünmüş. Binbir farklı şekilde ifade edilmiş, her cephesi ile çok tartışılmış bir soru imiş...
Geçenlerde Magee’den bir röportajda duydum zannedersem, insanoğlu kainatın işleyişini anlama konusunda kuantum mekaniğinden tutun izafiyet teorisine kadar bambaşka sınırlara kadar geliştirdi anlayışını. Ancak insan bilincinin tabiatını anlama konusunda kelimenin tam anlamıyla bir milim yol kat edebilmiş değiliz. 20.000 yıl önce neredeysek şimdi de aynı yerdeyiz gibi duruyor… Çok doğru bir gözlem bence. Magee, bunun sebebi olarak belki de beyinlerimizin bu problemi düşünmeye uygun bir mimarisi yok diyor. Bu da iddialı bir cümle olmak ile beraber doğru olabilir.
Bilinç araştırmaları günümüzde, felsefeciler, ilahiyatçılar ve nöro bilimcilerin kesişim noktasında, hala sınırları çok kesin çizgiyle çizilememiş bir yerlerde bulunuyor. Bir taraftan bakıldığında bir tür tabu esasında. Herkesi rahatsız eden bir tarafı var çünkü doğrudan “öznesinin” o kadar kurcalanmasının. Somut bir sonuç bulunsa bile kimsenin kolayına kabul edebileceği türden olmayacağını düşünmek zor olmasa gerek bu sonucun “objektifliğinin”.
Bu konuda akla gelen en ünlü isim Daniel Dennett, %100 materyalist çerçevede bir resim çizmeye çalışan bir felsefeci ve bilincin bir tür ilüzyon oduğunu iddia edecek kadar “ileri gidiyor”. İşin kültürel tarafına dair başka yazarlar tarafından da sorulan ilk Homo Sapiens’in “bilinci” gerçekten var mıydı kültürü ile beraber mi şekillendi sorusunu ise antropolojik olarak acaip heyecan verici bulduğumu söylemem lazım…
Baştaki soruya geri dönersek… Takip ettiğim bir blog var, geçenlerde orada karşıma çıktı yine. Blogun yazarı uzun zamandır takip ettiğim iyi bir bilgisayarcı olduğu için soruyu nispeten farklı formüle etmiş. Böyle bir beyin “bilgi” üretebilir mi üzerinden gitmiş. Bu formülasyon hoşuma gitti ve birkaç düşünce tetikledi, bunları paylaşmak için yazıyorum biraz da bu yazıyı. Blogda soru bu şekilde formüle edilmiş ancak olay ontoloji-epistemoloji cephesinde tartışılmış. Oysa işin biyolojik ve fiziksel tarafı benim çok daha ilgimi çekti. Şöyle ki:
Bir insandan bahsediyoruz herşeyden önce, bu bir ön kabûlümüz olsun, (aksi takdirde kafamızda tasarladığımız soyut bir varlık olur ki çok ilgimi çekmiyor bu problem). İnsan olsun illa ki. Ama 5 duyusu yok ve hiç olmamış. Ancak biyolojik olarak bu insanın beyni canlı varsaymak durumundayız. “İşlevsel” bir şeyden söz ediyoruz sonuçta.
Şimdi beyin dediğimiz organın yapısı ve işleyişi konusunda iki önemli teori var: 1. Modüler beyin 2. Plastik beyin. Plastik beyinden kastedilen şu ki beyin tamamıyla dışarıdan alınan sinyaller ile şekilleniyor, beyin hücreleri her görevi üstlenmeye hazır vaziyette bir “plastisiteye” sahip… Modüler teoride öngörülen şey ise farklı. Hayır diyor modüler teori, beyin özelleşmiş bir yapıdır, konuşma, görme, işitme, vs. gibi farklı bölgelere ayrılmıştır. Milyonlarca yıllık doğal seleksiyon ona yüzlere karşı ekstra hassasiyet, içsel bir fizik motoru, 3 boyutlu dünyayı 2 boyuttan çözebilme vs. vs… gibi yetenekler kazandırmıştır. İşte doğuştan kör olanların yapabildiği resimler, olağan üstü işler ortada… Bunlar önceden genetik olarak kodlanmış gelmezse beyin sadece sinyallerle bunu çözemez. (Chomsky’nin dilin içselliği argümanı da burada…)
Dolayısıyla modüler teori çok daha akla yatkın ve kanıtlarla destekleniyor. Zaten plastikçiler de %100 pelte gibi bir yapı öngörmüyorlar benim anladığım kadarıyla. Dolayısı ile elimizde özelleşmiş, en ufak bir sinyalden bir örüntü tanımaya meyilli, hatta “aç ve saplantılı” bir yapı var.
Ee? Ama sinyal yok? O kadar hızlı gitmeyelim. İlla dışarıdan bir sinyal olmaması demek kendi üretemeyeceği anlamına gelmiyor. Şöyle ki madem işlevsel bir yapıdan sözediyoruz, bu, beslenen canlı bir beyinse bir tür elektrik sinyali üretiyor olması gerekir. Bu sinyal başlangıçta salt “gürültü” mahiyetinde olsa bile modüler bir yapıda daima öyle kalacağını düşünmek aksini düşünmekten çok daha zor geliyor bana.
Biraz daha açarsam burada gürültüden kast ettiğim şey tam anlamıyla bir rastgelelik. Televizyondaki karlı beyaz ekran veya radyoda yayın yokken duyduğunuz salt hışırtı sesi mesela elektriksel gürültünün görsel ve işitsel karşılığı. Eee? Karlı ekrana bakarken durup dururken birşeyler görmeye başlamıyoruz değil mi? Güzel! Başlamıyoruz ama bazen ufak tefek bir şeyler seçer gibi olmuyor muyuz? Unutmayalım ki bizim beynimiz yoğun bir şekilde duyulardan besleniyor ve bunları hemencecik “eleyebiliyor”. Duyulardan mahrum bir beyin elektriksel sinyallerin rastgeleliğinde bulabildiği minnacık “dalgalanmaları” kapabilir (mi?). Eğer hal böyle ise rastgelelikten yola çıkarak bu dalgalanmaları hafızasına kaydedip aralarında ilişki kurmaya çalışamaz mı?
Termodinamikte rastgeleliğin meşhur ölçüsü olan entropinin alternatif bir tanımı daha var ve bu tanım “bilgi” üzerinden yapılan bir tanım. Buna Shannon entropisi deniyor. Bu bağlamda genetik olarak örüntü tanımaya programlı bir organ enerjisini rastgelelikten düzen üretmeye çalışarak geçirebilir yani “bilgi” üretebilir belki de diye hissediyorum…
Güvercinlere tamamıyla rastgele anlarda yemek veren bir makine ile yapılan deneylerde bir süre sonra hepsinin kendi “kültünü” geliştirdiği gözlemlenmiş. Kimisi sürekli kafasını sallamaya başlamış, kimisi sürekli sek sek oynuyor, kimi kendi etrafında dönüyor. Çünkü ilk yemeğin geldiği an o harekete denk gelmiş ve tekrarlamaya başlamış, sonra çoğu zaman denk gelmemiş ama bir sonraki sefer de denk gelince buyrun size bir amplifikasyon mekanizması. Güvercinlerde bunu bir rastgelelik üretiyor da beyinde niye olmasın diye düşünüyor insan.
Bu bilginin mahiyeti elbette ki bildiğimiz ve aşina olduğumuz herşeyden farklı olacaktır ama ortada bir aktivite olacaktır ve bu aktivite dışarıdan bile gözlemlenebilir belki bir cihaz ile. Bakın bu şekilde formüle edilince problem bir anda felsefi düzlemden bilimsel düzleme iniyor. Mesela böyle bir deney tek yumurta ikizleri üzerinde yapılırsa sinyaller arasındaki farkları gözlemlemek ne gibi bir sonuç verir acaba diye “yararlı” soruların sorulmasına da sebebiyet verebilir. Beyinde ne kadar rastgelelik vardır? Kuantum teorisinden gelen rastgelelik beyine yansır mı (ki ciddiye alınan bir fikir bu da) vs. gibi sorulara verecek bir cevabı olabilir böyle bir deneyin.
--------------------------------------------------------------
Ee? Ruh nerede? “Bilinç” nerede? Görüldüğü gibi bu soruları tamamıyla tartışma dışı bırakyor yukarıdaki gibi bir akıl yürütme mesela… Bu mevuyla ilgili son olarak aşağıdaki görseli paylaşmak istiyorum. Bu, Descartes tarafından çizilmiş birşey:
Adamın beyninin içinde bir odacık kurgulamış. Görüntü oraya düşüyor, “gören” orada, “ben” orada, “bilinç” orada veya isterseniz “ruh” orada diyebilirsiniz. Ancak bu tasvirdeki büyük sıkıntıyı 5 yaşındaki çocuklar bile anlayabilir:
Geçen denemek için benim 4,5 yaşındaki geveze kızıma sordum. Sevimli hayalet Casper duvarların, kapının içinden filan geçebiliyor değil mi? Evet dedi. Peki ama bazen bardakları oyuncakları da kaldırabiliyor, nasıl oluyor bu? Soruyu anladı (ki önemli olan da buydu), ama hazır cevap kerata cevabı da yapıştırdı: “Hayır, baba! Onun “gücü” var çünkü…”