Eduardo Galeano'nun bir kitabından aldığım öyküyle günaydın diyorum. Yeni yılın bu son kırıntılarında. Öyküde çok tuhaf şeyler anlatılıyor.
Sıcak bir yaz günü.
Mekân; Taşra, taşrada bir bar-kahve.
zaman; ağır-yavaş
-taşrada o hep boşluğu fazla mekânlar, zamanın ağır, kavanozdan dökülen bal kıvamı misal-
“hiçbir yenilik olmadan, saçmalıktan saçmalığa, geçiyor zaman”
Barmen müşteri geldikçe kahve çekiyor, içki dolduruyor. Duvardaki futbol ve tango kahramanlarının tozlarını alıyor. Fırsat buldukça da karnındaki kurşunun-duvardaki altın çerçevesiyle, herkes görsün diye asılıdır- her anlatışta birazcık değişen öyküsünü anlatıyor müşterilerine. Küçük bir yer burası. Herkesin anlatacak bir hikayesi oluyor. İnsanlar bu hikayeleri defalarca defalarca dinliyorlar dahası. Karşısındakine “çaktırmamaya” dikkat ederek. Girilen kavgalar, kamalarla, bıçaklarla yapılan gözü pek dalaşlar, onur uğruna düellolar…
Sıradan bir gün. Barın dibinde, tenha bir yerde içkisini yudumlayan anlatıcı.
Sıcak, taşra, ağır geçen zaman, bunları söylemiştik. Söylemediğimiz, arada dışarıdan birilerinin gelip iki tek attığı, çıkıp gittiği. Prudencio(barmen) her zamanki öyküsünde, insanlar gölgelerde. O sıradan günde Batepapo giriyor içeri; “kafasında bonesi, üzerinde soytarı elbisesi, bir elinde çevirdiği renkli bastonu ve öbüründe bir tasma. Tasmanın ucunda bir köpek yerine bir aslan”, evet, demiştim, sıradan bir gün.
Doğal olarak uyarılıyor. Öyle ya, her ne kadar taşraysa da, öyle durduk yerde kahveye-bar aynı zamanda- aslanının tasmasını çekiştirerek girilir mi? Uyarılıyor kısaca.
Batepapo ünlü bir sanatçı. Ama zaman ağır-yavaş akıyor dediysek, her şey olduğu gibi kalıyor da demedik; değişiyor. Gün geliyor büyük sanatçılar, işsiz güçsüz ortalarda dolaşıp, aslanlarını gezdirmek zorunda kalıyorlar. İleri safhalarda para sıkıntısı içindeler. Aslanın boynunda –SATILIK- levhası. (para aslanın ağzında değil-aslan kurtarıcı).
Sonra karakterlerden bana en “bildiklerden” gelen Doha Poca var. Onun yeri; “istasyona bakan öbür pencerenin olduğu masa”. İstasyondan senelerdir hiçbir tren geçmemiş. Ama onun gözleri hep orada, bir tren duracak, bir birisi çıkacak-tanıdık geliyor değil mi?-, bugün olmazsa bir gün.
Düşler, düşler, düşler… Bu sıcağın bunalttığı, zamanın geçmek bilmediği dar yerlerde -aslında mekan en geniş oluşuyladır- herkesin bir düşü olmalıdır. Bahisler, horoz dövüşleri, at yarışları, piyangolar, toto-loto başka ne işe yara ki?
Anlatımın sadeliği, birkaç sözcükler çizilen karakterler.
Kelimeler yürüyor, arkalarına düşmeli.
KAHVEDE BİR GÜNÜN HİKAYESİ
Tezgâhın arkasında Prudencio haberlere göz gezdiriyor. Gözünü gazeteden ayırmadan, elini şişelerin olduğu rafa uzatıyor ve birinin mantarını çıkarıyor.
-Burada da bir şey olmuyor, diye homurdanıyor. Gazeteyi bırakıyor, bana bir bardak şarap servis ediyor ve kâğıt peçeteleri katlamaya başlıyor.
Kendi masamda oturuyorum. Buradan, barın sonundan, kanatlı kapıyı görüyorum. Hareketli bir gün değil, ama bazı insanlar gölge arıyor, boğazlarını ıslatıyor ve tekrar yaza
dönüyor. Müşteriden müşteriye Prudencio kahve öğütüyor, elindeki tüylü fırçayla futbol ve tango kahramanları galerisinin tozunu alıyor, ya da karnının röntgen filmini büyük bir
aşkla silmek için duraksıyor. Bu posterlerin ortasında, röntgen filmi altın çerçevesiyle göze çarpıyor: Prudencio'nun karnında, puslu bir havada ışıldayan güneş gibi parıldayan
bir kurşun var.
Boş bardağımı doldurmaya geldiğinde, bu kurşunun hikâyesini bir kez daha anlatmaya koyuluyor. Bugünün ilk uyarlamasında, o dar bir geçitte ıslık çalarak at sürüyor,
hazırlıksız, ama intikam duygusuyla dolu biri onu bölgenin en acımasız haydutu olan ikiz kardeşiyle karıştırıyor ve kayalıklardan silah sesleri duyuluyor. At şaha kalkıyor ve
düşüyor, Prudencio kanyondaki dik kayalıklara tırmanmaya çalışıyor, ama ayağı kayıyor, ilk kurşun şapkasını uçuruyor. Kurşunlar yağıyor…
Beni Batepapo kurtarıyor. Prudencio tam trajedisinin en heyecanlı yerindeyken kahveye Batepapo giriyor; kafasında bonesi, üzerinde soytarı elbisesi, bir elinde çevirdiği renkli
bastonu ve öbüründe bir tasma. Tasmanın ucunda bir köpek yerine bir aslan var. Prudencio, artık yere yuvarlanmış, kanlar içinde, uçurumun dibinde, ama can çekişmesini
yarıda kesmekten başka çaresi yok. Koca baykuş gözlerini açıp penguen gövdesini sallayarak konuşuyor:
-Hayvanlar yasak.
Aslanı kapıya da bırakamaz, çünkü müşterileri korkutur.
Yırtıcı hayvan bir ağaca bağlanıyor ve Batepapo pencere kenarındaki masaya yerleşiyor. Prudencio ona içecek getiriyor ve bir taraftan birayı uyandırmak için kaşıkla şişeye
vururken, evcilleştirilmiş hayvanlara övgüler düzüyor: kafesteki kuşa, koşulmuş ata, ahırdaki buzağıya, tavadaki pilice ve salonda halı olan aslana.
Batepapo ona bakmıyor bile.
Batepapo, çok ünlü bir sanatçı, top mermisi olmayı bilir, ağsız trapezci, kalabalıkları kafasını, şapkasını ve her şeyini çıkararak selamlayan bir palyaço. Ama artık çadır
sanatlarının eski seyircisi yok. Büyük Dünya Sirki iflas etti ve artan malzemenin dağıtımında Batepapo'nun payına aslan düştü. Bu sabah onu şehrin hayvanat bahçesine
götürdü. Veterinerler onu gözden geçirdi ve reddettiler: Bu aslanın fıtığı vardı. Ben talihsizliğini anlatan Batepapo'yıı dinliyorum, bir taraftan da pencereden, ağacın
gölgesine uzanmış yatan hayvanın sakin heybetine bakıp hayran oluyorum. Aslanın boynunda bir tabela asılı:
SATILIK
Aslan bana bakıyor ve bütün dişlerini göstererek esniyor ve benim aklıma pire Bambalina geliyor; akrobattı ve fosforlu bir kutucukta yaşardı. Bambalina, çocuk sirkinin
sanatçısıydı. Onu kahveye arkadaşım Dudu getirmişti, böcek terbiyecisiydi. Günde üç kez, kendisini sokmasına izin verirdi. Kahvaltıda, öğle yemeğinde ve akşam yemeğinde.
Batepapo bu pireden bahsedildiğini hiç duymamış. Saf bir incelikle, bastonuyla sırtını kaşırken satılık aslanını bir an olsun gözden kaçırmıyor. Konunun onda en ufak bir ilgi
uyandırmadığı çok açık.
Bu Dudu, bu kahveye gelmeyi bırakalı ne kadar olmuştu ki? Bir daha kimse onun hakkında bir şey duymadı.
İstasyona bakan öbür pencerenin olduğu masada, Dona Poca bol şekerli, sütlü kahvesini küçük yudumlarla içiyor, bir taraftan da Prudencio'nun yaşadığı köyde, güneş altında
düello yapılıyor.
Ben ortadaki masaların gürültüsünden iyi duymuyorum, ama bu hikâyeyi biliyorum. Prudencio hakarete uğrayan bir bayanın onurunu korumak için düelloya giriyor. Önce
rakip ateş ediyor. Kurşun sıyırarak geçiyor O zaman Prudencio silahını indiriyor, yere ateş ediyor ve nazikçe şöyle diyor: "Seni affediyorum." Ancak rakibi olacak alçak herifin
silahında bir kurşun daha var.
-İşte, diyor Prudencio ve iki parmağının arasında anahtarlığına taktığı kurşunu gösteriyor. Prudencio gömleğini sıyırıyor ve karnını yarıp geçen yara izini gösteriyor. Doha Poca'nın
şaşkınlıktan ağzı açık kalıyor.
Sonra, Prudencio başka vazifeleri için çağrılıp elinde tepsiyle uzaklaşırken, Doha Poca kendi işine dönüyor. Onun işi karşıya bakmak, caddenin öte tarafına. O masada oturup
saatler geçiriyor, her zaman gözlüklü, istasyonun ana girişine yerleştirilmiş demir parmaklıkları gözetleyerek. İstasyon öleli yıllar oluyor, artık hiçbir tren gelmiyor, hiçbir
tren gitmiyor, ama Doha Poca bekliyor.
-Ee? Ne haber?
-İşte. Bekliyorum.
-Neyi bekliyorsunuz, Doha Poca?
Omuz silkiyor.
Elleri ellerinin üstünde, bekliyor. Belki giden oğullarını bekliyor, kimbilir hangi uzak dünyalarda olan oğullarını ya da belki sadece dünyadaki zamanının dolmasını bekliyor.
Don Trânsito geldi. Pejmürde, buruşuk tenli, ayaklarını sürüyerek masadan masaya bahisleri topluyor.
Batepapo, kendi numaralarını söylüyor yanımda, uzakta tanımadığım insanlar da kendi bahislerini. Masamdan Doha Poca'nın tartıştığını duyuyorum, öfkeyle söyleniyor. Sıra
bana geldiğinde Don Trânsito bana yakınıyor, anlatıyor: Ona düşler yalan söylemez, Doha Poca, demişti, bu doğruydu, anlıyordu, ama onun suçu yoktu, düşlerin de: Doha Poca
66'ya oynadı, ama 88 çıktı, çok iyi görmüştü. Don Trânsito kendini savunuyor, düşleri iyi, ama numaraları kötü gördüğünü söylüyor. Gözlüksüz yattığı için böyle oluyor, diyor.
Ben de oynuyorum. 77'ye kadın bacakları, 22'ye deli kadın ve 20'ye fiesta. Peşimi bırakmayan düşler ve peşine düştüğüm numaralar bunlar. Bir gün beni bu sefaletten
çıkaracaklar diyorum, bu düş görme ve bekleme hastalığı bana bir şey sunmak zorunda. Kahveye, üniformalı, belinde silah olan şişman bir adam giriyor. Don Trânsito'nun benzi
atıyor, ama kanunun kolu Batepapo'yu işaret ediyor:
-Dışarıda yanlış park edilmiş bir aslan var.
Batepapo ayağa kalkıyor, duvardaki saate bakarak:
-Tam zamanında geldiniz memur bey, diyor.
Ve yalvarıyor:
-Lütfen hayvanı kaldırmama yardım edin.
İkisi birlikte çıkıyorlar.
Kükreme kahveyi sarsıyor.
Pencereden uzanıyorum, aslan yalanıyor.
Batepapo yalnız dönüyor. Oturuyor, kaderin ölümcül yüzünü takınıyor. Düzenin bekçilerinin o kadar çok üyesi var ki, kimse yokluğunu fark etmiyor.
İşte hiçbir yenilik olmadan, saçmalıktan saçmalığa, geçiyor zaman. Kahve gitgide boşalıyor. Dışarıda güneş çekip giderken ve yerini aya bırakırken, tek bir ışık, hastalıklı
bir lamba işgalci karanlığı isteksizce iteliyor. Sesler buharlaşıyor ve artık bir şey söyleyenler ne söylüyor bilmiyorum, eğer bir şey söylüyorlarsa tabii. Prudencio'nun
operet sesi engelliyor. Son müşterilerden birinin karşısında, Prudencio olimpiyatlarda yarışıyor. Tam bin metre koşusunda şampiyon olacakken, tribünlerin gizli bir köşesinden
geliyor kurşun. Neredeyse varış noktasında, kanlar içinde yere düşüyor.
Prudencio hesabı almak için kalkıyor. Batepapo, alıcıları beklemekten yorulmuş, hesabını ödüyor ve aslanının tasmasından tutarak alacakaranlıkta uzaklaşıyor. Doha Poca da
çocuklarını ya da her neyse beklediği, onu beklemekten yoruluyor. Giderken:
-Acıyor, diyor.
Ama neresi olduğunu söylemiyor.
Artık kimse gelmiyor. Yalnızca kapıda beliren sıska bir çocuk var, akşam yemeklerini toplamak için bir şeyler istiyor, midesi meşgul bir telefon gibi çalıyor; bu gürültüyü
susturmak için kızarmış bir tavuğu yok çocuğun.
Ben sonuncuyum. Ben kalıyorum. Biliyorum ki faydasız bir tören bu, ama yine de kalıyorum. Beni ateşsiz ve oyunsuz bırakan kadının bugün gelmeyeceği çok açık, ne de
şifacı büyücü gelecek, ne de dışımı bir kerede, uyuşturmadan çekeceğine söz veren cerrah dişçi.
Doğruluyorum, başım dönüyor, yeniden oturuyorum, yemden doğruluyorum. Ceplerimi boşaltıyorum; hâlâ bir şişe şarap ve bir paket sigara alacak kadar param
olduğunu hesaplamayı başarıyorum.
Prudencio tezgâha dirseklerini dayamış, günün hesabını yapıyor. Kulağının arkasında bir Kurşunkalem:
-Burada bir şey kazanılmıyor, diye söyleniyor.
Prudencio başını kaldırıyor ve bana tehditkâr bir bakış yöneltiyor. Akşamı Sahra kumlarını ya da Sibirya karlarını kana bulayarak bitirmek için, o destanlarından birini zırvalamaya
hazırlandığı açık, ama sırtımı dönüyorum ve o sessizliğe gömülüyor.
İçki içiyorum. Sigara içiyorum. Kahvede kimse yokken ses veren bu sessizliğe teşekkür Ediyorum.
Pencerelerde gece oluyor.
Boş masaların arasında, büyülü gölgeler dans ediyor.
s.273-281
Yürüyen Kelimeler_Eduardo Galeano.çeviri: Bülent Kale.Çitlembik Yay.İstanbul.2003