(3)
Hayreddin’in yetiştirdiği Turgut 1551 yılının Ağustos ayında, yirmi bir yıldır Doğu Akdeniz’deki İslam denizciliğini baltalayıp duran St. Jean Şövalyeleri’nin elindeki Trablus’u zapt etti. Süleyman beklemeden onu valiliğe atadı, korsanlık faaliyetlerinden elde edilen paralarla Trablus Osmanlı eyaletinin başkenti ve çok önemli bir limanı haline getirildi. 1565 yılında Malta’ya düzenlediği bir saldırı sırasında Turgut’un cesedini kaptanlarından Uluç Ali Trablus’a getirdi ve dokuz yıl sonra Tunus’u İspanyollardan aldı. Osmanlı, Tunus’u bir daha kimseye kaptırmayacaktı.
Tunus’un fethiyle birlikte Kuzey Afrika’ya kimin hükmedeceği sorusu da ortadan kalkmış oldu ve sonunda 1580 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu III. Murat, İspanya ile barış yaptı. Her iki taraf da birbirlerinin sınırlarına saygı göstermeyi ve tebaalarını rahatsız etmemeyi kabul etti.
Ne var ki, Tunus, Trablus ve Cezayir’in ekonomileri, Hıristiyan gemilerine saldırmaya dayanıyordu. Elde edilen ganimet hem devlet görevlilerinin maaşlarının ödenmesi hem de valilerin saraylarını donatmak için gerekliydi; cami, türbe yapımı, liman savunması ve konut yapımı karşılanırken, kıyı baskınları ve ticaret gemilerine yapılan saldırılarda ele geçen Hıristiyanlar da köleleştiriliyor ve işgücü ihtiyacı karşılanıyordu. İngiltere, yünlü ürünlerini Levant’daki Müslüman pazarlarında satabiliyordu; Berberistan’ın ise satacak bir şeyi yoktu ama korsanı boldu.
On yedinci yüzyılın başında üç Berberi devleti- Trablus, Tunus ve Cezayir- varlıklarını İstanbul ile olan ittifaklarına borçluydu. Osmanlı imparatorları bu üç kente de vergi toplamaları ve toprakları kendi adına yönetmeleri için valiler atamaktaydı, ama gerçekte bu valiler hatırı sayılır derecede özerkti. Berberistan’ın dördüncü önemli toprağı Fas da diğerleri gibi bir İslam toplumu olmakla birlikte, imparatorluk dışında bağımsız bir devlet konumu kazanmıştı ve buna daha çok bağımsız devletler demek yerinde olurdu. Çünkü “Altın Hükümdar” adıyla anılan Sultan Ahmet El_Mansur’un 1603’teki ölümünden sonra bu topraklarda, oğullarının her birinin kendisinin sultan olduğunu ilan etmesi nedeniyle, tam bir anarşi hüküm sürmekteydi. Bunun sonucunda iç savaş patlak verdi ve ülke, başkenti Fez olan kuzey ve yine başkenti Marakeş olan güney olmak üzere ikiye bölündü.
Berberistan’da bütün bunların yanı sıra bir de Avrupa gerçeği vardı. İspanya ve Portekiz Kuzey Afrika’da çeşitli üslere sahipti. Bunlar Fas’ın Atlantik kıyısında Mamure ve Mazagan’da, Cebelitarık’ın Kuzey Afrika’ya bakan yanında Septe ve Tanca’da; Bugünkü Fas – Cezayir sınırındaki Melilla’da, sınırın Cezayir tarafında kalan Oran’daydılar. Buralardan kovulmalarından çok sonraları bile sömürgeciliğin izleri mimaride görülmeye devam etti. Atlantik kıyısında ise, İngiliz korsanların gözde sığınağı ve barınağı olan, 1520’lerde Portekizliler tarafından vali konağı olarak inşa edilen muhteşem Dar-ül Bahr ya da “deniz kapısı” yer alıyordu. Denizden 500 metre kadar içeride başlayan yükseltilerde daha büyük bir Portekiz tahkimatı, Kechla Hisarı yer almaktaydı; medinenin ( Kuzey Afrika’da tarihi kentler için kullanılan deyim) surlarının ardında da diğer yapılarla hiç uyuşmayan gotik bir kilise yükselmekteydi ama kilisenin koro bölümü Portekizliler 1541 yılında bu topraklardan çekildiklerinde bile hâlâ tamamlanamamıştı.
Cezayir, Tunus ve Trablus dini anlamda birleşseler de, Osmanlı İmparatorluğu bayrağı altında toplansalar da, Berberi devletleri asla bütünleşik bir blok oluşturamadılar. Hıristiyanlık ile olduğu kadar birbirleriyle ve kendi halkları ile de savaşıyorlardı. Fakat Avrupa’ya göre Berberistan coğrafi konumuyla tanımlanan bir olguydu. “Barbarlar” deyimi İngiltere’deki yaygın inanışa göre imparatorluğun bir parçası olan “Türkler” ve Fas’tan gelen ya da orada yaşayan “Mağribiler” olarak algılanmaktaydı. Bu ayrım katı olmadığı kadar kalıcı da değildi. Berberistan’da yaşayanlar düşmanın ön saflarından başka bir şey değillerdi ve bunlar, Dar-ül İslam’ın (Müslümanların dini vecibelerini yerine getirebildikleri bölgeler) en batı uçlarını işgal etmişlerdi. İmparatorluğun yanında Hıritiyanlığa karşı savaşıyorlar, Akdeniz’deki Hıristiyan denizcileri baltalıyorlar, Hıristiyan denizcileri esir alıp köleleştiriyorlar ve Hıristiyan adaletinden kaçan kanunsuzlara kucak açıyorlardı.
İstanbul ise bütün bunlara göz yummaktaydı. Berberi devletlerinin Hıristiyan güçlerin ekonomik zenginliklerini didiklemelerine, ticaretlerini baltalamalarına, deniz ticaretini korkutmalarına ve kıyı kentlerini yıldırmalarına izin vermek Osmanlı’nın dış politikasına son derecede uygundu. Hıristiyan Akdeniz buna çeşitli yollardan karşılık vermekten geri kalmıyordu. Protestan ve müthiş birer Katolik karşıtı olan Kuzey Avrupa, 17. Yüzyıl başlarından itibaren İngiltere ve Hollanda kimlikleri ile Akdeniz’e inmeye başlayınca, bölgedeki çatışma ve işbirliği potansiyeli de artmış oldu.
Bununla birlikte, yeni gelenlerin Akdeniz’e açılmaları şaşırttı. İmparatorluk, Avrupa malları için devasa bir pazardı. Anadolu’nun Ege kıyılarındaki İzmir yerel pamuklu ürünleri ve halıları ile ünlüydü. “Diğer bütün ticari mallar da Türkiye’de bulunabiliyordu”. Arapların deyişiyle Suriye’deki Halep şehri, yüksek kuleleri ve aşılmaz surlarıyla zaman ile alay eder gibiydi. Halep, İran ve Arabistan topraklarından gelen mallar için doğal Pazar niteliğindeydi ve her yıl Basra ve Mekke’den yola koyulan up uzun kervanlar çölü aşarak ipek, değerli taşlar ve baharat getirmeye devam ediyordu.
Böylesine lüks mallarla dolu bir depo, böylesine sınırsız bir tüketim görmezden gelinecek gibi değildi. Fransa Kralı I.François, 1536’da Kanuni Süleyman ile bir ticaret anlaşması imzaladı. (İlk Kapitülasyon) Beş yıl sonra Venedik de benzer bir anlaşmaya imza attırdı. Onları 1583’de İngiltere ve 1613’te de Hollanda izledi. Dönemsel olarak yenilenen ve düzenlenen ve eklemeler yapılan – Osmanlı yasalarına göre, anlaşmaların geçerlik süreleri imzalayan sultanın ömrü ile sınırlıydı- bu kapitülasyonlar, İngiliz, Fransız, Venedik ve Hollanda vatandaşlarının Dar-ül İslam’ın istedikleri yerine yerleşmelerine izin veriyor, ayrıca hak ve özgürlüklerini güvence altına alıyordu. Hıristiyanların dini özgürlüklerini, konsolosluklarını ve imparatorluk sınırları içinde ister karadan, ister denizden serbest dolaşımlarını da garantiye alıyorlardı. Bununla da kalmıyor, tacirlerin Osmanlı İmparatorluğu limanlarında ödemek zorunda oldukları gümrük ve vergilerini de düzenliyordu.
“İngiliz taciri ve onun bayrağı altındakilerin hepsi, Halep’te, Kahire’de, Scio’da(Sakız Adası), İzmir’de ve hükmümüzün altındaki toprakların her tarafında ve ticaretlerini düzenleyen tarihsel geleneklerimiz çerçevesinde gümrük olarak yüzde üç ödeyecekler ve başka ödeme yapmayacaklardır”
Ayrıca açık bir biçimde korsanlara karşı da koruma sağlanıyordu:
“ Eğer firkateynleriyle denizlerde dolaşan korsanların ya da Levendlerin herhangi bir İngiliz gemisini zapt ettikleri ya da soydukları veya mallarına ya da donanımlarına zarar verdikleri; aynı şekilde bağımlılarımızın sınırları içinde herhangi bir İngiliz’in mallarına zorla el koydukları anlaşılacak olursa, yetkililerimiz var güçleriyle bunların peşine düşecek ve ağır şekilde cezalandırılacaklardır. İngiliz milletinden alınan bütün mallar, gemiler, paralar ve diğer her türlü eşya tazmin edilecektir.”
İngiltere, Fransa, Hollanda ve Venedik İstanbul’a büyükelçiler yolladılar, bunlar diplomatik görevlerinin yanında birer ticaret ajanı olarak da çalışıyorlardı. Gerçekten Kral tarafından atanmış olsalar da, İngiliz Büyükelçisi ödenekleri İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu ile ticaretinde bir tekel konumunda olan Londra merkezli Levant Company tarafından karşılanmaktaydı. Şirket ayrıca Halep ve İzmir’deki konsoloslukları da finanse ettiği gibi, İskenderiye’den Zante’ye kadar uzanan bölgedeki daha küçük bir düzine kadar limanda temsilci de bulundurmaktaydı. 1620 yılına gelindiğinde, şirkete bağlı tacirler, Türkiye’ye yılda 250.000 Sterlinlik mal gönderiyordu; dahası, yüzyılın ilerleyen yıllarında, Akdeniz pazarlarına akan mallar, İngiltere’nin ihracatının yarısını bulacaktı.
Böylesi bir dünya Harris ve Jennings gibi İngiliz korsanlarının iştahını kabartmakta gecikmedi. Faaliyetlerini Müslümanlar üzerinde yoğunlaştırmaya hazırlanan bu korsanlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun olağan düşmanları arasında sığınacak limanlar bulmaya başladılar. Bunların başında Mayorka ve Sardunya gibi İspanyol adaları ile müthiş birer İslam düşmanı olan Malta ve Cenova geliyordu.
Fakat Haçlı ruhuna sahip olmayanlar için, Berberi kıyıları ve buradaki devlet destekli korsanlık fazlasıyla talepkârdı: Dost bir liman demek, gönüllü mürettebat toplayabilmek, yiyecek, taze su, barut ikmali yapmak, kadın ve içki bulmak demekti. Güvenli bir sığınakta kaptanın baskına uğrama korkusuna kapılmadan onarım yapabilmek, nereden edinildiği belirsiz ve geçerli belgeleri olmayan mallar için bulunmaz bir pazar anlamına geliyordu.
Bunların da ötesinde, Berberi kıyıları yobaz bir Protestan için İspanya ve Papalık ile savaşmaya devam şansıydı. Gözden düşmüş ya da aforoz edilmiş olanlar içinse burada, farklı bir toplumsal yapıya katılabilme, yetiştirildiği kültürden ve dinden kopma, Dar-ül İslam’da yepyeni bir hayat kurabilme şansı doğuruyordu. Berberi kıyıları cesur, ilkesiz ve maceraperest olanlara her şeyden çok istediklerini, yani denizden kazanılacak zenginliği de sunmaktaydı.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Son 3. Bölüm ile 16.yüzyıl ve 17. Yüzyılın başında Orta Dünya “Mesogios”un politik, askeri ve ticari resmini tamamlamış olduk. Hamasete kaçmadan, Adrian Tinniswood’un sığ olmaktan uzak, derinlemesine araştırması, dikkatli okunduğunda, günümüz Batı dünyasını anlamak, devasa topraklara hükmeden Osmanlı İmparatorluğu’nun zaaf ve başarılarından çıkarılacak çok ders var.
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.