(Takribi 1492 ilâ 1944)Büyük yelkenliler döneminde gemiler onları kullanan erkekler tarafından hep dişil varlıklar olarak görülmüşlerdir. Kaptanlar gemilerine “benim kızım” derlerdi ve gemideki herkes bir kadından söz eder gibi konuşurdu onun hakkında.Bu ezelden beri böyle değildi gerçi, ama daha Ortaçağın sonlarından başlayarak teknelere neredeyse sadece kadın adları verildi. Örneğin, bilindiği gibi Kolomb’un üç gemisinin adı Niňa, Pinta ve Santa Maria’ydı.
Eski Mısırlılar için gemiler şans getiren dişil varlıklardı. Antik Yunan dünyasında da gemilerin isimleri kadın isimleriydi, Yunanlılar gemilerine tanrıçaların isimlerini vermeyi severlerdi, küçük teknelere de yarı tanrıçaların.
Ortaçağda bunların yerini azize isimleri aldı, ama bunların yanında hayvan isimleri ve mitolojiden alınan adlar da kullanıldı. Bu gelenek Avrupa’da Protestanlığın gelişimi ile değişime uğradı. Gemilere yine kadın isimleri verilmeye başlandı, kaptanın ya da gemi sahibinin karısının veya kızlarının gemileri isimlendirerek, tabii ki kendi isimlerini, kızaktan indirmesi geleneği oluştu. 1811 yılında İngiliz hükümdarı askeri gemilerin kadınlar tarafından isimlendirilip kızaktan indirilmesini mecburi hale getirdi. Hiç kimse bir denizci kadar batıl inançların esiri olamazdı. Bir geminin ismini değiştirmesinin uğursuzluk getirdiğine inanırdı denizciler ve bu nedenle “
kadınlarının isminin değiştirilmesini istemezlerdi.” Geminin dişi bir varlık olduğu ve ona bu şekilde hitap edilmesi gerektiği, değişmez bir inanç haline gelmişti. Alman dilinde bulunun her üç harfitarif (Artikel) çeşitli tekne tipleri için kullanılır: Her birine tekabül eden zamirleriyle örneklemek gerekirse
er der Dempfer(Buharlı gemi),
es das Schiff(gemi),
sie die Yacht(yat). Aslında bunların sadece sie dişil zamir ve die harfitariftir. Fakat konuşma lisanında herhangi bir tekneden bahsediyorsanız onu hep bir dişil zamirle, yani sie ile anlatırsınız.
Hatta bu iş o kadar ileri gider ki, sanki çok doğal bir şeymişçesine erkek ismi taşıyan gemileri bile Almanca’da die artikeli ile anarız:
Die Bismark, die Hinderburg gibi.
İngilizcede de bir gemiden bahsederken dişil “she” zamiri kullanmak doğaldır. Söz konusu olanın klasik bir yelkenli gemi, bir ticaret gemisi ya da bir yat olması hiçbir şey farkettirnez. Sadece savaş gemileri eril “he” zamiri ile tanımlanır (
eskiden man of war, bugün warshsip). Diğer taraftan Fransızlar için gemiler erildir. Döneminin büyük yolcu gemilerinden
La France bu şekilde adlandırıldığında ciddi ciddi kafa yorulmuştu gemiyi Le France olarak mı adlandırmak gerekir diye.
Niçin genel olarak gemiler dişil varlıklar olarak görülürler?Bir gemiye tıpkı bir insan gibi büyüyen, olgunlaşan bir varlık olarak bakılırdı. Herkes geminin tersanede nasıl yavaş yavaş olgunlaştığına şahit olurdu. Bir geminin tersanede oluşması için gereken zaman sıklıkla bir bebeğin ana rahminde geçirdiği zamana denk gelirdi. Bugün dahi geleneksel yöntemlerle çalışan gemi yapımcılarını, sanatlarını icra ederken izleme fırsatı bulursanız gemilerin “dişilliğini” çok daha iyi anlayabilirsiniz. Özellikle ahşap gemi yapanlar teknelerin hatlarına büküm verirler. Büküm (
Almancada strak) teknenin eğim verilmiş çizgilerinin, örneğin güverte çalımının veya su hattının kusursuz bir kıvrım yapmasıdır. Gemi yapımcısı bu iş için eğip bükebileceği özel forma çıtaları ve en uygun eğimi, bükümü sağlamak için forma ağırlıkları kullanır. Gemi yapımcısı tekrar tekrar bırakır elindeki işi ve uygun bir mesafeye geri çekilip ona uzaktan bakar, çeşitli açılar ve uzaklıklardan verdiği kıvrımı inceler, sonra değiştirir, ölçer, biçer ve neredeyse sevgiyle okşarcasına gezdirir elini o kıvrım üzerinde.
Belki de kıvrımlarla oynanan bu oyundur denizcilere bir kadının kıvrımlarını anımsatan. Bir Amerikalı yelken dergisinin başyazarı teknelerden bahsederken “
kıvrımlar senfonisi” kavramını kullanmıştı.
Evlerin ve diğer yapıların aksine gemilerde çok miktarda yuvarlak, yuvarlatılmış veya bombe verilmiş hat vardır. Bu, büyük oranda teknenin gövde yapısından kaynaklanır. Buna güvenlik ile ilgili kaygılar da eklenir. Yaralanmalara sebep olmasın diye mümkünse hiçbir şeyin köşeli ve keskin kenarlı olmamasına özen gösterilir. Bu nedenle bir teknede denizcilere kadınları ve onların kıvrımlarını hatırlatan çok fazla ayrıntı vardır. Bir İngiliz kısa ve öz olarak şöyle demiş: “
Bir gemi bir erkekten çok fazla kadına benzer. Tıpkı bir kadın gibi insanı büyüleyen bir aşk ve istek uyandırır insanın içinde”
Nasıl bir gemi dişil bir varlık olarak görülüyorduysa bazı denizci uluslar da denizle bir tür erotik ilişki içerisindeydiler. Uzun yüzyıllar boyunca dünyanın en önemli şehir devleti olan ve olağanüstü zenginliğini denizciliğine borçlu olan Venedik “
Denizin yavuklusu” olarak adlandırılırdı, çünkü Venedik’te her yıl “
Spozalizio del Mar” kutlanırdı. Kökenleri 11. Yüzyıla kadar uzanan bu seremonide Venedik Cumhuriyeti’nin en üst düzey yöneticisi olan doc sembolik bir törenle Adriya denizi ile evlenir. Her yıl Hazreti İsa’nın göğe çıkışının kutlandığı yortuda doc, Bucentaur isimli gemisiyle Adriya Denizine yelken açar ve denizin dalgalarına bir evlilik yüzüğü atardı. Bu düğün, deniz gücü Venedik’in denizle ne kadar yekvücut olduğunu sembolize ederdi.
Denizciler yüzyıllar boyunca kadınlarla gemiler arasında benzer yönler bulmakta zorluk çekmediler. Halk dilinde bu bağın ayrıntılarına girildi tekrar tekrar, ama hep önyargılarla, esprili iğnelemeler ve yüzeysel karşılaştırmalarla: Bir kadını donatmak da bir gemiyi donatmak kadar pahalıydı, her ikisinin de bakımımı masraflıydı, her ikisini de yönetirken her türlü sürprize hazırlıklı olmalıydınız, her ikisi de fazla ağır yüklere gelemezdi, çok derinlere batabilirlerdi, her ikisinin de onları yönetecek bir erkeğe ihtiyacı vardı ve etraflarında devamlı bir sürü erkek pervane olurdu. Ancak bekâretin kaybedildiği ilk seferi geride bıraktıktan sonra anlardınız ikisinin de gerçek değerini ve her ikisi de yaşlandıkça daha fazla ihtimam isterdi. (*)
Almanca geminin ilk seyri anlamına gelen jungfernfahrt kelimesi bakire, Jungfer kelimesinden türetilmiştir.Alman denizcilerin dilinde çok sayıda iki anlamlı sözcük vardı ve bunlar kısmen, bugün de kullanılmaktadır. İlk seyir anlamında
jungfernfahrt, bir tür makara olan
Jungfer(Bakire), iç omurga ya da karlinga anlamındaki
Kielschwein (omurga domuzu), teknenin dümene uyması anlamında
lüstern( şehvetle istemek), omurga contasının birleşimin yerindeki tahta çivi anlamında
Scheidenagel (vajina çivisi) gibi. Liste daha da uzatılabilir.
İngiliz yelkenciler de bir yatın karinasını iki anlamlı bir deyimle tasvir ederler: İ
t’s undernath what counts ( Önemli olan altında ne olduğudur). Bu deyimle söylenmek istenen bir yelkenliyi hızlandıran en önemli etmenin temiz, sakal yapmamış bir karina ve özellikle de modern, hızlı bir gövde olduğudur. Bir yelkenlide mutedil rüzgârlı bir havada yelkenleri açarsanız Almancada bütün çamaşırlarını giymiş anlamına gelen “
sie trägt viel Wäsche” denir.
Fakat bir geminin tartışmasız en kadınsı bölümü burundaki ağaç oyma heykeldir. Yüzyıllar boyunca bu figürler genellikle mitolojik varlıkları sembolize ederdi. Ama erkek karakterlerin de tasvir edildiği de oldukça sık görülürdü. Ancak 18.yüzyılın sonuna doğru çoğunlukla kadın tasvirleri yer almaya başladı gemilerin burunlarında, fakat birçok geminin burnu hâlâ boştu.
Öyle görünüyor ki bu dönemde sanatçılar ideal kadın tasvirine kimin ulaşacağının yarışı içindeydiler. Bu nedenle boğazına kadar bütün düğmeleri iliklenmiş gömlekler içinde kadınlar görmek ne kadar mümkünse çıplak kadınlar görmek de o kadar mümkündü. Ame hepsinin ortak özelliği birer denizkızı oluşlarıydı, yani belden aşağıları bir balık vücudu şeklindeydi. Üstünde giysileriyle tasvir edilmiş kadın figürleri genellikle geminin ismini ya da başka bir deyişle gemiye ismini veren hanımefendiyi sembolize ediyorlardı. Diğer figürler daha idealize edilmiş bir biçimde canlandırılıyordu. Üstlerinde giysileri olsa bile derin bir dekolte ve hülyalı bakışlar unutulmuyordu bu tasvirlerde.
Denizcilerin birçok batıl inançlarına göre teknede bulunan çıplak bir kadın fırtınanın şahlandırdığı dalgaları sakinleştirebilirdi. Bu batıl inanç, gemilerin burunlarında vücutlarının üst kısmı çıplak kadın figürlerinin git gide daha sık görülmesinin belki en önemli nedeniydi.
Bilinmeyen, yeni keşfedilen sahiller veya adalara ulaşan ve içinde sadece erkeklerin olduğu gemilerde bölgenin yerli halkına bu denizcilerin de evlerinde kadınların olduğunu anlatabilmenin tek yolu gemilerin burnundaki kadın heykelleriydi, tabii bellerinin altındaki kısmın balıklar gibi olmadığını ayrıca izah etmek durumundaydılar.
Çıplak kadınların çoğu Yunan tanrıçalarını canlandıran figürlerdi. Ama Avrupalı bir sanatçı bir Yunan tanrıçasının nasıl görünmesi gerektiğini nasıl bilebilirdi? Bu nedenle kadınlar hep dönemin ruhuna göre idealize edilerek tasvir edilirlerdi. Her halükârda, denizciler burunda oturup “kadınlarını” hasretli bakışlarla, hayranlıkla seyretmeye bayılırlardı. Limana gelindiğinde “kadınlarının” seyir sırasında dalgalar nedeniyle çabucak aşınan boyasını tamire bir sürü denizci gönüllü olurdu.
1891’de denize indirilen İngiliz gemisi Wanderer’in burnundaki hanımefendiye birkaç denizci aşık bile olmuştu. Bu hanımefendi çok açık renk tenliydi ve soğuk bir güzelliğe sahipti. Fakat anlaşılan kuzeyden gelen soğuk güzel gemiye pek şans getirmedi. Kaptan ve adamlarından bir kaçı düşen gabya sereninin altında kalarak öldüler. Daha sonra ambarlarında yangın çıktı, gemi birçok kez kaza geçirdi ve sadece 16 yıl hizmet verdikten sonra bir fırtınada battı.
Herhalde tüm zamanların en şehvetli gemi burnu heykeli İsveçli sanatçı Johan Tornstrom tarafından 19. Yüzyılın başlarında yaratılmıştı. İsveç firkateyni la Coquette’in (no men est omen)* burnundaki heykel göğüslerini elleriyle destekleyen bir orospuyu tasvir ediyordu.
(*)İsmin bir işaret olduğuna dair bir Roma atasözü. “İsmiyle müsemma” şeklinde Türkçede karşılığı olabilir.
Şimdi okuyacağınız hikâye bir gemi burnu kadına duyulan adeta bir takıntı haline gelmiş tutkuyu anlatıyor. Bir İtalyan firkateyni tarafından 1866 yılında denizde dalgalara kapılmış yüzerken bulunan bir gemi burnu kadını, La Spezia Denizcilik Müzesinde sergilenmektedir. Hanımefendinin sergilendiği vitrinin hemen yanındaki plakette aslen Atlanta isminde bir gemiye ait olduğu yazmaktadır. Zamanında yapılan araştırmalar Atlanta isminde birçok geminin varlığını ortaya koymuştu; hangisinin bu Atlanta olduğu ise tespit edilememişti.
Atlanta Yunan mitolojisinde çobanlar ülkesi Arkadya’dan gelen iffetli ve güzel bir kral kızıydı. O kadar hızla koşabiliyordu ki Atlanta, sayıları hiç de az olmayan taliplerinin hiçbiri ona yetişemiyordu. Ona mağlup olan taliplerinin cezası ölümdü. Sonunda bir kralın oğlu olan Hippomes koşu sırasında ayaklarına altın bir elma atarak onu kazanabilmişti. Atlanta altın elmayı yerden almak için durunca yarışı kaybetmişti.
Atlanta’nın burnundaki tik ağacından yapılmış hanımefendi de olağanüstü güzellikteydi. Bir gizem hâkimdi bu kadına hatta belki de bir lanet. Restore edilen hanımefendiye birçok kişi âşık oldu. 1923 yılında genç müze bekçilerinden biri o derece âşık olmuştu ki ona, saatlerce dudaklarını öpüyor ve göğüslerini okşuyordu heykelin. Arkadaşları onunla alay ettiler; taa günün birinde limanda parçalanmış gövdesi bulunana dek.
Savaşın sürdüğü 1943 yılında bir Alman askeri, heykeli gördü. Bundan sonra tekrar tekrar müzeye gelmeye ve saatlerce gözünü ayırmadan “Atlanta”sını seyretmeye başladı. Günün birinde heykeli kaldığı yere götürmesine izin verildi. Kendisini buraya kapatan asker yalnız başına saatler geçiriyordu Atlanta ile. 1944 Ekim’inde taptığı kadının önünde cesedi bulundu. Kendisini vurmuştu. Veda mektubunda şunlar yazıyordu: “
Beni hiçbir başka kadın hiçbir zaman senin gibi büyüleyemeyeceği için sana hayatımı veriyorum, Atlanta!”
Müze müdürü Profesör Luigi Monti bunun üzerine heykeli depoya kaldırttı. – iki ölü kâfiydi- Artık hiçbir müze ziyaretçisinin onu görmesine izin verilmeyecekti. Bu karar şiddetli protestolarla karşılandı. Halk Atlanta’sını tekrar istiyordu ve sonunda hanımefendi tekrar müzedeki yerine geri döndü. O zamandan bugüne kadar başka bir olay olmadı.