(15 sene öncesinden bir yazı)
Boşverelim Averoff’u, tamam da, Yağcı Şefik Bey’i hatırlıyor musun?
Denizcilik tarihinde amirallerin , gemilerin, limanların, deniz savaşlarının hep sözü geçer de, arka planda kalmış bazı şahsiyetler es geçilir. Elbette ki önem sırasına konduğunda, savaş kahramanlarının ve efsane gemilerin yanında, bu arkadaki adamların pek de fazla yer almamaları doğaldır. İsimler unutulup gidecektir. Zaten tarihini bilmeyen, ders almayan, hafızası zayıf bir milletseniz bu kaçınılmazdır. George Averoff önemli bir adamdı. Bizim için değil Yunanistan için bir şeyler yapmıştı. “Elin George’undan bana ne. Bana faydası değil zararı dokunmuş adamı, bir haini neden hatırlayayım, onu Yunanlılar hatırlasın!” diyemezsiniz. Çünkü hemen sorarlar size “peki George’u boşverelim de, Yağcı Şefik’i bildin mi?” Yunanın George Averoff’u vardıysa bizim de Yağcı Şefik Bey isminde sivil bir kahramanımız vardı. Tüm malını mülkünü bu milletin donanması için seferber etmiş, Donanma Cemiyeti’nin kuruluşunda ve yönetilmesinde rol oynamış, ülkemize ne gemiler kazandırmış bir insan. Yağcı Şefik Bey.
Aslında Şefik Bey’i anlatmayacağım, sadece denizcilik tarihinde artık hatırlanmayan sivil kahramanlarla ilgili bir şeyler söylemek istedim. Mekânı cennet olası Yağcı Şefik Bey de elbette misafir olacak köşemize, ama şimdi değil, zira başka bir konuğumuz var.
İstanbul’la konuşmak
Şehirle konuşulur mu baba? Konuşulur. Şehir konuşur mu peki? Konuşur, o da konuşur, hem de nasıl. Şimdi benim ettiğim gibi alırsın karşına, konuşursun. Duy beni İstanbul dersin, geldi Çeto gene dersin, dinler seni, dudağında seyiren hafif bir gülümsemeyle. Kaç kere gelmişsindir İstanbul’a, ah kaç kere. Özleyip de o şuh gülümsemesini, kaç kere koşup uçmuşsundur buluşmak için, o saltanatlı, o asil saraylı kadınla, İstanbul denen afet-i devranla. Belli bir devranın değil, tüm devirlerin afetiyle.
Sana bir şey diyeyim mi İstanbul, bırak diğer ziyaretlerimi de, hani ben daha ortaokul zamanlarımda bir daha gelmiştim ya, hah, işte o zamanlardan çektiğim üç beş fotoğraf buldum, iyi mi? Siyah beyaz yahu, siyah beyaz! İnanmıyorsun ama, yalanım varsa şu Galata köprüsünden geçmek nasip olmasın ki, siyah beyaz! O küçücük aklımla, minicik beynimle nasıl bir İstanbul yarattıysam muhayyilemde. Kartal’dan trene binerdim, Haydarpaşa’ya gelirdim. Daha da ufacığım İstanbul, bildin değil mi, kendi oğlum olsa izin vermem, ha vallahi vermem. Gitmişim trenleri çekmişim, gemileri çekmişim, inanmazsın. Gülhane parkında, hayvanat bahçesinde bir kartal fotoğrafı çekmişim mesela, kafesinin ardından. Dikilitaşları, Alman Çeşmesini, Sultanahmedi, Ayasofyayı çekmişim. Şaşırma benim şaşkınlığıma. Şaşkınlığım, benim de artık siyah beyaz fotoğraflarım olmasından. Küçükken o ilaç kokulu kartlara basılı fotoğraflara bakardım ya hani. Ninemin, dedemin, onların geçmişlerinin nasıl da kağıtlar üzerinde kaldığına bakar bakar da, bir türlü anlamazdım ya. Başımı kaldırır bir onlara, eğilip bir de gencecik fotoğraflarına. Dedeminkiler hattâ, siyah beyazlıktan öte sararmıştılar. Şaşkınlığım şundandır ki koca İstanbul’um, artık benim de siyah beyaz fotoğraflarım var! Bunca senedir hayatı yavaşlatıp bunu düşünemedim ona yanarım, ona kızarım. İki dakika soluklanıp, o zamanki fotoğraflara bakıp şaşıran çocukla, şimdi içimdeki iflah olmaz veleti yanyana getiremediğime yanarım. Yaşamın ne kadar da hızla akıp gidiverdiğini ve her nefesin bir daha tekrarının olmayacağını sık sık aklımdan çıkarıvermeme kızarım. Eskiyor muyuz nedir. Ne demişti şair eskime üzerine?
eskiden yeterdim kendime, artardım bile
şimdi ne yapsam nafile
ve kim demiş “can eskimez” diye
bu can tedirgin tende
can da eskimiş
ben de
Şaire selam çakıp, İstanbul sokaklarına dönelim. Misafir olduğumuz aileden bahsedeyim biraz. Bizleri bir hafta boyunca misafir edecek olan Musevi aileden. Kendileriyle, ilginçtir hiç tanışmadık, ama evlerinde misafir ediyorlar bizleri, sağols…. Sağolsunlar diyemiyorum tüm aile, maalesef sağ değiller. Aklınız karıştı değil mi, durun baştan anlatayım.
İstanbul’a seyahat işi aklımıza düşünce, kalacak yer araştırmaya başladım. Bir çok İstanbul’lu dostumuz geleceğimizi öğrenince, “bizde kalacaksınız lamı cimi yok” dediyse de, hepsine, “söz bak, tamam sizde kalırız” dedik ve kalmadık! Kış günü şimdi kimseyi rahatsız etmenin de anlamı yok. Kısa bir araştırmadan sonra bir otel belirledim. Tarihi binaya dokunacağım günü iple çekmeye başladım. O yaşta ve o özellikte bir binada kalmak benim için bir rüya olacaktı. “Şimdi kaldığınız binanın denizle ne ilgisi var yetti gari Çetoo” diye cinnet geçiren birkaç okur görüyorum orta sıralarda, var kardeşim, bu binanın denizle ilgili pek önemli bir yanı var, sabredin yahu!
Şirket-i Hayriye’yi bildin mi muhterem? Tamam. Şimdi aç o şirketin tarihçesini, bak neler göreceğiz: Şirketin hisse senetleri başlangıçta 1.500 adet olarak hazırlanmış. Bir hissesi 3.000 kuruştan satılacakmış. Sonradan 500 hisse eklenerek sayı 2.000'e çıkarılmış. En çok hisse senedini dönemin padişahı Sultan Abdülmecid almış. Padişahın aldığı 100 hisse senedinin ardından, 50 hisseyle annesi Valide Bezmiâlem sultan geliyormuş. Diğer hisselerden bazıları ise; Sadrazam Reşid Paşa, Serasker Damat Mehmed Ali Paşa, Tophane Müşiri Fethi Paşa, Girit Valisi Mustafa Paşa (Hay gözünü sevdiğimin Girit’i, geldi burada da buldu beni), Mısırlı Yusuf Kamil Paşa'nın eşi Zeynep Hanım, Sarraf Mıgırdıç, Sarraf İshak, Sarraf Mısırlı Kevork İbrahim, Sarraf Miseyani, Banker Abraham arasında dağılıyormuş.
Şimdi bu isimleri tek tek inceleyelim demeyeceğim, telaşlanmayın. Elbet bu isimlerle bir gün bir cümle içinde yine karşılaştırırım sizleri. Sadece bir tanesini çekip çıkaracağım. Şirket-i Hayriye’nin kurucularından Banker Abraham!
Kim bu Banker Abraham ?
İsminden de anlaşılacağı üzere, Musevi bir Osmanlı vatandaşı. Tam adı Abraham Salomon Kamondo! Öyle böyle bir zenginlikte değil adam. Zamanında “Doğu’nun Rotschild ailesi” benzetmesi yapılacak derecede varlığa sahip. Eski yazılarımızda paylaşmıştık, hatırlayanlarınız olacaktır. Osmanlı vatandaşı olan, tüm zenginliğini Osmanlının topraklarında ticaretle elde eden bir adam vardı. George Averoff! Osmanlıya kan kusturan Yunan Averoff zırhlısını cebinden finanse eden Osmanlı vatandaşı! Buyurun işte, bir başka Osmanlı zenginini tanışmaya getirdim size. Fakat bu seferki biraz farklı, yaşadığı memlekete yararı olan bir adam. Fakat nasıl desem, Abraham Kamondo, biraz haksızca yargıladığımız bir muhitten geliyor. Abraham bir Galata Bankeri!
Durun hemen giyotine göndermeyin Çeto kardeşinizi. “Galata bankerlerini mi öveceksin bre zındık!” diyenleriniz var, sakin olun bir saniye, açıklayabilirim.
Okulda bize dayatılan şeyler, büyüdükçe anlaşılıyor ki, o kadar da sert köşelerden oluşmamış. O tarih derslerinden biraz daha farklıymış gerçek hayatta olanlar. Misal işte şu Galata Bankerleri. Devleti batıranların başında bunlar gelirdi, en büyük düşman bunlardı. Eh ne yalan söyleyeyim şimdiki bankacılık kurumu nasıl bir “saygın” müessese ise, o zaman da Galata Bankeri o bana göre. Adam ol iyi kanun yap, sınırlarını belirle, ekonomini güçlendir, üretim yap, kredi gerekiyorsa kullan, o bankeri kalkınman için finansör olarak kullan, tamam. Şimdinin kredi kartı mağdurları gibi ye ye ondan sonra bizi kredi kartları batırdı diye ağla. Suçlu kim? Bir alıntı yapayım mı? Profesör Haydar Kazgan’ın bir söyleşisine rastladım, şöyle diyor: “18. ve 19. asırda hiçbir şey üretmeden yaşadık.” Şu kısacık cümlede ne manalar var görüyor musunuz? İki yüzyıl boyunca bir memleket düşünün ki, hiç üretmeden tamamen ithalatla yaşıyor! Müslüman asıllı halk ne hesap biliyor, ne ticaret. Eğitmezsen, öğretmezsen elin bankacısı, tefecisi tepene binerse şikâyet mi edeceksin? Galata bankerleri batırdı memleketi, oldu, görürsem söylerim.
Galata semtinde konakladığımız otelle bağlantıyı kuralım haydi: Kaldığımız bina Galata’da Kamondo’ların yaptırdığı tarihi bir bina! İstanbul’da bizi misafir eden aile derken bunu kastediyordum. Şirket-i Hayriye’yle kaldığımız tarihi oteli birbirine bağladık mı, bağladık. Yeterince deniz bağlantısı yok mu dediniz? Bir bina daha söyleyeyim o zaman. Bugünkü Kuzey Deniz Saha Komutanlığı binasını gördünüz mü? Kasımpaşa’daki o güzelim bina kimin eseri? O da Kamondo’ların yaptırdığı bir bina! Şimdi koltuklarınıza yaslanın ve bugünü yüz sene öncenin günlerine bağlamaya devam edelim, zavallı Kamondo ailesinin dramını bir iyice anlatalım. Denizle bağlantıyı kurduğuma göre rahat rahat anlatabilirim artık.
Kamondo Ailesi’nin hüzünlü hikayesi
Abraham Kamondo unutulmaya yüz tutmuş bir portre. Yağcı Şefik Efendi’yi bile unutmuşuz, Abraham’ı haydi haydi silmişizdir. Bankalar caddesindeki Kamondo merdivenlerini mutlaka görmüşsünüzdür. O güzelim merdivenler de bu ailenin eseri.
İsimler arasında boğulmamak için Kamondoları şöyle özetleyebiliriz: “Dede ve torunlar” Aileyi yükselten, aktif rol oynayanlar bu fertler. Yani dede ve torunları. Dede Abraham(ya da Avram), torunlardan biri Nissim (ya da Nesim), diğeri Avram Behor. Dediğim gibi isimler arasında kaybolmamak için dede ve torunlar diye sadeleştirmek lazım. Dede İstanbul doğumlu. Ailesi İspanya’daki engizisyondan kaçarak gelmiş. Aile müthiş. Sanki ilkleri gerçekleştirmek üzere dünyaya gelmişler. Şirket-i Hayriye’nin kuruluşuna destek olmanın yanında, İstanbul’da tramvayın yerleşmesinde de katkıları var. İlk modern bankanın kurulmasından tutun, İstanbul’da gerçek bir belediyecilik atılımı yapılmasında da isimleri var. Osmanlıyı ileri götürecek tüm çağdaş yeniliklerde bir şekilde Kamondo adı var. Mimari açıdan bakarsak, bugün bile ayakta olan Karaköy ve Galata’daki pek çok han onların imzasını taşıyor. Sadece bunlarla da kalmıyor. Eğitim alanında da önemli işler yapmışlar. Musevi okulları kuruyorlar, bu okullarda İbranice dışında Türkçe ve Fransızca öğretiliyor. Diğer azınlık okulları gibi sadece azınlık dilini yaymak üzerine kurulmamışlar yani. Kapalı ve izole Musevi toplumunu, Fransızca ve Türkçe sayesinde ülkelerine entegre etmeye, dünyaya açılmalarını sağlamaya çalışmışlar. Müthiş cesaret isteyen, çok ileri görüşlü bir atılım. Çünkü tutucu Yahudi cemaatinden bile tepki almayı göze almışlar, bugün iyi bilinen büyük Musevi aileler bile Kamondo’ların bu dünyaya açılma çabasına engel olmaya çalışmışlar, tepki göstermişler.
Ülkedeki tüm bu büyük başarılarına rağmen, aile Paris’e göç etmeye karar verir. Orada da ilginç ve girişimci özellikleriyle öne çıkarlar. Özellikle sanat alanında ciddi işler yaparlar. Bugün Paris’te kendi isimleriyle anılan bir müzeleri bulunmaktadır. Louvre müzesinin en kıymetli tabloları aile tarafından hediye edilmiştir. Dede Kamondo vefat ettiğinde vasiyeti üzerine cenazesi İstanbul’a gönderir. Hasköy sırtlarında bir anıt mezara devlet töreniyle gömülür. İstanbul’da olduğum sürece mezarına gitmeyi çok istedim ama fırsat olmadı. İzbelik halde, çöplüğe dönmüş, bir tinerci yatağı haline gelmiş olduğu söyleniyor, görmedim, ama o durumda olmasına da şaşırmam. Yaşarken kime kıymet vermişiz ki öldüğünde saygı duyacağız.
Kamondo ailesinin kalan fertleri trajik bir sona doğru ilerler. Kimi uçak kazasında hayatını kaybederken, aileye en büyük acı 2. dünya savaşında yaşatılır: Toplama kamplarında yakılırlar! Bu büyük ailenin soyu orada, yani Auschwitz fırınlarında kurutulur!
Onların bu karanlık kaderleri de gelir Çeto kardeşinize dert olur. İstanbul’da bir hafta boyunca Kamondo ailesinin hatıraları arasında, Galata’daki o güzelim binada kaldık. Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’nın binasını seyrederken Kamondo’ları andık. Hemen her gün onların adıyla anılan merdivenlerden inip çıktık. Şehir hatları vapuruyla karşıya geçerken de aklımın bir köşesinde Şirket-i Hayriye’nin kurucularından olan Kamondo’lar vardı. İskeleye yanaşan vapurdan inerken “Bizim de Averoff’larımız olmuş işte!” diye mırıldanıyordum. İçimde bir rahatlama duygusu ve dudağımda minik bir gülümsemeyle.
Önümüzdeki ay İstanbul’a ve belki gölgede kalmış portrelere de devam ederiz. Mutlu ve sağlıklı günler dostlar.
Yaşayıp gidiyoruz.