I.James döneminin sonlarında, hayatlarını İngiltere’nin batısı, İrlanda, Berberistan ve Newfoundland arasında tüketen göçebe korsanlar – Bishoplar, Estonlar, Mainwarningerler- yerlerini Cezayir ve Tunus’ta daha profesyonel deniz korsanlarına terk etmeye başladılar. Bunlar Boğaz’ların (Cebelitarık) ötesinde yeniçerilerle dolu gemileriyle ganimetler, mallar ve köleler peşinde dolaşan yeni bir nesildi.
Meanwaning’in çağdaşları bunun nedenleri konusunda hemfikirdi. Bu sebeb Avrupalıların Türklere ve Mağribîlere yelkenlilerle okyanusa çıkmanın da mümkün olduğunu öğreterek Hıristiyanlığa ihanet etmeleriydi. Pokahontas’ın ünlü kaptanı John Smith, Ward ile Danseker, Bishop ve Eston’un “Mağribîlere savaşçı olmayı öğretenler” olduklarını iddia ediyordu. Ayrıca A Chistian Turn’d Turk’ü izlemeye koşan Londralılar da Robert Dabron’un oyuncu Ward’ın oyuncu Türklere “Size, atalarınızın bilmediği bir işi, denizcilik sanatını ilk defa hayata geçiren Avrupa’yı fetih yolunu gösteren benim” deyişini neler olup bittiğini tam anlatımıyla bildiği halde İngiliz denizci Sir William Mason bile soluksuz izliyordu. Cezayir korsanlarının yarattığı tehditle nasıl baş edebileceğine dair 1617 tarihli raporunda Danışma Konseyi’ne “İngilizler olarak denizcilik sanatını öğreteli on iki yıldan fazla olmadı” diyordu.
Geleneksel Akdeniz kalyonları ( kadırgaları), yelkenli gemilerden daha hızlıydı ve manevra kabiliyetleri de daha fazlaydı. Temiz bir karina ve güçlü bir mürettebatla, yirmi dört çift kürekli ve her küreğini üç kürekçinin çektiği bir kalyon yirmi dakikada 4.700 yarda yol alabiliyordu ki bu da saatte yedi deniz miline eşitti. “Ne hızı ne de yönü rüzgâra bağımlı değildive alçak karina sayesinde sığ kıyılara bile girebiliyor ve böylelikle gerektiğinde mürettebatın atlayıp kaçması da mümkün oluyordu.
Ayrıca kalyonlar, Akdeniz korsanlarının ustası oldukları şok edici taktiklere uygun biçimde tasarlanmıştı. Donanımları hafifti ve baş üstüne monte edilmişlerdi. Tipik bir kalyonda ağır, merkeze yerleştirilmiş elli iki poundluk toplar, bir çift yirmi ikilik ve bir çift de altı poundluk toplar bulunuyordu. Küçük ahşap savaş sahanlıkları top bölmelerinin üstüne yerleştirildiğinden topçuları bir ölçüde de olsa koruyordu ve kendi üzerlerinde de kıçtan doldurma döner toplar ( bunlar ufki olarak her yöne dönebilmelerini sağlayan hareketli kundaklar üzerine yerleştirilen hafif toplardı) yer alıyordu. İnce uzun pruva, yukarı kalkık demir bir mahmuzla güçlendiriliyordu. Saldırı sırasından korsan kalyonu, avına hızla yaklaşır, onun toplarına karşı hedef küçültür ve bütün hızıyla gövdeden mahmuzlardı. Çarpma sonucu burun, diğer gemiye geçilecek bir köprü görevi görmeye başlardı. Yeniçeriler döner toplarıyla güverteyi dövüp delik deşik ettikten sonra, fırtına gibi kendisini bir türlü demir mahmuzdan kurtaramayan avlarının üzerine saldırırlardı.
Ne var ki kadırgaları böylesine muhteşem kılan donanımları, aynı zamanda onların birer savaş gemisi olarak en büyük talihsizlikleriydi. On iki sıralı- yirmi dört kürek ve her kürekte üç forsa – yetmiş iki kişilik bir forsa takımı gerektirmekteydi. Ayrıca on kadar da yedek forsa bulundurulması gerekiyordu. Kuşkusuz bu yirmi dört sıralı bir savaş kalyonu için gereken 164 forsanın yanında görece küçük bir sayıydı. Forsaların da yiyecek ve suya ihtiyaçları vardı. Bu salt insanlık gereği değildi. Sağlıklı forsa demek sağlıklı bir kürek takımı demekti. Oysa kadırgalarda ambara pek yer olmuyordu çünkü teknenin yüzde doksan beşlik hacmini kürekçilerin sıraları doldurmaktaydı. Hesaplara göre bir savaş kadırgasının sefer çıkması için 144 forsa, 40 savaşçı ve subay için 1800 galon suya ihtiyaç oluyordu ve bu da su ikmali yapmaya gerek kalmadan yapılabilecek yolculuk süresini en çok 10 günle ile sınırlandırmaktaydı. Korsanların tercihi olan hafif kalyonlar için bile bu süre en çok 14 güne çıkabiliyordu.
Boğazları’n içinde kalan denizlerde, düşman topraklarında bile olsa, savunmasız bir kıyı bulup çıkmak, yiyecek ve su aramak kolaydı. Atlantik’in daha vahşi kuzey sularında ise durum farklıydı. Akdeniz’in berrak ve gelgitsiz sularında seyrederken, korsan kaptanları kıyılara fazla zorluk çekmeden yanaşabiliyordu. Buna karşılık sürekli gelgitler, ters rüzgârlar ve güçlü akıntıların hâkim olduğu Kuzey İspanya, Fransa, İngiltere ve Çukureller’de (Hollanda- Lüksemburg ve Belçika’yı kapsayan coğrafi bölge) Akdeniz kalyonu kaptanlarını aşan bölgesel bilgilerle denizcilik becerileri gerekliydi.
Gerçekten de 1600’lerin başlarında Avrupalı dönmeler Berberistan’a denizcilik sanatını öğretmekte üstlerine düşeni başarmışlardı, ancak İspanya’dan kovulduktan sonra Kuzey Afrika’ya yerleşen Moriskoların bilgi ve deneyimleriyle yaptıkları katkıları, İngiliz ve Hollandalı tacirlerin Safi’den Tunus’a kadar uzanan kıyılar boyunca çalıntı malları alıp karşılığında silah ve mühimmat satarak geçindiklerini de unutmamak gerekir. Bununla birlikte Ward ve Danseker’in Türklerin güçlenmelerinden sorumlu olup olmadıkları tartışmalı olmakla birlikte, Berberi korsanlarının Avrupa’nın denizcilik teknolojisini kendisine uyarladığı ya da bunun Cezayir ve Tunus korsanlarını daha güçlü hale getirdiği konusunda kimsenin kuşkusu yoktur.
Mariner’in kayıtları değişimi gözler önüne serer. The Half Moon bir İngiliz ticaret gemisiydi ve 1560’larda “sekiz kalyon dolusu Türk’e” yem olmuştu. 1582’de Mary Marten İspanya açıklarındaki Cobo de Gata’da iki kalyonun saldırısına uğrayıp batırıldı. Kırk yıl sonra Cebelitarık açıklarında Georges Bonaventura ile Nicholas beş yelkenliye, ( bunlardan ikisi daha önce zapt edilmiş ticaret gemileriydi) kendilerine saldıran Cezayir korsanlarının eline geçtiler. Her şeye rağmen 1620’lerden itibaren, Berberi kıyısı korsanlarının Batı Akdeniz’de ve Boğazlar’ın dışında kalyon kullandıklarına ender rastlanmıştır.
Ucuz ve bitmez tükenmez bir gemi kaynağına sahip oldukları açıktır. Ele geçirdikleri gemilerden tabii ki de “anlamak zorundasınız” diye yazıyordu Sir William Monson 1636’da. “ Türk korsan gemilerinin hepsi Hıristiyan tekneleridir, zorla alınmışlardır ve ele geçirildikten sonra da Türkler onları daha iyi yelkenliler haline getirmek için bütün ustalıklarını ve sanayilerini seferber etmişlerdir”
Türkler ele geçirdikleri ticaret gemilerini birer savaş gemisine dönüştürmek için gemileri fazla ağırlıklarından arındırıyor ve bunun için de omurgayı desteklemek için yerleştirilmiş keresteleri söküyorlardı. “Geminin tek seferlik güçte olması onlara yetiyordu” diyordu Monson. “Nasıl olsa Hıristiyanlardan yeni gemiler zapt edecek ve onları kullanacaklardı” Ne güvertede ne de ambarlarda gerekli yiyecek, su ve cephaneden öte fazladan ağırlık taşınmıyor ve hatta ağır silahlar bile asgari düzeyde tutuluyordu. Tek amaç hızdı. Hızla kaçmak kötüydü ama hızla kovalamak birebirdi. Dahası çok çabuk öğreniyorlardı. Daha on yıl bile geçmeden İngilizler, Berberistan Türklerinin amaçlarına uydurdukları teknelerle hiçbir Avrupa gemisinin kıyaslanamayacağını kabul etmek zorunda kaldı. Bu da Avrupa tacirleri ve denizcileri için korkunç bir durumdu.
“Akdeniz’in hâkimi Türk korsanlarıdır” diyordu İngiliz saray erkânından George Carew 1617 Haziran’ında. “ Tacirlerimizin onlara yem olmadığı gün yok, kayıp o kadar yüksek ki, Hıristiyan prensleri onların kökünü kazımazsa, Levant ticareti mahvolacaktır”
Carew’in endişelerini bütün Avrupa’nın saray ve meclisleri paylaşıyordu. Madrid’de İspanyollar, Malaga’dan Sevilla’ya kadar bütün kıyıları haraca kesen iki korsan filosunun yarattığı dehşeti yaşarken, Sir Francis Cottington III.Felipe’ye İspanya’nın sularındaki kontrol altına almak için üzerine düşeni yapamadığından yakınıyordu. “Bugüne kadar hiçbir şeyin bir sarayda bu kadar üzüntü ve acı yarattığını görmemiştim “ diyordu Cottington. Hollanda, Cezayir ve Tunus paşalarını tehdit ediyor ve tebaalarının bu faaliyetlerinin önünü kesmezlerse, “uğradıkları sürekli kayıpların önüne geçmek için başka yollar deneneceğini” bildiriyordu. I.James’in devlet bakanı Sir Ralph Winwood, korsanlığın ekonomi üzerindeki etkileri konusunda Carew’in kaygılarını paylaşıyor, "Berberi korsanlarının çok yakında denizlerimizi ele geçirecek ve limanlarımıza saldıracak kadar küstah ve cüretkâr hale gelecekleri” uyarısında bulunuyordu.
Yazdıklarına göre Fas’ın Atlantik kıyısındaki Sale’nin ötelerinde faaliyet gösteren bir dönme korsan çetesi, “bekçi kesilen hırsız” Henry Mainwaring tarafından Londra’ın göbeğinden sadece otuz mil uzakta, Thames Nehri üzerindeki Leigh-on –sea yerleşiminde ele geçirildiğine dair raporlar vardı. Güneyde, Swange halkı limanlarına kale yapılmasını talep ediyor ve “Türkler git gide daha da gözü kara kesiliyor” diye feryat ediyorlardı. İngiltere’nin en güney ucu Cornwall’de ise korsanlara rehberlik edecek korkusu ile Lizard Yarımadası’na deniz feneri yapılmasına şiddetle karşı çıkıyordu.
I.James korsanlıktan nefret ediyordu. 1603’de Oxfordshire’daki Woodstock Palace’da kralı, Venedik Büyükelçisinin İngiliz korsanlarının şikâyetlerini dinlerken resmeden bir betimleme vardır. Hikâyenin yazılı olduğu parşömen açıldıkça, kral acıyla eğilip, bükülmekte ve ellerini birbirine vurup ayaklarıyla yeri dövmektedir. Sonunda büyükelçinin sözlerini kesip ayağa fırlar ve haykırır “Tanrı adına! Bütün o korsanları kendi ellerimle ipe çekeceğim!”
Londra’nın ticaret şirketleri içinde en büyük zarara uğrayan Levant Company’nin temsilcileri 1617 ilkbaharında I:James’in huzuruna çıkıp Berberi korsanlarına karşı yardım isteğinde bulundular. İdamlarla, nutuklarla ve aflarla geçen onca yıla rağmen; Berberistan kıyılarındaki bütün devlet başkanlarının sırtları sıvazlansa da; İstanbul’a gönderilen sert mesajlara, kendine özgü bütün o “ rex-pacificus”luğuna rağmen onurunun ve özgüveninin kötü bir yara aldığını anlamak hiç de zor değil. Bu nedenle doğrudan harekete geçmeye karar vermiştir. İlan ettiğine göre zaman “ Tanrı’nın ve insanoğlunun düşmanlarına karşı kılıçlarımızı çekme zamanıdır. Bu düşmanlar da korsanlardır”
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.