2009'dan bir karalama
Haliç ve donanma
Haliç denince, malumunuz, içimiz acıyor; Haliç’e otuz yıl tıkılıp kalan ve çürüyen donanma geliyor aklımıza. Donanmanın merkezinin burada olması sebebiyle bu bölge önemli. Osmanlı Donanması’nın üst düzey yönetimi Divanhane denilen merkez binalarda yer alıyor. Eskiyen, yanan, yıkılan ve tekrar inşa edilen Divanhane sayısı beş. Şu anda Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’nın binası da 5. Divanhane. Osmanlı tarihi boyunca bahriyeli subaylar da doğal olarak Haliç ve çevresinde oturmuşlar. Gemi havuzları, tersaneler, dev maçunalar hep bu bölgede yer almış. O yüzden denizcilik tarihimizde Haliç’in önemi çok büyük. Maçuna dedikleri bugünün vinçleri. Günümüzdekilere göre basit sayılabilecek, buharla çalışan, vinçten ziyade kaldıraç diyebileceğimiz makineler. İlginç bir detay da, maçuna adının “machine” sözünden değişime uğrayıp dilimize girmesi. Alafortanfoni (Alev örten huni) gibi bir kelimeden sonra artık hiçbirşey şaşırtmıyor beni.
Osmanlı donanmasının gemi isimleri, bana oldum bittim ilginç gelmiştir. Sanki savaş için, kan akıtmak için yapılmış makine isimleri değillerdir: Muin-i Zafer, Berk-i Satvet, Asar-ı Tevfik, Hamidiye, Necm-i Şevket, Heybetnüma, Peyk-i Şevket, Feth-i Bülent. Gemi isimlerindeki melodi, insanın aklında savaş ve kan terimleriyle yan yana gelmiyor. Donanmayı sayılı devletlerin donanmaları arasına yükselten Sultan Abdülaziz’in, bu güzel isimlerin çoğunu kendinin vermesi de bir diğer ilginç nokta. Abdülaziz hayata bağlı, spora, sanata düşkün bir adammış. Bu renkli yanı savaş gemilerinin isimlerinde de kendini belli etmiyor mu? Söylesenize şu ismi savaş gemisine verecek bir adam nasıl bir ruh haline sahiptir: “Mukaddeme-i Hayır” Yani “Hayırlı Başlangıç!” Bir korvete konulacak daha ince bir isim olamaz herhalde. Asar-ı Tevfik ismi ise en sevdiğim isim.
Asar-ı Tevfik Zırhlısı
Asar-ı Tevfik o zamanki donanmada kullanılan en güzel isimlerden biri. Hamidiye, Mecidiye, Ertuğrul gemileri kadar bilindik bir hikâyesi yok. Biraz gölgede kalmış gibi. Gerçi Abdülaziz döneminden ta Birinci Dünya savaşına kadar gidebilmiş pek az gemiden biri. Yani en az 45 senelik bir hizmet süresinden bahsediyorum. Abdülaziz zamanında doğmuş, Abdülhamit zamanındaki Haliç’te çürütme dönemini bile atlatıp göreve devam etmiş, dört padişah iki meşrutiyet görmüş! 31 Mart olayından tutun 93 harbine kadar Osmanlı’nın en ilgi çekici ve ders alınacak inanılmaz dönemlerinin tanığı. Nasıl bir ülkede yaşıyorsak o zamanlardan bugüne ne bir gemiyi müze yapabilmişiz ne de doğru düzgün bir belgesel. Birkaç yüz senelik tarihi olan bebek ülkeler kısacık tarihlerinde ne “semboller” yarattı. Bin senelik tarihimizden bir gemiciği bile bugüne taşıyamadık. Asar-ı Tevfik ne yazık ki battı ama diğerlerini bari koruyabilseydik. Ne jilet meraklısı milletmişiz kardeşim biz, hangi gemiyi sorsak jilet olmuş! Açın pencereyi bakın sokağa, herkeste bir karış çember sakal. E ne için harcadık bu gemileri o zaman, çenelerdekini geçtik, müze-eğitim-tarih merkezi olsalar belki zihinlerdeki sakalları bile traş ederlerdi, jilet yapılmadan.
Neyse..Asar-ı Tevfik 1860 lı yıllarda inşa ediliyor, birkaç defa tadilat geçiriyor. Kırk küsur yaşındayken bile donanmanın en etkili birkaç gemisi arasında. Averoff’u Ege’de sıkıştıran donanmamızda yer alan, Osmanlı’ya sancak gemisi olarak hizmet veren Asar-ı Tevfik’le ilgili ilginç anılar buldum. Hüseyin Rauf Orbay’ın anılarında çok özel bilgiler var.
Asar-ı Tevfik zırhlısının Almanya’dan getirilmesi
Önce de dediğim gibi bu gemiyle ilgili çok detaylı bilgiler yok. Kırk küsur senelik hizmet hayatında hep kilit noktalarda bulunmuş bu zırhlı hakkında Rauf Orbay’ın anılarında damlalık misali çok kısa ve ilginç bilgiler buldum. Orbay bu gemide bulunduğu çok sınırlı bir zaman dilimini anlatmış. Asar-ı Tevfik inşa edildiğinde Rauf Orbay dünyada bile değil. Bu genç subay, 1906 yılında Buchnam Paşa’nın tercümanlığını yapıyor. Hatta o genç yaşında padişahın yanına bile çıkma şansına erişiyor. Buchnam Paşa çok ilginç bir karakter, belki ileride misafir ederiz.
Padişah Asar-ı Tevfik’in Almanya’dan getirilmesi için Buchnam Paşa’nın fikrini sorar. Fabrika gemiyi kendi imkanlarıyla göndermeleri için 15 bin İngiliz Lirası istemektedir ve bu rakam pahalı gelmiştir. Paşa da bu rakamın yarısına getirilebileceğini söyleyerek, eğer izin olursa İstanbul’dan götürülecek subay ve eratla bu işi becerebileceklerini belirtir. Padişah malum 2. Abdülhamit, evhamlı vesveseli bir sultan ya, hemen buradan gidecek askerlerin trenle seyahat etmelerinin tehlikeli olabileceğini söyler. Paşa da askerin görgü ve tecrübesi açısından bunun çok faydalı olacağını söyler ve padişahı ikna eder. Acı bir detay daha: Ekibe almak için donanmada dümen tecrübesi olan serdümen ve ateş yakmış olan ateşçi bulamazlar!
11 Kasım’da iki vagon dolusu askerle Sirkeci’den yola çıkarlar. İaşe ve ulaşım işlerini öyle iyi ayarlamışlardır ki, o kadar insanı hiçbir sıkıntı çekmeden, tren aktarmaları, ülke geçişleri dahil kolayca götürürler. Önce Sofya, ardından Belgrad ve Budapeşte. Kendisi daha gencecik bir subay olan Rauf anılarında Peşte’deki molayı öyle bir anlatmış ki, sanki emrindeki askerler onun evlatları. Anlatımdaki naif ve babacan havayı koklamak için anılarından burayı anlatan bir paragrafı paylaşmak isterim. Asker İstanbul’dan beri vagonlarından ayrılmamıştır. Onları trenden çıkarıp sıcak bir yemek vermek için istasyon lokantasına götürürler:
“…Gösterdiğimiz masalarda yerlerini aldılar. Ne yemek istediklerini sorduk. Siz bilirsiniz dediler. Çorba ve sebzeli sığır etini işteha ile yediler. Budapeşte’nin küçük has ekmekleri çok hoşlarına gitti. Seyahat müddetince askerimizin tavır ve hareketleri çok dürüst ve tabii idi. Kendileriyle görüşmek isteyenlere güleryüzle muamele ediyor, yabancılık göstermiyorlardı”
Evlatlarıyla geziye çıkmış, onları doyuran ve onlarla gurur duyan bir baba şefkatini sezdiniz mi? Daha 25 yaşında bir Osmanlı subayının yazdıklarıdır bunlar.
Budapeşte’de tren değiştirirler ve Berlin’de bir başka aktarmayla Hamburg yolundan geminin bulunduğu Kiel’e varırlar. İstanbul’dan çıkalı dört gün olmuştur. Asker önceden hazırlanmış binalara yerleştirilir. Müthiş bir operasyon tamamlanmıştır.
Fabrikada gemiye çıktıklarında Buchnam Paşa da Hüseyin Rauf da hayal kırıklığına uğrar. Üç senedir tadilat için orada bulunan gemide görürler ki ahım şahım hiçbir iş yapılmamış, sadece toplar değiştirilmiştir. Güverte adi çam ağacı kullanılarak, kalafatı bozuk ve hatalı montajla bitirilmiştir. Metal aksamlardaki paslar kazınmadan üzerine boya yapılmıştır. Nikel kullanılarak yapılacağı söylenen ilave bir imalat için 7500 İngiliz Lirası fazla para ödenmiştir. Fakat bu yapılan iş görülmüştür ki adi çelik levhadan, birkaç yüz lirayı geçmeyecek maliyette çıkmıştır. Demir ve ırgat tertibatı eskisinden daha kullanılmaz hale sokulmuştur. Orada kontrol için kalan Osmanlı subayı da bunlara göz yummayınca tatsızlıklar çıkmış, sonra bu subay merkeze alınmış. Sözleşmedeki maddeleri sağlamamasına rağmen, hatta toplar ve makineler kontrol edilmeden gemi Osmanlı tarafından teslim alınmış bile. Buna canları sıkılan Buchnam ve Rauf’un artık pek de yapacak bir şeyi yoktur. Görevleri gemiyi vatana getirmektir. Askerin kış şartlarında yetersiz kalan üniformalarının yerine yenilerini yaptırırlar, kömürler doldurulur ve 15 gün sonra Kiel’den ayrılırlar. Yola çıkmadan önce bir gece Rauf ve Buchnam paşaya beş kişi saldırır. Beşini de benzetirler, bu arada kendileri de önemsiz yaralar alırlar. Fabrikanın kalitesiz işçiliğini kıyasıya eleştiren ve karşı çıkan bu iki subayımıza, kimbilir, belki de bir ders vermek istenmiş ve bu saldırı planlanmıştır.
Daha yola çıktıkları zaman tornistan manevrasında arıza olur ve gemi tehlikeye düşer. Bir yere bağlanırlar, tamir için beş gün geçer. Tekrar yola çıktıklarında ne bir fener ne de kerteriz alma imkanı bulabilirler. Haritadaki derinlikleri takip ederek iskandil seyriyle yollarını bulurlar. Derin su iskandil makineleri de yoktur, eski usul denize iskandil kurşunu atarak seyrederler. Cefaya bakın. Gemi yenilenmiş güya. İstikamet İngiltere’nin Kardif limanıdır. Kömür ona göre alınmıştır fakat hesap şaşar, kömür yetmez, gemi hesap edilen sürate ulaşamaz ve Plymouth limanına mecburen girilir. Sebep kazan bağlantılarındaki bir arızadır. Gemi yenilediler ya Almanlar. O zamanki iş kaliteleri nasılmış bu Almanların, anlaşılır gibi değil.
Dört gün de burada tamir işi yapılıp, kömür alındıktan sonra yola çıkılır. Aldıkları kömür hesaplarına göre onları Malta’ya kadar götürecek miktardadır. Kazan kullanmak ve ateş yakmakta bilgili altı İngilizi de ücretli işe alırlar. Yolda kazanlardan birinde büyük ve tehlikeli bir arıza oluşur ve kazanı kapatırlar. Sürat azalmıştır, fırtına şartları hakimdir ve kötü haber, gemide yangın çıkar! Kısa sürede söndürülen yangın sonrası personelde moral ve enerji kalmamıştır. Planda olmayan Lizbon’a uğrayıp dinlenmeyi ve biraz daha ateşçi işçi almayı düşünürler fakat erler “yabancı tayfa alarak bizi utandırmayın, bize güvenin” deyince Lizbon’dan vazgeçilir, yola devam edilir.
Akdeniz’e girince her şey sakinleşir, rahat bir nefes alınır, yüzler güler ve bir büyük arıza daha çıkar! Malta’ya varamadan Cezayir’e girmek zorunda kalırlar. Yolda zatürre olan bir ateşçi askerimiz şehit olur. Gemiyi durdurup, sancağa sarılan asker dualarla denize gömülür. Tören sonunda tekrar yola koyulmak isterler ama gemi motorları çalışmaz! Cezayir’e 60 mil mesafede denizin ortasında kalırlar. Kendi imkanlarıyla on saatlik bir çalışmadan sonra güç bela çalışan gemiyi karaya getirmeyi başarırlar. Rauf utanç içindedir, mendirekten bile içeri giremeyecek derecede makine arızaları vardır ve gemiyi çektirirler. Arıza olduğu bilinmesin diye geminin dümene bağlantısı ağır olduğundan römorkör yardımıyla yanaşıldı tavrı sergilerler.
Operasyonun geri kalanını Rauf Orbay’ın anılarından okuyabilirsiniz. İnanın müthiş bir macera fakat bir o kadar da onur kırıcı bir seyahat. Yazıyı Rauf’un sözleriyle bitirelim. Rauf anılarında duygularını şöyle özetliyor:
“Aslında olmaması gereken bu arızalar, devrini tamamlamış, hareketten mahrum, dubalara bağlanarak mahvedilmiş gemilerin yerine yenilerini almanın akıl izan yolu olduğunu bir daha gösteriyordu. Onarımlar başıboş, bilgisiz ve inançsız ellere emanet edilen, sadece görünür bölümlerle meşgul sathi onarımla gözboyamadan ileri gitmeyen bir aldatmaca ile, bir vatan nasıl müdafaa edilebilir, memleketin emniyeti nasıl temin edilebilirdi? Bu acıyı yüreğimde duyuyor, bizler kadar kederlenen Buchnam Paşa’dan bile utanıyordum. Bu haliyle bu gemiye “yenilenmiş kadar tamir edilmiştir” raporunu veren ya avare ya menfaat düşkünlerini asla affedemiyorum. Vatan ihanetinin bundan daha açık tarif ve tatbiki olabilir miydi?
Yaşayıp gidiyoruz.