ÇEKİP GİTME"Oysa belki de kısa bir yürüyüşe bile ölümsüz bir serüven ruhuyla, geri dönmeyecekmiş gibi, terk ettiğimiz krallıklara birer anmalık olarak yalnızca mumyalanmış kalplerimizi yollamayı göze alarak çıkmalıyız.Eğer ananızı babanızı, kardeşlerinizi, karınızı, çocuklarınızı ve arkadaşlarınızı bir daha görmemek üzere geride bırakmaya hazırsanız, borçlarınızı kapatmışsanız, vasiyetinizi tamamlayıp tüm işlerinizi halletmişseniz ve özgür bir insansanız, o zaman yürümeye hazırsınız demektir." Henry David Thoreau çekip gitme
Gündelik, sıradan aynı saatlerde kalkmalar, neredeyse birbirinin tıpkısı sabah kahvaltıları, yemek sofraları, sorumluluklar, işler, her gün yürünen sokaklar, hep aynı yüzler, bıkılan bu tekdüzelik, bir süre sonra bende, uzaklarda olanın özlemine, her şeyi bırakma, çekip gitme hayallerine dönüşüyor. Evin rahatlığı, arkadaşlar, belirli günlerdeki buluşmalar, ritüeller, duvarlar, çitler, tel örgüler, kitaplar, gazeteler, televizyon, rahata, konfora dönük, koruyan, esirgeyen, ne varsa terk etme, ataletsizliği, aynı zamanda mahrum da eden duvarların ardına bırakma dürtüleri filizleniyor içimde. ‘Rahat batıyor,’ diye niteliyor yakınımdaki insanlar. Sonra sonra onları haklı bulduğum zamanlar dahi oluyor. Ama öyle oluyor.
çağrı
Sırttaki Beşkardeş Meşe’ye bisikletimi dayıyor, fotoğraf makinemi çıkarıyorum. Sırt, Atikhisar baraj gölüne hakim, yemyeşil bir alan. Yeni yeni uçveren bodur meşelerin neredeyse saydam yaprakları aralarından süzülüyor güneş. Açık gökyüzü masmavi. Gölün sularına karşı yakanın maviye çalan soluk grileri yansıyor. Çobankuşu ötüşü, durgun, dingin çevreye daha bir koyu sessizlik ekliyor. Göl, meşelikler, ufuktaki yansılar, kuş sesleri, meşeliğin arasında gezinen rüzgar; “Boşver yolu, rotayı, uzan şuraya, çimenlerin arasına, kapat gözlerini, görmezden gel zamanı, planı-programı,” diyor. Her çağrıya icabet edilemiyor doğal olarak.
Biniyoruz bisikletlere, tatlı bir eğimle inen toprak yolda, pedal çevirmeden, yola göz ucuyla bakarak, manzaranın görkemini duyumsayarak iniyoruz göl kıyısına.
eşik
“Yolculuğun başında bir düş , bir tasarı , bir niyet vardır. İmgelemi kırbaçlayan adlar, yolun, ormanın, çölün çağrısı, sıradan olandan ve basitlikten kaçarak, birkaç saatlik ya da birkaç yıllık bir kurtuluş. Ya da bir bölgeyi katetmek, onu daha iyi tanımak, mekanın iki uzak noktasını birleştirmek hırsı veya sadece aylaklığı yeğleme.” David le BretonKapı eşiğinden dışarı atılan ilk adımla başlıyor farklı olan. Bütün gidişler, rahatı, konforu, hep aynı olanı, çitleri, tel örgüleri, esirgeyen her şeyi terk, bir uzaklaşma, kopma, onlardan vaz geçme denemesi, bir karşı duruş. Yolda olmak, bir mekânsal durumdan çok, zamanda bir yerde oluş galiba. Mekân; bir mola anı, ıssız dağ başında, etraftaki canlılar için akan bir çeşmenin yanında oluş, arada yoruldukça, bir çay içimi soluklanılan, yol üzeri bir kahve, ilk kez görülen birinin karşısında oturup söylediklerini dinlemeden başka bir şey değil öyleyse. Belki akşama doğru, hava kararmadan konaklanan, çadır kurulacak, sıcak bir yemek yenilebilecek, uyunulabilecek, yorgunluk atılabilecek geçici bir sığınak mekân.
yol
Gölün kıyısında park etmiş araçlar, kurulu çadırlar var. Elleri uzun oltalı koyu gölgelere, uzaktan el kaldırıp selam verip geçiyoruz. Koyun sürüsünün, pamuk öbekleri gibi, rastgele serpiştiği tepeciklerden, budanıp sürülmüş, terk edilip kurumuş kütüklerle kaplı üzüm bağlarından, hakim bir sırta, dünyanın parası dökülerek yapılmış, zevksizlik örneği ‘köşk’lerin yanlarından geçiyoruz. Gidiyoruz.
Öğle sıcağı, hızla birlikte kırılıyor. Yine de terliyoruz. Sık sık su içmek, soluklanmak için duruyoruz. Uygun bir yer bulup öğlen molası vermenin zamanı geldi. Acıktık, yorulduk da bir parça.
kaybolma kılavuzu
Rastlantıların belirlediği bir gidiş yolda olmak. Beni en çok ayartan yanı da bu belki. Her ne kadar Umut’un GPS’i, akıllı telefonu, kaybolma olasılığını, önümüzdeki yolun sürprizlerini bir şekilde etkilese de, bu -ne mutlu ki- şimdilik sınırlı bir etkiye sahip. Yol, yeri geliyor bildiğini okuyor. Haritada görünüp de rotada olmayan, rotada -gidilen doğrultu üzerinde- olup da haritada olmayan yollar, sapaklar, patikalar çıkıyor karşımıza. Birini seçiyoruz. Birkaç yüz metre önümüzdeki dereyi, yokuşu, yol ayrımını öngörebilse de, yoldaki çamur, kenardaki çiğ damlaları, korkup kaçışan kertenkeleler daha GPS veya haritanın bilgisi eriminde değil. Yolda olmak demek, belirsiz -kısmen de olsa- olanı yaşamanın tadına varmak demek. Yoldaki öngörülemeyen zorluklar, aksilikler, engeller, tümüyle rastlantısal durumlar, yolda olmanın hazzını yükseltiyor. Kendini bırakıp koyveriyorsun ama edilgen olarak değil, olan biten her şeyin bilincinde ve içinde.
…….
yola
Aslolan yolda olmak. Yolun nereye vardığı değil. Zaten gerçek değil mi; hiçbir yol bir yere gitmediği.
Bisikletin tekerleği üç duruma dönüyor;
_Artan bir uzaklıkla geride kalan, ışıltılarla akan bir derenin, kuş sesleriyle kahkahalara boğulan bir koruluğun, tepelere doğru dikleşen bir yokuşun ötelerinde, hep geçmişte kalan olunan geçmişteki bir yere,
_ Tekerleğin döndüğü toprak, taşlık yolun uzayan çizgisi boyunca, duyuların algıladıklarıyla, hızla giderken yüze vuran serin rüzgarla, ağrıyan, yorgun kasların sızıları, uyuşan ellerle, ayak tabaları, etraftaki sesleri, kokuları ile yaşanan şu ana,
_İleride, rastlantıların serdiği örgülerle oluşan keşifler, yeni yerler, ilk kez görülen insanlar, karmaşık duygular, gelecekteki belirsizliklere.