Vira bismillâh
Vira bismillâh deyip çıktık yola, selam gönderdik sağa sola. İki bin beşyüz yıl öncesinden selamımızı alan Pisagor uzaktan bize çizdiği üçgenleri, küreleri gösteriyor. Adadaki heykeli 3 adam boyu var. Parmağının işaret ettiği hem sabah hem de akşam yıldızı olarak bilinen bildiğimiz Venüs gezegeni.Ayrı yıldızlar yok..bunlar aynı yıldızdır ... adı da Afrodit’tir deyip kesip atmış rahmetli. Sert adammış, karizmatik, gizemli, hem bilgi hem de kehanet sahibiymiş. Az önce sözünü ettiğimiz şanslı ama zalim tiran Polikrates zamanında Adadan kaçıp Mısır’a gitmiş.20 yıl boyunca mabedlerde kalarak inisiye olmuş. Ezoterik bilgilere sahip olarak geriye dönmek üzereyken savaşta pers kıralı II.Kambiz’e esir düşmüş. M.Ö520 yıllarında Samos’a gri dönerek yarım çember adlı bir okul kurmuş. Hermetik bilgiler, felsefe, astronomi,geometri karışımı bi müfredat programı çerçevesinde yıllarca öğrenci yetiştirmiş mütebahhir bir zatmış.... din ile matematik onun öğretisinde bir araya gelerek kendinden sonra gelen tüm öğretilere sızmıştır. Ona göre evren bir sayı uyumuydu. Evrende mevcut her şeyin sayılarla açıklanabileceğine inanırdı. Osmanlıda da Hurufilik Pisagorun öğretisinden derinden etkilenmiştir.
Samos adası küçük ama adamı sağlam. Ben bunu bilir bunu söylerim. Sakın ola ki Apostol’un yedirdiği musakka’nın ,içirdiği uzoların hayrına böyle konuşuyorum sanmayın. Nah işte Aristarchus denen adam.O da M.Ö 310 yıllarında Samos da doğmuş.Eski adamların anlattıklarına bakmış,kadim bilgileri hatmetmiş ama bir türlü olay içine sinmemiş. Günün birinde ortaya çıkıp ‘’siz demiş kendinizi çok önemsiyorsunuz. Evrenin merkezinde yaşıyoruz diye ham hayallerle avunuyorsunuz…amma velakin evrenin merkezinde dünya değil güneş var…’’demesiyle höst…lafını bil de edebinle konuş filozof bozuntusu…Atan Pisagor’un sonunu unutayım deme. Alim Allah seni kebab eder külünü bu evren dediğin ne haltsa oraya savururuz demişler. Lakin Aristarchus ‘da yürek mangal gibi…Arkadaş demiş işte şuraya yazıyorum; ‘’dünya yuvarlaktır, dönmektedir ve sizin sandığınız gibi değil aslında kıytırık bir gezegendir, güneş etrafındaki yörüngesinde kendi halinde dolanmaktadır ve yıldızlar çook uzaklardadır, demiş şöyle bir gerinip bu evren dediğimin de ucu bucağı,sonu başı yoktur ha bilesiniz diyerek lafını bağlamış. Tabi cemaatte tıss yok. Ama içlerinden geçen besbelli. Tüh tüh bu herifin az biraz aklı vardı… onu da felsefe,geometri,evren,yıldızlar diye diye yedi bitirdi. Zeus müstehakını versin a adam ya savuş şuradan tatlı canı kurtar..ya da hazırlan…bak , ateş köz olmak üzere. Bakmış iş ciddi. Kimsenin kurduğu evren modelini ciddiye aldığı falan yok. O da zıplayıp bir kayığa tüymüş başka bir adaya. Asılar boyu esamisi okunmaz olmuş. Aradan tam 1500 yıl geçip de Kopernik namlı zat işte böyle böyledir de şöyle şöyledir diyerek Aristarchus’un dediklerini milimi milimine tekrarlayıp Avropa’nın şanlı bilim tarihine kendi adını yazdırmıştır.
‘’Ubi sunt qui ante nos fuerent’’ Bizden öncekiler neredeler.
Samos adası ile Dilek yarım adası milli parkı arasındaki boğaz öylesine dar ki 3oo kulaç ya var ya yok. Şöyle bir hız alıp zıplasan karşı kıyıya atlarım sanırsın. İşte boğaza girdik. Teknenin karinasını pışpışlayan minik dalgaların boğaz çıkışında azgın canavarlara dönmesi ihtimaline karşılık babafingo yelkenini körletip bir kat camadan vuruyoruz.Bir kahve içecek zaman anca var..
‘’Yüreğim acıyo be kaptan demiştin’’ gözlerini kaçırmış başka taraflara bakmaya çalışarak. Bir başka denizde, kör bir limanın karanlık bir barında tutulduğun Rum yosması sana terso yapınca. Benimde yüreğim bir başka türlü cız etmişti be Nikolayamu. Dolu dolu olmuş gözlerine bakınca… Amman bee demiştim sana kız mı yok? Mavra matia sou..sende bu kara gözler varken. Patlat vre Glykeria’dan bir rembetiko. Giftopoula sto xamam. Anlat şu hamamdaki küçük çingene kızını. Yok bu gece illâ ağlayacağız diyorsan sen söyleyesin Bournovalia, ben söyleyeyim İzmir’in kavaklarını. Öpüşsünler denizin dalgalarında,rüzgarın fısıltısında nağmeler. Gözlerini gözlerime dikip melul mahsun baktığında sana kızmıştım üstelik be niko… canımın içi. Rembetiko kesmez bizi dersen skilodika’ya geçeriz be koçum..mehtaba karşı uluya uluya ağlarız birlikte. Sonra boynuma sarılmıştın da.. ‘’100 yıl önce dedenle dedem öpüşerek, ağlayarak ayrılmışlar be kaptan. Dedem ölüm döşeğinde bile Türkçe konuşup,İzmir’den söz ettiydi, dedenin adını defalarca andıydı. Biz seninle kardeş sayılırız be kaptanimu. Her derdimizde seninle birlikte ağladık, sonra enayiliğimize yine birlikte güldük. Koca dalgaların, kalleş denizin bizi alt etmesine hiç izin vermedik.Nice limanları dolaştık, kuytu barlardaki yosmaları birlikte keşfettik…Ama bu Marika var ya kaptan…ciğerimi köz etti körolası kahpe…her daim inleyen bir sandouri’ye döndürdü gönlümü.
Tam da o sırada Marika kahrolası buğulu sesiyle ,ela gözlerini yuma,aça bir rebetika’ya başlamaz mı. İzmir’in Karşıyaka’sında İstasyon mahallesinin gülüydü. Aşık oldu …bir kuş gibi takıldı bir alaniaris’e… berduşa. Liman liman gezdi,söylediği rebetikalar dudaklarından bir çığlık oldu döküldü. Yıllar evvelinin göçünü anlattı…dedesini ,halalarını…şarkılara konu olan teyzesi Adriana’yı. Acı,ölüm,göç,tükenmeyen özlem,tutkular hiç düşmedi dilinden. Hangisi daha fazla acıttı yüreğini bilinmez…peşine takıldığı levendis kurnazi mi yoksa şarkılarında hep sözünü ettiği ailesini yerinden yurdundan eden göç mü? Araya karşılıksız kalmış bir aşkı sıkıştırıp manâlı manâlı Niko’ya bakarak ama yedi denizden arta kalmış mangas’lara fingirdeşerek söylediydi şarkılarını Marika.
O gece 2 litrelik Tsantali’yi kafana dikip bir yudumda şişenin dibini bulmuştun . Sonra Marika’nın gözlerinin taa içine bakarak..’’psefti dunya …yalan dünya diye bağırıp…sonra da bir zeybekiko oynarcasına ağır hareketlerle tavernayı da ,Marika’yı da tekneyi de terk edip karanlıklara karışmıştın.
Güneş son ışıklarını kıskanç bir erkek gibi gizlediği saatlerde, tam da Yunan adalarının arasında bir yerlerde bir kadeh uzo ve buzuki eşliğinde karşı kıyıdan yükselen ‘’bir varmış bir yokmuş. Dünyanın en güzel kenti İzmir’de yaşayan Adriana adlı bir kız varmış şarkısı mı seni aklıma düşürdü be Niko uzun yılların ötesinden.
Karalar birbirinden uzak…insanlar birbirlerine nedenini bilmeksizin düşman...hiç bitmeyen göçler. Endülüs’ten Selanik’e….İzmir’den Atina’nın Votanika mahallesine,İskenderiye’den İstanbul’un tatavlasına .Ama rebetika’daki aynı hüzün Fado’da, flamenko’da yaleli de var. Akdeniz’de ortak olan; göçlerle, savaşlarla parçalanmış,parçalandığı ölçüde bütünleşmiş dünyasıdır. Parçalandıkça Akdeniz’in çilekeş halkları yeniden bir araya gelebilmek gayretiyle İspanya’dan…Tunus’tan…İtal ya’dan..Anadolu’dan işe koyulmuş , çalışmaktadırlar. Akdeniz coğrafyasını Akdeniz dünyasına dönüştüren de bu dinamiktir işte. Akdenizli geride bıraktıklarını hiç unutmaz. Ama her zaman yüzünü geleceğe dönmüştür. Onun için geleceğe dair düşlerinizi, hayallerinizi, beklentilerinizi yükleyin tekneye. Kabaran dalgalar,kopan fırtınalar tekneyi oradan oraya sürüklediğinde, yanaşacağımız iskeleleri …oranın güzel insanlarını düşünün. Hayde bre mori..spaso dalgadaki ha.. dalga geçmekle olmaz. Tırmanın direklere, sancağı hisa edin…iskele alabanda…alesta tremola…Sanki…ötelerden bir yerlerden Niko’nun ‘’alesta kaptan ‘’diye bağırdığını mı duydum ne?
PRUVADA KORSAN GEMİSİ VAR…
Bir gök gürültüsünü andıran bu ses geminin içinde sanki bir fırtına kopardı. Yelkenleri dolduran rüzgâr bile şaşkınlık içinde bir an duraklayıp, birazdan olacakları bilmenin keyfiyle daha bir sert esmeye başladı. Korsan gemisi ufukta göründüğünde Kaptan tek çarelerinin güney, güney batı doğrultusunda esen rüzgârı yelkenlerine doldurarak en yakın limana sığınmak olduğunu biliyordu. Korsanlarla anlaşmak mı? Tayfanın sorduğu soruyu duymazlığa geldi ama koca denizde volta atan korsanların ne denli acımasız olduğunu kaç defa anlatmıştı. Yalvarsan da kolay bir ölüm vermezdi korsan dediğin. Ya seni forsaya çakar, bitmek bilmez günler boyunca kürek çekerdin..ya da kurtulmalık adı altında özgürlüğünü satın alabilmek için dilenciliğe başlardın. Tabi son çare korsanların eline geçmemesi için gemiyi havaya uçurmaktı. Ama bu son çareden hiç hoşlanmayan kaptan limanın uzaklığını ve arkalarına aldıkları rüzgârın gücünü anlamaya çalışarak ‘’Allah büyük’’ diye mırıldandı.
Korsan gemisinin güvertesinde, kasaraların üzerinde, mizana ve trenkete direklerinde sayısız korsan kum deryası misali kaynaştı. Palabıyıklılar, kesik kollular, tahta bacaklılar, kelleyi kazıtıp cavlaklığa soyunmuşlar, suratları güneşten kırış kırış olmuşlar, tek gözlüler, kulağı küpeliler, yok burunlular…hepsi karışıklığa meydan vermeden yerlerini aldılar.
Korsan gemisinin ön kasarasında rüzgâra ve karşısındaki ticaret gemisinin hazineleriyle dolu düşlerine sarılmış , dimdik ayakta, eğri palasına dayanmış duran korsan reisi denizin bulutlarla öpüştüğü yerde beliren yabancı gemiye gözlerini dikmiş bakıyordu. Kanlı gözleri ile rakibini kollayan, savunmasız avını parçalamaya hazır bir kaplan gibiydi. Bakışlarını, yerlerini almış korsanların, ölüm yoldaşlarının üzerinde gezdirdi. Birazdan belki de bir çoğu ölecek olan bu adamların gözlerinde korkuya benzer bir şeyler görmek ister gibi uzun uzun baktı. Sonra ilk emrini verdi: Düşman pruvaya alınacak…orsa yaklaşılacak…sancakları indirin…dirise edeceğiz. Ganimetiniz bol gazanız mübarek ola. Hayde vira bismillâh.
Akdeniz doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine onbinlerce deniz adamının cesedini kucağında taşır. Öfkelendiği zaman, gözünü kan bürüdüğünde canlarını dişlerine takmış gemicilerin üzerine yıldırımlarını yağdırmış, fırtınalarını yelkenlerin üzerine boca etmiştir. Kimi zaman tek tek, kimi zaman bir anda yüzlercesininin canını istemiştir. Ama ya insanlar. Akdeniz kızgın, öfkeli, suçludur da…denizi mekan tutmuş insanlar sütten çıkmış ak kaşık kadar masum mudurlar? Gözü doymak bilmez Akdeniz’de her kılıç kınına girmeden bir can almamış mıdır? Tonlarca ağırlıktaki gemileri küreklerle yürütmeye çalışan hangi ülkelerin çocuklarıdır. Onları bekleyen bir ana babaları, yollarını gözleyen bir yavukluları yok mudur?
Korsan yatağıdır Akdeniz. İspanyol, Berberi, Türk, Rodos’lu, Arap korsanlar…burnu büyük Venedikliler, süslü Raguza’lılar, uzun mantolu Fransız’lar, ucu bucağı belisiz denizi bir türlü paylaşamamışlardır. Macera arayan, yüreği kara, bileği güçlü, nam peşinde koşan sayısız adam Akdeniz’e akmışlar…öldürmüşler ama pek çoğu da zamanın bir noktasında, herhangi bir geminin mizana direğinin dibinde can vermişlerdir. Her işin bir bedeli mutlaka vardır koca denizde…
Kıyı insanları zaman zaman korsanlardan AMAN dilemiş, isteklerine boyun eğmiştir. Kimi zaman da onları bir kurtarıcı gibi karşılamış evladlarını ona asker vermiştir. Korsanlık ve Akdeniz; yüzlerce yıl havayla su, güneşle ay gibi birlikte anılmıştır. Aslında Akdeniz için fark eden hiçbir şey yoktur. O dalgalarını bir yükseltir, bir alçaltır. Rüzgârlarını bir o yana bir öte yana savurur. Kıyılarında yine üzümlerden şarap yapılır, yeşil zeytinler altın sarısı yağa dönüşür. Düşler gemilere yüklenip, kısmet aranmaya gidilir. Kime niyet kime kısmet onu da feleğin şaşmaz oku bize bildirir.
Demir almadan kadim Notion limanından
Claros’a uğramıştım dolunayın olduğu gece.
Haberdar olmak için kaderimin hazırladığı oyundan
Apollon’un büyük kahini Mopsos’a danıştım önce.
Birkaç gece önce gördüğüm rüyayı kahine anlatmıştım: Kocaman bir balık inanılmaz büyüklükte bir dalganın üzerinde durup benle konuşmuştu. Sesi gök gürültüsüne benziyordu.Ve gözlerimin içine bakıp şunları söylemişti: sen benim ve sen bensin,ve nerede olursan ol,ben oradayım. Her şeyde varım, ve ne zaman istersen hissedebilirsin beni…ve beni hissederek kendini hissedersin. İşte böle demişti balık. Anlattım rüyamı Kloros kehanet merkezinin ulu rahibine. Rüyamı yorumlasın bana yol göstersin diye.
Kahin uzun uzun gözlerime bakmış, Orakl’ını yüzüme haykırmıştı.
‘’Fırtınanın tepesine binmiş Apollon ,elindeki kuş bakar görünenin ötesine
Korkulacaksa bulunacak olandan çıkılmaz bu geminin seferine’’
Korku dolu rahipler birbirine sarılmış, Kahinin kaşları çatılmıştı.
Bir rahip Manteuma’nın ,gizli sözlerin anlamını bana açıkladı; PROMETHEUS göklere çıktı, tanrılardan ateşi çaldı ve geriye döndü. Bedeli neyse ödedi. İASON Argonaut’larıyla çarpışan kayaların arasından mucizeler denizine yelken açtı. Altın postu koruyan canavarı yendi ve geriye döndüğünde hakkı olanı aldı.
Yolcunun yolculuğunu engellemek isteyen güçler her zaman vardır. Denize gizlenmiş kayalar, yanındakini görmeyi engelleyen fırtınalar, dört kat karanlıkta mizana direğini aşan dalgalar ve alev, sıcak küller,kaynayan çamur,fokurdayan kumlar…Ama bir yolcu tüm engelleri tek tek geçebilirse, olağan dünyadan doğa üstü tuhaflıkların bölgesine ilerler. Burada daha önce hiç rastlamadığı hatta düşünmediği güçlerle karşılaşır. Tüm yolculuk bir sınavlar yoludur. Ama her şey bittikten sonra yolcu evine döndüğünde orada kendini bekleyen yetişkin,akıllı bir adam bulacaktır. Bu gizemli maceradan olgunlaşmış, sınırlarını bilme yeteneğine sahip olarak geri dönecektir... eğer dönebilirse.
Rahip, Kahin’in gizemli sözlerini bana açıkladıktan tekneye dönüp ardından derin düşüncelere dalmıştım o gece. Bir kadeh rakı, giderek tüm gök yüzünü dolduran ay ve karinaya vuran dalgaların müziği eşliğinde önümde uzanan denize bakıp korkularımı anlamaya çalışmıştım. Aklıma sen gelmiştin Niko. Çok yıllar evvel buna benzeyen bir gecede ‘’Yolculuk denize midir…yoksa bilinç dışına mıdır, yolcunun kendisi de bilmez. Aranan arzu nesnesinin tüm yolculuk sırasında bulunamıyacağını bilsek de bu yolculuğun sonunda yaşanacak içsel değişim yolculuğa çıkmayı elzem kılar’’. Yalnızlığın ortasında karanlıklara bakarak ‘’ her değişim sembolik manada bir mekanın katedilmesini gerekli kılar. İşte bizim bu denizde, bir limandan ötekine sürtmemizin nedeni tam da budur.’’ demiştin felsefe limonunu beyin salatamızın içine sıkarak.
Bilemiyorum be Niko demiştim… bu yolculuk esnasında, insanın farkındalığını idrak ederek bunu aşkın bir boyuta taşıması ve nihayetinde mistik bir bütünleşmeyi elde etmesinde mekanların çağrısı, Akdeniz’in daveti elbette önemlidir. Ama yolcu kendisinde saklı olan gizil güçleri tanıma noktasında girdiği yolculuklardan ancak bir farkındalıkla çıkabilirse sonsuzluğa açılmış olur’’ demiştim. Sonra Marika’dan söz ettiğimizin bilincinde, acının dinmesi, yaranın iyileşmesi, görece bir özgürleşme peşinde kat ettiğimiz onca yol…arzunun doyurulması değil, tanınması,kabul edilmesi, bilinçli benlikle bütünleştirilmesi değil midir be kardaşım demiştim de bana bakıp ‘’ama bazan yolcu geri dönmez’’ dediydin.
Kim bilir belki de Apollon’un kahini bu sefer gerçeği bilmiştir.
Gece tüm esrarıyla denizin üzerine inmiş, ufuksuz ışıksız bir karanlıktayız… yelkenler rüzgârı apazdan almakta, 20 knot'luk rüzgârla dalgaları yara yara ilerlemekteyiz.Tekne havuzluğunda hareketlilik sürüyor. Halatı laçka et…halatı ger..bumbayı sal. Yönümüzü bulmak için pusula, kronometre, sekstanta ihtiyacımız yok. İşte demir kazık…kuzeyde durmuş, gözlerini üstümüze dikmiş, hiçbir manevrasını kaçırmadan tekneyi izliyor. Bu gece biraz suskun, konuşmuyor. Yoksa dinlemesini bilirseniz her yıldız bir aşk hikayesini kulağınıza fısıldar. Kutup yıldızımızın az ötesinde büyük ayı, küçük ayı takım yıldızları çakmak çakmak bakışlarıyla konuşmaya hevesliler bu gece. Hikayelerini anlatmak istiyorlar…kulak kabartıyorum söylediklerine. Arcadya ‘da yaşayan Kallisto adlı bir prenses hem çok güzel hem de yetenekli bir avcıdır. Çapkınlığı dillere destan Zeus, Kallisto’nun peşindeyken, kıskanç karısı Hera gelir ve zavallı prensesi kocaman bir ayıya çevirir. Bu olayın üzerinden hayli zaman geçer Kallisto’nun oğlu Arkas büyür, yakışıklı bir erkek, anası gibi usta bir avcı olur. Ormanda avlanırken koca bir ayıyla karşılaşır. Ayı gırtlağından ağlamaya benzer homurtular çıkararak, pençelerini kaldırmış ona doğru koşmaktadır. Ayının üzerine doğru koşmasından ürker, oku yayına takar ve bırakır. Ayı ölmüş, o anda oraya gelen Zeus yaptığı hatayı Arkas’a anlatmıştır. Bu işte kıskanç Hera’nın parmağı vardır. Zeus işlediği günahın dehşetiyle elem duyan Arkas’ı da, Kallisto’yu da takım yıldıza dönüştürüp var gücüyle gök yüzüne fırlatır. Kallisto büyük ayı, Arkas küçük ayı olarak birbirinden hiç ayrılmadan , Okeneos’un sularına dalıp gitmeden sürekli birbirleriyle, arada bir yalnızlık ve hasretlik çeken denizcilerle konuşarak yaşayıp giderler.
Pleiad’lar Titan Atlas’ın yedi kızına deniyordur. Poseidon’un oğlu ORİON bir gün Pleiad’ları anneleriyle birlikte gezerken görmüş ve pek beğenmiştir. Kızlar Orion’a yüz vermemişlerdir ama Orion yıllarca onlara askıntı olmayı sürdürmüştür. Aynı kızların üç tanesi zaten önceden Zeus’un tasalluduna uğramış ona çocuk doğurmuşlardır. Çok yakışıklı, güçlü bir avcı olan Orion’u kıskandığından mıdır yoksa kızların şikayetinden midir bilinmez, Zeus bu kızları önce güvercin’e dönüştürmüş sonra da avcının elinden kurtulmaları için yıldız yaparak YEDİ KANDİLLİ SÜREYYA denilen Pleid burcuna dönüştürmüş, gökyüzünde mutena bir yere yerleştirmiştir. Kızlar Orion’un takibinden bir süre kurtulur gibi olmuşlardır ama Orion da bir süre sonra belasını bulmuştur. Bizim buralardan komşumuz olan ARTEMİS’e bulaşmış, tam bilinmiyor… ya bakire tanrıçaya ya da onun kızlarından birine aşık olmuştur. Aşkından yanıp yakılsa da, yemeden içmeden kesilse de adı kutlu Artemis’e ya da kızlarına musallat olmanın bedelini, Artemis’in gönderdiği bir akrep ona ödetmiştir. Ardından sonsuza kadar ışığını bizlerden eksik etmemesini dilediğimiz Artemis, Orion’u da, av köpeklerini de,onu sokan akrebi de yıldız yapmıştır. Orion’u cebbar burcuna çevirmiş ve akrep burcunu da Orion’un ardına takmıştır. İşte gökyüzü denizinde Orion’un Akrep burcu önünden kaçıp kurtulmak için daima koşuşturup durması ve Pleiad’ları kovalamaktan bir türlü vaz geçmemesi hep bu aşk hikayesi yüzündendir. O kovalamaca bu gün de devam etmektedir. Orion, akrep ve pleiad’lar asla aynı anda gökyüzünde yer almazlar.