DENİZLE OLMAK
Tekne hafif yolla, sessizce iki maviliğin arasından kayıyor. Bugün daha mola edilmedi. Üst güvertede reis, sabah gün ağardığından bu yana, tarama aletlerinin ekranlarına sıvanan rengarenk ışıltılarda balık izleri arıyor.
Birkaç tayfayla büyük kamarada oturuyoruz. Hafifçe aralık camdaki ince bir rüzgâr ıslığı belli belirsiz duyuluyor. İçeriye sigara dumanı ve kızarmış balık kokusu sinmiş. Kapıyı, pencereleri saatlerce açık tutsan da çıkmıyor.
“Tayfa Nihat, gazetenin arasındaki boşluklara ağaç, ev, kasımpatı, ağır akan zamanıyla bir ikindi vakti, kırlangıçlı yuvalı bir saçak gölgesi, sokak aralarında birkaç nal sesi, kızarmış biber patlıcan kokusu, lahana turşusunun ekşimsi tadını çiziyor. Cebindeki çakıl taşını, tarihi geçmiş senedi, üç zeytin çekirdeğini koyuyor masanın üzerine. Açık cüzdanının yanına. Arasında iki oğlan çocuk, bir uzun kirpikli, ürkek yüzlü kadın fotoğrafı.”
Çocukluğu koyun sürüsünün ardında geçen Adem anlatıyor;
“İnsanla bir arada yaşamak zor. Aylarca berabersin denizin ortasında. Hele böyle eni boyu belli, bir karış yerde… Bazen günlerce limana uğramadığımız oluyor. Su bitiyor. Yıkanamıyorsun. Kokuyorsun, kokuyorlar. Herkes, her yer, her şey bir şeylere kokuyor. Daracık kamaralar, yatakhaneler, ranzalar, yataklar küf, çürümüş balık, deniz, hava, yosun kokuyor. Sen de kokmaya başlıyorsun sonra. Senin kokun da karışıyor tüm bu kokulara. Ayırt edemiyorsun hiçbirini. Nereden geldiğini bilemiyorsun. Alışıyorsun zamanla. Yüz yüze, sırt sırtasın insanlarla. Geğirse yüzüne, osursa sırtına çarpıyor esintisi. Balıkçılık zanaatı insanı değiştirir derler. Neden? Kalabalık, bir sürü insanla bir arada yaşamayı öğrettiğinden galiba. Temiz odalarda, anamın yıkadığı tertemiz, sabun kokulu çarşaflarda uyurdum eskiden. Zamanla başaltındaki, mazot, motoryağı, yatakhanedeki küf, ayak, balık, deniz ve çeşit çeşit pis kokulara da alıştım.”
Yarı aralık gözlerle, öğlen yemeğinin uyuşturan tokluğunda, uyuklamanın eşiğinde dinliyoruz söylediklerini. Gözler kayıyor, bir yere dalıp gidiyor. Tayfaların birkaçı başaltındaki yatakhaneye, kıç güverteye uzanmaya gidiyor. Uyuyup kalacağım oturduğum yerde.
Bir fırtına patlasa. Tekne batsa. Bir tek ben kurtulsam. Engin, masmavi denizin ortasında kimsenin ayak basmadığı bir adadaya çıksam. Dünya dertlerinden, bağ-kur, sigorta, kredi kartı taksitlerinden, hiç susmayan veya hiç konuşmayan karıdan, alacaklı bakkaldan, ev sahibinden uzak, sessiz, yalnız ve mutlu bir yaşasam.
Tayfa Hamdi açıyor gözlerini. Kulağını oğuşturuyor uzun uzun.
“Kulağım çınladı. Biri gene o boktan hayallerden kuruyor. Geziniyor ortalarda tıkırtısı. Kimse kessin artık şunu. ayarını kaçırmasın.”
Tayfa Ferhat çıkıyor kamaradan.
Denizin üstünde hafif bir pus. Rüzgârın serinliği dolaşıyor yüzümde. Uyuşuk, uykulu halim dağılıveriyor. Orta güvertede, ambar kapağının üzerinde oturan, yüzünden gülüşü hiç eksik olmayan, Şaban Reis’in yanına yaklaştım. Selamlaştık.
“Ağa gezdirirsin kendini bakarım da?”
“Ries nereye baksam görmediğim şeyler. Zamanın varsa bana biraz gırgırı gezdiremez misin? Görmediğim bir sürü yer var.”
“Tamam ağbi. Gel. Ama önce bir muşamba giy istersen. Bak kamaranın yanında var bir sürü. Al bir tane.”
Haki, üzerinde kurumuş balık pulları ışıldayan birini alıyorum. Giyiyorum. Balık kokuyor.
Kıç bölmesindeki kızağın üzerine çekili botu, üst üste yığılmış, arka güverteyi kaplayan tepe gibi yükselen ağları, mantarları, orta güvertede çelik saçlarla ayrılmış balık dökme bölmelerini, halat makaralarını, daha pek çok şeyi anlattı. Bazen birkaç kelimeyle, bazen de uzun uzun ayrıntılara girerek, bıkmadan. Mazot, egzoz, pas ve yağ kokusunun birbirine karıştığı makine dairesine indik. Sorumlusu bizi kara is lekeli yüzüyle karşıladı. Kesik, aceleci bir dille, çalışan makinenin sesini bastırmaya çalışarak, bağıra bağıra, saatlerdir jeneratörün kaçıran mazot borusuyla uğraştığını anlattı. Bir an önce işine dönüp, yağın isin arasına karışmak isteyen bir acelecilik vardı üzerinde. Üst güverteden hafifçe mırıltısı duyulan dev makinenin sesi, bölmenin içerisinde kulakları sağır edici bir şiddetle yankılanıyordu. Anlattıklarının çoğu anlaşılmadı. Çıktık makine dairesinden. Biraz daha dolaştıktan sonra büyük kamaraya girdik. Oturup birer çay içtik. İkinci Reis namaz kılacağını söyleyip izin istedi. Teşekkür ettim. Aceleyle çıktı.
Neredeyiz?
Bilmiyorum. Denizdeyiz.
Ne yapıyoruz?
Orta hızla, on iki kulaç denizde seyir ediyoruz.
Ne kadar sürecek bu?
Bilmiyorum.
Kim biliyor?
……
Reis biliyor mu?
O da bilmiyor.
Demir bom direğinin tepesindeki ağ makarası, kalın çelik halatın ucunda hafifçe sallanıyor. Yukarısında, kanat uçları siyah bir martı, teknenin hızında hafifçe süzülüyor. Silüeti tepede özgür, senkronsuz bir sarkaç gibi. Yavaşça soluk güneşin önünde salınıyor. Zaman zaman tekneye yaklaşıp, kendini hafifçe rüzgârın esişine bırakarak etrafında geniş kavisler çiziyor.
Bazen kamarada neşeli, şen şakrak, kahkahalı sohbetler olur. Bunlar pek çok nedenle evden uzak kaldığımız, birkaç gün karaya ayak basamadığımız, ellerimizin, kollarımızın, bedenimizin en yorgun, tükenmiş olduğu zamanlardadır çoğunlukla. Botçu dalgalı bir havadaki tuvalet macerasını anlatır; Ağalar be! Sıkışmışım. Tuvaletteyim. Ama nasıl dalgalı bir hava, nasıl! Gavur kayık sallanıyor. Salıncak gibi. Çömeldim. Bul deliği de göreyim bulabilirsen. Tutunuyorum yanlardan bir taraftan. İki karış hücre. Ne duvar var ne bir şey tutunacak. Neyse yaptım bir parça, güç bela. Olabildiğince. Nizami olmasa da. O an işin en orta halinde gırgır yükseldi de yükseldi dalgada. Boşandı da vurdu mu dibe. Tuvaletin deliğinden fışkırdı mı koca bir artezyen, petrol kuyusunun fışkırması gibi. Sağ sol, duvar, her yan koyu kokulu gölge, der. Gülmek mecburi olur böyle anlarda. Bağıra anıra güleriz. En çok bunalan, özleyen, bıkan en fazla, en sesli güler. Abarta abarta güler. Botçunun, hepimizin ezberlediği öyküsüdür bu. Maymuncuk gibi bir öykü. Hepimiz her seferinde daha fazla güleriz. Hiç duymamış gibi.
Kıç güvertede birkaç tayfa var. Güneş arada bir bulutların ardında kaybolup tekrar çıkıyor. Ağların arasında, kafasını haki muşambasının başlığına gömmüş birisi yatıyor.Yanında yükselen ağlar mor, toprak rengi bir tepecik gibi duruyor. Yanındaki tıraşı uzamış, saçları dökük tayfa sigarasından derin soluklar çekip, uzaklara bakıyor. Karşısındaki, neşeli neşeli elini kolunu oynatarak bir şeyler anlatıyor. O pek, kısa boylu, tıknaz tayfanın söyledikleriyle ilgilenmiyor. Arada bir gönlü olsun diye dönüp bakıyor.
Tayfa Talimatı. Madde 12.
Birbirimizi hiç yalnız bırakmayınız. Güvertede, kıçta, yatakhanede başaltında, umum kamarada, sıkıntılı, kederli, derinlere dalmış, sigarasından uzun soluklar çekip, sessizce uzaklara bakan birini gördüğünüz anda, üzerinize en şakacı, en neşeli, en ayartkan yüzleri takınıp, yanına gidiniz. Laf atınız. Rahat bırakmayınız. Onu o derdin kara çukurundan, sıkıntının ağırlığından çekip almak gerekir. Gelişigüzel, olur olmaz şeylerden söz edip kafasını dağıtınız. Kederlenmenin, derin düşüncelere dalmanın, gamlanmanın bulaşıcı bir salgın olduğunu biliniz. Bugün ona yarın size. Bir martının topal ayağından, ıslanmış kanadından, bardağın kenarındaki çay kaşığından, havaya karışan ince cigara dumanından, vardan yoktan neşelikler, sevinçler bulup, o sıkıntıyı, kederi kovmaya çalışınız.
Sigara içen, gözleri boşluktaki tayfaya bakıyorum. Ne düşünüyor acaba? İnsanın sıkıntıları, sevinçleri, hayalleri, umutları yüzüne bakılarak anlaşılabilirmiş gibi bakıyorum. Nafile.
Ne yapıyorsun?
Hiç.
Neden uzun uzun denize bakıp duruyorsun?
Ben değil, o bana bakıyor. Ben de nazarına karşılık veriyorum.
Yanlarına sokuluyorum, rahatsız etmekten çekinerek. Ağların kenarındaki, biraz daha kuru olan mantarların üzerine oturuyorum. Havadan sudan konuşup, susuyoruz bir süre. Bir sigara daha yakıp, denize doğru bakarak konuşuyor.
“Bazen yorgun argın, saatlerce ağ çekip yığmanın yorgunluğuyla, kamaraya kadar gitmeye halim kalmaz. Güvertede bir kenara çöker, bir sigara yakar, denize, göğe, içimdeki yorgun boşluğa dalarım. İş, güç, ev, para, çoluk-çocuk daha bir uzakta, başka bir dünyada gibi gelir. Her şey daha bir anlamsız, boş… İçime bir başkalık çöker, her şey, herkes uzak, yabancı olur. Gökte süzülen beyaz bir noktaya, bir martıya takılırım. Martı, oradan, tepeden aşağıdaki dev aynayı, yukarıdaki sonsuz boşluğu, teknenin ardındaki bembeyaz köpükleri, suyun yüzeyinde hafifçe oynaşan balığın nasıl parıldadığını göstermeye çalışır sanki bana. Onun gözünden bakmaya çalışırım. Martının dünyası. Tüm yaşam bir kaç şey arasındaki sonsuz çember. Gökyüzü, güneş, rüzgar ve deniz. Günü, kavgası yaşamak, bir gün daha hayatta kalmak üzerine. Yiyecek bir şey bulup ölmemek. Hangimizin değil ki? ”
Mapacı Hüseyin, boş sigara paketine şiir yazıyor;
“Kuzeyin, karanın, limanın ne yanda kaldığının hükmü kalmıyor sonra sonra.
Her yan aynı kesiyor.
Zamanla usta-acemi bir, aynı oluyor.
Denizin, yalnızlığın, özlemenin bilgisi o kadar da karmaşık değil.
Çabuk eşitleniyor.
En eski ile dün gelen.”
Direğin tepesindeki martıyı arıyor gözlerim. Biraz gerilerden, tekneyi izlemeyi sürdürüyor. Dinlerken teknenin ardındaki uzadıkça belirsizleşen, küçük burgaçlarla yayılan beyaz köpükten ize bakıyorum. Uzaklarda birkaç martı bu köpüklü dalgacıkların arasında görünüp yitiyor.
Birden havalı kamyon kornasına benzeyen bir ses yayılıyor teknenin her yanına. Martı ürkek birkaç çığlık atıp uzaklaşıyor. Başaltındaki uyuklamaları, büyük kamaradaki sohbetleri, kıç üstündeki, küpeştedeki, güvertedeki dalgınlıkları, düşleri, düşünceleri bölen bir bildirim, bir uyarı bu ses;
“Hazır ol!” komutu.
Yatan, oturan kalkıyor. Muşambasını, çizmesini giymemiş olanlar aceleyle giyinip ağların, ırgatın, vincin, mataforanın başına gidiyor. Tüm tayfa görevinin başında. Hazır.
Reis üst güvertenin kapısını hızla açıp birkaç adımda orta güverteye iniyor. Sesinde gururla karışık neşeli bir gürlükle haykırıyor:
“Molaaa!”
NOT: Anlatı kurgudur.