III Bölüm
Turanlar’ın etrafındaki denizde, açıklara doğru uzanan, koyu, toprak rengi bir bulanıklık var. Sel inmiş gece. Fazla değil. Hasar-zarar verecek kadar büyümemiş sular. Kasım ayında inen selin izlerine rastlıyorum yol boyunca. Son yıllarda karşılaşılan en büyük afetti. Tatlısu, Düzler, Ballıpınar, Ormanlı köyleri en çok zarar gören yerlerdi. Evler, hayvanlar, insanlar sular altında kaldı. Tarlalar, tarlalardaki ürünler, fasulye, biber, yeni ekilmiş erik fidanı, koca koca dutlar, zeytin, kiraz ağaçları kökleri, saplarıyla birlikte denize taşındı.
Ormanlı’dan geçerken baharda suları gürleşen şelale, yazın kalabalıklaşan köy, durgun deniz, çaparide gün batımı konuşuldu. Laf arasına da bir “krematoryum” lafı karıştı. Merak ettim. Eski bir kalıntı varmış köyde. Köylüler burada Rumlar döneminde ölülerin yakıldığını söylemişler. Dini inanca aykırı bir şeydi söylenen. Bildiğim kadarıyla Hıristiyanlık’ta yakılmak dinsel bir tören şekli değildi. Yine de merak ettim. Defalarca köye gitmiştim de o yapıyı görmemiştim. Kıyıdaki rıhtıma çektik aracı. İndik. Köyün kenarında, bir yanı yıkık bir kır kilisesiydi. Yarımada etrafında, yerleşim olmayan yerlerde bile bu türde, küçük kiliseler inşa etmiş Rumlar. Haliyle bizimkilere de bir sürü iş açmışlar sonra sonra. Evcağızında rahat rahat yatacakken macır Bahri, Raif, Mümin, Rumların giderken onlara bıraktığı, “Bak burada, her kilisenin batı köşesine gömdüğümüz altın küplerini çıkarmazsanız iki elimiz yakanızda olur ahirette,” demişler, bizimkileri bir sürü zahmete gark da etmişler.
Neyse konumuza dönelim. Harabelere, gün güne eksilen, düşen taşlarıyla mahzun-süzgün duvarlara baktık bir süre. Dönüp arabaya giderken kahveden yaşlıca biri çıktı. Fedayi ağbiymiş. Öyle dedi. Anladım o an neden çıktığını kapıya; Selam sabah vermeden birkaç kişi neye dalar köy içine, harabeye neden yönelir, soruları… Hırsız mıdır, uğursuz mu, defineci, kapkaççı mı. Bir-iki cümle söyleyince dilimdeki yakın köylerde yaşayanların fark edebildiği vurguyu aldı Fedayi ağbi. Hemen değişti yaklaşımı; “Nerdensin sen?” moduna girdik. Ayaküstü tanışmalar, uzasa akrabalığa varacak içtenlik, “Eyvallah!” diyerek ayrıldım.
Burunun tepeden baktık Ballıpınar köyüne. Kiremitli çatılarda yükselen bacalardan ince, gri dumanlar tütüyor. Geçmiş ekimden kalma soğan ocakları, yeşil bir örtü yayılmış tarlaları geometrik şekillere bölmüş. Fasulyeleri toplananlar sarı ile toprak rengi bir boz renge bürünmüş. Daha sulan yerlerdeki yağmurun birikintilerinde parça parça gökyüzü kırıntıları yansıyor. Bu vakitler tarlada iş olmaz. Yine de hava çok bozuk değilse, adamlar gider şöyle bir dolaşır ovada. Zeytinlere, kirazlara bakar. Geçmiş hasadın anıları, duygularıyla birkaç laf bile atarlar suları çekilmiş, yaprak dökmüş ağaçlara. Toruna, evladına birkaç mandalina koparır, keçi kılı dokuma torbaya atar, döner gelir.
Ocaklarda, sabah sakınmadan yağan yağmur, gün ilerledikçe hız kesmişti. Köy kahvesinin yanına çekip motor stop ettiğinde avare birkaç damla, denizin iskeleye, rıhtıma vuran dalgalarından dağılan serpintilerden başka bir yağış yoktu.
Zamandan muaftır, insan hep doğduğu yere başka bir özlem, başka bir nostaljiyle bakar. Zamanımız gök, muhaceret çağı. Artan nüfusu besleyemedikçe köyle, benim gibi, geçim derdine dağıldı insanlar. Her ne kadar içimde, artık şuraya yerleşsem de, ot, saman, tezek kokuları arasında, bir kedi, bir köpek beslesem, yamuk yumuk da olsa bir sandalım, bir mantar misinam olsa çaparilik, çekeklere çöküp taka enkazlarının, paslı şanzıman, motor eskileri arasında yarım şişe şarabımı yudumlasam artık, özlemleri hiç dinmese de, yaşam hep insanı uzaklara doğru savurma üzerinden yürüyor.
Her neyse. Fazla hüzünlü konulara girmeyelim. Yaşılar kahvesine girdik. Babamın, dayımın, amcamın, yaşlıların elini öptüm. Hal hatır sordum. Etrafımız sandalyesini yanaştıranlarla genişledi. Geliş sebebimizi anlattı ekipteki lafı en rahat dillendirebilen Soner. Saat 18.00’de, sadece kadınlar için gösterim yapmak üzere hazırlıklara başladık. Hazırlanacak çok bir şey değil zaten. Son kontrollerden sonra ekibe, “Bizim eve gidelim de anamı göreyim. Hem de biraz dolaşmış oluruz.” dedim.
Evdeydi anam. Kışı hiç sevmez. Pek çok malum nedenden. Onun ise en baş nedeni, tarlalar su, göl, batak olduğundan çıkamaz bir yere, gidemez bağa bahçeye, ona bozulur. Daha bir sıklılır. Sokak kedilerine, köpeklerine çatar, hızını alamazsa tavan arasının sakini, birkaç fındık faresi ailesine savaş açar, öylelikle gün geçirir, bahara ermeye çalışır. Ana gözünde evladı hep gurbette, hep açtır. Kapıdan girer girmez, “Sofra kurayım, sunu kaynatayım, onu yiyin, bunu yiyin,” telaşı. Tavanı alçak yer odasında maşinga abartmadan, rahatsızlık vermeden tatlı tatlı yanıyor. Üzerinde bir güğüm, içindeki su vızıldıyor arıymış gibi. Özetle; “Asayiş berkemal!”
Öğlen ezanından sonra duyuru yapılmış. Sokakta rastladığımıza da söyledik. Köy küçük zaten. Biz kahveye gidene kadar ulaşması gereken yere ulaşmış olur haber. Zamanı yaklaşınca kahvedeki erkekler başka kahveye gitti. Kadınlar yavaş yavaş gelmeye başladı. Genci yaşlısı, çoluk çocuk geldi. Bir sandalye aldı. Geçti ekranın karşısına.
Bu yoğun ilgi ve katılım çok sevindirdi yapım ekibini. Bu kadarını düşünmedikleri yüzlerinden belliydi. Belgesel izlendi. Uzun uzun alkışlandı. Sıcak, samimi bir sohbet ortamında, bazı otlar, bitkiler hakkında sorular soruldu. Daha sonra boşalan sandalyelere oturan erkekler izledi.
Berzahın soluna, Bandırma yönüne dönerken sulu kar atıştırmaya başlamıştı. Eve girdiğimde hoş bir yorgunluk vardı üzerimde. Mutluluk verici, doyum verici bir haz. İnsanların farklı, öğretici, onları bir araya getiren bir ortamda oluşlarına vesile olmuştuk. Bunu bir “menfaat” için yapmamıştık. İyi bir şey yapmıştık bana göre. Bundandı bu hisler.
İyi şeyler insana iyi gelir. İnsan da insana iyi gelir.
Dilimin döndüğünce bu kadardı o gün yaşadıklarımız.
Selametle.