Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: Tuzlu su sinemaları

  • *
  • İleti: 316
Tuzlu su sinemaları
OP: 10 Mayıs 2021, 17:43:46

Derinlik Sarhoşluğu

Merhaba, bu ileti dizisinde çözümleyeceğimiz ilk filmimiz, denizle ilgili tüm insanların en az bir kere izlediğine emin olduğum, Big Blue.

Fransızca ismi daha “havalı”, onu da yazalım: Le Grand Bleu. Türkiye’de bilinen ismiyle Derinlik Sarhoşluğu.

(Spoiler içerir)

Seyre bir Ege adasında başlıyoruz. 1965 yılındayız. İlk görüntüler siyah beyaz, filmin jeneriği de bu görüntüler üzerine bindirilmiş. Ege üzerinde uçarak denize dimdik inen, kayalık bir coğrafyada ilerleyip, küçük bir çocuğa yukarıdan bakıyoruz. Filmin gidişatıyla ilgili ilk ipuçları bu sahnelerde verilmeye başlıyor. Mesela müzik. Yunus çığlıklarını andıran seslerle bezenmiş, etkileyici bir beste bu. Dinlerken, hani görüntüler olmasa, yine de aklınıza deniz gelecek türden bir etkiye sahip. Bu paragrafta biraz besteciden bahsedelim, yönetmen kızmaz umarım. Bestecimiz Eric Serra, abartıp bir dahi demeyelim ama, film müziği denince akla ilk gelen birkaç isimden biri. Leon, Nikita, Golden Eye, Beşinci Element, Atlantis gibi filmler aklınızda kaldıysa, bunda biraz da Eric Serra’nın katkısı vardır. Fransız bestecinin, Derinlik Sarhoşluğu’ndaki müzikleri de, filmi seyrettikten sonra albümünü aldıracak ve filmden çok müzik albümüne bağımlı edecek kadar, iyidir. Filmin açılış parçası, yunus sesleri arasında ve sonrasında saksafon katkısıyla, daha jenerikte sizi filmin içine çeker.

İzlediğimiz çocuk, kayaların arasında sakladığı deniz gözlüğü ve paletlerini bulur, giyer ve denize atlar. Su altı ve su üstü çekimleri siyah beyaz olmasa ne güzel olacakmış dediğinizi duyar gibiyim. İlerleyen karelerde renkli deniz görüntülerine doyacaksınız. Dedik ya 1965 yılındayız diye. Yönetmenin bir cinliği ile karşı karşıyayız. Yönetmenin amacı ya eskide kalmış görüntüler olmasını vurgulamaktır, ya da filmimizin kahramanı olacak çocuğun hatırlamak istemediği zamanları, belleğinde siyah beyaz tuttuğunu göstermektir.  Neyse, sizin yorumunuza kalmış. Kahramanımız şirin adadaki beyaz evler arasında denizle ve dalışla geçen bir çocukluk yaşar. Bu arada babasının bir süngerci olduğunu öğreniriz. Ayrıca adadaki çocuklardan birinin de bizim kahramanımızı kendine rakip gördüğüne, hani hafiften çekemediğine de tanık oluruz. Bu rakip çocuğu ileride tekrar göreceğiz. Aslında filmin tüm gelişimi bu çocukluk sahnelerinde ipucu olarak verilmiş. Bizim kahramanımız rekabetten, rekorlardan, daha ileri gitmekten, zorlamaktan ve didişmekten hoşlanmayan, ağırbaşlı, sessiz, sakin bir çocuk. Rakibi ise sürekli daha yükseğe (bu film için daha derine demek mi lazım acaba), en iyi olmaya, şampiyon olmaya kendini zorlayan, bu uğurda da tek rakip olarak gördüğü kahramanımızı da aynı zemine çekme çabasında bir adam. Kahramanımız ve rakibi hakkında bilgiyi biraz sonra vereceğim. Şu çocukluk kısmını bir sonuca bağlayıp, hele bir  renkli bölümlere, yani günümüze gelelim de.

Adanın ve çevresindeki denizin güzelim siyah beyaz sahneleri, tatsız bir olayla son bulur. Elle çevirilen ilkel bir kompresörle dalan kahramanımızın babası, bir kaza sonucu denizde kalır. Bizim çocuğun çığlıkları eşliğinde bu güne geliriz. Sicilya’dayız, 1988. Filmimiz renklenmiştir, görüntü gene deniz ağırlıklıdır, biz koltuklarımızda sıcak Sicilya güneşi altında güneşlenir gibi perdeye bakmaktayızdır. Dipte sıkışan bir dalgıcı kurtarmak için iki adam çağrılır. Abi kardeş olan bu ikiliden küçük olanı para işlerine bakar, iş bağlar, diğeri, yani büyük abi dalar, kurtarma işini o yapar. Bu iş karşılığında on bin dolar alırlar. Kahkaha attıracak kadar komik olan bu sahnelerin sonunda büyük abi, aklına takılan bir şeyden rahatsızmış gibi uzaklara bakar ve ağzından baklayı çıkartır. Bana Fransız’ı bulun! İyi para kazanmışlardır, paranın büyük kısmını Fransız’ı yarışmaya getirtmek, onunla kapışmak için kullanacaktır. Fransız dediği, iyi bildiniz, filmin başındaki bizim ufaklık. Kurtarma işini yapan büyük abi ise, gene bildiniz, 1965’te o bizim ufaklığı çekemeyen çocuk. Safkan bir İtalyan. Ha derseniz ki 1965’te bir İtalyan, bir de Fransız çocuk ne arıyor Yunan adasında!!?? Gidin yönetmene sorun, (aynı zamanda hikaye de ona ait), ben ne bileyim.

Filmimizin baş kahramanları artık sahnededir. Şimdi size onları tanıtayım. İtalyan “ağır abi” nin ismi Enzo Molinari, Fransız baş kahramanımızın, yani filmin başındaki küçük Fransız’ın adı ise Jacques Mayol.

Filmdeki Enzo Molinari karakteri, aslında gerçek hayatta serbest dalış dünyasında bir rekortmen olan Enzo Maiorca’dan başkası değil. 50 metre derinliği geçen ve (o zamanlarki) tıp dünyasını şaşırtan rekoru kıran bu adam, serbest dalışta fizik, kondüsyon ve kuvvetin etkin olduğu bir çalışma biçimi benimsemiş. Filmde de Enzo karakteri tam bir güç-kuvvet makinası görünümünde.

Jacques Mayol karakteri ise, gerçek hayatta yaşamış bir serbest dalışçı. Hatta filmin çekimleri esnasında da kendisinden yardım alınmış. Enzo’nun aksine dalışta konsantrasyon, beyinsel çalışma ve yoga tekniklerini önemsemiş. Gerçek hayatta da bu iki efsane dalgıç tatlı bir rekabet içindelermiş. Yani film aslında gerçek hayattan alınma bir hikayeye sahip.

Jacques Mayol üzerinde biraz daha duralım. Homo delphinus - the dolphin within man isimli muhteşem kitabı, 350 sayfadan daha hacimli, bambaşka bir dünyayı odanıza getiren bir anıt kitap sayılabilir. 100 metrenin altına inen ilk insan olan Mayol yaşlılık zamanlarında bile 100 metrelere yakın dalışlar yapabilen bir adam. Kitabı da dalışçıların kutsal kitabı denilebilir. Jacques Mayol’un serbest dalmayla ve derinlikleri sevmeyle ilgili özelliğinin dışında bir başka “acaip” yönü daha var. Mayol bir yunus aşığı! Aşk ki ne aşk, hastalık derecesinde. Mayol’le anlaşmak için herhalde bir lisandan ziyade, telepatik bir yol bulmak gerekir. Yunuslarla anlaşması insanlarla anlaşmasından her daim daha kolay olmuş. Saplantı derecesinde yunus sevgisi olan bu adam, gençlik yıllarında sırf onlarla daha çok vakit geçirmek için havuzlarda çalışmış. Nefesini dakikalarca tutabilen, derinlere daldıkça kalp atışının anormal seviyelere düştüğü ve en önemlisi de dibe indiğinde vücudundaki kanın beyin ve çevresine toplandığı, bunun da yalnızca balina ve yunuslarda görülebilen bir bilimsel gerçek olduğu anlatılınca, pek inanılası gelmeyen bu efsanevi özellikler biraz daha etkiliyor sizi.

Aslında filmde de, serbest dalış rekorlarının kırıldığı her dönemde de “bu derinlikten sonrası tıbben mümkün değil” diye bir sınırlama hep olmuş. Sabit ağırlıkla, değişken ağırlıkla çeşitli dalış kategorileri var elbet ama Mayol’leri, Maiorca’ları ve daha sonra gelen dalışçıları gördükçe insan merak ediyor, sahiden de sınır nedir diye. Gelişmeyi görme açısından ilginç bir örnek vermek gerekirse, Tanya Streeter isimli Teksas’lı bir kız çıkıyor ve 2003 yılında dalıyor! Kırdığı rekor hem erkek hem kadınlar arası rekor. Kaç metreye mi? 160 metreye! Bu sporda bilimsel bir gerçek işin içine girmeye başlayacak gibi. O da şu ki o kadar derinlerde kadın vücudu, erkek vücudundan daha az oksijene ihtiyaç duyuyor, daha iyi uyum sağlıyor. Kadınlardan kurtulmak için suyun yedi kat dibine kaçsak da, yunus ortamlarına aksak da, mümkünatı yok, kadın milletinden kaçılmıyor. Alın size bilimsel gerçek!

Bir ilginç not daha düşüp filmimize dönelim. Serbest dalışın ilk rekortmeniyle İtalyan Deniz kuvvetleri arşivlerinde karşılaşılmış. Georghios Haggi Statti ismindeki Yunanlı komşu balıkçı, Prenses Margaret isminde bir savaş gemisinin düşen çapasını ,70-80 metre derinlikten çıkarmış. Vücut yapısından hiç de beklenmeyecek bir derece yapan Statti’nin kulaklarında ve akciğerlerinde de problem varmış, o haldeyken yapmış bu dalışı. Bu işin karşılığında birkaç kuruş para almış o kadar.

Filme geri dönelim. Enzo’nun ısrarlarına karşı duramayan Mayol yarışmalara katılmaya başlar. Film boyunca, en sevdiği insan olan Enzo’nun kendisini geçmesini ister gibi yarışır. Enzo onu geçtiğinde Enzo’dan daha çok sevinir. Bu rekabet arasında, bir Amerikalı kadın da işin içine girer ve film, bir deniz-yunus-dalış destanının yanında, bir aşk hikayesini de içine katar.

Aşkı, sadece yunuslarla olacak bir şey olarak bilen Jacques, Amerikalı bir afete, Johanne’a  tutulur ve hayatı garipleşir. Bir sabah Enzo’nun kapısını çalarak hırsını Enzo’dan çıkartır: Aşkı, kadınları, onlara nasıl davranacağını bilmemektedir. Yardım edecek kimsesi de yoktur. Enzo’nun yarış dışı hayatı ise yemek, içmek, kadınlar, annesi ve kalabalık ailesi arasında geçmektedir. Bizim Jacques’e uzak olan, o zamana kadar öğrenemediği, sahip olamadığı konulardır bunlar.

Filmimiz 3 saate yakın süren uzun bir film. Aşk meşk kısmına dalarsanız çok doyurucu ve tat alıcı bir seyirlik olmaz. Filmin kuvvetli olduğu kısımları deniz görüntüleri, müziği, dostluğa yapılan vurguları, kadın ve deniz arasında kalan erkeğin içine düştüğü çıkmaz ve serbest dalışın eşsiz detayları.

Filmin en can alıcı bölümleri, kadın, erkek, deniz ve yunuslar arasında geçen inanılmaz sahneler. Kadını, denize olan sevgisi ve becerisi ile etkileyen bir erkeğin, zaman geçtikçe kadın tarafından nasıl “karaya doğru” yönlenmeye zorlandığını fısıldayan çok önemli sahneler bunlar. İlk birlikte oldukları gece, kadın yorgunlukla uykuya dalar, Jacques hava almak için balkona çıkar. Sahilden minik bir çağrı gelir. Bir yunus Jacques’in durduğu balkonun altına gelmiş, hareketleriyle ve sesleriyle adeta Jacques’i çağırmaktadır. Adam, hemen denize iner, etkileyici ve şiirsel görüntüler eşliğinde suda oynaşmaya başlarlar. Kadın Jacques’i yanında göremeyince aşağı iner ve sahilde onu arar. Sabah olur, sahilde kayanın üzerinde kadın Jacques’i beklerken, uykuya dalmıştır. Sonra açıklardan yüzerek Jacques gelir, yüzünde büyük bir mutlulukla. Kadın uyanır ve ince bir azarla Jacques’i dağıtır. İki taraf da anlamamaktadır: Bir taraf bir hayvanı nasıl bir kadına tercih eder diye anlamaz, diğer taraf yunuslarla oynamak gibi bir ibadet varken neden uyunur ki diye anlamaz. İki taraf da haklı mıdır? Eh. Bu sahne biterken denizdeki yunus, kadına doğru kuyruğunu öyle bir sallar ki, sanki “nasıl aldım elinden ama” der gibi.

Bir diğer etkileyici sahne denizde geçer. Johanne, Jacques’in onu dinlemediğinden şikayetçidir ve bir plan yapar. Onu küçükken daldığı, hani o filmin başında siyah beyaz olan bölümlerde daldığı yere götürür. Kayanın üzerinde dururlar, Jacques’e bir şey söylemek istediğini belirtir fakat Jacques burada olmaz diyerek uzaklaşır, kadın denize atlar. Çünkü Jacques’in en iyi denizde, kendi ortamında onu dinleyeceğine emindir. Kadın aklı işte. Jacques ardından suya girip çevresinde yüzmeye, Johanne da sinirlenmeye başlar, iki dakika dur be adam önemli bir şey diyeceğim hallerinde hafiften azarlar fakat Jacques çoktan su içinde yunus dansları yapmaya başlamıştır. Sonunda da dakikalarca tuttuğu nefesini kullanıp ortadan kaybolur! Başka hiçbir filmde duyamayacağınız yükseklik ve tizlikte bir çığlık atar Johanne. Bağırır, bağırır, ağlar ve sudan çıkar. Jacques  bir dinlese ona hamile olduğunu söyleyecektir, fırsat bulamaz, yapamaz.

Bana göre filmin en vurucu sahnesi ise şudur: Jacques ve Johanne balkonda dururlarken kadın daldığında ne hissettiğini sorar. Diyalog şöyledir:
-En zoru dibe geldiğindedir
-Neden
-Yukarı dönmek için iyi bir sebep bulman gerek ve ben bulmakta zorlanıyorum

Kilitlenir kalırsınız ekranın karşısında. Bunu duyan bir kadının hissedebilecekleri malumdur. Sonsuz acı, hınç ve kıskançlık.

Bu çocuksu saflıktaki filmi, mizah yanı da, romantik yanı da, görsel yanı da yüksek bu filmi uzun uzun anlatmak mümkün değil. Daha usta yönetmeni Luc Besson’u bile anlatmaya fırsat kalmadı. Besson’u anlatmak zaten haddimize düşmez diyerek toparlayalım.

Son sahneyle veda edelim.
Enzo bu kıyasıya rekabette Mayol’u geçme uğruna canından olmuştur. Jacques için artık hayatın anlamı kalmamıştır. Enzo’nun ölümünden sonra bir daha toparlanamaz. Johanne ise Jacques için ardından gidilesi bir varlık olamamıştır. Jacques için yunuslar, derinlikler ve Enzo’nun ötesinde değerli bir şey yoktur. Bir gece yarısı gene kabuslarla yatağından kalkar ve dalış alanına gider. Johanne de arkasından. Dalış parkurunun ışıklarını yakar, son bir dalışa kendini hazırlar. Platform üzerinde Johanne gitmemesi için yalvarırken elinde başka koz da kalmamıştır, ağlar, sevdiğini söyler ve en sonunda işe yarayacağı düşündüğü gerçeği açıklar, bebek beklediğini. Hiç biri işe yaramaz, Jacques’i çağıran derinliklere gitmesini engelleyebilecek hiçbir sebep kalmamıştır. Yenilgiyi kabullenerek ağlar. Jacques kendisini derinlere çekecek ağırlığın ipini kadına uzatır, Johanne “Git” der, “git ve gör aşkım”, ipi çeker, ağırlık Jacques’i derinlere indirmeye başlar. Bizim ise aklımızda “go and see my love” diyen kadının “git ve aşkımı gör” mü yoksa “git ve gör aşkım” mı dediğini sorgulamaya başlarız. Her iki anlam ihtimali de bambaşka yerlere götürür aklımızı ve yüreğimizi. Hangisini demek istedi?

Bu güzel film çekildikten yıllar sonra, gerçek hayattaki Jacques Mayol de intihar eder. 50 ‘li yaşlarında rekor kıran, 70 li yaşlarında metrelerce dalan bu vücut, belki de yaşlanmayı içine sindiremediğinden olsa gerek, hayatına son vermiştir.

Filmin bir de mutlu sonla biten versiyonundan söz edilir ama benim o versiyonu seyretme şansım olamadı.
  • IP logged
Yaşayıp gidiyoruz.

  • *
  • İleti: 1240
  • Selamlar
Ynt: Tuzlu su sinemaları
#1: 10 Mayıs 2021, 21:04:58
Teşekkürler, yine çok şahane bir paylaşım oldu.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 938
Ynt: Tuzlu su sinemaları
#2: 10 Mayıs 2021, 23:40:05
Yeni bir Çetin Kent yazısı görünce gecenin en sakin anına sakladım okumak için, elinize kaleminize sağlık...

"Go and see my love" ikilemi başta olmak üzere ne çok atladığım detay varmış... çok keyifli bir köşe olacak bu...
  • IP logged
"...parce que je suis heureux en mer et peut-être pour sauver mon ame..." - Bernard Moitessier

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: Tuzlu su sinemaları
#3: 10 Mayıs 2021, 23:43:42
Harika, elinize sağlık
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

  • *
  • İleti: 291
Ynt: Tuzlu su sinemaları
#4: 11 Mayıs 2021, 09:16:38
Çok güzel bir filmdir.
Belli bir yaş aralığında olan herkeste inanılmaz etkileri vardır diye düşünüyorum, en azından bende olmuştur...
Anlatım detaylar ve yorumlar için özellikle teşekkür ederim.

Enzo Maiorca ve Jacques Mayol arası rekabet gerçek hayatta pek burada olduğu gibi olmuyor ancak.
Hatta Maiorca'nın senaryoyu okuduktan sonra çok sinirlendiği söylenir.
Eğer sinirlendiyse zaten karakteri doğru yansıtmış demek mi lazım bilemedim? )))
Molinari soyadı bu yüzden değiştirilmiştir diye biliniyor.

Başlangıç ve gemiden kurtarma sahneleri Amorgos'ta çekiliyor.
Olimpic batığı yakın zamana kadar duruyordu, son hali nasıl bilemiyorum.
Ama Amorgos aslında sünger avcılığı ve dalgıçlık için en bilinen ada değil.
Bu işin mabedi Kalimnos. Adanın güneyinde Vilkhadia da buna yönelik bir müze var. 

Bu arada apneistler arası rekabet çok ilginç gerçekten.
Rekorlar ve ilgilenenler için olayın fizyolojik tarafı tam bir "derya kuyusu" )))

Diğer filmleri merakla bekliyorum.
  • IP logged
« Son Düzenleme: 11 Mayıs 2021, 09:24:41 Gönderen: Mehmet Erem »

  • *
  • İleti: 101
Ynt: Tuzlu su sinemaları
#5: 11 Mayıs 2021, 12:40:15
Eskiden nefesle dalardım, fazla derine inmeye gerek yoktu çünkü o yıllarda Marmara denizinde görece sığ yerlerde de balıklar boldu; daha güzel yerlere gitme fırsatı da hiç olmadı.
Her zaman daha derine inmemek için kendimi tutmam gerekti, önceleri serbest dalışta, sonraları ise Scuba'da...
Tüm kış en büyük hayalim yazın dalabilmekti, başka bir şey düşünmezdim bile...

Birisi bana en sevdiğim filmi sorsa ne diyeceğimi bilemem, bu filmi hatırlatsalar diğer filmler ile kıyaslamak aklımın ucundan bile geçmez, yeri, yaşattıkları, bambaşka.Zorlasalar evet budur derim, aksine kimse beni ikna edemez, o derece severim.

Güzel noktalara değinmişsiniz, elinize sağlık.
Bu akşam tekrar dalayım....
  • IP logged
« Son Düzenleme: 11 Mayıs 2021, 12:48:23 Gönderen: Çetin Güner »

  • *
  • İleti: 316
Ynt: Tuzlu su sinemaları
#6: 12 Mayıs 2021, 15:53:32

İhtiyar adam ve deniz

Sevgili dostlar,
bu bölümdeki filmimiz “İhtiyar adam ve deniz”, ama bildiğiniz gibi değil, bildiğiniz ihtiyar adam ve denizlerden değil, bu bambaşka bir film.

Ernest Hemingway’in o ölümsüz eserini hepimiz biliyoruz. Bu büyük hikâyeden çekilen filmi de çoğumuz seyretmişizdir; hani ihtiyar adamı Spencer Tracy’nin oynadığı, 1958 yapımı olan filmi. İşleyeceğimiz eser aynı isimli bir kısa film, dahası bir animasyon. Çok seveceksiniz çoook, haydi buyurun yazının içine de, bir an önce başlasın. “Makinist!”

Önceleri animasyon denince, filmin o bildik çizgi film teknikleriyle yapıldığını düşünüp, çok da ilgilenmemiştim. Sıradan bir çizgi filmi işleyeceğime, yukarıda da dediğim gibi, asıl Spencer Tracy’li filmi işlerim daha iyi demiştim. Kazın ayağı öyle değilmiş dostlar. Bu filme çizgi film demek hakaret olur. Hem emeğe, hem sanata, hem sanatçıya büyük bir haksızlık olur. Filmden kareleri gördükçe ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

1999 yılında piyasaya çıkan bu eser bir yıl sonra, 2000 yılında en iyi kısa film oskarını kazanmış. Takip eden senelerde bir çok ödül toplayan filmimizin yaratıcısı Alexander Petrov. 1957 doğumlu Rus sanatçı, filmi Kanada’da çekmiş. İlginçtir, Petrov’un Rusya’nın bir köşesinde doğduğu senelerde, Hollywood, Spencer Tracy’nin oynadığı filmi çekiyor. Tracy bu filmle oskara aday gösteriliyor, kazanamıyor, fakat Petrov, neredeyse 50 yıl sonra, kısa film dalında aynı romandan uyarlanan filmiyle oskarı kapıyor. Bir çok kez aday olan fakat iki defa kazanabilen Spencer Tracy’nin oskarlarından biri, gene bir deniz filmi olan, 1937 yapımı Captains Courageous’tan gelmiş.

Petrov’un “ihtiyar adam ve deniz”i , yirmi dakika civarında bir film. Biraz önce dediğimiz gibi animasyon olarak, diğer bildiğimiz çizgi filmlerden daha ayrı bir yerde duruyor. Çünkü her kare bir tablo estetiğinde. Renklerle, detaylarla, hareketlerle çok ama çok farklı. İnanılmaz bir yöntem kullanılmış. Tam 29 bin resim oluşturularak çekilmiş. Yanlış duymadınız tam 29 bin adet. Gerçekleştirilen bu iş, tam bir el emeği göz nuru. Bir ilginç not daha, resimler cam üzerine çizilmiş. İnternette Alexander Petrov’u çalışırken izlemiştim. Akıl işi değil. O sabır, emek, zaman, sahiden de akıl işi değil. Eskizler çiziliyor, boyalarla, detaylarla, cam üzerinde gerçek resimlere dönüştürülüyor, sonra özel bir düzenekle tek tek her kare filme alınıyor. Alexander Petrov’un cam üzerine çizdiği resmin bir kısmını, fırça kullanmadan sadece parmaklarını kullanarak yaptığını görünce, ekran karşısında kalakaldım. Camın yanına, boya tüplerinden birer parça boya damlattı. Sonra sahnenin fonunda yer alan gökyüzü, toprak, deniz ve ağaçları parmaklarıyla, avuç içiyle, yani resmen elleriyle çizdi, boyadı. Detay gerektiren ince çizimler için fırçayı en son eline aldı. Çizimleri tamamladıkça, resim karesinin tam üzerinde düşey duran kameranın da kayıt düğmesine basıyordu. Sonuçlar inanılmaz. Bildiğiniz üzere seyrettiğimiz filmlerin saniyesi 23 kare fotoğraftan veya 25, 29 kare gibi farklı sayıda fotoğraftan oluşabiliyor. Zaten bunların arka arkaya gösterilmesi filmi oluşturuyor, tıpkı küçükken defter sayfalarına sırayla çizip sayfaları hızlıca çevirerek oynattığımız çocukluk oyunlarımız gibi. Cam üzerine yağlı boyayla çizilen, her biri saniyenin 25’te birini oluşturan binlerce çizimi gözönünüze getirebilir misiniz? Bunlardan her biri de öyle sıradan Cin Ali çizimi değil, resmen tablo, resmen sanat eseri. Tek tek bunlarla uğraşmanın nasıl meşakkatli ve deli işi olduğunu takdir edersiniz. İğneyle kuyu kazmanın tam karşılığı olan bu delilik de işte insana oskar kazandırıyor. Bu iş Petrov’un neredeyse iki yılını almış. İki yıl durmadan çizip, o binlerce çizimle, sonunda sadece 20 dakikalık bir film üretiyorsunuz.

Petrov’un bu film haricinde birkaç filmi daha var. Benim seyredebildiklerim arasında, 1988 yılında, Mickey Mouse’un 60. yıldönümü için çektiği (aslında çektiği mi çizdiği mi demek lazım bilemiyorum) bir “The Marathon” kısa filmi var ki, o da hayli ilginç. Bir başka kısa filmi ise “The Mermaid”. Bir deniz kızıyla bir çocuğun aşkını anlatan bu film de en az “ihtiyar adam ve deniz” kadar etkileyici. My Love, The Cow gibi birkaç filmi daha var. Hepsi gerçek bir emek ve sanat şaheseri.

The mermaid

İhtiyar adam ve denize tekrar geri dönelim: Film, bildiğiniz üzere Kübalı yaşlı bir balıkçının, yakaladığı kılıçbalığıyla mücadelesini anlatır. 84 gün boyunca balık tutamayan ve alay konusu olan ihtiyar balıkçı hiç gitmediği kadar uzağa gider, günlerce süren bir avdan sonra teknesinden bile büyük bir kılıç balığı yakalar, balığı teknesinin yanına bağlar ve geri dönmek üzere yola koyulur. Limana varana dek köpek balıkları kılıçbalığına saldırır, ihtiyar adam da elinden geldiğince balığını savunur. Limana vardığında teknesinin yanında koca bir “kılçık” dan başka bir şey kalmamıştır. Yorgunlukla evine gider ve uyur. Bu kadar basit ve kısa bir öykü, Hemingway’a nobel getirir, hikâyeden etkilenerek çekilen filmler de çeşitli dallarda oskar kazanır. Basit ve kısa bir öykü dediysek, dünyada bu öyküye inanılmaz anlamlar yükleyen insanları da es geçmeyelim. Felsefi ve dinsel ögelere gönderme yaptığına, bazı sembolik anlamlara sahip olduğuna dair bir çok görüş de var. Neyse, bizim için önemli olan içinde deniz olması.

Aşağıya The Cow ve My Love filmlerini de ekledim.
İyi seyirler dostlar...



  • IP logged
Yaşayıp gidiyoruz.

  • *
  • İleti: 1049
Ynt: Tuzlu su sinemaları
#7: 12 Mayıs 2021, 20:39:49
Çok alakalı sayılmaz ama favori filmim "Il Mediteraneo"dur ve DVD'si maalesef artık bende değil.
Bekliyorum hala  8)
  • IP logged
SARIYAZ  Turgut / Marmaris

  • *
  • İleti: 938
Ynt: Tuzlu su sinemaları
#8: 13 Mayıs 2021, 00:00:06
Video inanılmaz, herhangi bir anda pause düğmesine basın, ayrı bir tablo var karşınızda hakikaten... Müthiş bir paylaşım daha, çok teşekkürler...
  • IP logged
"...parce que je suis heureux en mer et peut-être pour sauver mon ame..." - Bernard Moitessier

  • *
  • İleti: 1240
  • Selamlar
Ynt: Tuzlu su sinemaları
#9: 13 Mayıs 2021, 07:16:29
Muazzam bir emek gerçekten

Çok teşekkürler paylaşımlar için

Bu arada herkese iyi bayramlar diliyorum


Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4254
Ynt: Tuzlu su sinemaları
#10: 13 Haziran 2021, 09:26:08

Kitaplıkta duruyor. Hep çantaya koymayı unutuyorum.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

 
Yukarı git