ZAMAN! AH O ZAMAN!
Cemreler düşmeye başlar mı, köyün kafa da karışır. Bir yandan kış geçti, bahar geliyor, leylek ördek bulutsuz, masmavi gökyüzünü de pEşine takıp da getirecek diye sevinir, bir yandan da tarla sürülmeyi, kenardaki dolan hendekler atılmayı, zeytin kiraz budanmayı bekleyenlere sıkılır canı.
Çok değil ama.
Köyde yaşayanın kendini fazla kaptırmaması gerekir böyle umutsuz sızıltılara. Arada bir kahvede sitemkar laflar etse de, geçen sene de duymuştur benzeri duyguları, ondan öncekilerde de. Hayat bir topaç. Döndüğü kadar dönecek, o da topacın kenarında gücü yettiğince tutunmaya çalışacaktır.
Sabahları zeytinliklere -laf çok zengin duruyor ama değil işte, ova küçük, mal bölününce üç orada beş burada kalanlar bunlar-, gidip diplerine gÜbre koyuyor, öğlene doğru dönüyoruz kardeşimle. O işi biliyor. Bana bir çapa veriyor, “Burayı, şuraya kadar kaz, şu otları, bu taşları temizle,” diyor, ben de yapıyorum.
Öğlenden sonra düşüyorum deniz kıyısına. Mubarek bir yatmış bir yatmış deniz, sanırsın kış uykusunda. Kalaylı sinide kusur var, onda yok. Ayna gibi. Martılar bilirdir, cemre saymaz herhalde… Bir curcunalı burgaçta dönüyorlar. Kış ya, insan da uzak kalmış denize, plaja, bu yüzden kıyılarda çer çöp, tahta, dal, odun parçaları dışında fazla naylon, plastik, atık, pislik yok sahilde. Bu konu, böyle zamanlarda “Bir yere kadar düşünülmesine müsade,” o yüzden fazla dalmıyorum. Yoksa tadını kaçıracak hem denizin hem de kıyıda geçireceğim zamanın.
Yamaçlarda pirenlere hafif bir kar serpiştirilmiş gibi. Baharı ilk sezenlerden pirenler. Buruna doğru yürüdükçe, piren kokusuna yosun kokusu karışıyor. Dipteki kayalara oturuyorum. Yosunlar usulca bırakmışlar kendilerini dipteki sohbete. Aralarda dolaşan kayabalıklarına bakıyorum.
Öğlen ezanı okunuyor. Kalkıyorum. Anam yemeğe bekler. Ana huyu.
İkindiye doğru kahvede yaşlı bir kaptana denk geliyorum. Laf dönüyor dolaşıyor, eskilere geliyor.
“Uzun bir kalas takıyoruz ön tarafa. Kalası demirlerle baş tarafa sabitliyoruz. Gönderler, zıpkınlar hazırlanıyor. Uçlarını kontrol ediyoruz. Erzak alıyoruz bir hafta on günlük. Rotayı çeviriyoruz Marmara Adası’na. Akşamları Ada’ya iniyoruz. Bazı akşamlar kahve, çoğu zaman da meyhanede vakit geçiriyor, vakti gelince motorda yatıyoruz. Başaltındaki 200 kiloluk fıçıyı boşaltıp şarap dolduruyoruz. Asker arkadaşımın şaraphanesi var. Ne kadar teneke bulursak onları da dolduruyoruz. Su? Suyu ne yapacaksın ki? Şarap var ya.”
Marmara Adası’nın açıklarında, kanalda, gün boyu sarhoş gezen bir taka geliyor gözlerimin önüne. Kalasın üzerinde, elinde zıpkın, şarap içen denizci, dümendeki sarhoş kaptan geliyor gözlerimin önüne. Kılıç balığına düğün bayram. Her şey unutuluyor. Tutulan balıklar, gidilen rotalar.
“Zaman! Ah o zaman!”
“bu bir kılıç balığının öyküsü,
yazılmasa da olurdu.
ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu,
uskumrunun arkasından gidiyorduk.
sürünün içinde ben de vardım.
sırtımda bir zıpkın yarası.
mutlu olmasına mutluydum,
nedense gitmiyordu kulağımdan
bir türlü
o “ağ var” sesleri...
denizkızı girmiş düşünceme
ben iflah olmam,
dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı...
dolanınca ağa çok geçmeden küserim,
bir çocuk bile çeker sandala beni
bu kadar ağır olmasam.
beni böyle koşturan yaşama sevinci,
kanal boyunca bir o yana bir bu yana..
siz yok musunuz, siz derya kuzuları
kestim kılıcımla karanlığını dibin.
yakamoz içinde bıraktım suları,
ah ayaz gecelerde olur ne olursa..
sırtımda bir zıpkın yarası.
alın beni mor kuşaklı bir takaya götürün.
iri gözlerimde keder
kılıcımda hüzün.
satın beni, satın beni rakı için!”
Halim Şefik Güzelson