LİMAN Gündüz neredeyse boş olan liman akşama doğru balıkçı tekneleriyle doluyor. Rıhtımdaki yer darlığından, tekneler manevralarla yan yana aborda edip, birbirine kalın palamarlarla[1] bağlanıyorlar. Aralarında, baş üstünde, kıçlarda tayfalar dolaşıyor. Muşambalar, çizmeler çıkarılmış, eşofmanlar, pijamalar, terlikler giyilmiş. Birisi yıkadığı birkaç çamaşırı bomla kamara arasına gerili ipe asıyor, biri orta güvertede öylece dikilip martılara, yelkovan kuşlarına bakıyor, bir başkası sırtını kamaraya dayamış uyuklarken yanındaki sesli sesli gazete okuyor.
Baş kasarada[2] oturuyorum. Baştan kıçtan iskele babalarına bağlı kalın halatlar, dalgaların salıntısıyla gerilip boşalıyor. İskele ile tekne arasına sıkışan lastiklerden ince cıyırtılar, mutfaktan tencere tabak, genel kamaradan tayfaların sesleri geliyor. Kıçta, ağların üzerinde birkaç tayfa, sigara içip, yan teknedekilerle sohbet ediyorlar.
Rıhtımın üzerindeki ağ, mantar, kurşun öbeklerine, kırık balık kasalarına, yerlerde kurumuş yosunlara, yengeç ölülerine, midye kabuklarına bakıyorum. Ağların aralarında dolaşan kedi, yerdeki balıkları koklayıp yürüyüp gidiyor.
“İshak! Bom direğine bi’ yağmurkuşu kondu.”
Reis tepeden, kamarasının camını aralayıp bağırıyor;
“İsmaiil! İsmaiiiiil! Ne a... koduğumun deliğine girdin be oğlum!”
İsmail makine dairesinden çıkıyor. Yüzü gözü yağ, is içinde. Reise küfürle karıştırarak bakıyor.
“İki adam al. Palamarları takviyeleyin. Hava akşama çevirecek. Fazla boşluk koymayın. Arada yoklayın.
İsmail genel kamaradan birkaç kişi çağırıyor. Başaltından kalın halatlar çıkarıp, öne, arkaya birer halat daha bağlıyorlar.
Reis, palamarlar bağlanırken küfürle karışık emirler yağdırmaya devam ediyor.
“Çok gergin oldu. A be a... ağızlı, o düğüm öyle mi atılır! Bir daha çevir içten. Boşluğu al biraz daha. Oğlum, ilk defa mı görüyon bu a... koduğumun halatını.”
Halatı bağlayan tayfalar homurdanıyor.
Reis camı örtüp, kafasını içeri sokuyor.
Çok geçmiyor, inceden başlayıp irileşen damlalar dökülüyor. Herkes bir yere kaçışıyor. Kamarama çıkıp, rıhtımı, betona çarpan yağmuru seyrediyorum. Denizde çalkantı artmış. Tekneyi bağlayan halatlar daha kuvvetle geriliyorlar.
“Nihat! Rıhtımdaki lamba direğine siskuşu kondu.”
Teknelerden yayılan mazot, ağ, yosun, küf, pas, yemek kokularına, bir yerlerden, sobaların, yeni tutuşmuş kaloriferlerin kömür kokuları karışıyor. Rıhtıma, kahveden seslerin birbirine girdiği bir uğultu, bitişikteki salaş meyhaneden müzik sesi yayılıyor.
Sarı rıhtım lambalarının ışığını, koyu bir sis örtüyor. Direğin tepesindeki ampulden kısık bir ışık yayılıyor. Balıkçı teknelerinin kamaralarından sızan ışıklar sisin içerisinde eriyip dağılıyor.
Direklerin arasında, sislerin içerisinde karaltılar geziniyor. Ara sıra, hatlarının nerede başlayıp, nerede bittiği belirsiz silüetler lamba direklerinin altında belirip yitiyor. Dalgaların, kılavuz bot düdüklerinin, martıların, köpeklerin seslerine, rıhtımın değişik yerlerinden gelen, mırıltılar, kesik, dalgalı yükselip alçalan konuşma sesleri karışıyor.
“Olum yavaş git biraz. İki çekişte şişeyi yarısına indirdin. Kovalayan mı var? Sonra gırgırı[3] kaybediyon, bulamıyon, kafayı bulunca. Zargana Mümin gibi, kaç sefer denizin ortasında gırgır değiştirdin, liman liman gırgır aradın karadan. Yavaş! Dikkat et! Yerdeki sis kuşuna basacaksın.”
Geceleri, bir saatten sonra rıhtımlar birbirine benzer. İskelelerde, sislerin arasında, ölgün lambaların altında sarhoş, sallana yalpalaya, sabaha kadar teknelerini arayan, cebindeki şişeden son birkaç yudum şarabı çekip, şişeyi betona çarpıp kıran, şişeye, sise, denize, hayata, Allah’a, kitaba söven balıkçılar dolanır. Gündüz avuç içi kadar görünen liman, hava kararıp da, nereden indiği belirsiz bir sisle kapladığında büyüyüp, genişleyip, türlü türlü labirentlere, çıkmaz sokaklara, nereye çıktığı belirsiz beton patikalara bölünür. Koyu siste dolanan kafası güzel balıkçı, bir ara, sekiz on yıl önce, yine böyle sisli bir gecede kaybolan, başka bir balıkçıyı görür gibi olur. Giderken eliyle koyduğu gibi bulduğu meyhanenin ne yanda, denizin ne yanda, teknenin ne yanda kaldığını şaşırır. Bulmaktan umudunu kesince de, ampulü kırık, yanmayan en yakın lamba direğinin dibine, ıslak ağların üzerine kıvrılıp yatar.
“Yav! Ridvan ne kadar pay düşer acaba be? Balık da iyi gidiyo bu sene. Günlük bin kasa tuttuğumuz oluyo. Ne bileyim Çakıllı Çavuş. Bütün gün balık aktarıyoz. Bilmiyon mu bizim pezevenkte yalan çok. Sizin kayıkta ne diyolar bu sezon için? Sizinki daha insan bizimkinin yanında. Bizden iki kat fazla pulatka[4] aldınız.”
Geceleri, bir saatten sonra rıhtımlar bambaşka yerlermiş gibi görünür. Teknelerin arasında ezilen lastiklerin ince sesi, bilinmez düşsel hayvanların inlemeleri gibi yayılır etrafa. Geceleri limanlar uyumaz, uyuyamaz. Kamaralardan taşan yorgun, bitkin tayfaların horultuları, başaltındaki ranzada uyku tutmayıp, birikmiş Bağ-Kur taksitlerini, çocuğunun yurt masraflarını günde on kez hesaplayan Nihatlar’ın derin, çaresiz iç çekişleri, hapisteki evladını düşünmeden bir anı geçmeyen Veliler’in, güvertede, sabaha kadar birbirine ekleyerek yaktığı cıgaraların denizde sönerken çıkardığı cızırtılar, soğuktan morarmış, kır sakallı, asık yüzlü sarhoşun paçasını koklayan köpekler, sabaha kadar uyutmazlar limanı.
Mendireğin ötesinde, sahil boyunca uzayan sisin içinde kaybolmuş, kıyıdaki evlerin ışıklı camlarını görür gibi olurum. Evlerin bir yerlerine, uyuyan çocuğunu örten anneler, televizyondaki kanalı değiştiren çocuklar, günlük sakalının suratını daha da kararttığı, sıkkın, mutsuz babalar, başka bir kıyıda, başka bir limandaki sevdiğine, nişanlısına ördüğü kazağa iki ilmek daha ekleyen kaygılı genç kızlar kondururum.
Mendireğin ucundaki, biri kırmızı, biri yeşil yanan fenerlerin ışıklarını sisin zerrecikleri kesmiş, görünmüyorlar.
“Mümin! Sancak küpeşteye bi’ fırtınakuşu kondu.”
Gecenin bir vakti uyanıyorum. Uyku ile uyanıklık arasında kalıyorum bir süre. Tekne sallanıyor. Hem de ne sallanma. İyi de biz limanda değil miyiz? Bu bağırtılar da ne? Saate bakıyorum. Sabahın altısı. Gün ışıdı ışıyacak. Bir karışlık kamara penceresinden soluk bir ışık vuruyor içeriye. Kalkıp sendeleye, yalpalaya giyiniyorum.
Aşağıya iniyorum.
Mutfaktan aşçı kızgın, kime, neye belirsiz küfürler savuruyor. Kafamı uzatıyorum daracık mutfağa. Beni görünce söylenmeyi kesiyor.
“Fırtına patladı. Dalgalar mendireğin üstünden aşıyor. Sabah kalktım. Fasulya ıslatmıştım akşamdan. Hepsi yerlere dökülmüş. Kıyıda, köşede, yersiz, bağsız ne kadar tabak, kaşık varsa saçılmış ayak altına. Kazandaki fasulyayı ikiye böldüm. Hava yatarsa pişiririm. Yoksa bu havada kazanda yemek durmaz.”
Genel kamaraya giriyorum. İçeride birkaç kişi oturaklara uzanmış kestiriyor. O daracık yerde, tekne sağa sola savrulurken nasıl düşmediklerine akıl erdiremiyorum. Dışarıdan sert bir şaklama sesi geliyor. Tayfanın birisi doğrulup; “Palamarlardan birini kopardı gırgır. Limanda olacak şey mi bu?” dedikten sonra, uzanıp tekrar, başını örtünün altına gömüyor.