KÖYDE, TARLADA, KUMSALDAköyde
Mor Soğan; işi bir yıla yayılan ürünlerden. Şubat ayında ocaklara ekilen fideler, belirli aralıklarla sulanıyor, otları temizleniyor, baş bağlayıp irileştiğinde de, mayıs haziran gibi sökülüyor. Tarlada kuruyan soğan demet şeklinde toplandıktan sonra patpat denen -son on yılın köylede yaygınlaşan- araçla çardaklar altına taşınarak diziler halinde örülüyor.
patpat
Patpat çok işlevli bir araç. Tarlalara gitmede, odun, zeytin, soğan taşımada kullanılıyor. Öne takılan bir aparatla çift sürmede de kullanılıyorlar. Son on yıl içerisinde yaygınlaşarak köylerdeki atların, katırların, eşeklerin kökünü kuruttu. Motorsikletler, mobiletler de bunda etken. Bu araçlar köylünün pek çok huyunu da değiştirdi. Daha kolay daha çabuk, pek çok yere ulaşmalarını sağlarken, yüz metrelik bir mesafede, evden kahveye bile onlarla giden bir yaklaşım da yarattı. Bunun araçlara sahip olmalarıyla varsıl oldukları yanılgısına düşmüyorlar. Çünkü söz konusu olan taşıtlar tam bir hurda, Don Kişot’un Rozinante’sinin metali. Yeni değil hiçbiri. Sanırsın ki aldıklarında dahi eskiydi. Ama değil. Her sene bir iki yeni patpat, traktör, motorsiklet geliyor köye. Sadece kısa zamanda tozlu, çamurlu, belirli bir döküntü, salaş hal ediniyorlar ve bu hal yıllarca sürüyor.
Patpat yaşamın her alanına girmiş durumda. Tarladan meyva sebze taşıma dışında, torunları deniz kıyısında gezdirmekten tutun da, keçilere dağdan yaprak getirmeye, sarp yakalardan tonlarca zeytini taşımaya kadar türlü işte kullanılıyorlar.
Düğün oluyor mesela. Düğün alanının kenarına diziliyor patpatlar. İçki masaları römorkuna kuruluyor. Düğün dağılınca da yavaş yavaş, masayı kırıp dökmeden çekiyorlar deniz kenarına. Aküden çekilen seyyar lambalar hazırda. Kuytu bir köşede devam ediyorlar alemlerine.
Bunun gibi pek çok iş için uyarlama-doğaçlama icatlar var. Kiminin siyah-beyaz, kiminin sarı-lacivert, sarı-kırmızı boyadığı, kayıtsız, kuyutsuz, derme-çatma bir beceriyle birleştirilen bu metal ejderhanın sağına soluna, teypler, hoperlörler bağlanıyor, demir çubuklarla gölgelik tenteler, brandalar bağlanıyor, römorklara çakılan kazıklarla havaleli yüklemeler yapılıyor.
Gençler ayrı bir alem. Lümpen, çalışmayı sevmeyen, gezgin bir ruh halindeler sürekli. Motorların arkasına taktıkları meyve kasalarına dolduruyorlar biraları, basıyorlar gaza. Deniz kenarı mı olur artık, dağbaşı bir çeşme mi… Çekiyorlar birayı. Bira onlara, o hızlı yaşamı silikleştirmede, soluklaştırmada yardım ediyor belki de. Köyden kurtulma hayalleri kurduruyor. Daha yaşlılar için de motor; beygir-katır arasında bir bağ, benzerlik kuruyor; Saman yerine benzin yiyen bir şey.
tarla-bahçe işleri
Sabah altıda herkes tarlada oluyor. Herkes değil tabii ki, çocuklar ve yaşlılar dışında. Sıcak bastırana kadar soğanlar aktarılıyor, aralarındaki ufaklı, çürük olan seçiliyor, top yapılıyor. Denize yakın tarlalarda çalışıyoruz. Kıyıdan martı ve balıkçı motorlarının sesleri geliyor. Tarla bahçe işlerinden hiç hazzetmem bildim bileli. Çocukluğumda küsmüşüm. Köyden, reçberlikten, inek, keçi gütmekten, tarlada kazma, çapa sallamaktan tek kurtuluş okumak diye bellemişim o zamanlar.
Köyü, o ortamı, sessizliği -belki köyün kendine has seslerini-, yanık ot, damdaki tezek kokusunu seviyorum. Ama çalışmak bana göre değil. Ne yazık ki bu bir seçenek de değil. Köydeysen, hele ki köyde doğmuş biriysen çalışmamazlık edemiyorsun. Bir süre sonra soğandan mosmor oluyor ellerim. Pantolonların dizleri yırtılıyor toprakta diz sürümekten. Her yanım toza toprağa batıyor. Akşamları tavuklarla aynı saatlerde uyuyakalmaya başlıyorum.
Çocuklukta yapılan hiçbir şeyi unutmuyor beden. Ellerim çapanın sapını, dizi örmeyi, soğan aktarmayı biliyor. Öğrenmeme gerek yok. Anımsamaları yetiyor sadece.
Sadece çok çabuk yorluyorum ilk günlerde. Bunu bahane edip denize kaçıyorum.
deniz
Geniş bir şemsiye, kitap-defter-kağıt-kalem-su-kahve alıyor kumsala iniyorum. Sahilin en uzak yerine. Hafta içi bomboş genelde. Gençler bir çardak yapmışlar, orada giriyorlar denize. Bira içip top oynuyor, denize dalıp suda şakalaşıyorlar.
Kitap okuyor, durgun denizin ufkundan geçen gemilere, yelkenlilere, balıkçı teknelerine, kıyıdaki martı sürüsüne bakıyorum. Stamatis Spanoudakis, Eleni Karaindrou, Zbigniew Preisner dinliyor, Saramago, Seneca okuyorum.
karınca
İri bir karınca, kum kabartılarının arasında koşturuyor. Sürekli yön ve hız değiştiriyor. Şaşkın ve nereye gideceğini bilmez bir hali var. Bir an kumun sıcak olduğu, ayaklarını yaktığı için paniğe kapıldığını düşünüyorum. Ama değil sanırım. Belirli bir seçilmiş yönü yok gibi koşuyor. Bir ara denize yöneldi. Kıyıya vuran dalga kumun üzerinde yayıldı, yayıldı, karıncaya bir karış kalaya kadar geldi. Geri çekildi, bir kışmı kumların zerrecikleri arasında kaldı. Karınca, nasıl bir ölüm tehlikesi atlattığından habersiz, yön değiştirdi. Kesik, zigzaglı koşusunu sürdürerek kayboldu gitti. Şanslıydı o gün.