Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: MOLA

  • *
  • İleti: 151
  • Keşke insanyürüyüşünü dünya ile bütünleştirebilsek
    • Kapina
MOLA
OP: 28 Aralık 2018, 06:50:36
MOLA
 
Teknedeki herkesi etkileyen tek bir kelime var; “Mola!”.

Nerede olup, ne yaparlarsa yapsınlar, herkes, bu sözcüğün bir anda teknedeki her işi, her duyguyu, her hayali oracıkta kesip, yol açacağı eylem ve duygu halkalarının kendine özgü koşullarına tabi kılacağını biliyor. Herkes için bu sözcük beraberinde farklı, yorucu işler, zorluklar getirse de, sonuçta burada, denizin ortasında, bu sıkıntıların, bu yoklukların, yorgunlukların para için, geçim derdi için çekildiğinin, paranın yolunun da balıktan, balık tutmaktan geçtiğinin, sözcüğün balığa giden bir “mekanizma”yı başlatıcı, anahtar olduğunun bilincinde.

“Molaaa!”

En sevdikleri, coşkuyla duymaya can attıkları bu nida, evdeki yağa, tuza, geçime, mutluluğa, sigorta primine, yaz sonundaki düğüne, çocukların okul, kitap, defter kalem giderlerine, teknenin mazot, donanım taksitlerine gereken paranın müjdecisidir. Ondandır uyandırdığı ağır, iç burkan, heyecanlı telaş. Diğer bir yanda duymak istemedikleri bu haykırışın, saatlerce sular içerisindeki ağları, mantarları, kurşunları, mapaları, buza kesmiş, mosmor ellerle istiflemeye, yorgunluğa giden bir yüzünün de olduğu bilinir.
Reisin komutuyla birlikte teknedeki her şey oldukları durağanlıktan, eylemsizlikten silkinip, olan-bitenin içerisine dahil olacağı anı beklemeye başlıyor.

Moladaki ilk hareket arkadaki botla başlıyor. Kıç güvertesindeki eğimli kızağın üstündeki botun yan çelik kelepçeleri çözülüp, sabitleme takozları çekiliyor. Bir anda onu eğimli kızakta sabitleyen bağlarından kurtulan sac tekne, hızla denize doğru kayarken, burnundaki geniş halkaya bağlı ağın ucunu de peşinden sürüklüyor. Kaymanın hızıyla sağa sola birkaç yalpa yaptıktan sonra suda dengesini buluyor. Botçu, çalışan motoru tornistan ediyor. Ağın diğer ucundaki ana teknenin onu ağ dökerken sürüklememesi için botun bırakıldığı yerde sabit durması gerekiyor.

Ana tekne motoru son hıza alıyor. Sonarla belirlenen balık sürüsü hareketli, hızlı, en kısa zamanda etrafını ağlarla çevirmek gerekiyor. Baş kısmı, hızlanmasıyla birlikte suların üzerinde hafifçe yükselirken, ağların dökülecek uzunluğu kadar geniş bir dairenin ilk kavisi beliriyor. Her an, botla ana teknenin açılan aralarına metrelerce derinlikte, uzunlukta ağ, tonlarca kurşun, çelik halat ve mantarlar seriliyor. Ağların akarken çıkardığı seslere, denize dökülürken kıç güverte sacına çarpan mantarın, kurşunun, büyük bir orkestranın, denetimden çıkmış vurmalı çalgılarına benzer sesleri karışıyor. 1200 metre uzunluk, 70 metre derinlikteki tonlarca ağ kısa bir sürede büyük bir daire şeklinde denize bırakılıyor.
Geniş daire botun yanında tamamlanıyor. Kıç üstündeki yüksek ağ, mantar ve kurşun yığını eriyivermiş, döşemelerin turkuaz yeşilinin ıslaklığında, balıkçı çizmeleri dolaşıyor.
Bottan mantarın ve çelik halatın diğer ucu, ana tekneye alınıyor. İstinaga Halatı denilen, ağın altına, boydan boya, geniş demir halkalardan (matafora) geçirilen kalın çelik halatların iki ucu, mataforadaki makaralardan geçirilerek, dev vincin tamburasına sarılmaya başlıyor. Çelik halat sarıldıkça ağın dibi büzülüp kapanacak, böylece balık dev bir ağ havuzun içerisine hapsedilecek.

“Mola” bağırışını martılar bile tanıyor. Belki de insan dilinde ilk öğrendikleri sözcük bu. Teknenin etrafında birer ikişer dolaşan martılar, reisin narası, denize dökülmeye başlayan mantarın, kurşunun sesleri arasında, birden çoğalmaya başlıyor. Her taraf nereden çıktığı belirsiz martılarla doluyor. Hat boyunca dökülen ağların köpürttüğü denizin sallantıları arasında, önceki avdan kalmış balıkları topluyorlar. Çığlıkları, kurşun, mantar ve son gazla gürleyen motordan oluşan orkestraya ekleniyor.

Çelik halatların toplanması, vincin dev tamburasına sarılması bitiyor. Metrelerce deniz dibinden gelen halattan ışıltılı Ege suları damlıyor küpeşteye. Sallantılı denizde, mataforanın yanlarından sarkan, çelik halatta toplanan mapaların üzerine korkusuzca oturan mapacı Ferhat, (belki de korkusunu belli etmemeyi, korkusunu bastırmayı, korkmamayı öğrendi zamanla) halkaları birer birer açıp, hidrolik makaraya doğru yükselen ağın peşine bırakıyor.

Çelik halatın toplanıp, altının kapanması sürerken, diğer yandan ağ, arka güverte üzerindeki büyük hidrolik güç makarasına takılıyor. Bom direğinin tepesine bağlanmış, dönen makara belirli bir hızla ağı denizden vira edip, arka güvertenin üzerine bırakıyor. Salkım saçak aşağıya süzülen ağı tayfa karşılıyor. Karışık bir şekilde inen ağın mantarlarının, kurşunlarının, torunun, mapalarının birbirinden ayrılıp, farklı yerlere istif edilmesi gerekiyor. Bu işlem iki saate yakın sürüyor. Günde dört-beş mola yapıldığı oluyor.

Ağ denizden, tepedeki hidrolik makaranın daracık tamburasına doğru dev, saydam, üçgen bir çadır gibi yükselirken, her yanından sular süzülüyor. Naylon iplerle örülmüş boşlukların arasından süzülen damlacıkların kırdığı, renklerine ayrıştırdığı ışık zerrecikleri renk oyunları oynuyor çadırın içerisinde. Ellerden, kasklardan, yemyeşil muşambalardan sular süzülüyor. Güverte sular içerisinde, kaygan. Eller yukarıdan dökülen toru, mantarı, kurşunu alışkın hareketlerle birbiri üzerine yığıyor. Yavaş yavaş ağdan, mantardan, kurşundan, kalın halatlardan bir tepe yükseliyor arka güvertede.

Mataforanın ucundaki çelik halata bağlı çelik halkayı çözüyor mapacı. Hidrolik makaranın çektiği kurşun ve halatla beraber yükselip makaranın tamburasından geçiyor. Aşağıya süzülüyor. Güverteye yaklaşınca diğer mapa istifleyici çocuk daha havadayken yakalıyor halkayı. Güvertenin yan tarafındaki, mapaları dizdiği uzun çelik halata takıp, üzerinden sular dökülürken koşup bir sonra gelen mapayı yakalıyor. Adı Hüseyin. 1997 doğumlu. Zanaata (balıkçılığa genelde böyle deniyor) babasıyla beraber, Bigadiç’in köylerinden gelmiş. Tayfaya kısa zamanda sevdirmiş kendisini. Utangaç gülümsemesi, meraklı bakışları, yüzünden hiç eksik olmuyor. O yaşta okul sıralarında, anasının dizi dibinde olması gerekiyor belki. Ama değil.

Mapanın bir-iki metrelik bir iple bağlandığı kalın halat, mapacı çocuğun ellerinin yanından, halat istifçisine doğru iniyor. Nasırlı, ıslak, sudan morarmış bir el, defalarca denize serilip toplanmaktan, aşınmış, tarazlanmış halatı kavrıyor. Diğer elinde yarısına kadar içilmiş sigarası, yılankavi hareketlerle istif yapıyor. Adı Nihat. Eski işi çobanlık. Dağları, koyunlarını, ağaçları, otları bilir, oralarda mutlu olurken, bir haller gelmiş başına, denizde buluvermiş kendini. Serin pınarlar, koyu ağaç gölgeleri, hayvanların boynunda dalgalanan çan sesleri uzaklarda kalmış. Evli. Bir kızı var. Laf arasında bazen, en çok, en derinlere, kızından söz ederken dalar gider gözleri.

Mapayla kalın halatın yanında mantarlar var bir de. Göz alıcı, sarı sarı, molada, serilen ağların, denizin yüzeyini kıvrıla kıvrıla gezinen hovardaları. Birkaç mantarcı var mantarları istifleyen. En çabuk onların tepeciği yükseliyor yukarılara doğru, mantardan kurşunlara kadar olan bölümdeki torlar hemen diplerinde, ayrı bir tepe olarak yükseliyor yığılırlarken. Tayfalar; beş, altı metrelik bir yerde, ileri geri yürüyerek, yukarıdan dökülen mapa, kurşun, ağ, mantar, halat seline bir düzen, bir şekil vermeye çalışıyorlar.

Tonlarca kurşun, denizin soğukluğuyla, ıslaklığıyla yığılıyor. Tepe oluyor dağ oluyor. Eller, kollar, omuzlar kaskatı, takatsiz ama aralıksız deviniyor. Durmak yok, bir anlık durmaktan korkuyor, durursa, elinin, kolunun onu dinlemeyeceğinden, kalkmayacağından, yanında cansız bir dal parçası gibi sallanıp kalacağından korkuyor. Adı Hamit. Vanlı. Van nere, Ege nere, Yunan açıkları nere?

Denizdeki sarı mantarlarla çizilen dev çember yavaş yavaş kapanıyor. Martılar daha bir çoğaldı, aç, sabırsız çığlıkları geliyor dört bir yandan. Üzerinden sular süzülen ağlar, bazen sertçe esen bir rüzgarla şişip dalgalanıyor.

İkinci Reis Şaban, her zamanki gibi hop orada, hop burada. Onu izlemek olanaksız. Bir insan bu kadar coşkulu, bu kadar hareketli nasıl olabilir, şaşırıp kalıyorum. On dakika içerisinde en az on kez matafora ile arka güverte arasında gidip geliyor. Mataforada halat bırakma işine bakan vinç görevlisine, kurşun, halat, mantar, tor istifleyenlere yardım ederken, bir yandan da kesik kesik cümlelerle coşkusunu, neşesini onlara aktarmaya çalışıyor.

Reis bunca hareket eden, kayan, devinen şeylerin ortasında kendini kenarda, dışlanmış, gereksiz gibi hissediyor. Orta güverteye iniyor, gür bir sesle bağırıyor;
“Vira be! Vira! Uyuma be İsmail! Kaldır götünü. Bas şu halata!”

İsmail’in yüzü hafifçe kızarıyor. Eli bir an ön küpeştedeki vince dolanmış halatı bırakmakla, daha sıkı asılmak arasında ince bir tutuklukta geziniyor. Önünde, geniş kanatlı bir martı, deniz yüzeyini sıyırarak ağlardan kurtulmuş, uzaklaşmaya çalışan balığı yakalayıp havalanıyor.

Mantarın, kurşunun, halatların çekilmesi sonlara yaklaştıkça, ağın “bocilik” denilen dev bir torba şeklindeki bölümü görünmeye başlıyor. Gittikçe daralan ağlardan kaçan balıklar en son buraya sıkışıp kalıyor. Teknenin yanına alınan bociliğin tekneye alınmasında yardımcı olması için bot da ağın yanına yanaştırılıyor.

Tüm tayfa teknenin yanına dizilerek “Hooha Hoop” nidalarıyla torbayı tarayarak, balığı daha dar bir alana toplamak için çekiyor. Balık, dev bir ağ filede toplanınca, halatlarla vinç yardımıyla, sapan denilen bir düzenekle bu balık dolu torba kaldırılıp, orta güverteye alınıyor.

Reis, orta kamaranın birkaç metrelik alanında iyice sıkılmış, yan güvertede, sağa sola emirler yağdırmaya başlıyor;

“İsmail halatı gevşet, Hüseyin sapanı düzgün tut, Vira be! Vira be yav!.. Az daha... Az daha! Hoop. Yavaş. Mayna! Mayna! Yavaş ba oğlum. Az yana halatı yaslasana be Üseyin. Kolla demiri, çek! Çek! Çek! Çek! Çek!!! Sal!

Kıtal denilen torbanın altına giren tayfa, bağlama ipini çözüp, hızla altından kaçıyor. Birkaç saniye geç kalması demek, kilolarca balığın altında kalıp, balık banyosu yapması demek. Orta güverteyi bir anda kaplayan balık selini anlatmak kolay değil. Bir anda sudan çıkmış balığın can havliyle titremelerine, ortalığa saçılan bir pul yağmuru eşlik ediyor. Orta güverte büyülü bir titremeler seliyle kaplanıyor.

“Buz getir! Kasaları çıkarın ambardan, acele, acele!

Tayfanın bir kısmı ağları düzeltirken, büyük çoğunluğu kaplarla, küreklerle bir yandan üzerlerine buz atıp, bir yandan kasalara balıkları dolduruyor. Doldurma işlemi, eğer akşama yakınsa, teknenin birkaç saat süren limana gidişi sırasında veya günün erken bir saatiyse, mola edilecek balık arama boyunca sürüyor.

Akşam oldu. Hava karardı kararacak. Güneş Selanik taraflarında batmak üzere. Yorgun kollar, eller, sırtlar, bacaklar kalan son güçleriyle kavradıkları küreklerle, kasalara balık doldurup, istifliyor. Hafifçe esen poyraz bir anda denizin yüzeyini kabarttı. Teknenin burnu Enez limanına döndü. Bom direğinin tepesindeki, orta kamaradaki projektörler yandı. Sarı, yorgun bir ışık cansız balıkların gri, pullu sırtlarında yansıdı.

Büyük kamaradaki masaların üzerine gazeteler serilmiş, kabukları soyulmuş soğanlar aralıklarla dağılmış, yemek hazır. Mutfaktan yayılan kızarmış balığın kokusu esen rüzgara karışıyor. Televizyon açık. Ekranda birisi, iki sözün arasına inşallahlar, maşallahlar kata kata, sesi dalgalı, bağırmakla duyulmaz arasında, bir şeyler söylüyor.

Gece yarısından önce giriyoruz limana. Soğutmalı kamyonlar rıhtımda bekliyor. Yüzlerce kasa balık, elden ele aktarılıp, kamyonlara dolduruluyor.

Gece yarısına yakın, aşçının ve ırgatçının dışında kimse kalmıyor ortalarda. Reisin tepedeki kamarasının ışığı sönük, içeriden belli belirsiz, sonar cihazlarının yeşilimsi ışığı taşıyor karanlığa. Herkes, her şey yorgun, halsiz, uyumuş, sızmış bir yerlere.
  • IP logged

 
Yukarı git