Heyamola Hey
Havuzluk => Köşe Yazıları => Konuyu başlatan: Tan Kaan Özkan - 21 Aralık 2016, 18:21:51
-
Bu tarz hikayeleri okumasını ve yazmasını seviyorum. Kafa dağıtmak için birebir.
Aklıma geldikçe çeşitli hikaye, çeviri, şiir ve/veya temaya uygun makaleleri bu başlık altında derli toplu durması ve her biri için ayrı başlık açmamak adına paylaşacağım.
"NEMO NOKTASI"
Diğer bir şekli ile okyanusta hiçliğin ortası.
Günümüzde, pek çok sebepten dolayı her güne insanlık adına kötü haberler alarak başlıyoruz. Bir çoğumuzun aklından, elden bir şey gelemeyeceğini düşünmenin verdiği bıkmışlık duygusu ile herkesden ve herşeyden uzaklaşma fikri geçiyor. E kişiler denizci olunca tabii ki vazgeçemeyecekleri şey, tekneleri... Durum böyle olunca haritadan yer beğenmeye başlanıyor. Tabii ki uzak adalar, en bakir alanlar, daha insanlığın bozamadığı! yerleri görmek için umut beslemeye başlıyor.
Sığınacak bir liman arayanlar,
Sizin için bir iyi bir kötü bir de daha iyi haberim var.
Önce iyi haber. Herşeyden ve herkesten en uzak olan nokta biliniyor. Tekrar keşfetmeye gerek yok. Evet bir ada değil ama okyanusun ortasında bir nokta. Eh uzaklık kısmını tutturduk en azından.
Burası Point Nemo denilen alan. Pasifik Okyanusu'nda, 48°52.6′ Güney ve 123°23.6′ Batı koordinatlarında ki bu yer bilinen ve matematiksel olarak her yere en uzak nokta. En yakın üç noktaya eşit olarak 2688 km uzakta. Diğer yönler de ise daha da uzak. Hatta o kadar uzak ki o noktaya en uzak insanlar astranotlardır esprisi yapıyor. 1992 yılında keşfedilmiş bu alan. Bir araştırma mühendisi olan Hrvoje Lukatela, "Hipparchus" adını verdiği jeo-uzaysal bir program kullanarak, en yakın kara parçalarından eşit uzaklıkta olması mantığı ile tespit etmiş bu noktayı. Ekbette yıllar içerisinde kıyı erozyonları ile bir kaç metre de olsa değişeceği aşikar.
İsim olarak da gayet uygun bir isim seçmiş çünkü "nemo" latince de "hiç kimse" demektir.
(http://i.hizliresim.com/LZy4EV.jpg) (http://hizliresim.com/LZy4EV)
Şimdi gelelim kötü habere,
Hani demiştik ya en uzak, en bakir, insanlığın bozamadığı! diye...
İşte, hani derler ya, yok öyle bir dünya . Uzay kurumları bu noktayı “Güney Pasifik Issız Bölgesi” adıyla mimlemiş bir kere. İnsanların olmadığı, gemilerin geçmediği bu bölgeyi uzay çöplüğü olarak kullanıyorlar. Evet yanlış okumadınız, dünyamızın bir uzay çöplüğü var. Eski uydulardan, kargo gemilerine ve MIR uzay istasyonuna kadar birçok araç parçalanmış halde okyanusun dibindeki bu “uzay araçları mezarlığına” gömülüyor !.
Uzay araçlarının, atmosfere girerken oluşan ısıdan sağlam çıkamadığı, sadece yakıt tankı gibi parçaların yanmadan okyanusun dibini gittiğini söylüyor uzmanlar. Örneğin 143 tonluk Mir uzay istasyonunun bazı parçaları okyanusun dibine çökerken bazıları da Fiji kıyılarına vurmuş, “Yakıt sızması olmaması halinde bu parçalar sudaki canlıların yaşamı açısından tehlike oluşturmuyor.” diyecek kadar da rahatlar.
Burası Güney Pasifik Girdabı adıyla bilinen güçlü akıntıların ortasında bir yer. Nemo Noktasında okyanustaki yüzey ısısı 5,8 derece ve dönerek hareket eden akıntı, serin ve besin bakımından zengin suları bloke ediyormuş. Bu nokta hakkında çok uzak olması ve çok zor bir deniz olması nedeni ile araştırmacılar pek az çalışma yapabilmişler. Öyle ki büyük buz dağlarının çatlarken çıkardığı sesler önce canlılar tarafından çıkarılıyor sanılmış, sonradan anlamışlar ki bu bölgede yaşam neredeyse yok denecek kadar az çünkü karadan çok uzak olduğu için buradan esen rüzgârlar organik madde taşımıyor. Yani fazla besin kaynağı olmadığından okyanus tabanı da fazla yaşam barındıramıyor. Tabii ki bu hiç canlı olmadığı anlamına gelmiyor. Pasifik ve Nazca tektonik plakaları yavaş yavaş birbirinden uzaklaşırken aradaki boşluktan lav sızması sonucu sıcak su bacaları ve mineral birikimi oluşuyor bu mineraller bakterilerin çoğalmasına bunları da daha büyük deniz canlılarının beslenmesine olanak sağlıyor. Örneğin Yeti yengeçi bu bölgede keşfedilmişti.
Neyse ki amatörde olsak denizciyiz. Yok öyle bir dünya denilebilir ama teknemiz, isteğimiz ve cesaretimiz olduktan sonra zaten uzak bir yerde ki tek bir liman bizi uzun zaman tutamazdı.
Tüm denizler bizi bekler. Mavi vatan, herkes için kollarını açar. Yeter ki ona bir adım atın.
Ki bu bence bir denizci için en iyi haberdir.
-
ERKEK DÜNYASININ KORSAN KADINLARI
Öyle ya düşünsenize, 1600-1700'lü yıllar, Esirlerin haricinde gemiye kadın alınmadığı, gemide kadının uğursuzluk getireceğine inanıldığı bir dönem ve denizcilerin korkulu rüyası haline gelmiş kadın korsanlar.
Erkeklerin dünyasında ki ayrıcalıklardan yararlanmak adına, o dönemde bazı kadınlar, kısa saçları, kendilerini sıkı sıkıya sardıkları bandajlar ve erkek kıyafetleri ile zaten rutin halde ki çiftlik hayatı, yokluk ve kendilerinin yok sayıldığı hayatdan kaçmak için "erkek" dünyasına bu şekilde adım atarlarmış. Ta ki savaşlarda, kavgalar da yaralanıp yada duygularına yenilip güvendiği bir tayfadan hamile kalıncaya kadar.
Tarihin tozlu sayfalarında bu başkaldırışı, özgürlük ve kendilerine biçilen rolden farklı bir şeyler yapmaya çalışan bu cesur kadınlar hakkında çok fazla yazılı kayıtlar bulamıyoruz ama yine onların arasında ister cesur ve kahraman deyin ister acımasız, duygusuz suçlular, zamanın da kendilerinden söz ettirerek bir nebze de olsa tarihde yerlerini almayı başarmış, denizcileri titretmeyi başarmış kadın korsanlar vardır.
Haklarında ki bilgiler az ve çelişkili olsada genel kabul içinde onları tanımaya çalışalım.
(http://i.hizliresim.com/1VLkvY.jpg) (http://hizliresim.com/1VLkvY)
Anne Bonny
1697-1700 yılları arasında doğduğu tahmin ediliyor. İrlandalıı bir avukatın gayrimeşru çocuğu olduğu söylenir. Babası herkesten çocuğu olduğunu saklamasına rağmen, yinede bir yabancıymış gibi yanında çalıştırır. İlk gençlik yıllarını atlatan Anne Bonny, 16 yaşındayken bir korsan olan, kaptan James Bonny'e aşık olur. Babasının itirazlarına rağmen, hem aşık olan hemde macera ve heyecan isteyen Anne, evlenir ve yanında seferlere katılmaya başlar. İlk denizcilik hayatı böyle başlamıştır. O dönemde “günah yuvası” ve “korsanların cenneti” olarak bilinen New Providence’a (Nassau) taşınırlar. Her şey güzel giderken, kocası Nassau'da valinin de teşviği ile hem ticarete hemde valinin muhbirliğini yapmaya başlayınca, kocasının dönek olduğunu düşünen Anne'nin gözünden düşer ve kocasını terkeder. Bu sırada tanıştığı, Calico Jack olarak tanınan Kaptan Jack Rackham ile birlikte kaçmaya karar verir. Elbette ki tanınmadan bir gemiye binmeli ve korsanlığa devam etmelidir. Erkek kıyafetleri giyer ve Jack ile yola koyulurlar. Daha ilk korsanlık faaliyetlerinde o kadar iyi silah ve kılıç kullanır ki şüphe çekmeyi bırakın herkes tarafından saygı görmeye başlar. Adı artık Korsan Benjamin olmuştur. Ta ki hamile kalana kadar. Hamile kalınca gemiden ayrılmak zorunda kalırlar. Küba'ya çocuğu doğurmak üzere gidip bir süre korsanlığa ara verirler ama kader ağlarını örmüştür. Çocuk ölür ve kısa bir süre sonra tekrar mesleklerini icra etmek üzere korsan gemilerine geri dönerler. Elbette ki bu işlerin merkezi olan Nassau'ya dönerler. Yeni bir korsan gemisi bulmaları uzun sürmez ve tekrar denize açılırlar. Bu sırada kendisi gibi erkek kıyafetleri içerisin de askerlik yapan, Marry Read ile tanışacak ve çok iyi arkadaş olacaklardır. Birbirleri için iyi olmuştur ama ikisi bir araya geldiğinde mürettabatın korkulu rüyası haline gelmişlerdir. Çok da uzun sürmeyen bu yeni maceraları, Jamaika Valisi Lawes gemiye el koymak için askerlerini yollaması ile sona erer. Jack ve mürettebat hazırlıksız yakalanır. Son ana kadar savaşmaya devam eden iki kadın da mürettebatın geri kalanıyla birlikte idama mahkum edilir fakat ikisi de hamile olduğu için infazları ertelenir. Ateşli hastalığa yakalanan Mary Read hapisteyken ölür. Anne Bony ise idam edilmez ama sonun ne olduğu hakkında kesin bir bilgi yok…
(http://i.hizliresim.com/77qbgP.jpg) (http://hizliresim.com/77qbgP)
Marry Read
Çocukluğu hakkında farklı söylemler var. Kimisi kısaca, İngiltere de doğduğu ve babaannesi ve üvey kardeşi ile sefalet içinde yaşadığı, gemilerde temizilik yaptığı söyleniyor. Diğer bir hikaye ise, Londra’da bir kaptanın çocuğu olduğu ve annesi tarafından, babası denizdeyken ölen erkek kardeşinin yerine geçirildiği şeklindedir. Benim tercih ettiğim hikayesi, en azından okunasıdır. Dul olan annesi o dönemde ki kadınlığın getirdiği dezavantajlardan çok çekmiştir. Bu yüzden kızı Marry erkek gibi yetiştirmiştir. Buna yatkın olan Marry de tam anlamı ile kavga eden, kılıç kullanan ve macera peşinde koşmayı seven bir genç olmuştur. Önce kendine bir gemide iş bulur ama macera beklerken tek elde ettiği dayanılmaz bir iş yükü ve tacizdir. Bir yolunu bulur ve gemiden kaçar. İngiliz ordusuna katılır. Basit bir er olarak başlar ama Flanders savaşında gösterdiği cesareti sayesinde Süvari Alayı’na terfi eder. Asker arkadaşına aşık olunca, gerçek kimliğini açıklar ve ordudan ayrılıp evlenirler. “Üç At Nalı” adlı bir han açarlar, Nassau da haytından ilk defa memnundur ama uzun sürmez, erkek arkadaşı bir kavgada öldürülür, Han ile tek başına uğraşamaz ve bırakır, tekrar orduya döner. Bir sefer sırasında Batı Hint Adaları’na doğru giderken Calico Jack ve Anne Bonny, Mary’nin içinde bulunduğu gemiye saldırır. Esirler arasındaki Mary, Anne’in dikkatini çeker. Kendisi gibi kadın olduğunu anlayınca da çok iyi arkadaş olurlar. Kaptan Jack, Anne’in bir denizciyle bu kadar çok vakit geçirmesini kıskanınca Mary kimliğini açıklamak zorunda kalır. Jack, mürettebatında iki kadın korsanın olması fikrine sıcak bakar ve Mary Read kısa sürede korsan bayrağı altında savaşan en cesur “adamlardan” biri olur. 1720’de hapiste ölür.
(http://i.hizliresim.com/r63VMV.jpg) (http://hizliresim.com/r63VMV)
Grace O’Malley
1530 yılından bir karakter olduğuna inanılan O'Malleyler. İrlanda'da İngilizler tarafın son derece tehilikeli,kurnaz bir isyankâr olduğuna inanılan, Owen O’Malley'in biricik kızıdır. O'Malley klanının ve filolarının şefidir babası. Denizi çok seven Grace, kızların denizci olamayacağı düşünüldüğü için saçlarını keser, erkek kıyafetleri giyer. O kadar tutkulu ve takıntılıdır ki kendi ailesi bile ona "kel" lakabı takarlar. Babasının yanında denizciliği çok iyi şekilde öğrenmesine ve tam bir erkek gibi yetişmesine rağmen tamamen politik bir kararla, daha 16yaşında iken O’ Flaherty klanının varisiyle evlendirilir. Şans bu ya, Kocası da onun hayallerine saygı duyar ve beraber savaşmaya karar verince, İrlandanın batı kıyısı dışında ki tüm sularda Karı-Koca hüküm sürmeye başlarlar. Kendisinin olmadığı bir zamanda kocası Cork Kalesi’ni savunurken ölünce, kaleyi kendi ekibiyle basarak geri alır. Denizlere geri dönen Grace batı kıyısında güvenli geçiş için haraç almaya başlar, vermeyen gemileri talan eder. 36 yaşında iken yakalanan ve idama mahkum edilen korsanların kraliçesi Grace, Kraliçe I. Elizabeth’e bir mektup yazar. Bu mektup kayıp ne yazdığı bilinmiyor ama Kraliçe I. Elizabeth, Grace ve ailesinin affedilmesi için emir çıkarır. Grace O’Malley’nin 1603’te Rockfleet Kalesi’nde öldüğüne inanılıyor.
(http://i.hizliresim.com/LZy4Aa.jpg) (http://hizliresim.com/LZy4Aa)
Ching Shih
Tarihe geçmiş en önemli korsanlardan biridir. Hüzünlü bir hikaye ile başladığı hayatı, bir korsan ve akınca için özenilecek bir güce kavuşması ile sona erer.
Öyküsü bir Çin genelevinde başlar. Ching Shih’nin isminin anlamı ise kantonunu eski seks işçilerinden kurduğu için "Ching'in karısı" anlamına gelmektedir. Tarihte ki bu kadar tanınan bir korsan olmasına rağmen Çin kayıtlarında hakkında çok az özel bilgi vardır. Muhtemelen yaptığı işler özel bilgilerinin önüne geçmiştir. Kendince bir kitap hazırlamış ve burada suç unsurlarının tam olarak nelerin kapsadığı ve verilmesi gereken cezları yazmıştır. Örneğin kadın esirlere tecavüz edenlerin kellesinin uçurulması ve korsanlıktan firar edenlerin kulaklarının kesilmesi gibi kurallar bulunan kitabından gelir. O kadar başarı olmuştur ki 50.000 ile 80.000 arası silahlı korsan ile yüzlerce gemisi, binlerce balışçı sandalı kensine bağlıdır. Bu suç mparatoriçesi kısa sürede Çin'in en büyük düşmanı haline gelmiştir. Ching, 1810 yılında Portekizli ve İngiliz korsanlar tarafından ele geçirilir ama hatırı sayılır bir servet karşılığında tüm korsanlık birimlerini bu ordularla takas ettiği için hapsedilmekten kurtulur ve ölene kadar kumarhane işletmeciliğiyle yaşamını sürdürmeye devam eder. Bu karakteri Karayip korsanları filminden hatırlayacaksınız.
Sevgi, Saygı ve Selametle.
-
Blog sayfasın da bir pazar günü yayınlanmıştı
Bugün pazar. Eğer pc başında yada tabletinizde "sörf" yapıyorsanız, pazar gününün tembelliğine sizde yakalanmış, ya evinizde yada teknenizin havuzluğunda, birkaç günlük pastırma yazının, sıcacık, insanın içine işleyen güneşinde kemiklerinizi ısıtıyorsunuzdur.
O zaman bu tembellek saatini şöyle değerlendirelim. Bir kitap hakkında düşünelim.
Samuel Taylor Coleridge'in yazdığı " Yaşlı Gemici" kitabı.
Şavkar Altınel'in dilimize çevirdiği, kitap hakkında güzel bir derleme hazırlayan Eren Arcan'da yorumları ile, kitap sayfalarından küçük dörtlükler eklediğim bu kitap değerlendirmesini okuyarak boş zamanımızı daha kaliteli kılalım.
İyi okumalar efendim ;
(http://i.hizliresim.com/77qDYL.jpg) (http://hizliresim.com/77qDYL)
Aydınlanma felsefesine bir tepki olarak gelişen romantizm, Aydınlanmanın mantık düzenine karşı, duygusallığı ön plana alan bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Romantik akım bir tepki olarak aydınlanmaya karşı olarak yapılanmasına rağmen temelde aydınlanmanın mantık düzenine sıkı sıkıya bağlıdır. Yani romantikleri “aydınlanmanın başkaldıran çocukları” olarak tanımlayabiliriz. Romantikler, aydınlanmanın, bilginin temelinin deneye dayandığını öngören ampirik yaklaşımı ve mantıksal aydınlanmacı düşünce tarzını önce kabul etmişler, ama daha sonra bu yaklaşımlarından uzaklaşmışlardır
.
Romantik dönem, yazılı basımın katlanarak büyüdüğü bir dönemde kabaca 1798-1832 yılları arasında yer alır. Romantik akım, sıradanlığın içinde sıradışını, acı ile hazzın birleşimini, doğanın sonsuzluğunu ve yüceliğini, tabiatın saygınlığını aramak üzere yola çıkmıştı. Romantik Alman ressamı Caspar David Friedrich’in “Meşe Ormanındaki Manastır” adlı tablosu romantik ögelerle yüklüdür. Tablodaki mistik hava manastırdan ya da mezar taşlarından çok günbatımının ve devasa ağaçların görkeminden gelmektedir. İnsanı huşu içinde bırakan, ve yalnızlık duygusunu vurgulayan yapısı ve doğal ve ruhsal arasındaki dengeyi koruması ile Romantik akıma iyi bir örnektir.
Edebiyatta romantik eserin tipik bir örneği, kahramanın araftan yola çıkarak, genellkle büyülü ya da ruhsal deneyimlerle, masumiyetten, hüzünlü bir bilgeliğe aldığı yoldur. Deneyim kişiseldir. Romantiklerden önce herşeye tepeden bakan, didaktik bir anlatıcı varken, Romantiklerle birlikte daha öznel olan “ben” anlatıcı edebiyata girmiştir. Romantikler aydınlanmanın gözlem ve deneyim temelli görüşünü benimseyerek, anlatıcının kişisel tecrübelerine önem vermişlerdir.
Romantik şairler William Blake, William Wordsworth, Samuel Taylor Coleridge, Lord Byron, Percy Bysshe Shelley: romantik müzisyenler arasında Ludwig von Beethoven and Franz Peter Schubert: romantik ressamlar arasında Caspar David Friedrich ve Joseph Turner, ve yine William Blake’I sayabiliriz.
Coleridge “Yaşlı Gemici” şiirine Burnet’tin latince bir alıntıyla başlar.
“Evrende görünmeyen varlıkların sayısının görünenden daha fazla olduğuna inanmakta güçlük çekmiyorum. Ama bunların familyalarını bize kim söyleyebilir? Ve her birinin önem derecesini, diğerlerine benzeyen ve onlardan farklı yanlarını ve işlevlerini kimden öğrenebiliriz? Ne yaparlar? Nerede yaşarlar? İnsan aklı her zaman bu konularda bilgi edinmeye çalışmış ama edinememiştir. Gene de bazen düşüncelerimizde bir resme bakar gibi daha büyük, daha iyi bir dünyaya bakmanın yararlı olduğunu inkâr edemem. Bunu yapmayacak olursak, akıllarımız günlük hayatın sıradan konularına alışıp fazlasıyla büzülebilir ve yalnızca tümüyle önemsiz düşüncelere gömülebilir. Ama bir yandan da gerçek konusunda dikkatli olmalı, ölçüyü kaçırmamalı, kesin olanı olmayandan, gündüzü geceden ayıredebilmeliyiz.” (s17)
Burnet dünyada ruhlar, hayaletler, melekler gibi görünmeyen varlıkların bulunduğuna, fakat onları göremediğimizi, nasıl yaşadıklarını bilemediğimizi, insanoğlunun bu varlıklar hakkında hep bilgi edinmeye çalıştığını ama başarılı olamadığını söyler. Bu soyut varlıkları ancak zaman zaman algıladığımız için tanımlamak zor olmaktadır. Burnet, bu semavî ve ideal varlıkları anlamak için çaba göstermemizin gerekli olduğuna inanmasına rağmen, geçici ve hiç te mükemmel olmayan bu dünyada yine de ayaklarımızı yere sağlam basmamız gerektiğine söyler.
Yine Burnet’in alıntısını temel olarak alırsak Coleridge’in şiirinde, ruhsal ve dünyevi dünyaların iç içe geçtiğini görebiliriz. Birinci bölümde, düğün konuğu, yaşlı denizci ile büyülenir ama aynı zamanda “dünyevî” düğün şenliklerine katılmak için can atmaktadır. Çünkü o, bu dünyaya aittir ama yaşlı denizci geçmişini sürekli yaşamakla lanetlendiği için bu dünyanın nimetlerinden yararlanamaz.
Şiirin adının İngilizcede “The Rime of the Ancient Mariner” olduğunu söylemiştik. Buradaki rime sözcüğü hem (rhyme) kafiye, (yani bir anlamda da şiir ) diğer yandan da maddelerin üstünü kaplayan buz kitlesi, buz, buzul anlamına gelmektedir. Yine soyut ve somut bir arada işlenmektedir. Yaşlı denizciyi nöbetler halinde hikayesini anlatmaya sevkeden dehşet, denizcilerin buz ile karşılaşmaktan duyduğu dehşete paralel olarak görülebilir.
Türkçeye Şavkar Altinel tarafından “Yaşlı Gemici” olarak çevrilen Coleridge’in ünlü “The Rime of the Ancient Mariner” adlı baladı 1798 yılında dostu, şair Wordsworth ile bir ortak çalışma sonucu olarak “Lirik Baladlar” içinde yayımlandı. Coleridge’in, şiirin ilk baskısında kullandığı arkaik dili, romantik akımın uyaksız, gündelik dil kullanma eğilimine aykırı idi. Şiirin İngilizce adı “The Rime of the Ancient Mariner” dan yola çıkarsak, dilin eskiliğini daha iyi anlamış oluruz. Rime sanıyorum artık gündelik dilde kullanılan bir sözcük değil. Ancient Mariner için de Old Sailor kullanılabilirdi ancak Coleridge bu eski dilin kullanımının şiirine kadim bir hava, bir zaman dışılık ve bilgelik getireceğini savunuyordu. Yaşlı Denizci’nin daha sonraki basımında dilini sadeleştiren Coleridge, 1817 yılında şiirin arkaik havasını korumak amacı şiirinin sol yanına bir açıklama sütunu ekleyerek şiirdeki bu tarihi havayı yeniden elde etmeyi ummuştu.
Şiirin dili ve kafiye kullanımı romantik akımına ters olmakla birlikte, şiirdeki yaşlı gemicinin kişisel deneyimi, doğa ve doğaüstü varlıklarla büyülenme olgusu, akımın ana ögeleri arasındadır. Coleridge, yine romantik akıma paralel olarak, şiirinde, doğanın görkemini, insanın doğa karşısındaki küçüklüğünü ve kırılganlığını, doğanın tanrısallığı karşısında insanın cüceliğini anlatmıştır. Şiirinde yaşlı gemiciyi okyanusta yapayalnız bırakarak doğa karşısında insanın küçüklüğünü ve çaresizliğini dile getirmiştir.
Coleridge Yaşlı Gemici şiiri ile gündelik hayata birkaç deyim kazandırmıştır. İnsanın tepesinde dönüp duran, onu rahat bırakmayan sorun olarak “Albatros” dile yerleşmiş. “Su, su nereye baksan su, ama içecek tek damla yok” dizeleri ile de insanın imkanlarla çevrili olmasına rağmen bu imkanlardan yararlanamadığını belirttiği durumlarda kullanılmaya başlamıştır.
Doğal Dünya : Fiziksel Dünya
Coleridge şiirinde tabiatın huşu uyandıran görkemi karşısında insanı cüceleştiren gücünü vurgulamıştır. Yine 1817 yılında yan sütun olarak yaptığı eklentilerde ruhanî dünyanın doğal dünyayı kullandığı ve kontrol ettiği görüşü açıktır. Zaman zaman tabiatın kendisi, bir karakter olarak, Yaşlı Gemici ile temasa geçer. Yaşlı Gemici “kutsal hayvanı” yani albatrosu “konukseverlik kurallarını çiğneyerek” vurduğunda tabiat öcünü alır. (s55)
Deniz durulur, güneş yakar, okyanus çürür, sümüksü yaratıklar geminin etrafına dolar, cadı kazanı gibi ölüm ateşleri etrafı sarar.
Su, su nereye baksan yalnızca su,
Güverte tahtaları çekti zamanla
Su su nereye baksan yalnızca su,
Ama hiç bir yerde yok içecek bir damla
Ve İnanılmaz bir şey oldu, Tanrım ¡
Denizin ta kendisi çürüdü.
Ve sümük gibi olmuş sularda
Sümüklü yaratıklar sürünüp yürüdü ¡
Kaykılıp yatarak, doğrulup kalkarak;
Dansetti gece ölüm ateşleri
Ve mavi, yeşil, beyaz yandı sular
Kaynayan bir cadı kazanı gibi. (s59)
Yaşlı Gemici sümüksü varlıklara sevgi ile baktığında, yani bir anlamda doğaya saygı gösterdiğinde cezası hafifler, yağmur yağar, bir fırtına patlak verir. kocaman bir buluttan ateş akar. Tanrı ya da bir pagan ilahı, Yaşlı Gemiciyi cezalandırmak veya dinsel bir saygı uyandırmak üzere harekete geçer.
Kitabın sonunda Yaşlı Gemici ruhâni dünya ile uyum içinde olabilmek için doğaya, yani gerçek dünyaya saygı duyulması gerektiğini söyler. Çünkü Tanrıya saygı duymak onun yaratıklarına saygı duymak ile mümkündür. Yaşlı Gemici bu nedenle kitabın sonunda ortaya çıkan Keşişin hem dua ederek hem de doğa ile bir uyum içinde yaşayarak bir örnek oluşturmasını yüceltir. Yaşlı Gemicinin düğün konuğuna son nasihatı da ruhanî, “daha büyük ve daha iyi bir dünya” ya ulaşabilmenin, dünyevî değerleri “gündelik hayatın önemsiz şeylerini” değerlendirmekle mümkün olabileceğidir.
-
Ruhanî Dünya : Metafizik
Yaşlı Gemici” şiiri doğal, fiziksel –kara, deniz, okyanus – bir ortamda geçmektedir. Ancak şiir insanın ruhanî, metafiziksel dünya ile olan ilişkisini anlatan bir alegori olarak görülmektedir. Burnet, Ademden bu yana insanın şeyleri sınıflandırma itkisi olduğunu söyler. Bir görüşe göre, Yaşlı Gemici,sanki “Bir Hıristiyan ruh” olarak gelen ve Tanrı kuluymuş gibi selamlanan albatrosun, manevî değil, ölümlü bir yaratık olduğunu kanıtlamak için onu merakından öldürmüştür. Her doğal yaratık gibi albatros ta ruhanî dünyaya derinden bağlıdır işte bu noktada yaşlı denizcinin çilesi başlar. Ruhanî dünya doğal dünya aracılığı ile yani yelkenleri dolduracak rüzgâr bulunmayışı, uçsuz bucaksız okyanus, güneş, susuzluk ile gemiciyi ve denizci arkadaşlarını cezalandırmaktadır. Ölüler canlanarak gözleriyle yaşlı denizciyi lanetlerken bedenleri güclü bir ruh tarafından ele geçirilir.
Şiir boyunca Yaşlı Gemici birkaç defa ruhları algılar. Ancak ruhlar gemici hakkında kendi aralarında konuşurlar ama doğrudan gemici ile temasa geçmezler.
Ölüm ve Canlı Ölümü içinde taşıyan hayalet gemi yanaştığında Yaşlı Gemici onların zar atarken kaderi üzerine yaptıkları pazarlıkları duyar. Kıyıya yanaştıklarında cesetlerin üzerinde titreşen ruhlar gemici ile konuşmazlar ama gemiyi selâmete çıkarırlar.
Bütün bu süreçte ruhların gerçek mi yoksa gemicinin hayal mahsulü mü olduğunu bilemeyiz. Hem yaşlı Gemici hem de okur olarak bizler, ölümlü yaratıklar olduğumuz için, manevî yaratıkların varlığı konusunda kanıtlar ararız.
Coleridge’in ruhsal dünyası dinsel ve fantastik arasında dengelenir. Yaşlı Gemici su yılanlarını kutsadığında dualarına karşılık bulur ve susuzluğu biter. Yeryüzü nimetlerini yücelten ve insanın öbür dünyaya olan saygısının kaybolmasına neden olan toplum insanın ruhsal dünya ile ilişkisinin kesilmesine sebep olur. Bu nedenle şiirdeki düğün şöleni insanın kutsaldan ne kadar uzak olduğunu simgelemektedir. Öte yandan, örneğin toplu halde edilen dua, insanı ulvî olana daha yaklaştırmaktadır.
Eşik
Bir durumdan başka bir duruma, bir âlemden başka bir âleme geçmekte olan kişinin, arada, ortada, eşikte olma konumu. Somut, bir ormandan bir düzlüğe geçiş veya bir sanatçı için gerçekten, düşselin mucizelerine geçiş olarak nitelendirilebilir. Coleridge, Wodsworth, Keats gibi romantik şairler ruhanî olanı deneyimleyebilmek için eşik nosyonuna çok önem vermişlerdir. Bu nedenle, bu şairler, özellikle Coleridge, uyuşturucunun verdiği üfori ile ilişkilendirilirler. Alanlar ya da durumların eşiğinde olan insanlar için haz ve acı girift bir şekilde iç içe geçmiştir.
Romantik şairler şiirlerinde, eşik alanına giren anlatıcının deneyimleri sonucunda geri dönülmez şekilde değiştiklerini anlatırlar. Romantik eserin kendine güvenen kahramanı olay örgüsünün içinde şaşırtıcı bir alana girer ve bu alandan çabalarıyla daha bilge ama daha hüzünlü bir insan olarak çıkar.
Coleridge “Yaşlı Gemici” nin daha epigrafından başlayarak kitap boyunca ruhanî ve dünyevi alanlar ile ilgili hayranlığını belirtmiştir. Yani Burnet’in bu alanlara belli ve belirsiz, gündüz ve gece dediğini anımsayalım.
Yaşlı Gemici’de eşikler ürkütücü ve ızdırap vericidir. Denizcilerin karşılaştığı ilk eşik ekvatordur. İki yarımkürenin eşiğindeki ekvator Coleridge için ideal bir eşik sahnesi oluşturur. Gemi ekvatoru geçer geçmez sembolik eşiğe girer. İngilizcede buz kristallerinin bir cisimin üzerinde yığılarak kümelenmesi anlamına gelen “Rime” eşik kavramını en iyi ifade eden olgulardan biridir. Su tek formda değil, sıvı (su), katı (buz) ve gaz (sis) formlarında görülmektedir. Gemi hala okyanusta olmasına rağmen devasa aysberglerle çevrili olduğu için karada hissi uyandırmaktadır . Harikulade güzel ama aynı zamanda ürkütücüdür. Okyanusun eşiğinde olan buzdağı büyük bir güce sahiptir. Ve güçlü bir ruh ta “rime” da ikamet etmektedir.
Albatrosu öldürmenin cezası olarak Yaşlı Gemici Canlı Ölüme mahkum edilir. Canlı Ölümün kendisi de bir araftır. Ne canlı ne de ölü. Yaşlı Gemici lanetin acısından geçici olsa bile biraz kurtulmak için artık hikâyesini durmadan insanlara baştan sona kadar anlatmak zorunda kalacaktır. Artık ölümsüz olan bedeni onun hapishanesidir. Ama bu “rime” deneyimi nedeniyle ızdırap çekmesine rağmen aynı deneyimden dolayı ruhanî ve ilâhi olanla yüzyüze gelmiştir. Bu nedenle başına gelen lanet aynı zamanda bir nimete dönüşmüştür. Bu anlatı ile büyülenen ve sersemleyen keşiş, düğün konuğu ve diğerleri de eşikte olmanın deneyimini yaşamışlardır.
Coleridge şiirinde ahlakî temalar bulunmadığını söylemesine rağmen şiir dinsel temalarla yüklüdür. Örneğin 7. bölümde, birlikte dua etmekten daha büyük coşku yoktur diye seslenir .
Gitmek birlikte kiliseye
Ve hep birlikte dua etmek
Eğerken hepsi Rabbine baş,
Her dede. Her bebe. Her arkadaş
Her güzel kız, her genç erkek” (s169)
Yaşlı Gemici’nin albatrosu öldürmesi Tevrat ve İncildeki Adem ile Havva, Habil ile Kabil hikayelerindeki ihanet temalarıyla koşuttur. Adem ile Havva gibi Tanrının kurallarına saygısızlık ederek, ona mesafeli olması gereken şeyleri anlamaya kalkışarak günah işler. Kabil gibi Tanrının bir yaratığını öldürerek onu kızdırır. Yaşlı Gemici Yahuda’nın bir arketipi olarak ta görülebilir. Yahuda gibi o da kutsal bir varlığı öldürür. Pek çok okur albatrosu en sevilen varlık olması nedeniyle İsa olarak yorumlamaktadır.
Albatros günahının simgesi olarak Yaşlı Gemici’nin boynuna asılır . Sonunda dua edebilmesine, ve yağmurun onu bir anlamda vaftiz etmesine rağmen ruhu kurtulmayacaktır. Sonuç olarak Yaşlı Gemici Tanrının yüceliğini etrafındakilere anlatmak üzere var olan tuhaf bir peygamber gibidir. Şiir pek çok Hiristiyan motifi ile yüklüdür. Bütün yaratıklar, küçük olsun büyük olsun, sümüksü yılanlardan, albatrosa kadar Tanrının eseri olduğu için sevilmelidir, sayılmalıdır.
Ah, o mutlu canlılar ! Hangi dil
Anlatabilirdi bu güzelliği gerçekten ?
Kalbimden fışkırdı derin bir sevgi,
Kutsadım onları fark etmeden :
Merhamet etmişti ki koruyucu azızım,
Kutsadım onları fark etmeden
Doğal dünyanın değerini anladığında Yaşlı Gemici dua edebilme yetisini yeniden kazanır. Ve Albatros boynundan düşer.Artık çarmıhını boynunda taşımayacaktır.
Ve dua edebildim o anda,
Hafifledi boynum ansızın
Sıyrılıp düşüverdi Albatros
Ve kayboldu altında suların.
Mahpusluk :
Pek çok yönden Yaşlı Gemici bir mahpusluk ve dolayısıyla yalnızlık ve azap hikayesidir. Şiirin başında gemi bir macera ve eğlence aracıdır. Ama Yaşlı Gemici albatrosu öldürdükten sonra gemi bir mapushaneye dönüşür. Rüzgâr kalır, gemicilerin uygarlıkla ilişkileri kopar. Susuzluk nedeniyle suskunlaşırlar ve birbirleriyle insani ilişkileri kalmaz. Diğer gemiciler öldüğünde de gemi artık Yaşlı Gemici için tam bir hapishaneye dönüşür. Daha da dramatik olan, ufukta görülen hayalet gemiyi kullananların, kudret simgesi olan güneşi bile hapsedecek kadar güçlü olması. Ruhlar yalnızca insanları değil, güneş sistemini de kontrol ettikleri için, ruhanî dünyanın fiziksel dünyanın üzerindeki hakimiyeti vurgulanmaktadır.
Ve parmaklıklar ardında kaldı hemen Güneş (Sana sığındık, yardımcımız ol, Meryem Ana !) Bakıyormuş gibi bir zindan penceresinden Baktı o büyük, yanan yüzüyle dünyaya. (s73)
Aynı zamanda doğal dünya da ayrı bir hapis yeteneğine sahiptir. Denizciler ikinci bölümde buzdağlarının arasında mahpus kalırlar, ta ki albatros gelip onları kurtarıncaya kadar. Bu nedenle bazı yorumcular tarafından Albatros kurtarıcı İsa olarak, Yaşlı Gemici de bir günahkâr arketipi olarak görülmüştür. İsa’nın kullarını selâmete çıkardığı gibi albatros ta denizcileri selâmete çıkaracaktır. Ancak Yaşlı Gemici bu kurtarılma şansını kaybederek limboda sonsuz Canlı Ölüme mahkûm edilecektir. Günah işleyen her kul, İsa ile ilşkisini tahrip edecek ve cennete gitme şansını elde etmek için bir kefaret ödeyecektir. İnsanların boyunlarına haç takmaları gibi günahını hatırlatmak için denizciler de Yaşlı Gemicinin boynuna albatrosu asarlar.
Kitabın sonunda gemideki mahpusluğundan kurtulan Gemici artık kendi bedeninin içindeki sonsuz hapse mahkûmdur. Buzda (“Rime” da ) da hapsedilmiş, kıstırılmış gibi hikâyesini durmadan anlatacaktır. Aynı zamanda gözlerindeki “kor ateşi” ile insanları onu dinlemeye mecbur ederek onları da esir almaktadır.
Coleridge Yaşlı Gemici’nin lanetini yan sütunda şöyle anlatır:
Yaşlı Gemici içten gelen bir şekilde Münzevi’ye yalvararak günah çıkartmak ister. Ama işlediği günaha karşılık yaşama cezasına çarptırılır.
Dedim. “Çıkart günahımı, kutsal adam!”
Haç çıkarttı geçirip elini yüzünden;
Dedi “Söyle bana. Söyle hemen şimdi,
Nesin. Ne biçim insansın sen?”
Anında kavrayıverdı gövdemi
Derin, dayanılmaz bir acı;
Anlatmaya başladım hikâyemi
Ve öyle dindi ancak o sancı.
İntikam
Yaşlı Gemici” şiiri Gemicinin içten gelen ani bir dürtüyle albatrosu öldürmesi sonucunda kitap boyunca ödediği bedel nedeniyle bir intikam öyküsü olarak görülebilir. Ruhanî dünya, albatrosun öcünü, Yaşlı Gemici ve arkadaşlarından fiziksel ve psikolojik işkencelerle almaktadır. Ölüm eşiğinde hezeyan içinde olan denizciler etrafları çepeçevre su olduğu halde susuzluktan takatları kesilir, dudakları susuzluktan siyaha döner.
Denizciler kendileri masum oldukları halde neden Yaşlı Gemici gibi ruhların lanetine uğradılar?
Denizciler Yaşlı Gemici albatrosu öldürdüğünde onu suçlarlar, hatta albatrosu Gemici’nin boynuna asarlar ancak gemi düze çıkınca ona hak verip överler. Böylece hepsi suça iştirak ettikleri için lanetlenirler.
Öfke ile harekete geçildiği için intikam kördür, ruhanî olsa bile. Ama en ağır cezayı Yaşam-içinde-ölüm cezasına çarptırılan Yaşlı Gemici çekecektir. Ölümsüz olan Münzevi sevgili albatrosunun ölüm ızdırabını sonsuza de çekeceği için Yaşlı Gemici’yi de sonsuz hayata ve dolayısıyla sonsuz acıya mahkûm eder. Yaşlı Gemici öyküsünü anlatırken bizi, insanların anlık budalalıkla, bencillikle ve doğal hayata saygısızlıkla yaptıkları hataların ağır, kalıcı sonuçları olabileceğine uyarıyor gibidir.
Bağışlanma
Beşinci bölümün sonuna doğru Gemici sanki bağışlanmıştır. Uyuyabilmiş, yağmur sonunda yağmıştır. Gemicinin çektiği müthiş susuzluk onun ahlakî yoksunluğunu sembolize etmektedir. Bağışlanma da yağmurla birlikte gelmiştir. Hiristiyan inancına göre yağmur, kulun İsa’nın bir hizmetkârı olduğunu anlaması ve tanrının yaratıklarına saygı göstermesi sonucunda vaftiz edilmesini sembolize etmektedir.
Ortadan yarılmıştı kara bulut,
Bir doruktan dökülen sulardan farksız,
İniyordu yıldırımlar zikzagsız,
Benziyordu dik ve geniş bir ırmağa.
Çevresinde halâ dehşet verici olaylar cereyan etmesine rağmen Gemici artık olaylardan korkmaz, aksine huşû duyar. Gemiciler uyanır. Herşey şarkı söyler.
Ama hava durgun olduğu halde gemi süratle Ekvatora gelince olaylar yeniden başlar. İki ses aralarında Yaşlı Gemiciyi tartışırlar. Denizin altından gemiyi takip eden, Hiristiyan inacindan çok pagan bir inancı temsil eden ruh, Albatrosu çok sevdiği için onu öldüren Gemiciyi cezalandırmaktadır. Konuşan iki sesin yoksa Burnet’ın dediği türden birer ruh mu olduğunu yoksa Yaşlı Gemici’nin bir hezayanı mı olduğunu bilemeyiz. Bizler beşerî varlıklar olduğumuz için günahkârız ve Yaşlı Gemici’nin suçuna aynı derecede ortağız. Ay gemiyi engin sularda uçursa, denizciler gökyüzüne uçsa bile lanet tekrar dönecek ve Yaşlı Gemici’nin yakasını bırakmayacaktır.
Altıncı bölümde hikâye genelde Yaşlı Gemicinin ağzından bir vaaz gibi anlatılmaktadır. Münzevî, dümenci ve yamağı gemiye geldiğinde Yaşlı Gemici Münzevinin “albatrosun kanını yıkayarak” onu günahlarından arındırabileceğini düşünür.
Hikâye Anlatmak :
Coleridge “Yaşlı Gemici” şiiriyle yalnızca denizcinin anlattığı öyküye değil, aynı zamanda hikâye anlatmanın kendisine de dikkatimizi çekmek istemektedir. Şiir büyük oranda Yaşlı Gemicinin ağzından aktarıldığı için, o konuşmadığı anlarda öykü kesintiye uğruyor gibidir. Biz yalnız Coleridge’ın değil aynı zamanda Yaşlı Gemici’nin de izleyicisiyiz. Anlatıcının onu dinleyenlere verdiği ahlâki mesajlar aynı zamanda bizlere de verilmiştir. Hikâyede öykü anlatımı, düğün konuğu ve dolaylı olarak bizleri tatlı hayatın baştan çıkarıcılığından caydırarak, doğal ve ruhanî bir hayata doğru yönlendirilmemizi sağlamak amacını gütmektedir.
Şiir, aynı zamanda şairin yazma uğraşının bir alegorisi olarak ta görülebilir.
Gece gibi ülkeden ülkeye geçerim; Yüzünü gördüğüm anda anlarım, Beni dinleyecek kimseyi tanırım; Ve hikaye hemen ona öğretilir. (teach) (s161 – teach kelimesi çeviride anlatılır olarak kullanılmış.)
Bu şekilde Coleridge, okuyucuya bilgelik telkin eden Yaşlı Gemici ile kendisi arasında paralellik kurmaktadır. Coleridge bütün yazarların Yaşlı Gemici gibi öykülerini anlatma saplantısı içinde olduklarını ima etmektedir. Bu tanrı vergisi yetenek aynı zamanda bir lanettir de. Yazı yazmanın hazzı çekilen cefa ile gölgelenmektedir. Toptaş’ın “Bin Hüzünlü Haz” zı gibi.Bu açıdan bakıldığında yazar kendi, ya da başkalarının mutluluğu için değil, acı dolu bir itkiyi doyurmak için yazmaktadır. Yazarın görevleri arasında aynı kaderi paylaşmamak için başkalarını bilgilendirmek te vardır.
O gün bugündür, beklenmedik bir anda
Başlar gene o büyük acı bende
Ve anlatana dek bu korkunç hikayeyi
Yanıp tutuşur yüreğim içimde. (s157)
Yaşlı Gemici’nin yaşam ile ölüm arasında arafta kalması, yazarın hayal gücünün, “öyküsü anlatılıncaya kadar” boşlukta asılı kalması arasında parallellik görülmektedir. Yaşlı Gemici de yazar kadar düşgücünün esiridir. Öykülerini anlatmak onlar için panzehirdir. Öykülerini anlattıktan hemen sonra hikâyelerini yeniden anlatmak için müthiş bir dürtü duyacaklardır. Yaşlı Gemici, Düğün konuğuna, ertesi güne yeni bir insan olarak başlama ilhamı verecektir.
Böyle deyip kor gözlü gemici Gitmişti kır sakalıyle oradan.
Düğün Konuğu da girmeyip içeri
Geri döndü güveyin kapısından.
Uzaklaştı sessizce ağır ağır,
Kendini vurgun yemiş gibi duyarak
Ve açtı gözlerini ertesi sabah
Daha hüzünlü ve bilge biri olarak.
Yaşlı Gemici, onu mahvetmeyen ama yine de devamlı işkence eden, kendi yeteneğinin sürekli bir kurbanı olacaktır.
Son söz olarak Coleridge Yaşlı Gemici aracılığı ile Düğün konuğuna şöyle öğüt verir.
Elveda Düğün Konuğu, elveda,
Ama isterim şuna inanmanı:
İyi dua eder o kişi ki sever
Hem insanı, hem kuşu, hem hayvanı.
En iyi dua eden sevendir en yürekten
Büyük, küçük, tümünü canlıların
Çünkü bizi de seven sevgili Tanrı
Yaratmıştır ve sever hepsini onların.
Tanrının yaratıklarına saygı gösteren kişi tanrıya yaklaşacaktır. Coleridge Yaşlı Gemici’nin “tuhaf bir anlatım yeteneği” ve “öğretmek” sözcüklerini kullanmaktadır. Böylece anlatıcı ile kendisi ve diğer yazarlar arasında bir parallellik kurmaktadır. Öykü anlatıcıları bilgeliklerini başkalarına taşıyan insanlardır. Tanrı vergisi yetenekleri aynı zamanda lanetleridir de. Yaşlı Gemici’nin azap verici arafta dengesini bulmaya çalışması, yazarın gerçekle düşgücü arasındaki eşikte yolunu bulması ile koşutlandırılmaktadır. Şair insanları bir düğün töreninden alakoyacak kadar güçlüdür. Dinleyenlerini değiştirme yetisine sahiptir. Azap veren ama hiçbir zaman yazarı mahvetmeyen bir hüner.
Kitaptan alıntılar ;
“(…)
‘Tanrı kurtarsın seni, Yaşlı Gemici!
Nen var? Ne titretiyor her yanını?’
‘Kaptım oklu tüfeği, çektim hemen tetiği,
Aldım ALBATROSUN canını.
(Yaşlı Gemici onlara uğur getiren kutsal kuşu konukseverlik kurallarını çiğneyip öldürür.) (s. 47)
(…)
Korkunç bir şey yapmıştım herkese göre,
Başımıza bir gelecek vardı.
Dediler, açık şu: Öldürdün o kuşu,
Estiren bu hayırlı rüzgarı.
Alçak, nasıl ettin, o kuşu katlettin,
Estiren bu hayırlı rüzgarı? (s.51)
Ne kızıl, ne de sisli, Tanrı’nın başı gibi
Görkemle çıkınca Güneş ama denizden,
Dediler, açık şu: Öldürmeliymiş o kuşu,
Bize yalnızca bulut ve sis getiren.
Nasıl iyi ettin, o kuşu yok ettin,
Bize yalnızca bulut ve sis getiren!
(…)
Birden rüzgar dindi, tüm yelkenler indi,
yoğun bir hüzün çöktü her şeye,
Ağırlığı hissettik, rastgele sözler ettik
Sırf denizin sessizliği bozulsun diye.
Cehennem sıcağında bakır gökte
Duruyordu kan rengi olmuş Güneş
Öğle vakti tam tepesinde direğin;
Öyle ufalmış ki boyu Ayla eş.
Günler günleri izledi böyle,
Durduk orada hiç kıpırdamadan
Ressam elinden çıkmış bir gemi gibi,
Ressam elinden çıkmış denizde duran.
(Ama sisdağılınca kuşun öldürülmesinin iyi bir şey olduğunu söyler ve böylelikle de Gemicinin suçuna ortak olurlar.
Rüzgar devam eder, gemi Pasifik Okyanusu’na girer ve Ekvator’a varana kadar kuzeye ilerler.
Birden rüzgar dinip gemi hareketsiz kalır.) (s. 55)
Ve bazıları emindi gördüğünden
Başımıza bunları açan ruhu düşünde:
Gelmişti o sis ve buz diyarından
Peşimize düşüp dokuz kulaç derinde.
Ve her dil o kuraklık yüzünden
Kurumuştu ta köküne kadar:
Daha imkansız olmazdı konuşmak
Tıkasaydı boğazımızı kurumlar.
Ah işte baktı yüzüme nefretle
Gemideki herkes, genç olsun, yaşlı olsun;
Sövüp birlikte bana astılar boynuma
Haç yerine ölüsünü Albatros’un.
(Bu gezegenin görünmeyen sakinlerinden biri olan bir Ruh onları takip etmiştir. Ne bir ölünün ruhu ne de bir melek olan bu varlıklar hakkında alim Yahudi Josephus’un ve Konstantinapollü Platonist Michael Psellus’un yapıtlarından bilgi edinilebilir. Çok sayıdadırlar ve bulunmadıkları iklim ya da ortam yoktur. Arkadaşları, çektikleri acı içinde bütün suçu yaşlı Gemiciye atmaya hazırdırlar; bunu göstermek için de boynuna ölü deniz kuşunu asarlar.) (s. 63)
-
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Bitkin günler geçirdik hep birlikte.
Her boğaz kurumuş, her göz donuk.
Bitkin günler geçirdik, bitkin günler!
Her bitkin göz nasıl da öyle donuk!
(…)
(Yaşlı Gemici’nin gözüne uzaklarda bir işaret görünür.) (s. 67)
(…)
(…)
Kaldık o kuraklıkta sesimiz çıkmadan.
Isırıp kolumu emdim oradan kan,
Haykırdım ‘Gemi geliyor!’ diye.
(Yaklaştığında, Gemici bu geleni gemiye benzetir ve büyük bir fidye ödeyerek konuşma gücünü susuzluğun elinden kurtarır.) (s. 69)
(…)
(…)
Ve tek tayfası o Kadın mı acaba?
Bir de ÖLÜM mü var yoksa yanında?
ÖLÜM mü yoksa o kadının eşi?
Kadının ağzı kızıl, duruşu serbestti,
Saçlarının sarısı farksızdı altından,
Cüzam beyazıydı bembeyaz teni:
CANLI ÖLÜM denen o Kabustu belli,
İnsanların kanını donduran.
(Ve kaburgaları, batmakta olan Güneşin önünde yükselen parmaklıklar gibi durur. İskelet gemide Hayalet Kadınla onun Ölüm Yoldaşından başka kimse yoktur.
Mürettebat da gemiye uygundur!) (s. 73)
(…)
Yalnızdım, yalnızdım, yapayalnızdım
Uçsuz bucaksız denizde
Ve işkence içindeki ruhuma
Merhamet etmedi çıkmadı bir azis de.
(Ama yaşlı Gemici, gövdesinin hayatta olduğunu açıklar ve suçunun korkunç cezasını anlatmaya başlar.) (s. 81)
(…)
Baktım o çürüyen denize
Ve kaçırdım gözlerimi hemen;
Baktım çürüyen güverteye:
Başka bir şey yoktu ölülerden.
Göğe bakıp çalıştım dua etmeye;
Ama çıkmadan ağzımdan tek söz bile,
Kötü bir fısıltı gelip kulağıma
Kalbimi dönüştürdü çöle.
Gözlerimi kapatıp kapalı tuttum;
Birer nabız gibi atıyorlardı:
Gökyüzü ve deniz, deniz ve gökyüzü
Bitap düşürmüştü her iki gözü;
Çevremde de ölüler yatıyorlardı.
(Ve onca insan ölmüşken yaşıyor olmalarını kıskanır.) (s. 85)
(…)
Ah o mutlu canlılar! Hangi dil
Anlatabilirdi bu güzelliği gerçekten?
Kalbimden fışkırdı derin bir sevgi,
Kutsadım onları fark etmeden:
Merhamet etmişti ki koruyucu azizim,
Kutsadım onları fark etmeden.
Ve dua edebildim o anda,
Hafifledi boynum ansızın
Sıyrılıp düşüverdi Albatros
Ve kayboldu altında suların.
(Güzelliklerinin ve mutluluklarının farkına varır.
Ve kalbinin derinliklerinde onları kutsar.
Büyü çözülmeye başlar.) (s. 97)
BEŞİNCİ BÖLÜM
Uyku tatlı, okşayıcı bir şeydir,
Yoktur dünyada onu sevmeyen:
Yüce Meryem Ana, şükürler olsun ona,
Bir uyku yolladı Cennet’ten bana,
Ruhuma sızıp her şeyi örtüveren.
Günlerdir bir sıra hantal kova
Güvertede durmuştu bekleyerek su:
Rüyamda çiyle dolmuş gördüm onları,
Uyandığımda da yağmur yağıyordu.
(Meryem Ana’nın inayetiyle yaşlı Gemici yağmura kavuşur.) (s. 101)
(…)
‘Çarmıhta ölen İsa aşkına,’
Diyordu birisi, ‘bu mu o adam,
Bir dokunuşuyla o zalim okuyla
Acımadan zararsız Albatrosu vuran?
Günlerini tek başına geçiren ruh
O diyarda sis ve karlarıyla,
Seviyordu o kuşu, seven bu adamaı,
Kendisini öldüren okuyla.’
Daha yumuşaktı sesi ötekinin
Yumuşacıktı özsuyu gibi:
Dedi, ‘Ceza çekti bu adam
Ve daha da ceva var çekeceği.’
(Kutuptan Gelen Ruhun yoldaşları olup çevremizdeki havada yaşayan iki şeytan o Ruha karşı işlenen suçla ilgilenir ve birbirlerine Kutuptan Gelen Ruhun nasıl yaşlı Gemiciye uzun ve ağır bir ceza verdiğini anlatırlar. Bu arada da Kutuptan Gelen Ruh güneye döner.) (s. 119)
(…)
(…)
Günah çıkartırım ona, diye düşündüm,
Yıkar benim için Albatrosun kanını. (s. 137)
(…)
Dedim, ‘Çıkart günahımı, kutsal adam!’
Haç çıkarttı geçirip elini yüzümden;
Dedi, ‘Söyle bana, söyle hemen şimdi,
Nesin? Ne biçim bir insansın sen?’
Anında kavrayıverdi gövdemi
Derin ve dayanılmaz bir acı;
Anlatmaya başladım hikayemi
Ve öyle dindi ancak o sancı.
(Yaşlı Gemici içten gelen bir şekilde Münzeviye yalvararak günah çıkartmak ister ve işlediği günaha karşılık yaşamak cezasına çarptırılır.) (s. 153)
O gün bugündür, beklenmedik bir anda
başlar gene o büyük acı bende
Ve anlatana dek bu korkunç hikayeyi
Yanıp tutuşur yüreğim içimde.
(Ardından da ömrü boyunca büyük bir acı onu sık sık ülkeden ülkeye gitmeye zorlar) (s. 157)
Gece gibi ülkeden ülkeye geçerim;
Garip bir söz gücüm vardır;
Yüzünü gördüğüm anda anlarım,
Beni dinleyecek kimseyi tanırım:
Bu hikaye hemen ona anlatılır. (s. 161)
(…)
Ah, Düğün Konuğu, bil ki ruhum
Yalnızdı uçsuz bucaksız bir denizde;
Öyle ıssız bir yerdi ki orası
Yoktu nerdeyse Tanrı bile
(…)
Elveda, Düğün Konuğu, elveda,
Ama isterim şuna inanmanı:
İyi dua ede o kişi ki sever
Hem insanı, hem kuşu, hayvanı.
(…)
(Ve başka insanlara örnek olup onlara Tanrı’nın yarattığı ve sevdiği her şeye saygı duymayı öğretir.) (s. 169)
Böyle deyip kor gözlü gemici
Gitmişti kır sakalıyla oradan,
Düğün Konuğu da girmeyip içeri
Geri döndü güveyin kapısından.
Uzaklaştı sessizce ağır ağır,
kendini vurgun yemiş gibi duyarak
Ve açtı gözlerini ertesi sabah
Daha hüzünlü ve bilge biri olarak. (s. 173)”
“(…) Kesin olarak emin olduğum tek şey şiirin sonundaki basmakalıp dindar mesajın temelde bir başka ‘alay’ olduğuydu. Her şey diz çöküp birlikte dua etmekle çözülebilecekse, Gemici neden hala yalnızdı ve işkence çekiyordu?
(…) Dünyanın yalnız alabildiğine güzel değil, aynı zamanda alabildiğine garip ve yabancı da olduğunun sessizce okura sezdirildiği bölümlere özellikle tutkundum:
Hava giderek soğudu çok;
Geçti yanımızdan, koca dağlar buzdan,
Öyle yeşildi ki zümrütten farkı yok
…
Rüzgar esti kıçtan, köpük uçtu baştan,
Karıştı ardımızda uazanan ize;
Durmadan yol aldık; ilk defa biz daldık
Çıt çıkmayan o koca denize (s. 180)
…
Kayalar parlıyordu, ve parlıyordu
Üstlerinde yükselen kilise de;
Rüzgar gülü kıpırdamdan duruyordu
Ay ışığının onu gömdüğü sessizlikte.
(…)(s. 181)
(…) Ama gene de sormak istiyorum: Ayın, yıldızların, her şeyin ‘anayurtlarında ve evlerinde’ oldukları evrende tek ve yabancı varlık olan, işlediği günah yüzünden bir daha yurduna temelli dönemeyip yersiz yurtsuz bir şekilde ‘gece gibi ülkeden ülkeye geçen’ ve ancak yaşadıklarını anlatarak bir ölçüde huzur bulabilen Gemici size başka birini hatırlatmadı mı? Hatırlatması gerekir çünkü o Gemici sizsiniz, hepimiziz. O gece odamda (s. 182) şiiri okurken, Colridge’in o büyük günahın insan olup bizi dünyadan ve hayattan ayıran bilince sahip olmak olduğunu söylediğini duymuştum. Dünyanın ne kadar güzel olduğunu görebilmemiz için gerekli olan o bilinç, aynı zamanda bütün yaratıklarla kardeş olduğumuzu unutmamıza yol açıp bizi dünyaya yabancı kılıyor ve hem onu, hem de bizi yaralıyordu. İşlenen günah verilen cezayla aynı şeydi. Ama gene de bilincimize sarılmak, gördüklerimizin güzelliğini ve garipliğini dile getiren ‘hikaye’mizi başkalarına anlatmak ya da onların hikayelerine kulak vermek zorundaydık; çözüm birlikte ibadet etmek değil, yalnız başımıza yazıp okumaktı.
(…)(s. 183)”
Kaynak : Dipnot Kitap
-
2015 yılında başka bir forum da paylaştığım küçük bir çocukluk anısı.
Tabii ki o zamanlar, semtlerin dostlukları, komşulukları, kültürel özellikleri daha bir öndeydi. Bir çok kişinin konuşmasından hareket ve tavırlarından nereli yada hangi semt sakini olduğunu anlamak daha kolaydı.
Hiç kimsenin, özellikle de çocukların kimseyi başkalaştırmadıkları zamanlar.
Bulunduğumuz semt o kadar fazla, çok kültürlü idi ki günlük hayatta konuşulan diller birbirine o kadar çok geçmişti ki yakın çevrede kimse yabancılık çekemezdi diğer insanların yanında. Tüm insanların günün her saatinde birbirine güler yüzle baktığı, selamlaştığı, saygı duyduğu o güzel zamanlar asla unutmayacak ama bir o kadar da anılarda kalacak.
Benim için o zamanlar, gittiğim her yer ve toplulukta onların içlerinde olmak, her şeyi paylaşmak çok özeldi.
Düşünsenize, her gün içinde olduğunuz toplumu. Camiden çıkanların yanından koşarak kilisenin bahçesine girer, Papaz Mihalin amcadan izinle erik toplar, koşarak aşağıda ki sinogog da mola verir Haham Salomon'un kupayla verdiği su'dan içer, Fenere gelince rum mahallesin de kızları görür birden yavaşlardık.
Ayvansaray da kayıkhanelerin son zamanları, kaldırılmaya başlanmıştı yavaş yavaş. Deniz ve tekneleri ilk oralarda tanımaya başladım. Denizcilerle de ilk o zaman tanıştım. Kendilerine has konuşmaları vardı. Yardımlaşmaları, iyilikleri unutulacak gibi değildi, bir o kadar da kavgaları, akşam olduğunda kurulan rakı sofraları, anlatılan hikayeler, hepsinin ayrı ayrı hayat deneyimleri. Bana hep kitaplardan fırlamışcasına yaşanılan zaman ve mekanlar olarak gelirdi. Haliyle hem bu denizciler hemde semtin tüm insanlarına öğrettiği, bir dövme gibi herkesin "ait olduğu yer" i gösteren "argo" ile orada tanıştım. Pek severim doğrusu argoyu. Doğru kullanıldığın da apayrı bir kültürdür anlayanlar için. Çok hüzünlü hikayeleri, en metanetli, en olgunlukla karşılayıp anlatabilmektir. Aslında "eyvallah" demenin kendine has şeklidir.
Neyse, işte o "denizcilik argo"su ile anlatmaya çalıştığım çocukluk anım.
İyi okumalar.
80'li yılların ilk yarısı, 12-13 yaşlarındayım. Her çocuk gibi bende bisiklet delisiyim. Öyle böyle değil, vita'lı peynirli ekmeği bile sele üstünde kaktırıyorum.
Bisikletimi uçurduğum gibi saatlerce afi kesiyorum. Sürekli voltadayım, sahille ev arası .Her seferinde de evdekilerden alabandayı yiyorum, Ya paçalar yağ içinde kalmış ya düşmüşüm façam kaymış..
Babam sesini hiç yükseltmez,su kaçırmazdı ama öyle atıp kör ederdi ki ulen çıngar çıkarsada laf etmese derdim.
İmam verir talkımı kendi götürür salkımı hesabı öğüt verirdi. Verirdi de o yaşlarda kim dinler ki. Kafa kafa değil payton feneri. Bir kulağımdan giriyor diğerine ulaşmıyor bile.
Yine birgün payandaları çözdüğüm gibi, caddeyi tuttum.
Karagümrük'teyiz. Kariye meydanından sallandınmı aşağıya çağanoz gibi, Ayvansaray, Balat'a indin mi sahilden kır dümeni istediğin yere. En sevdiğim Galata köprüsüne gidip balık tutmak, hamsi bira takılanları seyredip, kokusundan faydalanmak.
Sarayburnun da fener de denize girmek.
Yine öyle yapıyorum.
Geç olmadan eve dönmem lazım, başlıyorum hızla alarga etmeye. Zeyrek'den çıkacağım kestirme olsun diye. Mantara bağlamamak için ivediyim..
Tokadi türbesinin önünden geçiyorum ama bir Fatiha yı çok görerek. Ve 10 metre gitmiyorum ki, girdiğim bir çukurda bisikletim tam ortadaki ek yerinden kırılıyor..
Anam da o kadar demişti, "dua et hayrına, işler gider kolayına" diye..
Bir seksen yerdeyim. Bozum olmuşum ki sorma gitsin. Olanla ölene çare yok, bisikletin haşatı çıkmış, kolumda ve dizim de hatıralıklar.
Sırtlanıyorum bisikleti delikanlı bedenime ve biniyorum tabanvay'a, kasıyor, aşağı vuruyorum,sahile iniyorum gene düz ayak gideyim diye...Ama benim payton feneri kafam işte.
Çakırağa'yı katmıyorum hesaba.
Eve az kaldı, yukarı çıkıyorum o meşhuurr Chora kilisesinin önündeki yokuştan. Yağhaneden meydana çıkacağım. Bilmeyenler için söyleyeyim İstanbul'un en dik yokuşu derler kendisi için, ne kadar doğru bilmem...
Güneşten nar gibi olmuşum, kuyruğu titretmek üzereyim, kan yüzüme hücum etmiş, ağız ve burundan nefes almadığım kesin....
Tam yokuşun ortasında bir araba bodoslamadan geliyor ve duruyor. 52 model Fındık motor marşpiyellerinde kama çakılı Chevy. Ceketi omuzun da herzaman ki gibi, yarı kanlı gözleriyle,
Babam.
Hep çok iplediğim, bir o kadar da üçbuçuk attığım, çok sevdiğim babam...
Bıyık altından gülümsüyor o zaman çakallıyorum amaaa,
" Afferim oğlum afferim.. Hep seni o taşıyacak değil ya, biraz da sen onu taşı.." diyor ve köklüyor gazı...
İşte o gün.. işte o gün ilk defa rahmetliye rahmet okumanın ne olduğunu öğreniyorum.
Ve mahalleye gelip de imanım ahretliklere anlatırken sahneyi, işte o hepimizin bildiği sözleri ilk defa o gün söylüyorum bende..
"Baban'a bile güvenmiycen ooolum, aldınmı yarı yolda bırakmıycek saalam pisiklet alcen"...
Hiçbir zaman yarı yolda kalmamanız dileği ile.
Sevgi, Saygı ve Selametle..
-
Buraya da ekleyeyim;
Bendeki çevirisinde
"Kadim Denizcinin Ezgisi" adını taşıyor kitap
-
Bir diğerinin adı da
"İhtiyar Denizcinin Ezgisi".
Her yayın evi kitap adını kendine göre farklılaştırmış sanırım.
-
Çevirmenler... akıl sır ermez işlerine....;
66. Sone;
Talat Halman Çevirisi;
biktim artik dünyadan, bari ölüp kurtulsam
bakin, gönlü ganiler sokakta dileniyor.
iste kirtipillerde bir süs, bir giyim kusam.
iste en temiz inanç kallesçe çigneniyor.
iste utanmazlikla post kapmis yaldikli san.
iste zorla satmislar kiz oglan kiz namusu.
iste gadra ugradi dört basi madur olan.
iste kuvet kör-topal, devrilmis boyu bosu.
iste zorba sanatin agzina tikaç tikmis.
iste hüküm sürüyor, çilginlik bilgiçlikle.
iste en saf gerçegin adi safliga çikmis.
iste kötü bey olmus, iyi kötüye köle.
biktim artik dünyadan ben kalici degilim.
gel gör ki ölüp gitsem, yalniz kalir sevgilim.
66. Sone Can Yücel Çevirisi;
Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.
-
Orjinal Shakespeare 66.sonet
tired with all these restful death i cry:
as to behold desert a beggar born,
and needy nothing trimmed in jollity,
and purest faith unhappily forsworn,
and gilled honour shamefully misplaced,
and maiden virtue rudely sturmpeted,
and right perfection wrongfully disgraced,
and strength by limping sway disabled,
and art made tongue-tied by authority,
and folly, doctor-like, controlling skill,
and simple truth miscalled simplicity,
and captive good attending captain ill;
tired with all these, from these would i be gone,
save that, to die, i leave my love alone.
Bu da bir çeviri ;
bezdim hepsinden, ölüm gelse de huzur getirse;
hangisini saysam:
haklının hakkı hıç verilmez;
allı; pullu giysi düşer bes para etmez serseriye;
en güvendiğin adam seni aldatmaktan çekinmez;
ona buna hayasızca yaldızlı paye dağıtılır,
tertemiz genç kıza düşüncesizce damga vurulur.
sarsak yönetimlerce becerikli insanlar engellenir;
kusursuz adını hak etmişe haksızca leke sürülür.
kültürle bilimin dili bağlanir yetkili kişilerce
bilgiç geçinen şarlatanlar yönetir bilgili adamı,
ıyilik kıskıvrak kul köle edilir kötülüğe,
doğru sözlü kişinin aptala çıkartılır adı.
bezdim işte bunlardan ve hiç durmam bana kalsa;
ölmek, sevdiğini bir başına bırakıp gitmek olmasa.
Bu da başka bir çeviri ;
bezdim artık herşeyden, ölümü bekliyorum rahatlamak için,
her türlü varlığı hak etmiş kişinin yokluk içinde kıvranmasından,
erdemden yana nasibi olmayana allı pullu giysiler düşmesinden,
en içten inanmış kişiye arsızca leke sürülmesinden,
hayasızca yerinden edilmesinden pırıl pırıl namuslu kişinin,
tertemiz genç kızın hoyratça kötü yola itilmesinden,
gerçek yetkinliğin haksızca çarpıtılmasından,
aksayan yöneticilerin yönetimi güçten düşürmesinden,
sanatın dilinin bağlanmasından yetkili kişilerce,
bilgiçlik taslayan beceriksizliğin hünere yeğ tutulmasından,
yalın gerceğin safdillilikle karıştırılmasından,
kıskıvrak yakalanmış, iyiliğin kötülüğe kul olmasından bıktım.
bezdim işte bunlardan, ve hepsinden ayrılıp gitmek isterim,
ölmek, sevdiğimi bir başına bırakmak olmasaydı eğer.
Başka çevirmek isteyen ? ;D
Sanırım Can Yücel çevirisi, kendi kelimeleri ile güzel.
-
Kaçak Köpek Hektor’un Hikayesi
S. S. Hanley’in 3. kaptanı Harold Kildall’ın nazarı dikkatini her şeyden fazla köpek çekti. Hanley, Admiral - Oriental Line’nin yük gemilerinden biri olüp Vancouver B. C. hükümet
rıhtımında yük yükleyen beş gemiden biri idi. Hadise 1922 senesinin 22 Nisan’ında oldu.
Kildall güverte yükünün bosalarını kontrol ederken rıhtıma verilmiş olan iskeleden gemiye girmeye çalışan siyah benekli, zeki bakışlı, ufak yapılı bir köpek gördü.
Köpek gemiye girince, bütün güverteyi dinledi, etrafa göz gezdirdi. Köpek, yeni kesilmiş ve güverteye istif edilmiş olan keresteyi ve 4 numaralı ambara yüklenen çuvallı hububatı iyice kokladı.Sonra sahile cıkarak ingiltere icin cam kütükleri, buğday unu ve elma yükleyen diğer gemiye gitti.
Bu kontrol Kildall’in nazarı dikkatini cekti ve şark sahilleri icin, kağıt yükleyen gemiyi kontrol eden köpeği seyretmeye başladı. Köpek diğer gemileri de aynı eda ile dolaşıp kontrol
etti. Bundan sonra Kildall geminin harekete hazırlanması dolayısiyle köpekle pek meşgül olamadı ve öğleyin Japonya seferine cıktılar.
Ertesi gün köpek kaptan kamarasının yanında bir Hindistan cevizi çuvalı üstünde uzanmış olarak bulundu. Görünmeden gemiye girmiş ve kacak olarak Japonya seferine iştirak ediyordü. Kaptan köpekleri sevdiğinden bu zeki bakışlı hayvana sıcak bir hüsnü kabül gosterdi ise de karşılığını göremedi. Kildall ve diğerleri de aynı yakınlığı gosterdilerse de gene soğuk tavırlarla karşılaştılar. Az sonra köpek ayağa kalkarak kaptan güvertesinde gezindi ve tuzlu havayı kokladı. Yemek zamanı Kildall aşağıya inince köpek de onunla beraber aşağıya indi ve mutfak
kapısında ümitle beklemeye başladı. Aşcı ona en iyi yemeklerinden verdi... Kildal vardiya icin köprü üstüne cıkınca köpek de peşinden geldi ve pilot, harita kamaralarını gezerek
miyara cıktı, pusulanın yanına uzandı. Şurası kat’i olarak belli idi ki bu kaçak eski bir deniz kurdu idi.
Hanley, Pasifikte seyre çıkalı, 18 gün olmuştu. Tayfa ve zabitan köpeğin sevgisini kazanmak icin yapmadıklan kalmıyordü. Başının okşanmasına müsaade ediyordu ama teşekküre lüzum görmüyordu. Kildall ile vardiyaya çıkmadığı zamanlarda ya kaptanın kamarasının önünde bekliyor ve yahut aşağıya inerek yemeğini yiyordu.
Honshu sahilleri goründüğü zaman kaçak, sahilden gelen rüzgarı koklamaya başladı ve karayı bordalayıncaya kadar baktı. Hanley, Yokahama’da gümrük iskelesi açığındaki demir yerine varınca, köpeğin dikkati daha da fazlalaştı. Burada yükünü boşaltan bir çok gemi vardı. Kildall yükü kontrol ederken kopeğin yerinde duramaz olduğunu, kuyruğunu sağa sola sür’atle oynattığını ve burun deliklerinin diğer gemilere bakarken açılıp kapandığını gördü. En yakın olan gemi Nederlandline’in S.S. Simaloer’i idi ve o da Hanley gibi kereste boşaltıyordu.
Az sonra Hanley’in kıçı med ve cezirin tesiri ile bu Hollanda gemisine doğru saldı ve mesafe 300 yardaya indi. Birdenbire köpeğin bütün dikkatle bu gemiye baktığı görüldü. Derhal kıça koşarak küpeşteye tırmandı, havayı kokladı, heyecanlandığı bariz şekilde belli oluyordu. Kildall bunları seyrederken Simaloer’e bir kayık yanaşarak gemiden sahile çıkacak olan iki adam aldı. Gümrük’e doğru yönelen kayığın Hanley’in kıçından geçmesi icap ediyordu.
Köpek hafif inleyerek etrafına bakınıyordu. Birdenbire olduğu yerde zıplamaya ve delicesine bağırmaya başladı. Bu haykırışlar kayıktaki iki yolcünün nazarı dikkatini cekti. Güneşin ışığı gözlerine geldiğinden elleri ile siper yaparak Hanley’in kıçına doğru baktılar. Yolculardan birisi derhal ayağa fırlayarak bağırmaya ve ellerini sallamaya başladı. Kayık Hanley’e doğru yöneldi ve iskeleye yanaştı. Fakat kopek iskeleye doğru olan yolu çok uzun görmüş olacak ki kendisini suya attı. Bağıran adam köpeği sudan cıkararak sarmaş dolaş oldular. Köpek ağlayarak bağırıyor ve sahibinin yüzünü yalıyordu. Artık efendisini bulduğu belliydi.
Kaçak köpek ile sahibinin buluşması her iki gemide de konuşulan mevzu oldu. Köpeğin adı Hector idi. Sahibi ise W. H. Monte olup Smaloer’in 3. kaptanı idi. Vardiya ve vazifeleri Kildall ile ayni idi. Vancoüver’de; Simaloer Hükümet rıhtımından bonker icin başka bir rıhtıma şifting yaparken, Hector uzun sefere cıkmadan evvel son defa biraz dışarı cıkmıştı. Monte, Hector’ü cok aradı ise de bulamadı. Ve onsuz sefere cıktı. Hector bu kadar gemi icinde sahibine götürecek olan gemiyi seçmesindeki inanılması güç olan esrar nedir? Acaba yüklediği yükün çeşidi veya diğer işaretler mi Hanley’in de kendi gemisinin gittiği yere gideceği fikrini kendisini verdi? Sonra gemide seyir boyunca sahibi gibi ayni vazifelere malik oldüğü icin mi 3. kaptana bağlandı? Bütün bu suallere ancak
bu hadiseyi bizzat gözleriyle görenlerin cevap verebileceği gün gibi aşikardır.
Kaptan Kenneth DODSON* (Reader’s Digest)’ den ceviri
(*) Kaptan Kenneth Dodson, 25 senedir denizde ve II. Dünya Harbinde de U.S. donanmasında calışmıştır. “Away All Boats”
adındaki romanın yazarı olup gecen sonbaharda Little Brown and coğ tarafından “Stranger to the Shore” adındaki kitabı
yayınlanmıştır. Kacak kopek Hector’ün hikayesini ilk olarak 34 sene once işitmişti. Hadisenin kahramanlarından olan iki
vardiya kaptanının hadiseyi teyit etmesinden sonra hikayeyi kaleme almıştır.
-
Teşekkürler.
Zahmet verdim Koca reis :-[
-
Deniz tutmasının ve hastalık olarak kabulunün hikayesini biliyormusunuz ?
Buyurunuz.
Ateşciyi Deniz Tutmuştu
Bu, ikinci Dunya Savaşında, deniz tutmasından canları cıkan sayısız muttefik denizcilerinin ıztırabını kısmen hafişetmeye yardım eden, Kanada donanmasına ait “Matapedia”da gecmiş bir hadisenin hikayesidir.
Geminin mürettebatı, gayet tabii olarak harbin ancak kendileri sayesinde kazanıldığına emindiler. Halbuki ben elimden gelse, sadece bizim ateşci Mahoney’e bir madalya verirdim. Amma yedek bir teğmen olmam, buna mani oldu. Ve bu yüzden de Mahoney’in nail olabileceği şerefe, insulinin bulunmasına yardım eden Charles H. Bert ile Montreal Sinir Enstitusu baş hekimi olan Wilda Penfileld konmuşlardır.
Bunlar yüksek rütbeli ilim adamları, olup, Pili Nu. 2 - 183’u meydana getirmişlerdir.
Ama bu hayati ilacın doğuşunu da biz sağlamıştık. Bu alalade bir hap değildi. Resmen Kanada donanmasında deniz tutmasına karşı, ilaç olarak adı geciyor ve insanı dehşetli havalara karşı koruyordu. 1913 senesinde kullanılmaya başlanmasından evvel, Atlantik muharebelerinin fena şekilde neticelenmesini sağlayacak büyük tehlikeler vardı. Bu, pusuya yatmış düşman denizaltıları yahut da deniz tutması oluyordu. Pili Nu. 2 -183 sallanan gemilerle cıkarma yapan layterlerde bir çok mideleri sakinleştirdiğinden, zaferin kazanılmasına yardımı büyük olmuştur.
Yine Pili Nu.2. 183’un doğuşunda en enteresan taraf, ilacın tedavi ettiği deniz tutmasının, resmi makamlar tarafından kabul edilmemiş olması idi. İnsanların ilk denize acılmasından sonra asırlar boyunca doktorlar deniz tutmasını bir hastalık olarak kabul etmişlerdi. Bir gemiciyi deniz tutunca, doğru küpeşteye gider istediği kadar denize gidemezse, güverteye bol bol öterdi. Fakat bunda tıbbı alakadar eden bir taraf görulmezdi.
Bu durum Kanada donanmasının Matapedia adlı korvetinin 1941 senesinin fırtınalı bir gecesinde denize acılmasına kadar sürdü. Matapedia, konvoyları denizaltılarına karşı koruyacak şekilde inşa edilmiş bir korvetti.
Garptaki üssü New Foundland’da St. Jhon, şarktaki ise terkedilmiş bir fiyorttu. Gidip gelme takriben bir ay surdu. Kanada donanmasının hic bir korvetinde doktor bulunmuyor ve tıbbi yardımı ancak destroyerlerden temin edilebiliyordu.
Donanmaya 1941 senesi aralık ayında giren ateşci Mahoney, bu hadisenin isteksiz kahramanı oldu. Denize acılmak icin cok gayret sarfetmiş, muvaffak da olmuştu. Gemisi St. Jhon limanından cıkıncaya kadar vatansever ve mağrur bir gemi adamı idi. Denize açılmasından on dakika sonra ateşci Mohaney, deniz tutmasından tayyare olup, kafasını yerden kaldıramıyordu.
Gemide yalnız deniz tutan Mohaney değildi. Korvetin burguvari sallaması mürettebatın coğunu sarsmıştı. Amma aradan biraz zaman gecince hemen hemen hepsi açılmış, işlerini normal görür olmuşlardı.
Fakat Mohaney gittikce fenalaşıyordu. Gemi başmakinisti durumu süvariye bildirmiş ve Mohaney hamağında bırakılmıştı. Sefer gunleri ilerledikce hasta ateşci iyileşmek bilmiyordu. Bir fırsatını bulup yanına gittiğimde gri renk almış yüzü bir kadavraya benziyordu. Aslında zayıf bir adamdı. Deniz tutmasından cok kilo kaybetmiş olup, görünüşü korkunctu. Her şeyden ve hatta hayatından vazgecmiş bir halde idi. St. Jhon ussunden ayrıldıktan onaltı gun sonra Matapetia, Islanda’da bir ingiliz ana gemisinin bordasına bağlandı. Gemide bircok doktor vardı. Hasta Mohaney’imizi derhal
gemiye aktardık. Uzun bir tedavi göreceğini umit ederek sevinmiştik. Ben ana gemiden Mohaney hakkındaki raporu almak uzere gittiğimde, doktor bana:
– Üzülecek bir şey yok, dedi.
– Amma korkunç bir deniz tutması bu, dedim.
Baş tabip :
– Saçma. Herkesi deniz tutuyor. Ve bunun da öbürleri gibi bir kac günde bir şeyi kalmaz, dedi, Dayanamayıp :
– Fakat bu Mohaney’inki cok fena. iyileşmeden ölebilir de, demekten kendimi alamadım.
– Bana bak delikanlı. Ben Mohaney’i iyice muayene ettim. Biraz gıdasızlık durumu bir yana, kalp ve ciğer fevkalade. Senin demenle, ortada ciddi bir sebep yokken onu burada alı koyamam.
Mohaney’i oradan alıp gitmekten başka yapılacak bir şey yoktu. Zavallı Mohaney, gemimiz Okyanusa açılır açılmaz tekrar kafayı yere vurdu. Hem de daha beter bir şekilde.
İzlanda acıklarında saatte seksen mil sur’atle esen bir fırtınaya yakalandık. Köprü üstü hasara uğradığından Atlantik sahillerine vardığımızda, Halifaks’a tamir icin gitmemiz emrini aldık. Suvarisinden serdümenine kadar herkeste yalnız bir düşünce vardı: Ateşci
Mohaney’i ölmeden karaya cıkarabilmek...
Zavallı artık deniz tutmasından değil, açlık ve zafiyetten ölecek duruma gelmişti. Fakat Halifaks’a varmıştık. Mohaney de olmemişti. Gemi bağlanır bağlanmaz, bir şeyler içmeye muvaffak olmuştu. Derhal hastahaneye götürerek bıraktık. Onun son seferinin olduğunu ümit ediyorduk. Karada bir iş verirler diye düşünmüştük.
On iki saat sonra, o gene geri gönderilmişti.
Nöbetci subay hayretle :
– Sen burada ne arıyorsun Mohaney? Kim gönderdi seni? diye sordu.
– Geri gönderdiler efendim. Gemiye git dediler.
– Doktorları görmedin mi ?
– Gördüm efendim, mühim bir şey yok diyorlar.
Durum süvariye bildirildi. Şurası gayet acıktı ki, Mohaney bir sefere daha iştirak ederse, muhakkak ölurdu. Derhal gemide bir toplantı yapılarak bir karara varıldı.
Ben bu işin Mohaney’den de mühim olduğunu, bütün bir harbi alakadar ettiğini, durmamamız icap ettiğini ve sonuna kadar gitmemizi soyledim.
Aşağı kademelerden itibaren durumu en yuksek makama anlatmaya başladık. Fakat hiç bir netice alamıyorduk.
Herkes :
– Eğer doktorlar deniz tutmasını bir hastalık olarak kabul etmezlerse, bir şey yapamayız, diyordu.
Neticede suvari :
– Pekala, biz de amirale cıkarız, dedi.
Neticede, Real Admiral George C. Jones’le bir göruşme yaptık. Amiral, Mohaney hadisesini dikkatle dinledi. Ben de bir ara fırsatını bulduğumda, Kanada donanmasının daha
ziyade kücük gemilerden teşekkül ettiğini ve donanmaya intisap eden doktorların gemilerde çalıştırılmadığını, bu sebeple denizin ne olduğunu bilmediklerini soyledim.
Amiral şu anda Halifaks’ta bir çok doktorun bulunduğunu biliyordu. Yaverini çağırarak durumu bir kerre daha sordu. O da bir kac gun evvel askere yeni alınmış bir grup doktorun
olduğunu bildirdi.
Amiral :
– Çok iyi, dedi. Yarınki hava raporu ne diyor?” Emir subayı :
– Kuvvetli doğu rüzgarı efendim.
– Peki yarın yapılacak manevralara bütün doktorların iştirakini temin edin!
Amiral, Matapedia’dan gelmiş bizlere bakarak :
– Bu şüpheli durumu hiçbir şey, denizde geçecek kücük bir zaman kadar, esaslı aydınlatamaz, dedi.
Bangor sınıfından bir mayın tarayıcı, doktorlardan teşekkül eden bir gurubu alarak sabahın altısında okyanusa açıldı. Ve gece geç vakit limana döndü. Ertesi günü, mayın tarayıcının ikinci kumandanını görmeye gittiğimde bana :
– Görme, herkes tayyare gibi idi, dedi ve devamla :
– Doktorları parti parti sıraya koyup küpeşteden aşağı kumanda ile sarkıtıyorduk. Aksi halde birbirlerine giriyorlardı. Biz de bu fırsatı kacırmadık. Hastahane açılmadan, ateşci Mohaney’i koltuğunun altında dosyası ile kapının önünde arzı endam ettirdik. Doktorların, sırada birinci olan Mohaney’i içeri aldıklarında, yuzleri hala yarı sarı ve yeşil idi. Yarım saat sonra Mohaney gemiye döndüğunde yüzü gülüyordu. Hastahaneden aldığı raporda :
– Denizde calışamaz, yazıyordu. Sebep hanesinde de, “Kronik deniz tutması” gosterilmişti.
O gece Matapedia’da muvaffakiyet şerefine ziyafet verildi. Hemen tıbbi listeye deniz tutması hastalığını da ilave ettik. Tıp ilmi artık hastalığı kabul etmişti. Tabii olarak, tedavisi icin tetkikler ve araştırmalar başladı. Nihayet, “Hyoscine HBr, Hyoscyamine HBr. ve Ethyl B-methyl allyl thiaborbituric acid” karışımı ortaya atılarak, meşhur Pill Nu. 2 - 183 meydana geldi.
Jhon Rhodes STURDY’den ceviri- Refik Akdoğan
-
Böyle keyifsiz bir günde ilaç gibi geldi.. Sağolasın Kaan..
-
Ne demek, bu hikayeleri tam da bunun için paylaşıyorum.
Hayata küçük bir mola.
-
Denize Bir Adam Düştü
Oslo’da küçücük evinde yalnız olarak yaşayan bayan Lilly Nicolayasen’e, yılbaşının ertesi günü, “Hoegh Silverspray”in kaptanından gelen bir telgrafta, oğlu Arna Nicolayasen’in yılbaşı gecesi şorida açıklarında denize düştüğü bildiriliyordü.
Gene aynı telgrafta hadisenin bütün gemilere bildirildiği, fakat bir neticenin alınamadığı da teessürle ilave ediliyordü. Bü telgraf gonderildiğinde Arna Nicolayasen hala denizde idi.
Ancak yirmi dokuz saat sonra kurtarılabildi. Deniz ortasında can yeleksiz, tutunacak bir portakal sandığına sahip olmadan veya emecek bir portakal kabuğu bile bulamadan gecen yirmi dokuz saat… Karanlıkta, yakıcı güneşte yüzerek ve su üstünde durmaya çalışarak, bazen ümit dolu ve bazen de ümitsizlik icinde dua ederek, yalvararak geçen yirmi dokuz saat... uzaktan ve yakından gecen gemileri seyrederek gecen yirmi dokuz saat…
Muhakkak ki bu hadise denizde olanların en cesuranesi ve dayanılanı olarak deniz tarihinde yer alacaktır.
Ben, Arne Nicolayasen’i, bu inanılması güç olan yaşama mücadelesi hadisesinin oluşundan bir kaç hafta sonra gördüm. Deniz hayatına on altı yaşında iken atılmış olan bu sağlam yapılı, orta boylu delikanlının, adaleleri ve ciğerleri hakikaten insanüstü bir küvvete sahip bulunuyordü. Halen yirmi beş yaşında olmasına rağmen, kendisine olan güveni ve iradesi bakımından yaşının iki misli olanlarla müsavi durumdadır. Alnına dokülen sık ve dalgalı saçları, güldüğü zaman kırışan yüzü, gemi bodoslamasına benziyen burnu ile sıkı bir delikanlı.
Gözlerindeki ışık, “hayatı seviyorum ve yaşamak istiyorum” diyor.
Bugün Arne Nicolayasen, yılbaşı gecesi denize nasıl düştüğünü bir türlü hatırlayamamaktadır. Denize düştüğü akşam hava sıcak ve sakindi. Silverspray, şorida ile Küba arasında bir yerde idi. Yılbaşı gecesi hazırlık yapılmış toplantı başlamıştı. Yiyecek bol olmasına mükabil pek o kadar içki yoktu. Herkes şarkı soylüyor, eğlenmeye çalışıyordu. Saat onbire doğru, Arne aşağıya kamarasına indi. Ayakkabılarını çıkararak yatağına üzandı ve evini düşünmeye başladı. Arne, “Bundan sonra bildiğim yegane şey, denizde olduğumdur” diyor.
Arne, bunun bir rüya olduğunu düşünerek, uyanmaya çabalıyor. Gemide kabüslardan uyanmak icin yaptığı gibi, yumruğunu bölmeye vuruyorsa da, hepsi boşa gidiyordu.
Etrafa salladığı yumruklar zifos yapmaktan ileri gitmiyordu. Bir den maneviyatı kırılarak, panik içinde kalan Arne, kızıyor ve sövüp sayıyordu. Nasıl olmuştu da denize düşmüştü! uykusunda
yürümüş olmalıydı. ümitsizlik içersinde defalarca “imdat! imdat! Denize düştüm!” diye bağırmasına cevap veren olmadı. Birdenbire aklında bir şimşek çaktı.
Reader’s Digest’e denize düşen bir genc hakkında bir makale okumuştu. Bu delikanlı yüzmek bilmediği halde, kaptanının bir kürek taliminde: “Müşkül bir mevkide kaldığınız zaman
soğukkanlılığınızı muhafaza edin ve kafanızı işletin” sözlerini hatırlayarak kurtulmuştü.
Arne “bü makale aklıma geldikten sonra, bağırmayı ve suda çabalamayı bırakarak, durumu düşünmeye başladım” diyor. Silverspray artık çoktan gözden kaybolmuştu. Su fazla soğuk değildi.
Rahat rahat hareket edebilecek bir halde idi. Fakat yüzmenin bir fayda vermeyeceği aşikardı. Karanlıkta yüzmek bir fasit daire cizmekten başka bir şey olmayacaktı.
Vaktin gece yarısına yaklaşmakta olduğunu düşündü. Yapacak yalnız bir şey vardı. O da sabaha kadar yüzebilmek. Belki gemi geriye döner, onu görürlerdi. Sabaha kadar yüzmek Arne icin pek üzün zaman değildi. Zira iyi bir yüzücü idi. Gece toplantı icin giydiği gabardin pantalonu cıkarmak üzere iken, buz gibi bir elin arkasına değdiğini hisseder gibi olduğundan bundan vazgecti.
Köpek balıkları...
Bir sene evvel gene bü sularda, süpürge sapları vasıtasıyla köpek balıkları ile oynayıp eğlenmişti. Mübareklerin V şeklinde olan ağızları, süpürge saplarını muz gibi doğrayıp kesmişti.
Arne pantalonunu iyiden iyiye sağlamlaştırdı. Bu müthiş hayvanlar oldukça korkaktılar. ufak seslerin, (mesela pantalon pacalarının süda cıkaracağı sesler gibi) bu hayvanları korkutmaya kafi geldiğini biliyordu. Aynı zamanda da çoraplarının da konclarını topuklarından aşağıya bırakarak, sesleri arttırma yollarını buldu.
“Gece yarısından çok sonra, bana doğru gelen bir gemi gördüm” diyor Arne.
“Fakat gemi sanki rotasını değiştirmiş gibi bir kac yüz yarda açıktan geçip gitti. Sanki beni gördü de rotasını değiştirdi gibi geldi bana.”
Yarı tropikal güneş doğduğunda Arne biraz ısınır gibi oldu. Neşesi de yerine geldi. O sırada bir de gemi silüeti göründü. Geminin sür’atini ve rotasını, mesafeyi elinden geldiği kadar hesap ederek kat edeceği noktaya doğru yüzmeye başladı. Fakat bu yüzüş enerji kaybından başka bir netice vermedi. Buna rağmen ne olursa olsun, bir netice alacağına inanarak kendini teselli etti.
Zira gemilerin geçişi yerinde idi. Her geçen saatle beraber gemiler de sık sık geçmekte idi. Bazen uzaktan, bazen yakından görünerek geçen bütün bu gemilere Arne bağırıyor ve ıslık çalıyordu.
Hele bir tanesi o kadar yakından seyretti ki, pervanesinin gürültüsünü işitmek kabil olmuştu.
O gün sabahtan akşama kadar on beş veya yirmi gemi görmüştü. Fakat hepsi de sanki kör ve sağırdılar. Yaşama ümidinin zaman geçtikce azalmakta olduğunu görmesine rağmen, kızmaktan
da geri kalmıyordu. Nitekim kendisini görmeden yanından gecen gemilere yumruğunu sıkarak: “Esaslı bir gözcülük yaptırmadığınız icin, sizi kumpanyanıza şikayet edeceğim” diye bağırmaktaydı.
Bu bize onun bugün hala neden yaşadığını gayet güzel anlatmaktadır.
Kuvveti zaman geçtikce azalmakta ve kendini iyi hissetmemekteydi. Güneş yüzünü yakıyor, tuzlu su pişiriyordu. Bacaklarına kramp girmemesi icin devamlı şekilde masaj yapıyor, “bacaklarıma bir kramp girdiği takdirde yandığımın resmidir” diye düşünüyordu. Dili şişmeye başladı ve kafası içecek şeylerin hayaliyle doldu. Şu anda bir bardak soğuk su, buz parçaları ile beraber soğuk bir şişe bira ve biraz yemiş artığı bulsa, dünyalar onun olacaktı. Fakat bu tatil sabahında çöpleri denize atacak gemi adamı bulmak ne mümkün.
Sıcaktan uykusu geldi. Bir defasında ağzını dolduran tuzlu su ile uyandı. Arne’yi uyanık tutan esaslı sebeplerden biri de muhakkak ki köpek balığı korkusu idi.
İstirahata ihtiyacı çoktu amma, hareket etmeden de, bu denizde durulmuyordu ki!
“Ayaklarım daima hareket halinde bulunmalı” diyordu. Zaman zaman köpek balıklarının yaklaştığını hissettikçe yumruğunu denize sallıyarak zifos yapıyor, yahut başını denize sokarak acı acı
bağırıyordu. Köpek balıklarının sesten hoşlanmadıklarını bir yerde okumuştu. Aklına annesi, mektep, arkadaşları ve gemi arkadaşları geldi.
Arne: “Öyle zannediyorum ki hayatım birkaç kere gözlerimin önunden geçti” diyor.
Güneş battığı zaman büsbütün ümidi kırıldı. Bir kac defa boğulmak icin teşebbüste bulundu ise de yapamadı. Her seferinde kulaklarına muthiş uğultular gelmekte idi.
Gecen yılbaşı gecesinde olduğu gibi annesini karşısında gördü. Zaman mefhumunu artık iyiden iyiye kaybetmiş vaziyetteydi. Buna rağmen, kendi kendine söylenmekten de geri kalmadı.
“Deli oluyorum galiba.”
Annesine etrafındaki suyun tatlı mı, yoksa tuzlu mu olduğunu sordu. Annesi, “içebilirsin, göldesin” dedi. içti de. Kafası artık yerinde değildi, ictiği suyu tatlı sandı. iki gemi arkadaşını karşısında gördö. Bunlar sanki su üzerinde yürüyor gibi idiler.
Arne onlara: “Kara nerede?” diye sorunca, “Mehtaba doğru yüz, karayı bulacaksın” diye cevap verdiler.
Arne mehtabın gümüş gibi olan ışığı i.inde yüzmeye başladı. Sanki parlak bir halata tırmanır gibi idi. Belki de bu yüzüş onu kurtardı.
Birdenbire kendine doğru gelen bir geminin ışıklarını gördü. Bu bir serap değil, hakikatti... Makinenin gürültüsünü bile duydu.
Sür’atle gemiye doğru yüzmeye başladı. Defalarca, “imdat! imdat! Denize duştum!” diye bağırdı.
Heyecandan kalbini durduracak olan sesi nihayet artık iyiden iyiye duyuyordu. Makineler cu.. cuh.. cuuuh. diye durdu. Sesler işitiyordu.
Bir can simidinin denize fırlatıldığını gördü.
Pazartesi sabahının dördü idi. British Surveyor adındaki geminin kaptanı Arne’yi denizden alıyordu. Kaptan bir türlü Arne’nin yılbaşı gecesinden beri denizde olduğuna inanamıyordu. Elleri beyazlaşmış, şişmiş ve buruşmuş, kollan yara icinde, yüzü kararmış, vucudu üşüyordu. Fakat kaptandan bir bardak su isteyecek dermanı kendinde bulabildi.
Kaptan ise ona ancak bir yüksüğü doldurabilecek kadar su verdi. Ve kendisini yatırdılar.
Annesine de bir telgraf gonderilerek oğlunun kurtarıldığı mujdelendi. iki hafta sonra, Arne Nicolayasen evine hemen hemen iyileşmiş vaziyette döndü.
Annesi ona guzel guzel yemekler yaptı. Evin sokağının bir köşesinde Norvec bayrağı dalgalanıyordu. Komşular ona gümüşten yapılma bir bardak hediye ettiler.
Oslo’da bu hadiseden bir ay sonra kendisini gorduğum zaman gene bir gemi ile sefere çıkmak icin sabırsızlanıyordu. Bu anda eski gemisi (Silverspray) ise Hindistan’da bir
limana girmekte idi.
Arne gülerek diyordu ki: “Eğer bir daha denize düşersem, cebimde muhakkak surette bir ayna bulunacaktır. Bu suretle yanımdan beni görmeden geçen gemilere güneşin ışığını aksettirerek, kurtulmam hemen mümkün olacaktır.”
(1956 yılı Deniz dergisinden)
Robert LITTELL (Reader’s Digest)’den ceviri
-
Denizde Kahraman Kadınlar
1946 senesinin Ağustos ayında Sicilya’nın garp sahillerinde, korkunç bir fırtınaya tutulan Maria Ferraro adındaki koster, karaya oturmaktan kendini kurtaramadı.
On uç kişilik mürettebatın altısı oturma esnasında yaralanmışlardı. Diğerleri ise gemi oturmadan once esasen perişan olmuş durumda idiler.
Dalgalar geminin üstünü yalayarak aşarken, Kaptan Luigi Ferraro’nun karısı Signora Maria Ferraro yaralıların yaralarını sarıyordu.
Herkesin geminin şiddetli denizlere daha fazla tahammül edemiyeceğini anlamasına rağmen, bir yerden yardım gelmesi ümidi de imkansız gibi görülüyordu.
Sabaha karşı ortalık ağarırken geminin baş tarafına doğru 150 yarda mesafede, teknenin yara almış kısımlarının silueti belirdi.
Bu anda sahil ile gemi arasında deniz, sanki kudurmuş bir kopek gibi saldıracak yer arıyordu. Kaptan, “Bir tek ümidimiz var” dedi.
“içimizden birisi bir halatla sahile giderse kurtuluruz.”
Fakat bu imkansız bir şeydi. Hiç kimse bu kudurmuş denizin icinde bir dakika bile duramazdı. O sırada kaptan birdenbire karısının soyunarak beline bir halat volta etmiş vaziyette kendisine
doğru yürüdüğünü gördü.
Karısı, “içinizde en iyi yuzme bilen benim, hele bir deneyeyim bakalım ne olacak” dedi.
Ferraro iki cocuk anası olan 26 yaşındaki karısına itiraz etmeye fırsat bulamadan Maria Ferraro sulara gömülmüştü. Hemen adamlardan birisi küpeşteye fırlamış, fakat beyaz köpükler içersinde hic bir şey görememişti. Dakikalar geçiyor, heyecan gittikce artıyor, fakat bir şey görülemiyordu.
Birdenbire halatı goren gemici sevinçle bağırmış, akabinde halat gerilmiş, diğer taraftandan verilen işaretler duyulmaya başlanmıştı. En son üc kere çekildi bırakıldı.
Kurtulmuşlardı.
Kaptan Ferro derhal donanım hazırladı. Bir iki dakika icersinde ilk gemici sahile gönderiliyordu. Aradan bir saat gecti. Bu anda kaptan dahil bütün mürettebat sahile cıkmışlardı.
Karısı muhelif yerlerinden yaralanmış olmasına rağmen gülerek kendisini bekliyordu. Gün iyiden iyiye ışımaya yüz tutunca geminin ikiye bölünerek battığını gördüler.
Bu esnada bir tayfanın yaptığı büyük fedakarlıktan dolayı Signora Ferraro’ya teşekkür ettiği görüldü. O da kendisinin gemi mürettebatından olduğunu ve vazifesini yaptığını söyledi.
Zira geminin resmen aşcısı idi.
Bugun kadınların da denizde erkekler gibi çalıştıkları ve vazife aldıkları artık hakikat haline gelmiştir. Buna rağmen kadınlara, hastabakıcılık, aşcılık, kamorotluk müstesna, daha aktif bir iş verilmemektedir. Yegane kadın çarkçı olan Miss Victoria Drummond halen British Monarch gemisinde üçünçü makinist olarak vazife görmektedir.
Kralice Victorya’nın vaftiz kızı olan Miss Drummond 1910 senesinin 25 Ağustosunda S. S. Bonita’da üçüncü makinist olarak calışırken, düşman hücumuna uğruyan gemisi hasar görmüştü.
Utangaç bir mizaca sahip bulunan Miss Drummond düşman taarruzu sırasında, makine dairesini biran bile terketmemesi sebebiyle almış olduğu M. B. E. madalyasından hic kimseye bahsetmeyecek kadar da mutevazıdır.
Kadınların gemi doktorluğunu deruhte etmeleri de oöceden bir hayli münakaşalara sebep olmuştur. Fakat S. S. Britannia’da gemi tabibi olarak vazife gören Miss Adailaine Nancy Millar’ın büyük muvaffakiyetinden sonra bu mesele kendiliğinden halledilmiştir.
Mezkur gemi 941 senesinin 25 Martında bir düşman gemisi tarafından batırılmıştı. Dr. Millara M. B. E. madalyası verilmesi hususunda bir yazı yayınlayan London Gazetesi, 1942 senesi Şubat sayısında aynen şoyle demektedir:
“Yalnız başına seyir ederken S. S. Britannia bir korsan gemisine rastlamış ve uzun menzilden atılan ateşe maruz kalmıştı. O da mukabelede bulunmuş fakat mermilerini yetiştiremediğinden ağır hasara uğramıştı. Surati de düşmanınkinden aşağı olduğundan, Kaptan gemiyi terk emrini vermeye mecbur kaldı. Geminin terk edildiğini bildiren işaret her ne kadar düşmana gösterilmişse de düşman ateşi kesmemiş ve bir çok can filikası da hasara uğramıştı. Ateş altında Dr. Millard yaralılara ve ölenlere fevkalade bir şekilde bakmış ve bu hareketiyle bir cok insanın ölumden kurtarılmış olduğu muhakkaktır.
Burada şunu da zikredelim ki, Britannia’nın 4 uncu kaptanı da 58 kişilik can filikasiyle 84 kişi taşıyarak 22 günluk unutulmaz bir yolculuk yapmıştır.”
Diğer bir kahraman kadın da 1913 senesinde Suveyş kanalında bombalanan George isimli geminin kadın kamorotu olup, mermi yağmuru altında yaralılara kahramanca yardımda bulunması dolayısiyle M. B. E. ile mukafatlandırılmıştır.
Yukarıda sıraladığımız cesur kadınların hareketleri birer madalya ile mukafatlandırıldığı halde, kıyıda köşede unutulup karşılık görmeyenleri de az değildir. 1940 senesinde bir mayına carparak batan Dunhar Castle gemisinin kamorotlarından Marian Copplestone ve Sarah Ferguson’un cesurane calışmalarını gemide hic bir erkek gosterememiştir.
iki kadının da can filikalarında yaralılara, kendi yaralarına bakmaksızın yaptıkları yardım ve tedavi unutulacak cinsten değildir.
Kaptan, “Copplestone ve Ferguson’un bitmek bilmeyen enerjileri sayesinde çok can kurtuldu” demiştir.
Bir kadının, bir erkek gibi gemiye kumanda edebileceği senelerce evvel 2520 tonluk “Primrose Hill” adında dört direkli bir barkonun kaptanının karısı tarafından ispat edilmiştir.
Primrose Hill, Horn burnuna yol alırken çiçek hastalığı gemiyi sarmış bulunuyordu. Kaptanla beraber tayfanın bircoğu iş goremez duruma düştüler. Hastalığa tutulmayanlar, iyi bir seyirci olan kaptanın karısından geri dönmeyi istediler.
Fakat orta yaşlı bir kadın olan bayan Wilson, bu teklifi reddederek tayfadan ikisini vardiya zabitliğine tayin edip yola devam etti. Gemide isyan belirtileri görünmeye başlayınca Bayan Wilson tayfanın arasına girip durumu halletmek dirayetini gostermekten de geri kalmadı. Barko yola devam ederken Bayan Wilson bir yandan geminin rotasını kontrol ediyor, diğer taraftan da yemek pişiriyor, hastalara bakıyor, ölenlerin denize atılmasına nezaret ediyordu. Neticede gemi, gideceği liman olan Tacoma’ya vardı. Diğer taraftan ölmesi ihtimal dahilinde olan bir çok can da kurtarılmıştı.
Bazı denizciler kadını gemi icin uğursuz sayarlar. Fakat biz icabında kadınların da erkekler kadar denizde kahramanlık gösterecekleri veya denizde calışabileceklerine kaniiz.
(Ocak, 1958)
Bill WHARTEN’den ceviri - Kaptan Refik Akdoğan'a saygılarla.
-
Cok guzel bir hikaye, Zifos yapmak ne demek?
-
Argo'da boş iş.
Hikaye de faydası olmadan su sıçratmak.
-
Argo'da boş iş.
Hikaye de faydası olmadan su sıçratmak.
Anladim, teskkur ederim Ege argosu sanirim duymamisim hic.
-
Rum'lardan miras. İstanbul argosunda sık kullanılır aslında.
Zifos,
Zifos yapmak,
Zifos'a yatmak
-
ÖlÜm Adası
Yirmi seneden beri gezen bir adam olarak, Guney-Batı Afrika’nın iskelet sahiline çok yakın olan ichaboe adası kadar korku veren, esrarengiz bir yere daha rastlamadım.
Son 130 sene zarfında ichaboe adası 400 kadar erkek ve kadının kanı ile boyandı. Bu ölülerden hiçbiri eceli gelerek normal şekilde ölmemiştir.
Kimisi zorla, kimisi katledilerek bazıları da boğularak veya kendilerini boğarak öldürdüler.
ichaboe adası ilk olarak tarihe, XIX. asrın ilk yarısında buradan gühercile yükleyen Boston limanına bağlı bir sukuna ile girdi.
Kaptan Hiram K. Williams idaresinde olan Betty Williams, fok avlanırken buranın cok zengin bir gühercile yatağı olduğunu gördü.
Gühercile, o zaman iyi para getiren bir maldı. William yaptığı ilk sonda ile gühercilenin 25 kadem kadar bir derinliğe sahip olduğunu müşahede etti. Daha sonra yapılan araştırmalar ise bu derinliğin 70 kadem olduğunu gösterdi.
Kaptan sukunasının alacağı kadar gühercile yükleyerek Boston’a hareket etti. Limana vardığında bu adanın zengin gühercile yığınına sahip olduğunu ifşa etmek aptallığında bulundu.
Haber derhal ingiltere’ye ulaştı. Liverpool’da, donatan Andrea Livingston derhal bir kumpanya kurarak gühercile altınını ingiltere’ye taşımaya karar verdi.
Haber etrafa yayılır yayılmaz adedi 200’den az olmayan gemiler adadan gühercile taşımaya başladılar. Bu gemiler Amerika, ingiltere, isveç ve Almanya’dan geliyorlardı.
Gühercilenin bulunmasından biraz sonra kavgalar başladı. Yükler çalınıyor, münakaşalar çıkıyordu. Bir sene icinde 135 kişi öldürüldü. 1828’de Tomlinson adında bir gemici, takriben 9 ayak kalınlığında bir gühercile tabakası altında bir define buldu. Sandık açıldığında icinden ispanyol altınları ve mücevherat cıktı.
Her ne kadar Tomlinson ve arkadaşları haberi gizlemeye çalıştılarsa da, sızıntıya mani olamadılar. Haber etrafa yayılınca musellah define arayıcıları adayı istila ettiler.
Bunun uzerine insanlar bu kanunsuz adada savaşmaya başladılar. ichaboe adı denizcilik aleminde fena şöhretini her tarafa yaymaya başladı.
Birbirine rastlayan gemicilerin konuştukları ilk mevzu bu olmuştu. ichaboe adını duymayan denizci kalmamıştı.
Yüzlercesi adaya gitti.Dört hafta icinde 85 gemici öldürüldü. Cesetler gühercile içine gömülüyorlardı. Hiçbiri gühercilenin tahnit etme ozelliklerine sahip olduğunu bilmiyordu.
Daha sonraları Hans Maller adında bir Alman kaptanın idaresinde bir tekne de ichaboe’yi ziyaret etti. Kaptanın karısı da sefere iştirak etmişti. Beraber karaya cıkıp gezmişler ve
dönüşte kaptanın karısı birkaç elmas parcası bulmuştu. Fakat bunları kullanmak nasip olmadı. Zira gemiye dönerlerken sandalları devrildiğinden hepsi boğuldu.
1860 tarihinde adada kanunu tesis edebilmek icin Kraliçe Viktorya’ya adanın müsadere edilmesi hususunda bir teklif yapıldı.
Bu teklifi takip eden sene kaptan Oliver J. Jones idaresindeki H.M.S. Furious Simonstown’dan ichoboe’ya hareket etti. Ve 21 Haziran’da gühercile uzerine imparatorluğun bayrağını çekerek adayı Britanya imparatorluğuna ilave etti.
Kraliyet donanması adaya vardığında, kaba bir hesapla adada 352 adamın oldurulduğu görülüyordu. Bunların hicbirisinin tabii bir ölumle olduğu veya hasta olduklarına dair bir ize tesaduf edilmedi.
Bundan birkac sene sonra “yedi denizin eskicisi” diye şöhret bulan büyük deniz siması Amerikanın New Bodfort şehrinde Barnabas K. Wilson bir brigantine kaptanlık ederek, adaya geldi.
Kaptan, gühercilenin tahnit etme ozelliüini bildiüinden bunun ticari alanda kıymeti olup olmadığını tetkik etmek istiyordu. Adamları mezarları kaldıklarında 30 -35 sene evvel olmuş olan 3 gemicinin cesetlerini buldular.
Cesetler hic bozulmamış olarak duruyor ve tıpkı Mısır mumyalarına benziyorlardı. Wilson, Kaptan Jones tarafından adaya bekci olarak bırakılmış olan adama yanaşarak bir kaç şişe roma mukabil yarım düzine kadar mumya bozuntusu aldı. Wilson bu cesetlerle fiimali Afrika’ya ve Fransa’ya yolladı. Buralarda Nubrian çöllerinde bulunmuş olan hakiki Mısır mumyalarını götürüyordu.
Bu cesetlerden birini iskenderiye’de bir ingilize 1000 ingiliz lirasına sattı. Diğer taraftan cesetlerin geri kalanlarını başkalarına satarak senelerce Napoli ve Marsilya muzelerinde bunların hakiki Mısır mumyaları olarak teşhir edilmesine sebep oldu.
Londra’da gene Wilson’un 700 sterline sattığı bir mumyayı Fransa Hükümeti sonradan binlerce sterlin vererek satın aldı.
Wilson elinde kalan birkaç mumyayı da Amerika’ya götürdü. Mumyalara hakiki huviyet verebilmek, icin uzerinde hiyoreglif kırıntıları bulunan eski Mısır vazoları satın aldı.
Diğer taraftan Cape-Tow doktorları da ichaboe’da hiç kimsenin hastalanmadığına ve gühercilede bulunan amonyak miktarının hastalıklara karşı iyi geldiğine dair bir rapor yayınladılar.
1918-1919 tarihinde Amerika baştan aşağı Enşuenza salgını altında iken ichaboe’da yaşayan 30 adamdan hic birisi soğuk algınlığına bile tutulmadı.
ichaboe bugun Cenubi Afrika Birliği tarafından muhafaza edilmektedir. Halen bile zengin bir gühercile adasıdır. Diğer taraftan ada bugun de zengin bir elmas yatağıdır.
Büyük fırtınalardan sonra kaya çatlaklarında hatırı sayılır elmaslar bulunmaktadır.
Bazı kaynaklara gore italyan aslından olan Mister Milo adındaki birisi bu adada hükümetin baş adamı diye 20 sene gühercile yığan kuşların rahatsız olmamasını, gühercile çalınmamasını “hakiki Mısır mumyalarının” aşırılmasını temin etmiştir.
Dünyada birçok korkunc yer vardır. Ama bunların hiçbirisi bana ichaboe’da bulunduğum zaman duyduğum ürpermeyi ve derin korkuyu duyurmamıştır.
(Ocak 1956)
Michael SHELDON’dan ceviri
Güherçile = simgesi KNO3 olan, doğada özellikle Hindistan’da ve Mısır’da bulunan, tarımda gübre, hekimlikte ilaç olarak kullanılan, barut gibi patlayıcı maddeler yapımına yarayan, ak renkte ve billur durumunda bileşik bir madde.
-
Vay canına .. özellikle şu ayna işinden etkilendim.. Can yeleğinin gözüne koyacağım bir tane.. Üç beş fındık fıstık bir de su komalı demek ki.. :)
-
Belki de can sallarında ki aynı işi buradan çıkmıştır
-
Manjiro, Modern Japon Denizciliğinin Babası
Komodor Perry idaresindeki gemilerin Yedo korfezine (şimdiki Tokyo) demirlemelerinden 12 sene evvel 5 Ocak 1841 tarihinde fakir bir köylü ailesinin 14 yaşındaki oğlu kücük bir tekne ile Amerika’da ilk yerleşen Japon olmak ümidiyle yola cıktı.
Çocuğun adı sadece Manjiro idi. Zira kast adetlerine göre fakirlerin soyadı yoktu. Ayrıca teknede Denzo, Jusuke, Geoman ve Toreoman adında dört arkadaşı daha vardı.
Yanlarına kafi miktarda su, yiyecek ve balık tutmak icin de olta almışlardı. İki hafta sonra cıkan bir fırtınanın tesiriyle bilinmeyen bir adaya sürüklendiler.
Adada yiyecek namına yalnız yosun vardı. Balık tutmak icap ettiğinde ve deniz de dalgalı olduğunda albatros tutarak et ihtiyaclarını gideriyorlardı.
Adaya gelişlerinden altı ay sonra bir gun Manjiro sahilde balık avlarken ufukta bazı gemiler gördu. Gemiler iyice belli olunca Manjiro cılgınca: “Gemi, gemi!” diye bağırdı.
Garip bir görünüşe sahip olan bu üç direkli gemi sahile doğru yaklaşıyordu. Demirledikten sonra iki filikasını birden indirdi.
Filikalar iyiden iyiye yaklaşınca Manjiro filikada beyaz derili adamlar gördu ve bir hayli şaşırdı. Kayalar arasından sahile yaklaşmanın mümkün olamayacağını anlayan filikadakiler bunlara yüzerek gelmelerini işaret ettiler.
Filikaya ilk cıkan Manjiro oldu. Yabancıların karşısında hürmetle eğildi ve diz çoktu.
Bu hadise hakkında, Jhon Hawland adındaki balina gemisinin kaptanı olan William Whitefield şunları yazdı : “Ada öğleden sonra saat 01.00 de göründü. iki filikamızı adada deniz kaplumbağası aramak üzere denize indirdik. Kaplumbağa yerine 5 adam bulduk. Aç olduklarından başka hiçbir şey anlayamadık.”
JHON MUNG’IN DOĞUŞU
Jhon Hawland seferine keşişlemeye seyrederek devam etti. Hayatlarında ilk defa “Balinalar, balinalar!”sesini duyan Japonlar, küpeşteye koşarak yapılacak olan muhabereyi seyre daldılar. Bu ara Manjiro eski bir sözu hatırladı: “Bir balina ile 7 liman yaşar.” Ama vatandaşları bu yabancıların metotlarını kullansalardı 70 limanda yaşayabilirdi.
“Bir gun ben de bir balina avcısı olacağım” diyen Manjiro, kendi kendine söz verdi.
Manjiro, ingilizce’yi oğrenmekte arkadaşlarından daha fazla istekli ve istidatlı idi. Kaptan Whitefield çocuğu oğlu gibi severek yetiştirmeye başladı ve adını da Jhon Mung koydu.
Kasımda gemi Honolulu’ya vardı. Kaptan Whitefield kazazedeleri hükümete teslim etti. Manjiro’nun kırık dökük ingilizce’si vasıtasıyla yapılan soruşturmada, bunların Japon oldukları anlaşıldı.
Memleketlerine dönmek icin pek az ümit vardı. Zira Japon limanları dünya limanlarına kapalı idi ve Japon gemileri de dış seferler yapamıyorlardı. Denzo, Goemon, Jusuke,Toraemon, Honolulu’da kaldılar. Manjiro ise Jhon Hawland’da kalmayı tercih etti. O Amerika diye soylenen yerin ne olduğunu merak ediyor ve oğrenmek istiyordu.
Horn burnu yolu ile yapılan uzun Amerika seferinde, Jhon Mung ingiliz alfabesini yazmayı, okumayı kolayca oğrendi. 1843 Mayıs’ının yedisinde Jhon Hawland, New England’ın New Bedford limanına vardı.
Kaptan neş’e ile : “işte artık vatandayız Jhon Mung” dedi.
Liman, demirli irili ufaklı bircok gemilerle dolmuştu. şehir beyaz evleri ve kiliseleri ile pırıl pırıl parlıyordu. Rıhtım ceşitli renklerle giyinmiş güzel kadınlarla dolu idi. Jhon Mung gözlerine inanamıyordu. “Kaptan” dedi, “Bu rüya gibi bir şey.”
Kaptanın karısı olmuş olduğundan, Jhon Mung’ı Fairhaven’deki Eben Akinler’in yanına bıraktı ve mektebe kaydettirdi. Biraz sonra kaptan New-York’a gitti. Güzel bir gelinle dönunce Jhon Mung onların yanına geçti. Whitefieldler’in manevi evlatları olarak Jhon Mung, New England’da vasat bir Amerikalı’nın hayatını yaşadı; birçok arkadaşlar edindi. Mektebe, kiliseye gitti. Çiftlikte çalıştı.
Boş zamanlarında ise okuyordu. Kaptan Whitefield çocuğun oğrenme arzusunu takdir ediyordu. Bilhassa matematik ve seyir uzerindeki hevesi gözden kaçmıyordu.
Bazen Manjiro, memlekette bıraktığı dul annesini hatırlıyor ve ye’se kapılıyordu. Odasında eski, yırtık kimanosunu giyiyor, “Anneciğim, bir gün gelecek seni goreceğim” diye dua ediyordu.
BALiNA AVCISI JHON MUNG
1846 senesinin başında kaptan Whitefield tekrar sefere cıktı. 19 yaşındaki Jhon Mung’ı ise çiftlikte bırakmıştı. O ise bir gün Japonya’ya dönmek ümidiyle mütemadiyen seyir ve diğer derslerine çalışıyordu. Franklin balina teknesinin ikinci kaptanı isachor Akin sefere iştirak etmesini Jhon Mung’dan rica ettiği zaman ne yapacağını bilemedi. Bayan Whitefield’e durumu anlattı ve müsaadesini istedi.
Bayan Whitefield: “Seninle gurur duyuyorum Jhon” dedi. Bir gün senin de kocam gibi iyi bir balinacı olacağına eminim. Allah yardımcın olsun.”
Jhon Mung yaptığı ilk seferde cok şey oğrendi. Gittiği limanlarda görmüş olduğu muhtelif tip insanlarla dünya bilgisi artıyordu. Honululu’da eski arkadaşlarını tekrar gördü. Bunlardan yalnız Jusuke 1845’te ölmüştü.
Vatana dönerken Franklin’in kaptanı çıldırdığından, isachor Akin kaptan oldu. JhonMung da şimdiye kadar işinde maharet ve kabiliyet gösterdiğinden tayfa tarafından ittifakla 3. kaptanlığa seçildi.
1848 de Franklin Amerika’ya gelince, Jhon Mung icin vatana dönebilmek fırsatı zuhur etti. Bu suretle hem annesine kavuşacak, hem de oğrendiklerini vatandaşlarına oğretebilecekti.
UZUN VATANA DÖNÜŞ SEFERI
Bu sıralarda Kaliforniya’da altın madeni bulunmuş ve altına hucum başlamıştı. Jhon Mung Franklin’in seferinde 350 dolar kadar bir para kazanmıştı. Altın onu da cezbediyordu.
Daha fazla kazanacağını ümit ederek. Kaliforniya’ya hareket etti. Hem bu yer, memleketine daha yakındı. Manjiro hatıra defterine o gün için, “şayet planımı Whitefieldler’e söyleseydim, belki
şüphe ile karşılayacaklardı. Milletim için beni affetsinler. Zira dünya hakkında hiçbir şey bilmeyen halkımın gözlerini açmam lazım!” yazmıştı.
1849 Kasım’ında Jhon Mung bir arkadaşı ile, Horn burnu yolu ile Kaliforniya’ya giden bir gemiye bindi. 1850 Mayıs’ında vardılar. Oradan Sacremento’ya vapurla ve oradan da altın sahalarına trenle gittiler. Bir altın madenine giren Manjiro, dört ay sonra 600 dolar kazanarak bunu kafi gördü. Altın bulmak icin satın almış olduğu aletlerini arkadaşlarına vererek San Fransisko’ya hareket etti.
Oradan Honolulu’ya gecerek eski arkadaşlarını bulan Manjiro, Sarah Boyd adındaki geminin şanghay’a gideceğini oğrendi. Kaptanı bularak ona planını anlattı. Honululu’dan alacağı küçük bir tekneyi Sarah Boyd’a yukleyecek ve şanghay yolunda Japonya’ya en yakın bir mevkide tekne denize bırakılacaktı.
1850 nin Aralık ayında, Sarah Boyd, Honululu’dan hareket etti. Güvertesinde Manjiro’nun “Adventure” diye isimlendirdiği tam teşkilatlı bir filika vardı. 70 gün sonra Manjiro ve arkadaşları Japonya’nın cenubundaki Okinava adasına “Adventure” vasıtasıyla ayak bastılar. Fakat derhal muhafızlar tarafından yakalanarak Nakao adasına götürüldüler. Manjiro tabancasını, kitaplarını ve seyir aletlerini resmi makamlara teslim etti. Ve 18 ay mütemadiyen yargılandı.
MANJiRO’NUN YARGILANMASI
Sonunda Manjiro ve arkadaşları Nagazaki’ye götürüldüler. Burada tekrar yabancıların tesiri altında kaldıkları iddia edilerek mahkeme edildiler. Mahkeme 10 ay sürdü. Nihayet üçlu mahkeme Manjiro ve arkadaşları icin “şeytani yabancı dinin masum kurbanları” olduklarına dair karar verdiğinden cemiyet icinde iyi bir duruma sahip olamadılar. Fakat resmi makamlar Manjiro’nun anlatmış olduğu enteresan dünyayı alaka ile dinlediler. O, vatandaşlarına Amerika’nın zengin ve kuvvetli olduğunu ve orada sulhsever insanların yaşadığını, başkalarının topraklarında gözleri olmadıklarını anlatarak iknaya calışıyordu. “Bu memlekette babadan oğula intikal eden bir krallık yok. Bilgisi kuvvetli ve kudretli olan halktan lalettayin birisi, dort sene icin kral seçilmektedir. O da diğerleri gibi basit olarak yaşamaktadır. Resmi makamlar mutevazı yerlerdir. Hakikaten onların halk icinden geldiğini söylemek çok güç” diyordu.
Manjiro Amerikalılar’ın yüksek faziletlerini sayıp döküyordu. “Evlenmeler görücülerle olmuyor” dediği zaman vatandaşlarının hayreti son haddini buluyordu. “Amerikalı bir erkekle bir kadın, açıkca sevişebiliyorlar.”
Nihayet Manjiro 1852 senesinin Ekim ayında koyu olan Nakanohama’ya gidebildi. Annesi sağdı ve onu büyük bir muhabbetle bağrına bastı. Manjiro’nun giyinişi, hareketleri artık köylü hemşehrilerine benzemiyordu, değişikti. Komşular birbirlerine: “Bir balıkcı oğlunun böyle bir centilmen olmasına imkan var mı?” diye soruyorlardı. Vatana dönüşünden az sonra Manjiro, Taso kabilesinin mektebinde oğretmen oldu. Talebeleri yabancı ülkeleri oğrenmek hususunda çok istekli idiler. Eskilerin düşmanlık fikirlerine rağmen Manjiro Amerikalılar’ın barbar olmadıklarını fakat Japonya’dan cok ileri olduklarını oğrencilerine anlattı.
CEHALETLE MUCADELE
1853 senesi Temmuz ayının 8.günü Komodor Perry idaresindeki bir Amerikan filosu dünya ticaretine kapalı olan Yedo körfezine demirledi. Ziyaretten maksat Japon limanlarının ticarete açılmasını isteyen Başkan Fillmore’un mektubunu imparatora vermekti. Mektup verildi ve filo gelecek bahara cevabını almak üzere hareket etti.
İmparator, ne yapacağını şaşırmış durumda idi. Halkın çoğu “Mukaddes memleket”in barbarlara ve bilhassa Amerikalılara kapalı tutulmasını istiyordu, ki bu fikir umumi idi. Bu sıra Manjiro, Yedo’ya (Tokyo) çağrılarak fikri soruldu. Kendisine iki kılıç taşımak ve bir de soyadı almak müsaadesi verildi. Manjiro soyadı olarak koyunun adı olan Nakanohama’yı aldı.
Fakat Manjiro’ya, Amerikalılar tekrar döndüklerinde görüşme müsaadesi verilmedi. Limanların kapalı kalması taraftarları Manjiro icin : “Çocukluğunu Amerika’da geçirmiş ve onların tesiri altında kalmıştır. Binaenaleyh Japonya’nın menfaatlerinin korunması hususunda ona itimat edemeyiz” diyorlardı. Manjiro durumu filozofca mutalea ediyor ve “zamanı geldiğinde her şey düzelecek” diyordu.
Artık Manjiro’nun, evlenme çağı gelmişti. Ama o eski görücü usulü ile değil, Amerika’da gördüğü yani birbirini görüp beğenme yolu ile evlenmek istiyordu. Nitekim bir arazi sahibinin kızı olan Tetsu ile bu şekilde evlendi.
1854 ve 1858’de imzalanan muahedelerle Japon limanları dünyaya acılmışsa da tam manasiyle serbestlik ancak 10 sene sonra verilebildi. Bu arada Manjiro’nun “Adventure”u Yedo’ya getirildi ve açık deniz filika tipi olarak kabul edildiğinden benzerleri yapıldı. Kendisi de deniz mekteplerinde seyir hocalığı yapmaya başladı. Denize ait birçok Amerikan kitaplarını diline cevirdi. ingilizce’yi kolay oğreten lisan kitapları yazdı. Diğer taraftan da balina gemilerinin planlarını çizdi ve balina sanayiini kurdu.
FAIRHAVEN’DE BULUŞMA
1862 senesindeki kızamık hastalığı salgını karısını da götürdü. Üzüntüsünü unutmak için Ichiban-Maru balina gemisiyle sefere cıktı. Manjiro seferde iken memlekette tekrar ecnebilere karşı sert hareketler başladığından harp her an çıkabilirdi. Shogu’nun feodal hükümetinin günleri artık sayılı idi. Manjiro seferi yarıda bırakarak memlekete döndü. Artık sefere cıkmayacaktı. Kendisini memleketin idaresini ele alacak genc neslin yetiştirilmesine vakfetti.
1867-68 senelerinde Manjiro’nun rüyaları hakikat oldu. Nihayet Meiji imparator olmuş, yeni kurulan devlet de garplılara ve garplılaşmaya ehemmiyet vermişti. 1874’te, sonraları Rus-Japon Harbi’nin başkumandanı olan iwao Oyamo’nun başkanlık ettiği heyetle dışarıya gönderildi. New-Yorka’ geldikleri zaman Manjiro başkandan, 30 sene evvel kendisini kurtaran geminin muhterem kaptanını ziyaret icin müsaade istedi.
Manjiro New Bedford’a vardığı zaman New England en tatlı sonbaharlarından birini yaşıyordu. Çocukken gezdiği caddelerden ve sonra Fairhaven’e giden köprüden geçti. Whitefield’lerin kapısını heyecanla çaldı.
“Yemin ederim ki kapıyı calan Jhon Mung’dır” diyen kaptan, kapıyı açıp da karşısında Manjiro’yu görunce, birbirlerine hasretle sarıldılar. Kaptan, “Seni 20 seneden beri bekliyorum, nerelerdeydin ?” diye sordu. Her ikisi de gözlerinden inen yaşları siliyorlardı. Manjiro’nun gelişini bütün mahalle duyunca, eski arkadaşlarının hepsi geldi. Manjiro onlara Japonya’da yaptıklarını ve Japonya’nın istikbalini heyecanla anlatıyordu.
SON GUNLER
Bu Jhon’ın New England’ı son görüşü oldu. 1871’de Londra’da fena halde hastalandı. İyileştikten sonra gene ingilizce ve seyir dersleri vermeye devam etti. Daha sonra gelen kısmi bir felc hemen hemen konuşmasına mani oldu. Maamafih son gunlerini gayet rahat olarak geçirdi. Arada sırada Tokyo tiyatrolarında, lokantalarında üstünde kimanosu, başında derbi şapkası ve ayağında Amerikan ayakkabıları ile tam bir centilmen olarak göründü.
Manjiro Nakahama 1848’de rahat döşeğinde öldü. Japon hükümeti sonraları onun milletine yapmış olduğu hizmetleri birçok vesilelerle anmış ve takdir etmiştir.
1933 senesinde oğlu Dr. Toichiro Nakahama Başkan Delano Roosvelt’ten şu mektubu aldı:
“Babanızı Fairhaven’e getiren ve kaptan Whitefield’in kumanda ettiği geminin ortaklardan birinin de babam olduğunu bildiğinizi zannetmiyorum. Fakat ben bugün, büyükbabamın Delano ailesiyle beraber kiliseye giden bir Japon çocuğundan bahsettiğini gayet iyi hatırlıyorum....”
Manjiro’nun tarihteki rolu Bedford’a dönüşü münasebetiyle Morning Mercury adındaki gazetede cıkan bir yazıda gayet açık olarak ifade edilmiştir:
“Bu kazazede çocuğun bir balina gemisi kaptanı vasıtasiyle Fairhaven’de tahsili, Japonya ile aramızda olan şimdiki münasebetlerin kurulmasında başlıca rolü oynamıştır.”
( Nisan 1957)
Hisakazu KANEKO (Reader’s Digest)’den ceviri
-
Nereden buluyon bunları anlamıyorum ki?
-
Meslek sırrı ;) ;D ;D ;D
-
Hatteras Burnu Fedaileri
Hatteras burnunun otuz mil şimalinde Atlantik Mezarlığı diye anılan mevkide, “Omar Babun” adındaki bir gemi, Azrail’le karşı karşıya gelmişti.
Gemi korkunç dalgalarla boğuşuyordu. Yükü kaymıştı. Kurtulamadı ve Hatteras burnunun açığında bulununan sığlığa oturdu.
Atlantiğin dalgaları insafsızcasına geminin üstüne çullanıyordu. Parçalanma başlamıştı. Sabahın alacakaranlığında Sahil muhafaza teşkilatı telsizle durumu haber almıştı.
Mürettebat derhal sahile indi. Araya varagele kurularak geminin 11 kişilik muüettebatı korkunç çatlakların uzerinden aşılarak sahile alındı.
Gemiyi gören Ellery Midgett II idi. Topu ateşleyen ise Edward Midgett, kurtarmayı idare eden Edison Midgett’ti. Bunlar 100 seneden beri bu sahillere düşen gemilerin murettebatını kurtaran geniş bir ailenin torunları idi.
Midgett’ler daha sahil muhafaza teşkilatı kurulmadan evvel bu işe başlamışlardı. 1870 tarihinde bu aile bu sahillerde 10 istasyonda vazife görüyordu. Bugün halen üç servis istasyonu Midgett’lerin kumandası altında olup, diğerleri de muhtelif rütbelerle çalışmaktadırlar.
Bir defasında bir istasyonda iki Midgett diğer birinde de dört Midgett birden gördüm.
Normal olarak bir aile dedelerinin almış olduğu madalyalarla iftihar ederler. Midgettler’de bu çeşit madalyaları tam 10 kişi almış bulunmaktadır. Hem de bu madalyaları yalnız Outer Bank’ta olan kurtarmalardan almışlardır. ilk madalyayı Hatteras burnundaki istasyonda çalışan Jhon H. Midgett aldı. 1884 senesinin 22 Aralığında Epharin Williams adındaki yelkenli, Hatteras burnundan 5 mil açıkta tehlikeye düşünce, işaret fişeğini karanlık geceyi yırtarcasına gösterdi. imdat işaretini gören Jhon H. Midgett ve beş kişi derhal denize açıldı. ilk merhale iç sığlıkda meydana gelen çatlakları
aşmaktı. Muvaffak olunça sıra dış sığlığa geldi. Filika dalganın sırtına binince sanki devriliyormuş hissini veriyordu. Resmi raporların dediği gibi, azgın denize karşı tahlisiye filikası dört mil bu şekilde kürekle hadise mahalline vardı.
Kurtarıcılar Epharain Williams’dan dokuz kişi alarak sahile dönmeye başladılar. Sandalın küpeştesi hemen hemen su ile beraber oluyordu. Sahile olan mesafenin de beş mil olduğunu düşünecek olursak olayın fevkaledeliği ortaya çıkmış olur.
Resmi raporlar bu kurtarma ameliyesini, “tahlisiye işi kurulduğundan beri en cesurane yapılmış bir kurtarma ameliyesi” olarak isimlendirdiler.
Diğer bir madalya da yukarda bahsettiğimiz Joseph’in oğlu ve gene Sahil Muhafaza teşkilatında çalışan Leven Jr. un babası olan Levene Midgett tarafında alındı. Bu denizci 1931 senesinde sığlıkta batan balıkçı Anna May’in 5 adamını kurtarmak için fırtınalı havada denize açılmıştı. Gemiye varıldığı zaman kazazedelerin hepsini geminin direğine sarılı vaziyette gelecek olan yardımı bekler buldular. Bu durum ölümle pençeleşmekten belki daha zordu.
Birdenbire dalgaların tesiriyle direk sulara gömüldü ve hepsi bir an için görünmez oldular. Derhal kumandan Midgelt filikasını çatlak sulara çevirdi. Bir ölüm kalım savaşının içinde idiler. Netice ise Midgett’in lehine oldu. Hepsi kurtarılmıştı.
Leven, Sahil Muhafaza teşkilatına 1917 senesinde girmiş ve 1953 senesine kadar çalışmıştı. Bir keresinde, chicamacomico istasyonunda kumandan iken emrinde çalışan 16 adamdan 11’i Midgett idi.
İkinçi Dunya savaşında dış sığlıkta denizaltılar tarafından batırılan gemilerin mürettebatını kurtarma için, günde 18 saat çalıştı. Çok kereler filikasının bütün mürettebatını Midgeltler teşkil ediyordu.
Dış sığlıkta yapılan en meşhur kurtarma olayı Birinci Dünya harbinde bir Alman denizaltısı tarafından atılmış bir mayına çarparak batan ingiliz bandıralı Gosoil yüklü Mirloda oldu.
İnfilak neticesinde ikiye bölünmüş ve alevler içinde kalmıştı. Kaptan Jhon Ailen Midgett, tayfasını alarak kuvvetli bir tahliye filikası ile gemiye yanaştı. Alevler korkunç bir şekilde goğe yükseliyordu. Kaptan alevlerin dışında kalmış olan bir filika buldu, içinde kimseler yoktu. Fakat az ilerde Gosoil içinde yanan devrilmiş bir filikaya tutunmaya çalışan tayfalar, ölümle hayat arasında çabalıyorlardı. Derhal Midgett ahşap filikasının başını henüz yangının sirayet etmediği bir pasaja çevirerek dumandan kör olurcasına, alevin sıcaklığını vucutlarında duya duya adamlara yaklaştı.
Hepsini içeri alarak sahile çıkardılar. Alaca karanlıkta içinde 19 adam bulunan diğer üçüncü bir filika daha buldular. Hadise mahalli gece sahilden tutulan projektörlerle aydınlatılmıştı.
Midgett ve adamları bundan sonra daha üç sefer yaparak çatlakların yarattığı tehlike vız gelircesine ortalıkta cirit atarak geminin hayatta kalmış 42 kişilik mürettebatını kurtardılar.
Bugun cape Hatteras’taki müzede “Mirlo”kurtarmasında kullanılan can filikası durmaktadır. Filikadaki altı adam hem Amerika hem de ingiltere hükümetleri tarafından altın madalyalarla taltif edilmişlerdir. Bunlardan beşi Midgett’di: Leroy, Clarence, Arthur, Zion ve Kaptan Jhon. Altıncısı ise bir Midgett ile evlenmiş olan Prochorous O’Neil idi.
Bütün bunlara rağmen Midgettler’in en üstünü kimdir, diye bir tefrik yapmak istersek, muhakkak ki hükmümüzü Rasmus’un lehine veririz.
Hatteras burnunun aşağı kısmında rüzgarın her türlüsünü yiye yiye ihtiyarlamış olan bir kasabanın küçük bir dükkanında, duvarda, verilmiş olan altın biri madalyanın beratı asılı durur. Burada, “1899 senesinin 18 Ağustosunda karaya gitmiş bulunan Princilla’dan tek başına 10 adam kurtaran Rasmus S. Midgett’e” yazmaktadır.
643 tonluk “Princilla”adındaki yelkenli, korkunç bir harikeynde Hatteras adasının sığlığına oturmuştu. Dalgalar kaptanın karısını, oğlunu, üçüncü kaptan, bir kamarotu almış ve denize dökmüştü. Sonra tekne ikiye bölünmüştü. Kıç tarafta bulunan mürettebattan 10 kişi ölüm anının gelmesini bekliyorlardı. Gece karanlık ve puslu idi. Kalın denizler teknenin su üstünde kalan kısmına bütün heybeti ile çullanıyordu. Rasmus at üzerinde devriye gezerken denizden gelen feryatları duymuştu. istasyona gidip yardım istemek üç saat sürecekti.
Bunu hesaplayan Rasmus yaşının 48 i bulmuş olmasını düşünmeden kaynayan sulara kendini attı. Dalgalarla boğuşa boğuşa gemiden arta kalan kıç tarafa vardığında adamlara bağırarak birinin denize atılmasını soyledi. Atlayanı kucaklayarak sahile çıkardı. Bu iş yedi defa sürdü ve yedi kişiyi sahile çıkardı. Geriye kalan üç kişi hareket edemeyecek durumda idiler.
Yukarı çıkarak kendilerinden geçmiş olan bu üç kişiyi gördü. En fena durumda olanı ilk, diğerlerini de teker teker kah sırtlayarak kah yüzdürerek sahile çıkardı.
Bu hadiseden kurtarma raporları “Eşine ender rastlanan bir kurtarma olayı” diye bahsetmektedirler.
İlk zamanlarda Midgettler de diğer kurtarıcılar gibi bu işe para için atıldılar. Zaman geçinilecek gibi olmadığından peşin para ödeyen kurtarma teşkilatlarına hemen hemen herkes girmek için can atardı (Senenin yarısı için 40 $, mevsim dışı her kurtarmaya 10 $ ödenmekteydi). Sonraları bu iş Midgettler için an’anevi bir durum aldı ve halen bugün sahil muhafazada çalışan her Midgett’in muhakkak dört nesil evvelsi bu işle iştigal etmiş durumdadır. Rasmus’un oğullarından biri, Mirlo kurtarmasında bulunanlardan biri idi.
Bununla beraber kurtarmada bulunan diğer dört Midgett’in dokuz oğlu da sahil kurtarma teşkilatında vazife görmekte idiler.
Omar Babun kurtarmasında bulunmuş olan Ellery Midgett’in babası, dedesi ve onun da babası bu işte çalışmış adamlardır. Greves Midgett bana beş oğlunun da sahil kurtarma teşkilatında çalıştığını söylerken, altıncı oğlunun da cesaretli olduğunu söylemeyi ihmal etmiyordu.
Midgettler’in hemen hemen hepsi geniş omuzlu, iri yarı, mavi gözlü insanlardı. Konuşmaları Elizabeth devri aksanını andırır. Hiç kimse onların nereden geldiğini pek bilmiyorsa da umumi kanaat ilk Midgett’in karaya gitmiş olan bir gemiden kurtulmuş olan bir kazazede olduğu merkezindedir. Resmi kayıtlar bu ailenin burada 223 seneden beri bulunduğunu göstermektir.
Müstemleke zamanında Midgett ismi Midyet olarak telaffuz edilmekte idi. Şimdi de “e”nin sarfınazar edildiği görülmektedir.
Mamafih bugun Midgett ismi, kara oturmalardan bahis açılınca, bir efsane gibi denizciler arasında söylenip durmaktadır.
( Eylül 1957)
Don WHARTON (Reader’s Digest)’den çeviri
-
Deniz Fenerinin Aşkı
Bir Deniz feneri…
Okyanusla sonsuza dek komşu…
Okyanusun mu ona daha çok ihtiyacı var yoksa deniz feneri mi okyanus için vazgeçilmez bir sevgili? Gündüzleri, deniz feneri isyanlarda… Çünkü yanı başındaki biricik sevgilisi gözlerinin önünde güneşle ihtirasla sevişmekte. Hep gece olsun ister, sevgilisi ona kalsın, yalnız onda bulsun gecedeki renginin güzelliğini…
Deniz feneri, küçücüktür okyanusa göre ama güneşin aşkından daha büyüktür aşkı okyanusa… Geceleri ise deniz feneri, mutluluklar peşindedir, gecenin esrarengiz sessizliğinde. Her ışık turunda çıldırır deniz feneri zevkten, adeta dans eder okyanusun en uzak noktalarına uzanarak. Daha gerçektir deniz feneri, gece sadece o ve okyanus vardır sınırlı görüş gizliliğinde. Gündüzleri deniz feneri bir hiçtir bütün aldatmalara şahit olarak. Güneş ise gece olunca bu hissi göremez… Gece, deniz feneri ile okyanusun aşkının dans edişine güneş şahitlik yapmaz… Gün bitiminde ve başlangıcında teslim ederler sevgili okyanuslarını birbirlerine güneş ve deniz feneri.
Güneşin okyanusla arasına giren bir engel vardır kimi zaman, bu işkencedir güneşi küçülten. Bulutlardır, bu hain, gündüz aşkında güneşe okyanusu göstermeyen. Güneş ise tüm gücüyle savaşır okyanusa ulaşmak için. O kadar yaklaşır ki, bulutlara bulutlar, yoğunlaşır, yoğunlaşır ve gökyüzü ağlamaya başlar okyanus hasretinden hesapsızca titrer. Okyanus bütün damlaları özlemle kucaklar, her damla onu güneşine daha çok yaklaştırmaktadır. Gökyüzü ağlar, ağlar ta ki son damlası bitene kadar. Okyanus damlalarla büyür büyür büyüklüğüne daha hacim katarak aşkının sevgi damlalarıyla. Bilmezdi okyanus, her yağmurla sevgisini ona iletmek isteyen bir güneşinin olduğunu.
Her yağmur yağdığında okyanus kızar güneşine gündüz onu terk ettiğini düşünür, hırçınlaşır, dalgalanır öfkesinden bilemez güneşinin ona ulaşmak için savaştığını. İntikamını deniz fenerinden alır okyanus, onun neden gündüz sevgilisi olmadığını defalarca kamçılayarak sorar deniz fenerine. Dalgalarını büyütür, cevap alamayınca deniz fenerinden…
Deniz feneri onu teselli edemez, çünkü o sadece gece vardır gerçek gecededir onun için. Ağlayamaz deniz feneri, ağlamayı deliler gibi istese de gözyaşları yoktur, ulaşmak istese de ulaşamaz gündüz sevgilisine.
Çaresizdir deniz feneri, sadece bir dilek geçirir içinden rüzgâra yalvarır “bulutları kaçır buradan” diye, güneşin çıkması sevgilisine sevgi dolu ışıklarını göndermesini diler. Okyanusunun mutluluğunu ister hesapsızca… Çünkü tek mutluluğu budur deniz fenerinin. Ağlayamaz, gündüz ona ulaşamaz, konuşamaz hislerini okyanusuna. Her okyanusun sahilinde bir deniz feneri vardır. Her gece deniz fenerleri gemilere okyanusa olan aşkını haykırırlar, ümitsizce, yarınlarını hiç düşlemeden…
Ve her gece hikayelerini anlatmak için gemileri beklerler sonsuz gecelerde…
Anonim
-
Akşam yanıt vereceğim buna.
-
Bekleriz efenim, ;)
-
Senin şu Midgett'lar bana bizden bir figürü hatırlattı. Seyr-ü Sefain İdaresi zamanından hatta daha eskilerden itibaren Birinci Dünya Savaşı günlerine kadar neredeyse tüm kaza jurnallerinde şu not var: "Dalgıç Mihal tarafından onarılarak yüzdürüldü." Geriye doğru ta 1839'lara kadar -eğer ki farklı biri değilse- adamın adı geçiyor ama kimdir, nedir doğru dürüst bir kaynak bulamamıştım. Aslında bir eşeleyebilsem Denizcilik İşletmeleri arşivinde belki vardır daha fazlası.
-
Şu batıklara da dalan Rum Mihal olabilir mi acaba ?
-
Çok keyif alıyorum. Ellerine sağlık.
-
Şu batıklara da dalan Rum Mihal olabilir mi acaba ?
Çeşme batığı için adı geçiyor ama aynı Mihail midir bilmiyorum.
-
Kaan reis hakikaten çok hoş hikayeler nereden buluyorsan. :) Devamını bekliyoruz ,eline sağlık.
-
Wolfgang Borchert diye bir Alman yaşamış bir zamanlar. Ne yazık, 26 yaşındayken ölmüş, Alman Faşizmi henüz yenilmişken. Öldüğünde ardında onlarca kısa öykü, bir yığın şiir bırakamış.
Şiirlerinden bir tutamı, Behçet Necatigil Çevirmiş."Fener, Gece ve Yıldızlar".
Paylaştığın yazıyı okuduğumda, onun "Düşlerde Fener Olmak" şiiri aklıma geldi, şöyle diyor, yazınla örtüşerek.
"Ben ölünce,
hiç değilse
bir fener olsam;
kapında dursam,
soluk donuk geceyi
aydınlığa boğsam
Veya limanda
gemilerin uyuduğu zamanda,
gülüşürken kızlar,
uyumusam
dar kirli bir kanalda
bir yalnıza gör kırpsam
(....)
Ya da şöyle bir fener;
gözleri büyümüş bir çocuğun yaktığı,
duyup da korkunca çevresinde yalnzılığı
dışarıda camlarda
fırtınanın ıslığı
kâbuslar, görüntüler,cinler.
Evet, hiç değilse
ben ölünce
bir fener olsam;
tek başına geceleri,
uykulardayken dünya,
gökte ayla senli benli
sohbete dalsam
Bu Fener dediğimiz şeyler garip. Her nedense tarihi değeri olmayanları yıkıp yeni, teknolojik insana ihtiyaç duymayan fenerler koyuyorlar. O kadar çirkin o kadar çirkinler ki, böyle garip garip... sanki Rüzgarın zamanı geçti, şimdi ne varsa motorlarda var, hangi dünyada yaşıyorsunzu siz der gibiler.
Oysa herhalde insanın olmadığı yerde gerçekte hiç bir şey yoktur. Hiç unutmuyorum Karataş burnu fenerini. Onu da yıktılar şimdi. Oysa ne oyunlar çevirmiş neler etmiştim ahbaplık kurmak için benden beter yabani fenercisi ile.
Yazı, bana yukarıda bir kısmını verdiğim şiirin son dörtlüğünü ve Karataş Fenerinin görevlisini anımsattı.
Herhalde, bu gibi "şeylerle" kurduğumuz derin bağ, gittikçe köreliyor ve kala kala, böyle metinlere kalıyoruz. Denizlerle aşina olmanın en iyi yanı denizin, kent yaşantısının metrolara sıkışmış cahilane yaşamından farklı olarak ,halen böyle imgelerle oynaşmamıza yeter kadar malzeme vermesi. Buna da şükür.
-
Köreliyor ve bir çoğunu çocukluğumuzun anıları olarak anmaya başladık, üstelik daha yaş 45, şimdiden kayboluyor bazı şeyler,
Deniz kabukları, renkli, parlak;
çocukların bulduğu.
Deniz kabukları, ince, yuvarlak;
içlerinde rüzgârın uğultusu.
Türkü söyler yüce deniz içlerinde,
görülür müzelerde ışıldadıkları;
sonra eski liman meyhanelerinde,
sonra çocuk odaları...
Deniz kabukları, ince, yuvarlak;
dinle! rüzgârın türküsü duyduğun!
Deniz kabukları, renkli, parlak;
Bir zamanlar çocuklukta bulduğun!
-
Ama bu çocuğun en sevdiğim şiiri şu; 6 dize :
Bir son öpüştü rıhtımda-
kaldı ardımda
Akıntıdan yana, denizlere yolun
gidiyorsun
Bir kırmızı , bir yeşil ışıktır,
uzaklaşır.
-
Karlar tozarken bekle
Ortalık ağarırken bekle
Kimseler beklemezken bekle beni
-K.Simonov
Belki Mihayaloviç' e yanıt, belki esinlenme.
Bilemem Ahmet Tellinin dizeleri.
( O ikisine yanıtımı geldiğinde okuruz, belki Sığacık kıyılarında bacakları dize kadar denize sallandırıp.
I
Bekle beni küçüğüm
umudu karartmadan
sevinci yitirmeden bekle
döneceğim bir gün elbet
bekle beni
Bahar geldiğinde
kırlara çıkacaksın
dizboyu otlar üstünde
koş koşabildiğince
ve sakın yitirme neşeyi
Kırların sessizliğinde
yüreğinin sesini dinle
ve orada benim için
küçücük bir yer ayır
ve bekle beni küçüğüm
Doğa pervasızdır biraz
bakarsın en olmaz yerde
masmavi bir su fışkırır
ve suyun ışıldayan göğsünde
sevincin nilüferleri
Bahar şaşırtmasın seni
sırtüstü uzan bir gölgeye
suların, kuşların sesini dinle
ve bekle beni orada
döneceğim küçüğüm
II
Mapusane türküleri
hüzünlüdür biraz
belki her dinleyişinde
yüreğin burkulmakta
için sızlamaktadır
Ama acılara alışılmaz
birşeyler var değişecek
birşeyler var
değiştirmemiz gereken
önce acılardan başlanacak
Beş on yıl dediğin
pek kolay geçmeyebilir
üstelik bu savaş
bu kahredici kıyım
bitmeyebilir daha uzun süre
Ama sen sahip çıkarak
yaşama ve sevince
bekle beni küçüğüm
acılar bitecek bir gün
sevgiler çiçek açacak
Mapusane türküleri
hüzünlüyse de biraz
yüreğin burkulmasın
için sızlamasın sakın
ve bekle beni küçüğüm
III
Kış kıyamet bir gün
bakarsın çıkıp gelmişim
varsın azgınlaşsın tipi
ve uğuldayadursun
dışardaki rüzgâr
Sakın şaşırma küçüğüm
üşümüş bir serçe gibi
titremesin ellerin
apansız çıkıp geleceğim
kış kıyamet de olsa bir gün
Uğuldayan bu rüzgâr
bu delice yağan kar
ürkütmesin seni
direnmektir artık
bekleyişin öbür adı
Sen türküler söyle
ve gülümse küçüğüm
çünkü sesinin
ırmağıyla yeşerecek
hasretin bozkırları
Bekle beni küçüğüm
umudu karartmadan
sevinci yitirmeden bekle
döneceğim bir gün elbet
beke beni küçüğüm
AHMET TELLİ
-
Harika.
-
Bir zamanlar cok sewerek dinlerdim,coktandır dinlemiyordum..kasedi hala durur..eywallah Can..
https://www.youtube.com/watch?v=UF9sVChB0yA
-
Eğer Deniz-Gemi bağlamına dönecek olursak, bana göre bu tarihe kadar yapılan en büyük tespit, Walter Benjamin'in Baudelaire üzerine dahiyane metni Pasajlar'da yer alır.
Benjamin, ki yine Alman-var bu Almanlar'da bir şeyler- Fransız şairin şu dizelerini alır; (Fransızca bilenler için o dilde de yazayım-ben bilmiyorum ama bari onlar daha iyi tartsın;
"Vois sur ces canaux
Dormir ces vaisseaux
Dont l'humeur est vagabonde;
C'est pour assouvir
Ton moindre désir
Qu'lis viennent du bout du monde"
İşte şu kanallarda
Uyumaktalar neşeli
ve avare gemiler şimdi;
Yerine getirmek için son arzunu
Geliyorlar dünyanın bütün sularından
(Not; çevirmen çeviri metin çözümleme çevirisi olarak tanımlanan türde olduğundan şiir tınısı vermeyebilir, diye not düşmüş)
Şöyle diyor Benjamin;
" Bu ünlü bendin dengeli bir ritmi vardır; dizelerdeki hareket, kanalda bağlı olarak yatan gemileri etkiler. Baudelaire, gemilerin ayrıcalığına, yani farklı kutuplar arasınd ayalpa vurmaya özlem duyar. Benliğinin derinliklerinde yatan, suskun ve kendi kişiliği ile çelişki oluşturan ideali, yani büyüklüğe güvenlik içerisinde ulaşma ideali söz konusu olduğu noktada, gemilerin imgesi ortaya çıkar. "Belli belirsiz yalpa vurarak sessiz sularda yatan bu güzel, büyük ve güçlü gemiler-sessiz bir dille bize şöyle sormuyorlar mı: Ne zaman açılacağız mutluluğa?".
Gemilerde rehavet, en yüksek düzeyde güç harcamaya hazır oluş konumuyla birleşmiştir. Bu onlara gizli bir anlam kazandırır. Büyüklüğün ve rehavetin insanda da bir araya geldiği özel bir konum vardır. (...) Baudelaire, rıhtımdaki gemilerin sergilediği temsile dalıp gittiğinde , bunu onlardan yansıyan bir meseli okumak için yapar. Kahraman da, o yelkenli gemiler gibi güçlü, anlamlı bir yapının taşıyıcısıdır. Fakat açık denizlerin çağırması boşunadır. Çünkü yaşamın üstüne karanlık çökmüştür. Modernizm kahramanın yıkımıdır.(...) Modernizm, kahramanı emin bir limana sonrasız bağlar." (Walter Benjamin, Pasajlar, syf 188-189 YKY)
Bir kaç paylaşım önce, okyanuslar, deniz kabukları, fenerler, bütün imgelerin hızla yitip gitmesi üzerine yazıştık ve "bekle beni" dedik nihayeten.
Belki de tıpkı içindeki harekete geçme kudretine karşın, bir kanala sonrasız bağlanmış gemilerle benzediğimizdendir, yelkene, rüzgara, denize olan düşkünlüğümüz? Belki de şimdinin modernsonrası çağı birer kahraman olma yetimizi elimizden almıştır da o nedenle azıcık rüzgar görüp halatları çözdüğümüzde birden kendimizi kudretli sanıyoruzdur. Belki de sahiden en acemiz sırf bu nedenle yelkenlerini rüzgarla doldurduğunda kıç kadar Marmara'da Kaptan Cook hissediyordur kendini... Bu bile saygıya şayan değil mi?
Valla ön izleme neyin yok, yolladım gitti.
-
"Fakat açık denizlerin çağırması boşunadır. Çünkü yaşamın üstüne karanlık çökmüştür. Modernizm kahramanın yıkımıdır.(...) Modernizm, kahramanı emin bir limana sonrasız bağlar."
Sırf şu kısım bile beni derin düşünce ve sorgulamalara sevk ediyor.
Peki, başkalarının değil sadece kendimizin kahramanı olabilmemiz için nelerden vazgeçmemiz lazım ?
Kendilerinin kahramanı olabilenler, mutludur, başkalarını da umursamaz haliyle ama gerçekci midir ?
Peki bu mutluluğa ulaşabilmiş kişiler dışarıdan nasıl görülür ? Bu kişiler nirvanaya mı ulaşmıştır yoksa şu "loser" dedikleri kaybedenler kulübünün üyesi sınıfına mı koymuşlardır ?
Peki, bu küçücük denizlerde gerçekten kendimizi kudretli sanıp, kendimizin kahramanı mı oluyoruz yoksa modernizmin cazibesi ve herşeye sahip olmanın verdiği rahatlıkla kendimizi mi kandırıyoruz ? Asıl "loser" lık bu olabilir mi ?
-
Benjamin o kadar kuvvetli bir metin sunuyor ki önümüze, sorduğun soruların bir kısmının yanıtı metinde var;
"Gemilerde rehavet, en yüksek düzeyde güç harcamaya hazır oluş konumuyla birleşmiştir. Bu onlara gizli bir anlam kazandırır. Büyüklüğün ve rehavetin insanda da bir araya geldiği özel bir konum vardır. (...) Baudelaire, rıhtımdaki gemilerin sergilediği temsile dalıp gittiğinde , bunu onlardan yansıyan bir meseli okumak için yapar. Kahraman da, o yelkenli gemiler gibi güçlü, anlamlı bir yapının taşıyıcısıdır."
Bu muazzam çözümlemede sorularının ilk parçasının yanıtı var. İnsan" en yüksek düzeyde güç harcamaya hazırdır ve(...) anlamlı bir yapının taşıyıcısıdır"..
Öte yandan, güvenli denizlerde yol almaya alışmış bizim gibi amatörler yapay bir kahramanlık içine mi giriyorlar?
Yarışçılar eğer kendilerini kahraman olarak görüyorlarsa -evet öyle- yapaydır bana göre.
Öte yandan az ya da çok teknesiyle uğraşan-onaran- kendi başına yeni şeyler deneyen bizim gibi amatör denizciler için aynı şeyi söyleyemeyiz.
Karl Marx ( yine Alman be yahu) "bugün öz faaliyet ile maddi yaşamın üretimi öylesine birbirinden ayrılmıştır ki, maddi yaşam amaç gibi görünmekte ve maddi yaşamın üretimi, yani çalışma da araç gibi görünmektedir" diye koyar yabancılaşma kavramını.
Oysa amatör denizcinin- balıkçılar, balıkçı teknelerinde verilen emek de aynen böyledir, ticari gemi personeli böyle değildir- denizdeki çabasında, öz faaliyeti ile maddi yaşamı arasında en ufak bir ayrım yoktur. O kendisi için onarır, trimi ayarlar, yelkeni açar, halatı rodalar, ortalığı toplar... O nedenle, rehaveti güce dönüşen kahramandır, diye düşünüyorum.
-
Bu arada Heyamola Hey, Karl Marx, Benjamin ve Baudelaire üzerinden amatör denizciliği tartışan herhalde ilk topluluk oldu. :)
-
Bu arada Heyamola Hey, Karl Marx, Benjamin ve Baudelaire üzerinden amatör denizciliği tartışan herhalde ilk topluluk oldu. :)
Dimi ama ;D
Sorulara cevaplar bir miktar verilebilese de belki bir kaç kelime ile açıklamak yeterli gelmiyor. Düşünsenize dünyada hızla modernizmden ve sisteminin içinden mümkün olduğunca kaçma eğilimi başladı son 5-10 yıldır özellikle. Tamamen doğanın içinde, kendine yetebilen ve komün yaşamlar, özellikle okuyan, dünya ile bir olmaya çalışan, felsefi fikirlere sahip gençler arasında hızla ilerliyor. İmkana sahip olanlar tamamen bu yaşama geçmiş, halen kopabilmek için şartlarını olgunlaştırmaya çalışanlar ise çabalamakta.
Aynı şart ve düşüncelerde olan insanları denizlerde, daha doğrusu ülkemizde pek göremiyoruz. Az kişide olsalar tamamı ile deniz yaşantısına geçmiş ve deniz komünleri kurmaya başlamış insan grupları ve bunu gerçekleştirmeye çabalayan insanlar var.
Bu kişiler, maddi dünyanın garantilerine sırtlarını dönmüşler ve gerçekci olarak bu hayatı ve mavi vatanı gerçek anlamda yaşamaya başlamışlar.
Aslında sorularımın sebebi belki de budur. Biz neden denize yada doğaya ön koşul olmaksızın dönemiyoruz. Bizi gerçekten engelleyen nedir ?
-
Basit bir balıkçı üstünden sistem eleştrisi filmi;
(http://static.birgun.net/resim/haber-detay-resim/2017/01/09/ag-ideolojilerin-kiskacinda-bir-balikci-231327-5.jpg)
http://www.birgun.net/haber-detay/ag-ideolojilerin-kiskacinda-bir-balikci-142488.html
öZgür
-
Bu arada Heyamola Hey, Karl Marx, Benjamin ve Baudelaire üzerinden amatör denizciliği tartışan herhalde ilk topluluk oldu. :)
Dimi ama ;D
Sorulara cevaplar bir miktar verilebilse de belki bir kaç kelime ile açıklamak yeterli gelmiyor. Düşünsenize dünyada hızla modernizmden ve sisteminin içinden mümkün olduğunca kaçma eğilimi başladı son 5-10 yıldır özellikle. Tamamen doğanın içinde, kendine yetebilen ve komün yaşamlar, özellikle okuyan, dünya ile bir olmaya çalışan, felsefi fikirlere sahip gençler arasında hızla ilerliyor. İmkana sahip olanlar tamamen bu yaşama geçmiş, halen kopabilmek için şartlarını olgunlaştırmaya çalışanlar ise çabalamakta.
Aynı şart ve düşüncelerde olan insanları denizlerde, daha doğrusu ülkemizde pek göremiyoruz. Az kişide olsalar tamamı ile deniz yaşantısına geçmiş ve deniz komünleri kurmaya başlamış insan grupları ve bunu gerçekleştirmeye çabalayan insanlar var.
Bu kişiler, maddi dünyanın garantilerine sırtlarını dönmüşler ve gerçekci olarak bu hayatı ve mavi vatanı gerçek anlamda yaşamaya başlamışlar.
Aslında sorularımın sebebi belki de budur. Biz neden denize yada doğaya ön koşul olmaksızın dönemiyoruz. Bizi gerçekten engelleyen nedir ?
Özgür'ün önerdiği filmi izleyeceğim.
Ama ben senin sorunu, deniz ve amatör denizcilik düzleminde sınırlandırmayı istiyorum, hazır randevum yok ve Istanbul-Ankara yolları kapalıyken.
Sezer Ateş Ayvaz Gölgem Deniz Atı Öyküsünde temelde senin sorduğun soruya yanıt verir;
“….DÜŞTÜM!
Bir baş dönmesiyle ayağa kalktım ve yerdeki gölgemi gördüm.
….Denizde değil, toprakta debelenen bir denizatı olmuştum birdenbire.”
Tek sözcüklük ilk tümceden önce gelen üç nokta ve düştüm sözcüğünün büyük harflerle yazılması insanın dünyaya fırlatılmasını imlediği düşünülebilir. Üç nokta, bilinmez önceyi, “düşmek”, büyük söylenceyi.
Öykü doğumu erkeklerinin gerçekleştirmesiyle bilinen Denizatı üzerine kurgulanmış. Böylece hem erkek hem de kadınlığın nitelikleri bir canlıda toplanmış. Bu, bütün insanlığın öyküsü olarak düşünülebilir. Anlatıcının kadın olması, “mor köpük” tarafından denizlere itilmek, tanrıça gaia’yı da çağrıştırıyor. Öyküde kullanılan bütün imgeler çarpıcı. “…kalbim ibis kuşuydu”. İbis kuşu, Thor üzerinden imgelenir ve cehaletle savaşımı da simgeler. İlk düşüşten sonra yaşadığı duygulanımları anlattığı bölümde kullanmış bunu. Yazar, öykünün ileri bölümlerinde hüt hüt kuşunu da imge olarak kullanacak, sorumluluğu, sadakati, değerlere bağlılığı anlatan kuşu. İnsanlığın bütün macerası bir öyküye sığdırılmış gibidir. Durmuyor yazar, aynı öyküde bizi bize anlatmaya devam ediyor:
“ Titredi daldı derin sulara, yasayı çiğnemek, dip akıntılarına karışmak istiyordu, bedeni par par parlıyordu bu arzuyla(…) kapıldığı esrikliği anlayınca dinleniyor, birdenbire yukarılara doğru yol değiştiriyordu. Sonra gene… Ah! Nasıl böyle doyumsuz olabilir bir canlı, sanki hiç tuzak yokmuş, hiç vurgun yokmuş gibi bu denizlerde… Kendini ölümsüz sanıyordu”
[/b]
Terry Eagleton, yıkıcılığımızın temel kaynağının “ kendi ölümsüzlüğümüze duyduğumuz bilinçdışı bir güven” olduğunu söylemişti. Sezer Ateş Ayvaz bunu anımsatıyor, ölümün yaşamlarımıza düşürdüğü gölgeyi, ama acımasızca yapıyor bunu. Her şeye, deneyimlediğimiz her şeye özel bir anlam yükleme çabası altında ezildiğimizi, artık körleştiğimizi de söylüyor: “Ah! Bu kadar anlam yeterdi kör etmeye”. Bu çağın insanı bunca gerçeği bir arada taşıyabilir mi? Fakat bu yazarın değil, bizim sorunumuz. Öykü, yeniden bir “yükselişle" biter. Umut ve umutsuzluk, belki de örtülü bir teolojik bakış kendini gösterir:
“… DÜŞTÜĞÜM yerden kalkmıştım, suyun yüzüne bıraktım onu ve denizatı olmuş bedenimi.
Toprağa çıktım o gün.
Denizi umutsuz aşklara terk ettim.”
[/b]
Belki de umutsuz aşklara(analoji olarak anlayın lütfen) mahkumuz da, o nedenle mazot, fiber,katran, nem kokulu denizler cazip geliyordur bize? Mümkün mü?
Ben ellisine dayanmış yaşımda hâlâ kuyruğumla kavgalı olduğumdan böyle düşünüyorum.
Öte yandan, senin dediğine "pek çok az" sayıda diyorlar. Sahiden pek çok az sayıda insan denizleri seçiyor ve görüyoruz ki bunlar öyle görünmez kişiler de değiller. Yalnızca bu forumda bile Dilek ve Kaan korsanlar bunu başarmışlar. Kuşkusuz radikal bir tavırla, dünyadan elini eteğini çekerek değil. Ama hiç olmazsa Antalya Körfezini geçecek kadar ve bu, hiç az bir şey değil.
Şu ibis ve hüt hüt kuşu ile, bütün dinsel kitaplardaki "düşme" işine kafa yormak, amatör denizciliğe bir de buradan bakmak lazım derim.
-
Hani bazen deniyor ya, şu forum, fb sayfaları,grup tarzı yerlere çokta anlam yüklememek lazım diye, ben aksini düşünürüm hep.
Şu, ibis ve hüt hüt kuşu imgelerinin bize anlam katmış olduğu değerler var ya, amatör denizcilik bağlamında bakıldığın da tam da bunların bizim ihtiyacımız olan şeyler olduğunu düşünüyorum.
İbis kuşu ile mütevazi bakarsak, belli bir tema üzerinde ki cahilliğimiz ile ısrarla savaşmıyormuyuz ? Onu yenmek uğruna her bir kelimeyi daha dikkatli okuyup, hafızalarımıza kazımıyormuyuz ? Her bir paylaşım bizde ki bilinmezliği biraz daha azaltıp, bizleri yükseltmiyor mu ?
yada
Hüt hüt kuşu imgesinin anlattığı, sorumluluk duygusunu, değerlere bağlılığı yine bizim temamız olan denizle bağdaştırmak kolay olsa gerek.
O yüzden ben önemsiyorum, bu tür gruplarda ki her bir kelimeyi ve düşen bizleri düştüğümüz yerden kaldırmasına yardımcı olacağını düşünüyorum
-
Ve artık, senin bir sonraki paylaşımına kadar, yalnızca okuyucuyum, yoruldum :)
-
" Gizli bir yetimler ittifakı öneririm. Birbirimize göz kırparız. Hiyerarşiyi reddederiz. Her türlü hiyerarşiyi. Dünyanın pisliğini olduğu gibi kabullenir, buna rağmen nasıl hayatta kaldığımıza dair hikayeleri paylaşırız. Münasebetsiziz biz, kopuğuz. Evrendeki yıldızların yarısından fazlası hiçbir takımyıldıza ait olmayan yetim yıldızlardır. Takımyıldızların hepsinden fazla ışık verirler "
John Berger
Takımyıldızlardan fazla ışık verme gerçeği de o kadar önemli değil bence...Iddia niye ? İşte birbirimize göz kırpmamız tamamen yeterli
-
Çok severim bu satırları.
Belki de "Dünya yetimleri" gerçekten çoktur ve münasebetsiz kopuklar, devam ederler hiyararşiyi reddetmeye.
Biraz ben de böyle hissederim hep. "Dünya yetimi"
Olsun yada olmasın, dediğiniz gibi göz kırpmaya devam. Elbet bakan vardır.
-
" Gizli bir yetimler ittifakı öneririm. Birbirimize göz kırparız. Hiyerarşiyi reddederiz. Her türlü hiyerarşiyi. Dünyanın pisliğini olduğu gibi kabullenir, buna rağmen nasıl hayatta kaldığımıza dair hikayeleri paylaşırız. Münasebetsiziz biz, kopuğuz. Evrendeki yıldızların yarısından fazlası hiçbir takımyıldıza ait olmayan yetim yıldızlardır. Takımyıldızların hepsinden fazla ışık verirler "
John Berger
Takımyıldızlardan fazla ışık verme gerçeği de o kadar önemli değil bence...Iddia niye ? İşte birbirimize göz kırpmamız tamamen yeterli
Bunu nasıl atlamışım... "birbirimize göz kırpmamız tamamen yeterli". Bunu şiar edinmeliyiz. Çok sevdim.Çok da ilginç bir rastlantı, Berger'e göz atıyordum şimdi.
-
İşiniz bitince biz şurada köşede bekliyoruz. ;)
-
İşiniz bitince biz şurada köşede bekliyoruz. ;)
Okuyoruz abi. Geliriz de.
-
Basit bir balıkçı üstünden sistem eleştrisi filmi;
(http://static.birgun.net/resim/haber-detay-resim/2017/01/09/ag-ideolojilerin-kiskacinda-bir-balikci-231327-5.jpg)
http://www.birgun.net/haber-detay/ag-ideolojilerin-kiskacinda-bir-balikci-142488.html
öZgür
Filmi seyretmek istiyorum. Çalışan bir web sitesi bulamadım.
Bilen varsa paylaşırsa memnun olacağım. :)
-
Ege'den bir Çingene güzeli Efsanesi
Antik çağlarda Ege kıyılarında, birçok Yunan uygarlığı vardı. Bunlardan biri de İzmir yakınlarında idi. Adına Yaban Gülü Uygarlığı denirdi. Bu uygarlık adını bir Ege efsanesinden almıştı.
Rivayete göre Ege kıyılarında dünya çingenelerinin başı olan, bir büyük çeri yaşardı. Bu çerinin aşiretinde adı dillere destan olan bir kız vardı. Bütün çingene kızları gibi sıradan bir güzelliği olmasına rağmen, çok güzel sesiyle öyle danslar ederdi ki, ünü bütün dünyaya yayılmıştı.
Yaşlı çeribaşı bu kızın cilve, işve ve danslarına kapıldığından her akşam Ege sahillerinde yaz eğlenceleri düzenlerdi. Bu eğlencelerde tahta fıçılarla, at arabaları dolusu şaraplar gelir, dünya çerileri arasından seçilmiş en iyi kemancılar, zurnacılar ve darbukacılar sahilde toplanırdı. Çok geniş dev halkalar oluşturulur, ortada çam odunlarından bir büyük ateş yakılırdı. Kuzular çevrilir, toprak testilerle şaraplar fıçılardan alınır, herkese dağıtılırdı.
Herkes bir büyük merak içinde çingene kızının çıkmasını, ünlü büyülü danslarını yapmasını beklerdi. Sonunda güzel çingene kızı, saçlarına taktığı yaban gülü, parmaklarında zilleri, uzun eteği ve şuh edasıyla ortaya çıkardı. Bir anda bütün sesler kesilir, saz ekipleri en oynak parçaları çalmaya başlar, çingene kızı da kıvrak bedeniyle dans ederdi. Hızla döndükçe etekleri bir gül gibi açılır, güzel bacakları ay ışığında Venüs heykelleri gibi parlardı.
İri kahve gözleri, can yakan endamı, şen şakrak neşeli sesi, zillerinin şıngırtısı bütün sahilde yankılanırken, toprak şarap testileri dolar dolar boşalırdı. Çingene kızının nereden geldiğini, kim olduğunu, hatta adını bile bilen yoktu. Ancak ipek saçlarına taktığı yaban gülü her zaman yerinde dururdu. Onu ne yatarken, ne dansederken, ne de bir başka zamanda gülsüz gören olmamıştı. Bu nedenle çingene kızına herkes Yaban Gülüm dediğinden adı Yaban Gülüm olmuştu. Bu da yetmemiş, çerinin adı da Yaban Gülüm Çerisi olarak ünlenmişti.
Anadolunun içlerinde, Ege’nin karşı sahillerinde, hatta arap kıyılarında Yaban Gülüm’ün methini duymayan kalmamıştı. Uzak iklimlerden onu izlemeye gelenler çoğunluktaydı.
Yaşlı çeribaşı sonunda sevdalandığı bu kıvrak çingene kızıyla hiçbir şeye aldırmadan kırk gün, kırk gece sürecek bir düğünle evlenmeye karar verdi.
Düğünün her gecesi Ege sahillerinde şölen düzenlendi.
Düğünün son gecesiydi. Eğlencede su gibi şarap aktı. Aşirette Yaban Gülüm’e aşık olanlar, çeribaşını kıskanmaktaydılar. Herkesin sarhoş olduğu bir anda, kir, pasak ve yama içindeki bir çingene genci, çeribaşına saldırarak, onu bıçakladı ve öldürdü. Akan kanlara dayanamayan Çingene kızı denize doğru yürümeye başladı, herkesin gözü önünde…
Hayret!!!! Çingene kızı suya batmıyor, su yüzeyinde yürüyüp gidiyordu. Yürüdü, yürüdü, uzaklaştı, bir nokta gibi kaldı mavilerde ve kaybolup gitti.
Efsaneye göre çingene kızı kendisini çok seven çeribaşının üzüntüsünden çirkinleşti o gece…
Sadece her dolunayda eski güzelliği, eski endamı, eski yakıcılığıyla Ege sahillerine çıkar, görünmez sazların eşliğinde çingene danslarını yapar, sonra da geldiği denize yürür, suların üzerinde, mavilerde kaybolur gider.
Bu yüzdendir ki, Ege sahillerinde yaban gülleri her dolunayda açar, ormanlardan çigan müziği sesleri gelir. Egenin sularında her günbatımındaysa, bir çirkin çingene kızının hayali belirir, ve bu hayal bulutlara vururdu…
Anonim hikaye
-
Seçim heyacanı sardı herkesi.Sanata ve düşünceye dair yazılara zaman kalmadı zahir :'(
-
Seçim heyacanı sardı herkesi.Sanata ve düşünceye dair yazılara zaman kalmadı zahir :'(
Valla abi ya. Bitireydik bir.
-
Bu arada şu filmin yerini bilen veya görenler bir el verseler diyordum ;)
-
Valla bilmiyorum abi... bulsam.
-
DENİZ KIZLARI
Dünyadaki bilinen en eski deniz kızı hikayesi MÖ 1000 yılına dayanıyor, öyküye göre Semiramis adlı kraliçe, ölümlü bir çobana aşık olur ve sonunda çobanı öldürür, yaptığından utanır ve balık haline gelmek amacıyla kendisini göle atar ama sular onu balık yapamaz, Harika vücudu ve doğasını gizlemekmek için ona bir balık kuyuruğu ve su içinde nefes alabilme yetisi verir.
İlk Atargatis betimlemerli insan kafası vebackları olan balık şeklindedir. Yunanlılar Atargatis'i Derketo olarak tanımlar ve Afroditin yanında göstermişlerdir.
M.Ö. 546 dan önceleri Milat'lı filozof Anaximander, insanlığın suda yaşayan bir tür olduğunu sonradan karaya çıktığını ileri sürmüştür. Şimdi ki evrim teorilerine bakınca, acab boş atıp dolumu tuttu diyor insan doğrusu.
Bir Yunan efsanesine göre Büyük İskenderin kızkardeşi olan Thessalonike, öldükten sonra denizkızına dönüşür ve Ege'de yaşar. Her ne zaman balıkçılara görünse, "Kral İskender yaşıyor mu" diye sorduğu, cevap olarakta "evet, yaşıyor ve yönetiyor" denildiği, aksi durum da bir Gorgon'a dönüşüp tekneyi batıracağına ve denzicileriin ölümüne sebep olacağına inanılır.
İngiliz kültüründeyse, deniz kızlarından uğursuzluk getiren, ya da felaketleri önceden sezen, felaketleri kışkırtan, bazen de tam tersine insanlara yardım eden, iyileştiren yaratıklar olarak tasvir ediliyor. Deniz erkeklerinin ise deniz kızlarının aksine çirkin ve vahşi yaratıklar olduğu belirtilmiş. Ayrıca deniz erkekleri, insanların ilgisini deniz kızları kadar çekmemiş…
Karayip, Afrika, İrlanda, İskoçya, Rusya, Ukrayna, Japonya, Malezya ve daha pek çok ülkenin kültüründe deniz kızlarıyla ilgili efsaneler var. Örneğin, Karayip’lerde deniz kızlarına Aycayia denirmiş, Avrupa folklorundaki bir başka ünlü deniz kızı da Melusine, Japon’lar deniz kızı yiyen bir insanın ölümsüz olacağına inanıyorlarmış! Bazı Avrupa efsanelerine göreyse, deniz kızları insanların dileklerini yerine getirebiliyor.
Güney Afrika’da, ‘Little Karoo’ isimli bölgede, deniz kızlarının çocukken oyun oynarken görüldüğüne dair iddialar var, aslında kurak olan bu bölge eskiden okyanusun bir parçasıymış, bölgede bulunan deniz kabuklarının fosilleri bunu gösteriyor, bu konuda o kadar çok hikaye anlatılmış ki, nesilden nesile geçmiş.
İlginç olan şeylerden biriside Rus televizyonlarından adını hatırlayamadığım bir kanalda Hazar denizin de bu konu ile ilgili çalışmalar yapıldığını, Astarinsky ve Lyankayaranks bölgelerinde bu hikayelerin çokça anlatıldığı hatta Denizkızı tavsirlerinin birbirinin aynısı şeklinde yapıldığını ve 1950'li yıllara kadar görülme! hikayelerinin çokça anlatıldığını söylüyorlardı.
Elbet bizden de hikayeler var,
Orak adası civarında mitolojik zamanlardan kalma İzmir’li şair Homeros’un Odessa eserinde yer alan Siren Kayalıkları bulunmaktadır.Efsanede anlatılan hikaye odur ki, kaptan olan Odysseus yigit savaşçıları yanında ve teknesiyle fırtınalı ve dalgalı bir havada buranın yakından geçmek durumunda kalmışlar,ancak Siren olarak bilinen deniz kızları bu bölgeden geçen denizcileri şarkı söyleyen güzel sesleriyle kendilerine aşık eder ve sonra onlara doğru gitmek isteyenleri, adı artık Siren olarak anılan kayalıklarda gemileri parçalanmış, kendileri de boğulmuş olarak efsane yaparlarmış. Odysseus akıllı ve kurnaz bir komutan olduğundan siren deniz kızlarının cazibesine hem kendisi hem gemicileri kapılmasın diye önce kendini geminin direğine bağlatmış sonra da herkesin kulaklarına balmumu ile kapatmalarını emretmiş ve böylece onlar azgın sulardan geçerken kendilerinden geçip parçalanmamışlar.
Homeros, sayıları ile ilgili bir şey söylemese de diğer hikayelerde hem sayıları hem de isimlerine değinmişler.
Genellikle, İki ile beş arasında görülürlermiş.
İsim olarak bazı hikayeler de Aglapheme, Thelxiepeia, bazılarında Peisinoe, Aglaope ve Thelxiepeia diye geçer. Bu güne kadar geçen ve gerçekliğine inanılan hikayelerde ise, Thelxiepeia-Thelxiope-Thelxisone, Molpe, Agloophonos-Aglaope, Pisinoe-Pisinioe, Parthenope, Ligeia, Leucosia, Raidne ve Teles'tir.
Bu isimler bazı kaptanlar tarafından standart "Mermaid" ismini kullanmak istemedikleri ve teknesinin özel olmasını istedikleri için kullanılırmış.
-
Nereden aklıma geldiyse artık... ;D
İmdat Sinyallerindeki Müjde
Geçimini balıkçılıktan sağlayan Hollanda’nın ufak bir balıkçı köyü, denizde meydana gelebilecek acil durumlar için gönüllü çalışacak bir kurtarma ekibi kurarlar.
Bir gece çok şiddetli bir fırtına çıkar ve bir balıkçı teknesi denizde mahsur kalır. Teknenin tayfaları çaresiz kalıp, çevreye SOS sinyalleri gönderirler.
Köyün gönüllü kurtarma ekibi sinyalleri alır ve denize açılmak için hemen hazırlıklara girişirler.
Tüm köyy halkı ellerinde fenerlerle heyecan içinde deniz kenarında toplanmış, mahsur kalan balıkçıların kurtarılmasını beklemektedirler. Kurtarma ekibi, hazırlıklarını tamamlayarak teknelerini denize indirip dalgalarla boğuşa boğuşa denize açılırlar.
Bir saat sonra kurtarma ekibi sisin içinden gözüktüğünde köy halkının neşeli haykırışlarıyla karşılanır.
Kurtarma ekibi bitkin vaziyette sahile vardığında, kaptan, denizdeki kazazedelerin tümünü, teknenin alabora olma tehlikesinden dolayı alamadıklarını ve bir kişiyi denizde bırakmak zorunda kaldıklarını anlatır.
Kaptan, çaresizlik içinde geride bıraktıkları kişiyi kurtarmak için bir başka teknenin hemen gitmesi gerektiğini söyler. Bu sözler üzerine köyün on altı yaşındaki delikanlısı Hans, kaptana doğru ilerlemeye başlayınca annesi oğlunun elini yakalayıp oğluna yalvarmaya başlar:
“Oğlum, lütfen gitme. Baban bundan on yıl önce bir deniz kazasında öldü,ağabeyin Paul ise üç haftadır denizden dönmedi, kayıp. Hans, senden başka kimsem yok, gitme oğlum.”
Hans annesinin yaşlı gözlerine bakarak şöyle der:
“Anne, gitmem gerek. Herkes, ‘Ben gidemem, bir başkası gitsin’ derse ne olur? Anne, bu kez görev sırası bende. Sıra geldiğinde herkes üstüne düşeni yapmak zorundadır.”
Hans, gözü yaşlı anasına sarılır ve gecenin karanlığından gözden kaybolur.
Bir saat kadar bir süre geçer, ama geçen bu süre acılı anneye bir asır gibi gelir.Sonunda tekne sisten çıkıp sahilden gözükmeye başladığında sahildekiler heyecanla tekneye seslenirler:
– “Kayıp denizciyi buldunuz mu?”
Cesur delikanlı heyecanla karadakilere seslenir:
– “Evet, bulduk. Anneme müjde verin. Kayıp denizci ağabeyim Paulmuş!”
-
The Net, 6 ocakta girmiş vizyona. İstanbul,Bursa,Ankara ve İzmir'de gösterimde sadece.
Seans bilgileri için: http://www.baskasinema.com/filmler/the-net
-
Deniz kızlarından bahsettikten sonra Homeros'un Odysseia Destanında Sirenleri anlatmasını es geçmemek lazım ;
Ulu Kirke dinledi beni, sonra şu sözleri söyledi bana:
-Demek her şey böyle böyle oldu bitti, şimdi kulak ver sen benim diyeceklerime, hep hatırlatsın bir tanrı sana bu dediklerimi:
Seirenlere varacaksın sen en önce, onlar büyüler yakınlarına gelen bütün insanları, kim yaklaşırsa bilmeden ve dinlerse onları, yandı, bir daha evinde onu ne karısı karşılar ne çocukları.
Seirenler onu çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler, çayırın çevresinde kemikler vardır, öbek öbek, bunlar kemikleridir etleri çürüyen insanların, büzük büzük durur kemiklerin üstünde deriler.
Durma orada yürü, arkadaşlarının da tıka kulaklarını, tatlı balmumuyla tıka ki, onların sesini dinlemesinler, istersen dinle sen, ama bağlasınlar ayakta seni,
hızlı geminin içinde iplerle bağlasınlar kollarından bacaklarından orta direğe, ondan sonra dinle Sirenleri doya doya.
Ama dostlarına yalvarır da, dersen ki ne olur iplerimi çözün, bağlasınlar onlar senin bağlarını bir kat daha sıkı. O böyle dedi, der demez altın tahtlı şafak göründü, ve Kirke, ulu tanrıça, yollandı adasının içine doğru.
Gemiye gittim ben de, uyardım arkadaşlarımı, haydi binin dedim gemiye, çözün palamarları. Onlar da hemen bindiler ve oturdular sıralara, başladılar kürekleriyle dövmeye kırçıl denizi.
Yelken şişiren bir yel saldı bize, iyi bir yoldaş, lacivert geminin ardından, güzel belikli Kirke, yaman tanrıça, insan sesli, bütün avadanlıkları yerli yerine koyduk ve oturduk,
rüzgarla dümenciler yönelttiler gemiyi.
O sıra seslendim arkadaşlara yüreğim acı içinde:
-Yalnız biriniz ya da ikiniz bilmiş, ne çıkar, ulu tanrıça Kirke’nin bana dediklerini,dostlar, bir bir anlatayım size, bilesiniz siz de her şeyi,
bakalım ölecek miyiz, yoksa kurtulacak mıyız kara kaderden.
Ne yapın yapın, tanrısal Seirenlerden sakının, dedi bana o, büyüleyen seslerinden sakının, dedi ve çiçekli çayırlarından, sen dinle dedi istersen, ama bağlasınlar ayakta seni, hızlı geminin içinde iplerle bağlasınlar kollarından bacaklarından, dedi, orta direğe, size yalvarır da, çözün iplerimi ne olur dersem, bağlayacaksınız beni o zaman bir kat daha sıkı.
Böyle dedim ve uyardım arkadaşlarımı.
(http://i.hizliresim.com/5Ll6aA.jpg) (http://hizliresim.com/5Ll6aA)
Bu arada gemimiz Seirenlerin adasına varmıştı bile, çünkü itici bir rüzgar esiyordu arkamızdan. Derken rüzgar düştü, deniz oldu çarşaf gibi, bir tanrı bütün dalgaları dindirmişti.
Yoldaşlarım kalkıp geminin yelkenlerini topladılar ve koydular koca karınlı geminin ambarına, sonra da cilalı kürekleriyle döve döve köpürttüler denizi.
O zaman ben tunç kılıcımla, iri bir mum peteğini parçaladım ufak ufak ve ezdim güçlü ellerimle, mum elimin altında yumuşayıverdi o saat, ve Yücelerin oğlu Güneş’in ışınlarıyla yumuşayıverdi.
Sırayla sürdüm mumu arkadaşlarımın kulaklarına, onlar da bağladılar kollarımdan bacaklarımdan beni sarıp orta direğe ayakta iplerle. Sonra oturup vurdular kürekleriyle kırçıl denize.
Geldiğimiz zaman yakına, sesin duyulacağı kadar, bi sıvışsak göz açıp kapayıncaya kadar şurdan, dedik, ama gözlerinden kaçmadı yalından geçen hızlı gemi, çınlayan sesleriyle hemen başladılar ezgiye:
-Gel buraya dillere destan Odysseus, Akhaların şanı şerefi, durdur gemini de duy bizim sesimizi.
Hiçbir vakit bir kara gemi buradan geçemedi durup dinlemeden ağzımızdan çıkan tatlı ezgileri, dinlerler doya doya, daha çok şey öğrenir öyle giderler.
Biliriz biz engin Troia’da olup biten her şeyi, Argoslularla Troyalılara tanrıların ne acılar çektirdiğini, biliriz biz ne olur ne biter bereketli toprak üstünde.
Güzelim sesleriyle onlar böyle diyorlardı işte ve dinlemek istiyordu onları benim gönlüm, kaşlarımla işmar verdim arkadaşlara, çözün dedim beni, onlarsa ha bire kürek çekiyorlardı, iki büklüm.
Perimedes’la Eurylokhos hemen kalktılar ayağa ve bir kat daha sıkı bağladılar bağlarımı. Az sonra epey uzaklaşmıştık Seirenlerden, artık duymaz olmuştuk onların sesini ve ezgilerini, o zaman çıkardılar kulaklarından balmumlarını yoldaşlarım, ve sonra geldiler çözdüler benim bağlarımı.
-
AMİRALİN SORDUĞU SUAL
Yakışıklı uniformaları içinde, donanma icin pek lüzumlu olduğu muhakkak olan Amiraller, bazen emretme ve neticeleri babında pek basit olmaktadırlar. Buna U. S. Donanmasında bir hadise dolayısıyla yakinen şahit oldum.
1916 senesi 29 Ağustosunda U.S. Menphis’te gemici idim. Güzel bir gündü. Ve gemimiz San Domingo körfezinde demirli olarak yatıyordu. Deniz sakin ve çarşaf gibi idi.
Guneş ve gemimizin akisleri denizde gayet parlak br şekilde görünüyordu. Herhalde denizin bu dayanılmaz cazibesi sebebiyle olacak ki, bazı arkadaşlar filika yarışına çıkmayı
teklif ettiler.
Takriben oğleden sonra üç sıralarında idi ki yarış başladı. O kadar heyecanlanmıştık ki, pek az sonra hepten unutmuştuk. Gemidekiler de coşkun seslerle yarışanları teşci ediyordu.
Bir anda deniz, hic belli etmeden bütün kuvveti ile kükremeye başladı. Dalgalar o kadar büyümüştü ki, filikalar devrilmeye başladı. Gemiciler sanki oyuncaktanmiş gibi sulara
dökülüyorlardı. Bizi bu hale getiren bir med dalgası olmuştu. O kadar ani olarak bastırmıştı ki, kimse ne tedbir alabilmiş; ne de mücadele edebilecek durumu elde edebilmişti.
Biraz evvelki neş’e ve huzurumuza mukabil, şimdi ortalık karışmış ve darmadağınık olmuştu. Ben, birkaç arkadaşımla birlikte Menphis’ten bir can filikası mayna etmiş ve kükremiş
denizden arkadaşlarımızı kurtarmaya çabalıyordum. Tam bu esnada gemi bizi geriye çağırmaya başladı.
Fakat ne mumkun...
Dalgalar o kadar korkunçlaşmıştı ki, gemiye dönmemiz imkansızlaşmıştı. Filikada bulunan mes’ul zabit bize açık denize doğru kürek çekmemiz icin emir verdi. Böylelikle azgın dalgalarla boğuşmanın mümkün olabileceğini sanmıştı.
Dört saat bu şekilde fırtına ile boğuşmakla geçti. Sonra fenere doğru gidebildiğimiz takdirde, sahile ulaşabileceğimizi düşündük. Fakat ilerlemek mümkün olmuyordu.
Gece olmuştu. Karanlık bütün korkunçluğu ile üzerimize çullanmıştı.
Birdenbire havayı delercesine filikalarımızdan imdat sesleri geldi. Yardım edememenin korkunçluğu karşısında, ölürcesine olduğumuz yere çakılı kaldık.
Bu arkadaşlarımız icin bir kurtuluş yolu olmadığını bilmek, çok berbat bir şeydi. Deniz hakkını alıyordu. Buna kimse mani olamazdı. Benim hissettiğim gibi, bütün herkes şu
anda bir farenin nafakasını temin icin, aslanla mücadele ederken duyduğunu, hissettiğine eminim.
Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Fakat şurası muhakkak ki, bu korkunc hadisenin tesiri ile herkes daha fazla bir kuvvetle küreklere asılmaya başlamıştı. Sahile ulaşmak arzusu
içimizde, denizin korkunçluğuna rağmen, daha fazla büyümüş ve son haddine ulaşmıştı.
Fakat korkunç bir dalga bu arzuyu kursağımızda bırakmaya azmetmiş gibi filikalarımızı devirdi. Ve bizi denizin kucağına attı. Allaha çok şükür olsun ki can yeleklerimiz vardı.
Tabii dört elle bu kurtarıcıya sarıldım.
Saatlerce böyle su üstünde kaldım. Etrafımı karanlıktan göremiyordum. Ses seda da gelmiyordu. Etrafta öyle bir sessizlik vardı ki,
Allah kimseye bilmeyi nasip etmesin.
Ses yalnız denizden geliyordu. Hem de ne ses ?
Kükrüyor, homurdanıyordu. Sanki doymamış gibi idi. Bu arada uniformamı üzerimden çıkardım. Üzerimde yalnız donum ve kurtarıcım olan can yeleğim kalmıştı. Tabii deniz de
bu vaziyette pek cazip değildi. Zira deniz kopek balıkları ile dolu olup, nereye gittiğimi de bilmiyordum. Tamamiyle denizin merhametine sığınarak, Allahtan yardım icin dua etmeye başladım.
Eminim ki “O” beni gorecek ve kurtaracaktı. Fakat saatler gectiği halde ne bir kara görünüyor ve ne de bir kurtarıcı yaklaşıyordu. Ümidim kaybolmaya başladı. Hayatım icin
mücadeleye başlıyor, fakat kuvvetimi çok geçmeden kaybediyordum.
Ölüm mukadderdi. Bu ara babamın sesi kulaklarımda çınladı. “Hayat olan yerde ümid de vardır.” O anda sanki bu ses uzaklardan ve denizin dibinden geliyor gibi geldi bana.
Bu sözü defalarca tekrarladım. Annem de sanki beni cağırıyordu. Halbuki şu anda benden 2.000 mil uzakta idi. Sonra öğrendimi ki tam o anda annem de kızkardeşime, “Sanki William beni çağırıyor, onu işitiyorum” demiş.
Bu hadisenin bugün izahı belki güçtur. Amma ayniyle vaki olmuş ve belki de denizin olagelmiş binlerce garip hadisesinden birini teşkil etmiştir.
Sanki günler geçmiş gibi idi. Henuz sabah olmamıştı ki, vücudum bir kara parçasına değdi gibi geldi bana.
Karaya ulaştım zanniyle kalbim hopladı. Kafam “acaba” diyordu. “Yanılmış olmayasın.” Her halde hayaldi bu. Fakat ellerim, evet ellerim bana ilk hakiki müjdeyi verdi.
Bu bir mercan kayası idi. Nihayet bir adaya varabilmiştim.
Alıştıkça, buranın bir hayli yuksek bir ada olduğunu gordum. Tırmanmak çok güçtü. Fakat insan boyle zamanlarda nelere muktedir olamıyor ki! Çalışıp çabalayıp nihayet
adaya tırmanmaya muvaffak olabildim. Yorgunluktan bitmiştim. Biraz dinlenip, yola tekrar revan oldum.
Nerede idim? Bilinmiyen bir istikamete doğru yürüyordum. Fakat hislerimin beni doğru olan yola doğru götürdüğüne emindim. Halen etrafta hayattan eser görünmüyordu.
Sanki çok uzun zamandan beri yalnız yaşıyordum. Ağır ağır ilerliyebiliyordum. Zira bir hayli yorulmuş ve yaralanmıştım.
Nihayet uzaktan bir ev görmek nasip olunca, ona doğru yoneldim. Bu bir kulübe idi. Eve iyice yaklaştığımda, adımlarım da sıkışıyordu. Sanki korkunc bir geceyi bir an evvel
bitirmek istiyordum. Kapıyı yumruklarcasına vurup bekledim. Gece hala karanlıktı, içerden bir kadın sesi geldi. Kapı açıldığında kadının yüzünde korkunçluk taşıyan bir ifade olduğunu gördüm. Vucudum yağla kaplanmış; oramda buramda yosunlar vardı. Tabii ki hala can yeleğim de sırtımda idi. Donum ise bir hayli çirkinlik arzediyordu.
Ona, bana yardım etmesini soylediğimde, başını sallayıp, ispanyolca bir iki kelime söyleyip, kapıyı yüzüme kapadı. O ingilizce ben de ispanyolca bilmiyorduk. Dışarda
kalmıştım. Tabii ki bu halimle kadını korkutmuştum. Geriye dönüp başka bir yol bulmaya calışmaktan başka bir şey kalmıyordu. Sendeleyerek, nereye gideceğimi bilmeden yürümeye başladım. Çok geçmeden bir fayton gördüm. Faytonu süren iyi bir adamdı. Bana, San Domingo adasında olduğumu ve şehre para almadan götüreceğini soyledi.
Faytonun içine şöyle bir uzanıp gozlerimi kapatınca, kendimi Cennetin eşiğinde sandım. Biraz sonra adam, sıcak bir şey isteyip istemediğimi sordu. Ancak başımı sallayacak
kadar kuvvetim vardı. Beni bir eve götürdü. Orada bir kadın çabucak bir kahve hazırladı. Allahım o ne lezzetli, nefis bir kahve idi. Sanki ab-ı hayattı. Bir kaç dakika sonra adam
beni “San Domingo City” deniz hastahanesine götürdü.
Orada “Menphis”in yarı harap olmuş vaziyette kayalara bindiğini oğrendim. Aynı zamanda donla, başka kimsenin giremediği bu ihtilalci memlekette bütün gece yürüdüğümü gene burada oğrendim. Diğer taraftan zehirli deniz kirpilerinin üzerinde yürümüş, bir şey olmamıştım. Zira bunları görmüş ve ellerimle ayaklarımdan dikenlerini söküp atmıştım.
Ben hastahaneye gidince, Amiral de orada idi. Üstumde hala can yeleği vardı. Amiral beni gorunce, şöyle bir süzdükten sonra “Hangi cehennemin dibinden geliyorsun” demez mi?
Dedik ya Amiraller bazen pek basit oluyorlar. Ben ona şu şekilde bir cevap mı vermeliydim, dersiniz ;
“Donanmaya dünyayı gürmek için girdiğimden, şöyle bir dolaşayım dedim, efendim! Ancak bu seferkini gemisiz yapmak mecburiyeti hasıl oldu.”
( Mart 1958 Deniz dergisi William SWANSON’dan ceviri )
-
Bir denizcilik forumunda bahsedilmesi gereken isimlerden biridir, Sait Faik Abasıyanık. Edebiyat olmadan herşey bir eksik. Okuyalım, hatırlayalım, öğrenelim.
SAİT FAİK ABASIYANIK'TA DENİZ İMGESİ...
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı Türk öykücülüğünün en tanınmış sanatçılarındandır. Öykülerinde konu ve olay önemli yer tutmaz. “Çehov tarzı” denen durum/kesit öyküsünün temsilcisidir. Kendine özgü şiirsel bir anlatımı vardır. İstanbul öykücüsü olarak tanınmıştır, öykülerinde İstanbul’u,
denizi, kıyıları, balıkçıları, kenar mahalleri ve doğasıyla işlemiştir. İstanbul’un değişik yerlerinde; kalabalıklar içinde,köprü altlarında, balıkçılar arasında; kısacası halkla birlikte yaşamıştır.
Kahramanlarının duygu, düşünce ve hayallerini verirken kendi bohem yaşamını, yalnızlığını anlatmış, yaşama sevincini işlemiştir.Öykülerinde çocukluk ve gençlik dönemi İzlenimlerini yaşatan Sait Faik‘in,
yalın bir dili vardır.
1906-1954 yılları arasında yaşamıştır. İlk ve orta öğrenimini Adapazarı’nda ve İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamlamıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki eğitimini yarıda bırakarak
isviçre’ye ekonomi öğrenmeye gitmiştir. Bir süre Fransa’da da kaldıktan sonra Türkiye’ye geri dönmüştür. Azınlık okulunda öğretmenlik, zahire ticareti gibi işlerde bulunduktan sonra babasının geliri ile Burgaz
Adası’ndaki köşklerinde yaşamıştır. (Bu köşk, şu anda Sait Faik Müzesi’dir.) Sait Faik Abasıyanık' ın basılan ilk yazısı "Uçurtmalar"dır.Onun Bursa gözlemlerini yansıtır.Bundan sonra yayımladığı "Yağma", ilk yazıdaki
gözlemlerinin devamıdır... Ona ün kazandıran hikayelerini Varlık Dergisi' nde yayımlamıştır. Sait Faik Abasıyanık, çok başarılı bir İstanbul hikayecisidir. Abasıyanık, hikayelerine kendi sıkıntı ve avarelikleri ile birleşen kadere küskün insanları konu edinmiştir. Ada ve deniz, balıkçılar, kırlar, hayvanlar, annesine olan sevgisi, çocuklara, kadınlara olan sevgisi, meyhaneler, kıyılar, sahil çalışanları, kıyı manzaraları hikâyelerinde büyük yer tutar.
ESERLERİ: Semaver, Sarnıç, Şahmerdan, Lüzumsuz Adam, Son Kuşlar, Havada Bulut, Havuz Başı,
Alemdağda Var Bir Yılan, Mahalle Kahvesi, Az Şekerli ( öykü ),Medar-ı Maişet Motoru, Kayıp Aranıyor(roman ),
Şimdi Sevişme Vakti ( şiir)...(1)
Kendisi hakkında çoğunlukla konuşmamıştır Sait Faik. Balıkçılar, Ada, balık türleri, deniz kıyıları, limanlar, kıyı işçileri, kuşlar, kıyı manzaraları,sohbetler ve küçük küçük anılar (özellikle siroz oluşu ve ölene kadar yaşadığı sıkıntısını az az hissettirmesi) Sait Faik otoportresini tamamlar niteliktedir. Neden Burgaz'a yerleşmiş ve ölene kadar daha çok da konularını (gerçek-hayali) neden buranın deniz manzaralarından üretmiştir? Siroz olup insanlardan kaçması, kimi hikayelerinde "insanlardan nefret ettiğini" söylemesi, kimilerinde de "bayrakları değil insanları sevdiğini" belirtmesi, onun paradoksu mudur, fiziksel hastalığının ruh yapısına da sirayet etmesi midir?
1954 yılında kendisiyle son röportajlardan birisini yapmış olan Gülen Erdal ile arasında geçen konuşmaya bakmamız gerekir...
Gülen Erdal: "Umumiyetle nerede ve nasıl yazarsınız?"
Sait Faik: "Hikaye yazmak için oturduğum hiç vaki değildir. Hikaye yazmak içimden gelmeli ve sonra oturup yazmalıyım. Hikayelerimi ekseri herkesin arasında, bir balıkçı kahvesinde ve evimde gece yarısından sonra
annem uyurken yazarım."
Gülen Erdal: "Niçin hep denizden ve balıkçılardan bahsedersiniz?"
Sait Faik: "Adada oturuyorum. Denizi pek çok severim, balıkçıları da öylesine. Balıkçı kahvesine gider
otururum.Oraya çeşitli balıkçılar gelir, ben onlarla ahbaplık eder, kayıklarıyla denize çıkar, onları avlamağa
çalışırım." (2)
Burada dikkat edilirse, onları (balıkçıları) avlamağa çalıştığını, yani konu malzemesi topladığını açıkça belirtiyor. O, deniz insanlarını yakından tanımış, ruh ve fizik yapılarını içine sindirmiş, sonrasında çevre izlenimleri arasında, kendi düşleri ve düşünceleriyle örerek; deniz ve denizle ilgili olan birçok şeyi, çok fazla da olay örgüsühavasında olmayan bir izlenim/durum/kesit aktarımı içinde kaleme almıştır...
İlk kitabı"Semaver-Sarnıç"ın ilk öyküsü "Semaver"de, sisli bir kış Haliç'ini, sandal iskelesini, anasının ölümü ve semaver/salep kazanı etrafında anlatır. (3) Bu ilk kitabıyla başlayan denizi veona ait/bağlıkelime/kavram/olay/durum/şahıs/mesleki çalışma alanlarını/denzi araçlarını/balıkları/kuşları ve adaları anlatma tutkusu daima sürmüştür...Semaver-Sarnıç'ta yer alan "Stelyanos Hrisopulos Gemisi" adlı öyküde, tuhaf kuşlar, ada rüzgarları, misina-çapari takımları, deniz gırgırları, balık ağı tamiri etrafında, Trifon ve dedesi Stelyanos'un
oyuncak gemi yapması anlatılır. Trifon, dedesinin kendine yaptığı gemiye, ölmüş ninesinin adını verecektir, ama dedesi duygulanıp ağlamasın diye, yapma geminin gövdesine, dedesinin kendi adını yazmasını ister.
Bu üç fülokalı gemi denize indirildiği gün, onaltı yaramaz çocuk tarafından taşlanarak batırılır.(4)
"Bir Kıyının Dört Hikayesi" adlı hikayede, ada sahiline yanaşan soğancı kayıklarını ve bunların çalışanlarını, sahildeki kedileri ve çocukları anlatır...Barbunyaların, isparilerin, balıkçı ağlarını parçalayan,
dalyanları bozan, yaşlı balıkçıları yutan bir ejderhanın ve bir balıkçı ölüsüne ilişkin anlatımların hikayede yer aldığını görürüz...(5) Aynı şekilde yaz tatilcileri,sahil kenarı kahveleri, garsonları ve yaşananlar (Garson adlı hikaye); fiyordlar, kanallar, limanlar, gece olduğundaki sakin deniz görüntüleri ve hayali olarak dolaşılan dünya denizleri şiirsel bir dille aktarılır (Robenson adlı hikaye): "Anlaşıldı, ben bayrakları değil,
insanları seviyorum. Öyle ise, yuvarlak dünyanın üstünden akıp geçen yıldızlara bakan vapurlarda ömrüm geçecek." dedirtir, Robenson hikayesinin yazar/kahramanına...
"Beyaz Altın" (6) adlı hikayede, kendisi gibi başka zenginleri tuzağa düşürüp malına mülküne el koyan
Eskicizade adlı bir şahsın portesini aktarır. Vurgun parasıyla su kenarlarında eğlence yapmayı seven bu adama,göl/dere manzaraları etrafında yer verir Sait Faik. Su kıyılarındaki eğlence yerlerinde yemeyi, içmeyi, eğlenmeyi
seven bu adam ölmeden önce beyaz altın adlı bir madenden takma diş yaptırır. Öldükten sonra gömüldüğü mezardan çıkartıldığında (çünkü mezar yerini değiştirmek gerekmiştir), ölüsü bulunamaz. Mezarlık, dişleri için açılmış,ceset çalınmıştır; kemikleri bile bulunamaz. Eskicizade, su kenarı köyünün sakinlerinin, kendi çevirdiği dolaplardan haberi olmadığını düşünmesinin cezasını böylece öder. Ama Sait Faik'in, burada yaşananlara bile, bir su kenarı kondurması, onun denizlerin parçası olan sulardan kopamadığını duyumsatır okuruna...
"Ormanda Uyku"da Kaşıkadası'nın değişik yönlerdenanlatılmasını, "Kim Kime"de, ölmüş kocasına yardım edilmeyen bir kadının, Kadıköy Vapuru'na kaçak binerek, sessiz ve trajik şekilde intihar etmesini
okuruz...(7-8) Plaj İnsanları, bir süre yaşadığı Granouble, Marsilya Limanı, deniz imgesi yönlü olarak bu hikayelere malzeme oluşturur.(9)
"Şahmerdan/Lüzumsuz Adam" (10) adlı kitabının, "Şahmerdan", Medar-ı Maişet Motoru'ndan (11) alınma "Kaşıkadası'nda"adlı bölünmüş/hikayelenmiş kısım, "Alt Kamara", "Bizim Köy Bir Balıkçı Köyüdür" adlı hikayeleri de,
Sait Faik'in yakından tanıdığı, gözlemleme olanağı bulduğu liman işçileri, tersaneciler, dalgıç eskileri ve bunların yokluk/işsizlik dönemlerinde çalışma ortamlarında yaşananlar, vapurların alt kamaralarında yolculuk eden
yoksul, silik, sessiz insanlar ve trajedik yaşamları, Kaşıkadası'nın balıkçı, tatilci,yazlıkçılarına ve balıkçılıkla uğraşan emek insanlarının başından geçenlere ilişkin aktarımları, sade bir dil ve Sait Faik'le özdeşleşen durumların resmedercesine anlatıldığı şekliyle okuruz...Şahmerdan'da demir portel, oksijen kaynakları, hamlacılar, denizciliğe
ait terimlerden "vira", "bando" gibi sözcükler eşlik eder manzaraya. Çalışmayan, arkadaşlarına şahmerdan'la yük çekme
sırasında destek olmayan iş savuşturucu Salih'in, komşusu ve daima savunucusu olmuş Abdurrahman'ın tekmesiyle denize
uçması, sinematografik bir aktarım ve gerilimle verilir...Deniz işçilerinin yaşam kesitleridir bunlar...
"Hişt Hişt"ten (13) bize seslenen kimbilir kimdir veya nedir? Deniz mi, çalılar mı, güneş mi, Ada mı, balıklar mı ya da gönlümüzün-ruhumuzun sesi mi? "Dülger Balığı"nda anlatılan canavar balık, çevremizdeki insanlar
olmasın sakın? Sait Faik'in yazdığı gibi: "Bir kere suyumuza alışmayagörsün. Onu canavar haline getirmek için hiçbirfırsatı kaçırmayacak" (14) mıyız sahi?
"Havuz Başı/Son Kuşlar" (15) kitabında, balıkçısını Bulan Olta" adlı bir öyküsü var. Bu öykünün adı,
bana Kafka'nın "Taşrada Düğün Hazırlıkları" adlı kitabından şu cümleyi hatırlattı: "Bir kuş, bir gün kafesini aramaya çıktı.." Aynı kitabında Sait faik, "Sivriada Geceleri"ni, "Barba Antimos"u anlatır bizlere,
denize dair meseller olarak.
Sait Faik, günlük konuşmalarında, elbette ki dost sohbetlerinde veya kısmen yazdığı yazılar veya kendisiyle yapılan röportajlarda, deniz tutkusunu hep söylemiştir. Bu dile getirme, onun yaşadığı hastalığı sonucu
gidip sığınmak zorunda kaldığı, ondan iyileşmeyi umduğu Burgazadası'nın, ona kazandırdıkları, yaşattıklarıdır. Belki Burgazadası yaşantısı olmasa bu kadar eser bırakamayacaktı, çünkü bütün bir varlığıyla, denizi ve ona ait imgeleri kuramayacak, yaşantı biçimi olarak özümseyemeyecekti! Günlük yaşantısından izlenim olarak, "Deniz Müzesinde"(16)
yazısını yazmış, hayata olan tutkusuyla denize olan tutkusunun bireşimini sergilemiştir...
Bütün bu hikayelerde Ali, Hrisopulos,Karahisarlı, Kravokiri, Abdurrahman, Salih, Reis, Mücahit, Odisya, Yakup,"Plajdaki Ayna"yı kıran deli aynacı ile "Karanfiller ve Domates Suyu"nun Adalı Kör Mustafa'sı,(12)
alt kamara mahkumları, adı bilinen bilinmeyen tiplemeler, Sait Faik'in, bu insanların çoğunu yakından tanıdığını anlatımlarda bize kanıtlıyor.Çünkü bu insanlar, hala aramızda yaşayan, salınan, gezinen, dolaşan, yiyen, içen,
evlenen, başları derde giren, kederlenen ve mutsuz olan, çoğu zaman kaderleri gülmeyen, "mutsuz çoğunluğu" anımsatıyor bize...
Bu tiplemeler, yine çoğunlukla, kıyı yerleşimlerinde, limanlarda, vapurlarda gözlemlenmiş gerçek kişilerdir. Başka canlı varlık türleri; deniz altı ve kıyı kenar otları, yeşillik ve çiçekleri olarak manzarayı tamamlar.
Kıyılardaki kedi ve köpekler, balıkçı nimetlerinden pay bekleyen yaratıklardır. Nimetler ise, her türlü deniz varlığı olarak yan tip aktarımı şeklinde sıralanır...Kuşlar, türlü türlü kuşlar manzarayı tamamlamakta geç kalmaz.
Sait Faik, çeviriler yapmış,şiir de yazmıştır. Bunlar, "Şimdi Sevişme Vakti" (17) adlı kitabında biraraya getirilmiştir.
Yalnız, bu şiirlerini kendisi fazla önemsememiştir. "Hikayeleri şiirleştireceğime, şiirin hikayesini yazarım,"
dediği bilinmektedir, yakın çevresine. Böyle bile olsa, biz onun şiirlerinde geçen deniz imgelerine bakalım:
"Seni seviyor
Bu Adriyatik dalgalarına,
Gemilerin yelkenlerine sardığım kalb." diyor, "Sicilya Ormanları" (18) adlı şiirinde. Adeta denize olan tutkusunu, hayalinde canlanan aşkıyla özdeşleştirerek...
"Ceylan-ı Bahri" şiiri, olduğu gibi, deniz üstüne bir güzellemedir:
"Neremden geliyor bu sevinç?
Sana baktıkça çocuğum:
Maviliklerin, badem ağaçlarının,
metruk havuzların, kurbağa seslerinin
Güzelliğinim
İskele çımacısının altın yüreğini...
Gelecek bir sabah vakti, güneşten;
-Derin elemlere rüzgar-
Bastonunda kış armutları asılı
Küpeştesinde ekmek ayvaları,
Kirli yelkenine fırtınalar sarılı
Kavunlarda sulh ve sükun
Halatlarında mesut sahillerle
Bir ceylan-ı bahri."
"Şimdi Sevişme Vakti" adlı şiir kitabında, sait Faik'in denizle ilgili şu imgeleri de çokça görülüyor:
"akıntı, kayıklar ve gelip geçen"; "Büyük bir sandal/-Akıntının içinden çekip-"; "Sana koşuyorum bir vapurun içinden/
Ölmemek, delirmemekl için..."; "Napoli, beyaz şehir,/Venedik' te gondollar geziyor../../Napoli, güzel balıkçı"; "Vapurun dümen yerinde çaldığım ıslık/Yağmurlu güvertedeki Türküm,/Sana yaklaşmaya vesiledir/ Yoksa canım, seni unutmak için değil."
"Senden bahis açılmadıkça susmak isterim./Senden bahis açmaya vesiledir/Kınalıada, vapur, deniz, yunus.";
"Ben hikaye yazarken
Kafamdaki insanlar
Balığa çıkarlardı" demesi bile, ne denli deniz tutkunu olduğunu, görmemize yeter sanırım...
KAYNAKLAR*:
Yılmaz Arslan çalışması
1.) Sait Faik, "Sait Faik Kaynakçası/Bitmemiş Senfoni"; Bütün Eserleri-15, Bilgi Yay.*
2.) Sait Faik, "Balıkçının Ölümü/Yaşasın edebiyat", Bütün Eserleri-9, s.269-270
3.) Sait Faik, "Semaver/sarnıç", Bütün Eserleri-1, s.9-13
4.) age, s.14-23
5.) age, s.29-35
6.) age, s.141-156
7-8)age, s.177-192
9.) age, 193-229
10.)Sait Faik, "Şahmerdan/Lüzumsuz Adam", Bütün Eserleri-2
11.)Sait Faik, "Medar-ı Maişet Motoru", Bütün Eserleri-3
12.)Sait Faik, "Mahalle Kahvesi/Havada Bulut", Bütün Eserleri-4, s.15-23 ve 46-49
13.)Sait Faik, "Alemdağ'da Var Bir Yılan/Az Şekerli", Bütün Eserleri-7, s.71-74
14.)age, s.75-79
15.)Sait Faik, "Havuz Başı/Son Kuşlar", Bütün Eserleri-6,s.166-169,170-174,183-195
16.)Sait Faik, "Açık Hava Oteli/Konuşmalar Mektuplar", Bütün Eserleri-10,s.58-61
17-18.) Sait Faik,"Şimdi Sevişme Vakti", Şiirler, Bütün Eserleri-13, muhtelif sayfa ve şiirlerden alıntı...
* BİLGİ YAYINLARI, Bütün Eserleri...
-
Sait Faik Abasıyanık ve Cevat Şakir Kabaağaçlı denize olan ilgimi farketmemi sağlayan,Bütün eserlerini okuduğum yazarlar.Çok guzel bir derleme olmuş.Teşekkür ederim.
Bursa Erkek Lisesinde okuduğunu zannediyordum.?
-
Haklısınız, o kısım eksik kalmış, bildiğim kadarı ile, İstanbul Erkek Lisesinden atılmış lise eğitimini Bursa Erkek lisesinde tamamlamış.
-
Kaan, çok teşekkürler.. Keyifle okudum..
-
Cevat Şakir- Zeyyat Selimoğlu- İhsan Oktay Anar ve Sait Faik bu ülkenin "sivil" deniz insanlarını anlatır. Zanaatkârlar, emekçiler, düşünürler ve sokaktaki insanlar. Sait Faik'in diğerlerinden fazlası ve cezbedici olan tarafı anlattığı İstanbul ve Adalardır. Barış içinde bir ortak yaşam vurgusu ile deniz sevdası bir arada içine çeker okuyanı.
Her nedense Sait Faik- George Moustaki- Dallaras- Panait İstarti- Amin Malouf hep bir aradalarmış gibi gelir bana. Sanki hepsi ve her biri aynı hikayeyi anlatırlar.
-
Bence İhsan Oktay Anar'ı saymamak lazım abi. Çok beğendiğim bir yazar olmasına karşın ve muhakkak denize çok hakim biri olmasına karşın, edebiyatı açısından pek onlarla bir sayılamaz gibi geliyor bana.
-
Yelken-tekne işiyle benzeştiririm hep.
Ah mine'l-aşk ve mine'l-garaib
-
Hazır konusu açılmışken pek te bilinmeyen bir kitabı hatırlatmak istedim.Çok özel edebi anlamlar yüklemese de Ahmet Mithat efendinin " Sayyadane Bir Cevelan" adlı kitabı bize tekne ile yapılan ve Beykozdan başlayan ve İzmitte sonlanan 4 günlük bir hikayeyi anlatır.
Okumamış olanların bilgisine sunarken kitabın tanıtım notunu da ekleyeyim.
"Keyfim" Kız Kulesi'nden Marmara'ya doğru açılır açılmaz denizin gözlerimizin önünde seriliveren genişliği ile içimizi dolduran zevki sessizlikle geçirmek mümkün müdür? Gerek romanlarımızda, gerek seyahatlerimizde böyle İstanbul'dan Marmara'ya çıkışı, birçok defa tasvir etmiş isek de her defasında başka türlü gözlemler ve bu yüzden de başka türlü duygular ortaya çıktığından bu defaki tasvirler daha öncekilere benzetilemez.
Evet! Boğaziçi de pek güzeldir. Bunu kim inkar edebilir? Hele Boğaziçi'ni ilk defa görenler şaşkınlıklarından bayılacak derecelere gelirler. İstanbullulardan bile uzun süre Boğaziçi'ni görmemiş olanlar, ona kavuşuverince solumaya başladıkları o serin ve temiz havaya doyamıyorlarmış gibi sık sık, büyük büyük, bol bol nefes almaya başlarlar.
Tanzimat'tan sonra başlayan halkı eğitme, halkın kültür düzeyini yükseltme uğraşının en önemli sanatçılarından biri olan Ahmet Mithat Efendi, Sayyadane Bir Cevelan'da gezi edebiyatımızın ilk ve önemli örneklerinden birini vermiştir.
Ahmet Mithat Efendi, dostları İzzet Paşa, Müfit Paşa, Nahit ve Eşref beylerle birlikte, Beykoz'dan başlayarak İzmit Körfezi'ne kadar uzanan bir deniz seyahati için Keyfim adlı kotrayla yola çıkarlar. Tavşancıl taraflarında karaya çıkarak keklik ve bıldırcın avlayacak, bu seyahat için bazı külfetleri göze alacaklardır.
Dört gün süren bu yolculuk, bütün ayrıntılarıyla ve eğlenceli bir dille anlatılırken, tarihi bilgilerle, efsanelerle süslenerek ilgi çekici bir üslupla aktarılmıştır.
(Tanıtım Bülteninden)
-
Hiç bilmiyordum abi. Sağolun.
-
2008 yılında bir etkinlik serisine başladık: 'bize deniz ozanı gerek!'
Altı edebiyatçı seçtik, Yaşar Kemal, Sait Faik, Cevat Şakir, Orhan Veli, Cemal Süreya ve Can Yücel.
Benim için yaptığım en heyecan verici projeydi. Amaç basitti, soru netti; deniz olmasa olur muydu?
(http://sth.org.tr/sites/default/files/b4.jpg)
Sait Faik ve Yaşar Kemal kaldı hayata geçmemiş. Burgaz'da Sait Faik, Menekşe'de Yaşar Kemal.
Kimbilir, belki son ikisinde hep beraber oluruz.
Deniz olmasa onlar nasıl olurdu bilmiyorum ama onlar olmasa ben ben olmazdın, onu biliyorum...
-
Cevat Şakir KABAAĞAÇLI (1890-1973)
1890'da Girit'te doğdu. Babası tarihçi, yazar, vezir Mehmet Şakir Paşa'dır. Çocukluğu babasının elçilik yaptığı Atina'da geçti. İlk öğrenimini Büyükada Mahalle okulunda orta ve liseyi Robert Kolejinde 1907'de tamamladı. Yüksek öğrenimini İngiltere’de Oxford Üniversitesi Yeni Çağlar Tarihi Bölümü’nde tamamladı. 1913’te evlendi ve İtalyan eşiyle bir süre İtalya’da yaşadılar. Bu sırada resim dersleri aldı, İtalyanca ve Latince öğrendi. 1914’te tabancasından çıkan bir kurşunla babasının ölümüne neden oldu. 14 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezasının yedi yılını çektikten sonra yakalandığı verem hastalığından ötürü affedilip tahliye edildi. İstanbul'da Resimli Ay ve İnci gibi dergilere yazılar yazdı; kapak resimleri, süslemeler, karikatürler çizdi. Zekariya Sertel ’in çıkardığı Resimli Hafta ’da Hüseyin Kenan takma adıyla yazdığı “Hapishane İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler” adlı öykü yüzünden Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve Bodrum’da 3 yıl sürgün cezasına çarptırıldı (1925). Bir buçuk yıl sonra cezası affa uğrayınca İstanbul’a dönmedi, çok sevdiği Bodrum’da kaldı. 1947'de İzmir Karataş'a yerleşerek hayatını gazetecilik ve turist rehberliğiyle kazandı. 1973'te kemik kanserinden İzmir'de öldü. Vasiyeti üzerine Bodrum'da gömüldü.
1926'dan sonra deniz hikâyeleriyle tanındı. Konularını Ege Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi kıyı ve açıklarında gelişen, denize bağlı olaylardan çıkardı. İçinde yaşadığı, en küçük ayrıntılarına kadar bildiği hür ve asi denizi, kaderleri denizin elinde olan balıkçıları, dalgıçları, sünger avcılarını ve gemileri zengin bir terim ve mitologya hazinesinden güçlenerek, denize karşı sonsuz bir hayranlıktan gelen şiirli, yer yer aksayan, ama sürükleyip götüren bir anlatımla hikâye ve romana geçirdi. Cevat Şakir Bodrum'da yaşadığı dönemde arkadaşları ile ilk Mavi Yolculuk fikrini ve uygulamasını gerçekleştirmişlerdir. Bu mavi yolculuklarda yanlarına aldıkları şeyler: Peynir, su, istanköy peksimeti, tütün ve rakı idi. Mavi yolculukta gazete okumaz radyo dinlemezlerdi. Amaç dünyadan kaçmak ve medeniyetten uzak olarak kafayı dinlemektir. Haftalarca denizde kalınır sadece acil ihtiyaçları temin etmek için karaya çıkılırdı. Yazı ve düşünceleriyle Azra Erhat gibi döneminin önemli aydınlarını etkilemiş bir kişi olarak, çeşitli dillerden yüz kadar da kitap çevirmiş olan ve kendi eserlerinin sonraki baskıları yapıla gelen Halikarnas Balıkçısı'na Kültür Bakanlığınca 1971 Devlet Kültür Armağanı verilmiştir.
Yapıtları:
Öykü:
Ege Kıyılarından / 1939
Merhaba Akdeniz / 1947
Ege'nin Dibi / 1952
Yaşasın Deniz / 1954
Gülen Ada / 1957
Ege'den / 1972
Gençlik Denizlerinde / 1973
Parmak Damgası / 1986
Dalgıçlar / 1991
Gündüzünü Kaybeden Kuş deniz Gurbetçileri Aganta Burina Burinata / 1945
Ötelerin Çocuğu / 1956
Uluç Reis / 1962
Turgut Reis / 1966
Deniz Gurbetçileri / 1969
Anadolu Efsaneleri / 1954
Anadolu Tanrıları / 1955
Anı:
Mavi Sürgün / 1961
İnceleme:
Anadolu'nun Sesi / 1971
Hey Koca Yurt / 1972
Merhaba Anadolu / 1980
Düşün Yazıları / 1981
Altıncı Kıta Akdeniz / 1982
Sonsuzluk Sessiz Büyür / 1983
Çiçeklerin Düğünü / 1991
Arşipel / 1993
ALABANDADA
Saç maşası satan adam, güverte yolcularına ait sancak kıç omuzluğunun alabandasında dinelmiş, bağıra bağıra mallarını övüyordu.Günün son turuncu ışığı sönmek üzereydi.
Denizin mavisi koyulaşmıştı. Dalga başlarında; çakmak çakılıyormuş gibi, turuncu kıvılcımlar uçuyordu. Ufkun üzerinde parıldayan akşam yıldızı; gökte bir gülüştü. Saç maşası satıcısının yüzünün yarısı turuncu, yarısı açık menekşeydi. Adam doğrusu, söz gücüyle satıyordu.
Sözler burgaçlanarak ve köpürerek, ağızdan çağlayan halinde akıyordu. Çevresinde halka olmuş çoğu erkekler, ağızlarını açmış dinliyorlardı. Satıcının anlattığına göre, gözü karda değildi.
"Kar" mı? Ne gezer efendim! Hatta zararına satıyordu. Kadınların en güzellerine saç maşası sağlamak üzere, işte, vapura binip diyar diyar gurbette geziyordu. Onları satmayacak, hediye edecekti.
Kendisi, abur cubur satan bir işportacı değildi. Haşa efendim! Ona, yüksekten gelen bir ses, "Yürü ya kulum! Git de maşaları bu güzellere sat!" diye seslenmişti. O da bu emir üzerine yola çıkmıştı. Maşaları, her birinde on kuruş zararla yirmi kuruşa hediye ediyordu. Zaten her isteyene hediye etmeyecekti. Çünkü elinde topu topu on beş tane kalmıştı. İsteyen alır, istemeyen almazdı. Yapacağı iş, sadece onlara almak fırsatını vermekti.
Satıcının dört yanında kalabalık halinde halka olmuş erkekler arasında, yalnız iki dişsiz ihtiyar kadın vardı. Adam konuştukça ara sıra birbirlerinin yüzüne bakıp gülümsüyorlardı. Erkeklerin bazıları alaylı alaylı bakıyordu, bazıları kaşları çatık, ciddiyetle dinliyorlardı.
Yalnız, halka dışında, gemi alabandasında, şiltelerini sererek bağdaş kurmuş kadınlar tepeden tırnağa göz kulak olmuşlardı. Adamın yanında toparlak yüzlü bir kadın oturuyordu. Oradan geçen bir Laz gemicinin deyimiyle, "kadının sancak tarafının saçları maşalarla kıvırcık kıvırcık edildiği için dalgalı; iskele tarafının saçları bonazza, yani dümdüz"dü.
Gezgin satıcı maşaların bu marifetine işaret ediyordu. Permanat için gidip boşu boşuna bir sürü para vermemelerini, çünkü o maşalarla saçların istenildiği gibi kıvırcık ve bukle edilebileceklerini söylüyordu.
Alabandada oturanlar arasında iki çift de vardı. Sabahtan beri birbirlerine "mahsullerinin" nasıl olduğunu, havayı, yağmuru, kurağı tekrar tekrar sorup cevaplandırdıktan sonra, artık söyleyecekleri sözleri kalmamıştı.
"Bukle" sözünü duyunca, bu sözcüğün "u"sunu "o" çevirerek gevrek gevrek gülüşüyorlardı.
Saçlarının yarısı kıvırcık, yarısı düz olan kadın, sözümona utanıyormuş gibi, başını bir eğiyor, bir de sağa sola çeviriyordu. Amacı saçlarını dört yana göstermekti.
Tezkere alarak köylerine dönmekte olan iki er, yavukluları için birer maşa aldılar.
Satıcı oradan ayrılınca, dört beş kadın da teker teker giderek birer maşa aldılar.
Alabandada şiltelerin üzerine bağdaş kurmuş da maşayla ilgilenmemiş olanlar arasında otuz beş yaşlarında, köy öğretmeni bir kadın vardı. Biraz önce annesinden fena halde dayak yemiş olan sekiz yaşlarında bir yaramaz oğlanı avutmaya uğraşıyordu. Çocuk, "Bu vapur on para etmez, babamın upuzun direkli yelkenli bir gemisi var," dedi. Bu sözlerinin öğretmen kadında ne etki yaptığını anlamak için, ona dikkatli dikkatli baktı.
Öğretmen, elinden geldiği kadar hayret ve hayranlıkla, "Ah, ne güzel," dedi.
Oğlan, "Onun sahici direği, beyaz yelkeni var; bu kara kara tüten pis baca gibi değil," diye ekledi.
Çocuk devamla, "Biz babamla Amerika'ya giderken balık tutarız. Bu vapur kadar balıklar!.."
Sözlerinin öğretmeni etkilediğini görünce heyecanlandı...
Öğretmen, çocuğun her söylediğine inanıyor gibi yapıyordu.
Oğlanın gözlerinde, şanlı işler görenlere özgü bir gurur parladı ve konuşmasını sürdürdü: "Gemi giderken biz hep rakı içeriz. Bardakla değil, doğrudan doğruya şişelerden içeriz. Şişeleri bir mil uzağa atarız. Şişeler batar, hiç çıkmaz..."
Öğretmen, "Aman ne güzel!" diyerek ellerini çırptı.
Bu kez çocuk, "Bu peri midir, melek mi?" diye düşünerek, öğretmene hayranlıkla baktı.
Kadın, cebinden bir avuç antepfıstığı çıkararak çocuğa verdi, "Rakım yok ama, bak, bunları ben tuzladım. Belki hoşuna gider," dedi.
Küçük, yarı çekingen yarı hayran, fıstıkları yemeye koyuldu.
Oğlan, doğrusu pek erken yaşında, kadın kısmının entrika ve tuzaklarına uğruyordu. Fıstıkları çiğnerken göz ucuyla kadına baktı. İşte bu kadın, o akşamın pembeleşen ışığında gül gibiydi; gülümsüyordu. Annesi gibi çatık kaşlı ve yaygaracı değildi.
Oğlan kadına, "Sen evli misin?" diye sordu.
Öğretmen, "Hayır," karşılığını verdi.
Oğlan memnun oldu, "Ben büyüdüğüm zaman," dedi.
Kadın elini sallayarak, "Ona daha çok vakit var," dedi.
Çocuk, "İyi ya! Ben büyüdüğüm zaman seninle evleneceğim," dedi.
Öğretmen, güle güle çocuğa sarılarak öptü.
"Aman çok hoş olur. Aman seni sözüne bağlı tutmayayım bari. Belki o zamana kadar fikir değiştirirsin," dedi.
Çocuk, "Ben büyüdüğüm zaman çok param olacak. Bir beygirim olacak, bir de tüfeğim... Aslan kaplan avlayacağım. Sabahtan akşama kadar dondurma, elmaşekeri ve kurabiye yiyeceğim," dedi.
Öğretmen, "Hiç korkma, onları ben yaparım," diye cevapladı.
Öteki, "Elbette yaparsın, birlikte yiyeceğiz... Kırk tane oğlum olacak. Onlarla birlikte oynayacağım. Ama bak kız çocuk istemem!"
Bunlar böyle konuşurken, iki üç adım ötelerinde Denizci Davut alabandaya dayanmış, bir denize bakıyor ve sonra gözlerini yukarıda, birinci mevki güvertesinin parmaklığına göğsünü yaslayarak ihtiyar ikinci kaptanla görüşen genç kıza çeviriyordu. Delikanlı öylesine hayranlıkla bakıyordu ki; kızı dönüp kendisine bakmaya zorluyordu.
Kız ona bakınca göz göze geliyorlardı...
Davut, gözbağıymış gibi, kızın bakışını tutuyordu.
Gözler birbirine bağlanıyordu.
İkinci kaptan, önemli bir şeyin olmakta olduğunu anladı.
Denizcinin gözünde ne merhamet, ne de arzu vardı. Fakat bunlardan çok daha derin ve engin bir şey vardı. Davut kızı, kendisini kabul etmeye zorluyordu. Bir güverte yolcusu, bir fukara olduğu için değil, fakat o kız gibi bir insan olduğu için, denizcinin bakışının kızın en önemli tellerini titretmekte olduğunu yaşlı kaptan sezdi ve bir bahane ile kızın yanından ayrıldı. Kısa bir an için de olsa, bu iki insan, aynı türden iki yaratık olduklarını anladılar. İki kuş gibi, ayrı dallarda oturup birbirlerine bakıyorlardı.
Deniz seyahati her insanı az çok, görenek zincirinden ve her günkü hayat çemberinden dışarı fırlatır ve insan gönülleri arasında sempati akıntısı dolaştırır.
İnsanlar gemiye, birbirlerinin yabancısı olarak binerler. Aradan bir iki gün geçince, yabancılık duygusunun çoğu ortadan kaybolur. Şehirde ise birkaç es dost dışında insanlar yabancı olarak doğdukları gibi, yabancı olarak yaşar ve yabancı olarak da ölürler...
Birdenbire Davut gülümsedi. Kız da gülümsedi.
Bu, yabancılığı bir kenara atmak, tanışmak ve birbirini kabul etmekti.
Belki de, aralarında geçen şeyde cinsellik farkının -yani birisinin erkek ve ötekinin dişi olmasının- payı vardı.
Aralarında, gözle görülmez kudretli bir bağ oluşmuştu. Bu bağ sınıf, zenginlik, fukaralık gibi yeryüzünün bir sürü engellerini aşıyordu.
Bir an için Davut'un gözü kızın dudaklarına ve göğsüne indi.
Kadının, farkına varmadan göğsünü kabartışı, bir "kendini veriş"ti...
Yaşlı ikinci kaptan, salonun merdivenlerinden inerken, gemi katibine rastgeldi. Nedenini bilmeden ona, "İnsan ne anlaşılmaz şey yahu!" deyip geçti.
Katip, "Acaba bizim moruk aklını mı oynattı?" diye düşünerek başını sallayıp işine gitti.
Tezkere alıp köye dönerken yavuklularına saç maşası almış olan erler, çocuğa bir avuç antepfıstığı vermiş olan köy öğretmeni kadın, Denizci Davut ve birinci mevkideki kız, artık ölünceye kadar, gelip geçen o kısacık anı unutamayacaklardı.
Ciddi ve önemli saydıkları bir anıyla dolu olan varlıklarına, bu ufak tefek şeyler, sanki cennetteki meleklerin geçer ayak gönüllerine düşürmüş olduğu gülümsemelerdi...
Cevat Şakir KABAAĞAÇLI
-
Hazır konusu açılmışken pek te bilinmeyen bir kitabı hatırlatmak istedim.Çok özel edebi anlamlar yüklemese de Ahmet Mithat efendinin " Sayyadane Bir Cevelan" adlı kitabı bize tekne ile yapılan ve Beykozdan başlayan ve İzmitte sonlanan 4 günlük bir hikayeyi anlatır.
Okumamış olanların bilgisine sunarken kitabın tanıtım notunu da ekleyeyim.
"Keyfim" Kız Kulesi'nden Marmara'ya doğru açılır açılmaz denizin gözlerimizin önünde seriliveren genişliği ile içimizi dolduran zevki sessizlikle geçirmek mümkün müdür? Gerek romanlarımızda, gerek seyahatlerimizde böyle İstanbul'dan Marmara'ya çıkışı, birçok defa tasvir etmiş isek de her defasında başka türlü gözlemler ve bu yüzden de başka türlü duygular ortaya çıktığından bu defaki tasvirler daha öncekilere benzetilemez.
Evet! Boğaziçi de pek güzeldir. Bunu kim inkar edebilir? Hele Boğaziçi'ni ilk defa görenler şaşkınlıklarından bayılacak derecelere gelirler. İstanbullulardan bile uzun süre Boğaziçi'ni görmemiş olanlar, ona kavuşuverince solumaya başladıkları o serin ve temiz havaya doyamıyorlarmış gibi sık sık, büyük büyük, bol bol nefes almaya başlarlar.
Tanzimat'tan sonra başlayan halkı eğitme, halkın kültür düzeyini yükseltme uğraşının en önemli sanatçılarından biri olan Ahmet Mithat Efendi, Sayyadane Bir Cevelan'da gezi edebiyatımızın ilk ve önemli örneklerinden birini vermiştir.
Ahmet Mithat Efendi, dostları İzzet Paşa, Müfit Paşa, Nahit ve Eşref beylerle birlikte, Beykoz'dan başlayarak İzmit Körfezi'ne kadar uzanan bir deniz seyahati için Keyfim adlı kotrayla yola çıkarlar. Tavşancıl taraflarında karaya çıkarak keklik ve bıldırcın avlayacak, bu seyahat için bazı külfetleri göze alacaklardır.
Dört gün süren bu yolculuk, bütün ayrıntılarıyla ve eğlenceli bir dille anlatılırken, tarihi bilgilerle, efsanelerle süslenerek ilgi çekici bir üslupla aktarılmıştır.
(Tanıtım Bülteninden)
Kitabın bir yerinde yüklü bir iş yelkenlisiyle takışıp yarışmaları anlatılır.Ayrıca dönüşte Beykoz'a nasıl volta volta çıkılabileceğiyle ilgili çok güzel açıklamalar var.Bulabilirseniz geçmişten çok güzel kesitler sunan bir kitap.
-
Verdiğiniz emek için çok teşekkürler. :)xx
-
Şu hali ile bu forumdan çok keyifli bir kitap çıkar..
Aklımda şöyle bir proje var.. Bir sayısal kitap düşünün. Ancak sayfa numarası, indeksi , içindekiler bölümü yok.. Her açtığınızda deniz ile ilgili başka bir konu çıkıyor. Kimi zaman bir hikaye, kimi zaman bir seyir anısı kimiz zaman denizcilik için önemli birşeyler.. Okuduğunuz sayfalar ayrıca kayıtta tutuluyor. Her açtığınızda yeni bir sayfa.. Ta ki bitene dek.. Nasıl fikir?
-
Kaan Abi,
“ Sayyadane bir cevelan” kitabını sayenizde öğrendim. Kitabı sipariş ettim cumartesi alıp okuyacağım hemen. Çok teşekkürler. Diğer Reislerin bahsettiği yazarlara ilaveten; Cem Gür’ün de sözünü ettiği öykücü Zeyyat Selimoğlu, özellikle profesyonel gemici portrelerini ve denizi o kadar güzel anlatmış ki okurken müthiş keyif veriyor. Hele şu aşağıdaki hikaye “Kayıkevi” konusunda çok güzel gider diye düşünüyorum. Hikaye “Kıçüstünde Toplantı” kitabından. “Davlumbazda” isminde.
Haliç’i bu saatte görmemişiz hiç. Sabah şafak vakti ya da biraz daha sonra. Köprü dubalarının açıldığı saat. Biz dubaların arasından geçip uzun bir süre İstanbul’u göremeyeceğiz. Başka yerleri görmek isteğinin içimizde çöreklendiği günler. Yolculuk delisi Ermeni arkadaşım Ohannes ile geminin davlumbazında sırtlarımız küpeşteye dayalı, kalafat yerine sıralanmış, gemileri gözden geçiriyoruz. Kömür kokuları doluyor burnumuza. Bacadan fırlayarak çıkıp savrulan, döne döne havada dağılıp giden, külhanlarda yanmaktan nasılsa kurtulmuş ufak tanelerden yayılan koku bu. Güzel bir koku. Sabahın bu ıslak serin saatinde daha bir etkili oluyor. Yıldızlardan bir kaçı sönmekten kurtulmuş gibi, göğün ötesinde berisinde henüz. Sinsi bir komandolar gemisi miyiz ne? Öylesine sessiz ilerlememiz. Aslında sessiz olan bütün Haliç. Bütün İstanbul bu saatte.
Çıt çıkmıyor kalafat yerinden. Ortalık uykuda. Kaldırıp ağır bir şey atsak suyun içine, sanki çıkardığı sesten bütün İstanbul ayaklanacak. Bütün gün kıyılarda sac levhalara, demirlere kıyasıya inen çekiçler, varyozlar, havada asılı kalmış sanki. Başlamak için emir bekliyor gibiler. Yan yana sıralanmış şileplerin bir ikisinin bacasından ince ak bir duman çıkıyor. Uykulu bir duman bu, gözlerini oğuşturur gibi çıkıyor bacalardan. Gemileri yürüten türden bir duman değil. Olmasa da olur sanki. Daha ötelerde kıyı boyunca sıra sıra mavnalar, kara, dolgun etli balinalar gibi. Doklar da uykuda. Bir numara, iki numara, üç numara… Bütün havuzlar sessizlik içinde. Kaynak makinelerinin parıltıları gemi bordaların yalazlamıyor henüz.
Ohannes o çok sevdiğim düşünür edeasıyla konuşuyor:
- Gözünü sevdiğimin, sevmek gerek böyle şeyleri. Bu katran kömür kokularını, denizlerin kenarını, mavnaların ziftli bordalarını, geceden sabaha geçişi. Yoksa bunları sevmekten başka ne kalır adamın elinde? Şimdi şu alaca karanlığı göremeyen, yataklarında sırtüstü, ağzı açık horuldamakta olan adamlara ne acıyorum bilsen. Birini omuzundan silkip uyandırsam , ulan desem, Haliç’te sabah nasıl olur bilir misin? Gök, karadan laciverte, lacivertten maviye, maviden açık maviye nasıl geçer, hiç gördün mü bakıp da? Yoksa böyle ha babam horuldadın mı yatalak herif? Yaşamak bunları sevmek değil mi gözünü sevdiğim?
…
-
Harika, katkılar.
Lütfen, devam ediniz. Ruhumuz daha bir aç.
-
SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR
Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine
çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin
nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat
etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...
Sen. Normandiya'daki ana ve Ukranya'daki, sen Frisko ve Londra'daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi' deki
ve Hamburg ve Kore ve Oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden
yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:
HAYIR deyin!... Analar, HAYIR deyin!...
Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:
Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut
kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri
öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi
rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.
Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük
çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.
Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde
ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.
Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda
donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.
Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.
Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak
ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek,
ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş
bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak,
ufalanacak.
Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız
ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları
ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç
soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar
arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek,
duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.
Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.
HAYIR demezseniz!...
Wolfgang BORCHERT
-
19. Yüzyılın sonlarında Osmanlı’da doktorluk yapmış Şerafettin Mağmumi’nin seyahat anılarını içeren “Anadolu ve Suriye’de Seyahat Hatıraları” kitabından (Cedit Neşriyat 2010) bir kesit paylaşmak istiyorum. Dr. Şerafettin, Bandırma’da geçirdiği on üç günü anlattığı bölümde kısa bir deniz yolculuğu da anlatılıyor. Bandırma’ya 1894 yılının teşrin-i saninin ( Kasımın) yirmi yedisinde bir Çarşamba günü geliyor. 4-5 gün sonra bu deniz yolculuğuna çıkıyor. Sanki pastırma yazı gibi bir dönemi tarif ediyor.
“…
Bandırma’da geçirdiğim on üç günün bir haftasının yaz bakiyesi denecek kadar mutedil ve müsait olduğunu yukarıda söylemiştim. İşte bu güzel haftanın en güzel bir gününde idi ki, tahrir ( tapu kadastro) memuru Hamdi Efendi ile gazinoda otururken, arkadaşımız Doktor Sami Bey gelerek ermeni köyüne gitmekliği teklif etti ve bu vesileyle bir de cevelan ( seyahat) yapılmış olacağını söyledi. Büyük bir barka ( bir tür yelkenli tekne bilgisi olan varsa paylaşabilir) kiralayarak Bandırma’dan açıldık. Yelken şişirmek değil cigara kağıdını kımıldatacak kadar bile rüzgar olmadığından iki kayıkçı kürek çekiyor ve ağır bir yolla gidiyoruz. Tamam iki saatte Ermeni Karyesine (köy) çıktık. İki dağ arasındaki dereye sokulmuş karyeyi gezdik. Arazi kamilen ( bütünüyle) granit taşından ibaret olup bir çok ocaklar mevcuttu. Binlerce parke taşı deniz kıyısına yığılmış hazır duruyordu. Köy kahyası ile vuku bulan muhaveremizde ( karşılıklı konuşma) İstanbul, Selanik, Romanya ve Bulgaristan’a mikdar-ı külli ( yüksek miktar) kaldırımlık parke taşı ihraç edildiği anlaşıldı. Beher taşın kıymet-i mahaliyesi 10-20 paraymış. ( 3 akçe= 1 para ya da 1/40 kuruş)
Köy halkı hemen bu granit yüzünden geçinmekte olup arazinin müsadesizliğinden dolayı ziraat pek az derecededir.
Kamilen sarı kumdan ibaret sahili dolaşıp, Bandırmaca meşhur olan çeşmeyi ziyaret ettik. Beraberce getirmiş olduğumuz boş çıkıları dahi doldurduk ve saat on buçuğa kadar gezip dolaşarak avdet etmek üzere sandala bindik. Hava yine geldiğimiz gibi. Yelken açtılarsa da buruşuk bir halde duruyordu. Yalnız havanın bulutlanması batı cihetinin kararması nazarı dikkatimi celb ediyordu. Hala sandalcıların her kürekte başlarını çevirip karartılı cihete bakarak yek diğerine Rumca bir takım sözler söylemesi beni kuşkulandırmakta idi. Binaenaleyh kimseye renk vermeksizin zuhur edecek hadiseyi düşünmeye, beklemeye başladım.
Deniz çarşaf gibi tabir ve teşbihine müstehak olacak kadar durgundu. Soldaki kayalıkların önümüzdeki Bandırma’nın tepe taklak olmuş gölgelerini bulutların aks-ı hayalini denizde temaşa ediyorduk. Kapıdağı şibh-i ceziresinin ( yarım adasının) gayet dar ve müstevi ( engebesiz, düz) dilini, ötesindeki körfezi, seyr ile geçip yolun dörtte üçünü kat etmiş ve Bandırma’ya kürekle hemen yarım saatlik mesafemiz kalmıştı ki ansızın yağmur hem de şiddetle inmeğe başladı. Muşammalaımızı giyerek bundan muhafaza olunduk. Fakat nokta-i muzlimenin ( karanlık nokta) koyuluğu arttıkça artmış dairenin genişliği yayıldıkça yayılmıştı. Sandalcıların kürekleri bırakarak, biri dümene geçip, diğerinin yelken ipini yedeğe alması ve batıya doğru nasbi nazar etmeleri fırtına çıktığını ilam etti. Sath-ı bahirde gölge gibi bir düzlük bize yaklaşıyordu. Birkaç saniye sonra yarım açılmış yelken şişmekle sandal bir tarafa eğilerek ileri doğru süratle kaymağa başladı. Kuvveti ve şiddeti sabit bir cereyan-ı hava olsa yalnız ona göre tanzim edilir ve gidilirdi. Halbuki fırtınanın sağanak halinde gelmesi ziyade tedbirli davranmağa, ihtiyatlı bulunmağı icap ettiriyor ve ufak bir kayıtsızlığın büyük bir tehlike arasedeceği hatta sandalı kapatacağı muhakkak bulunuyordu. Telaşa kapılarak kaptanlarımızı şaşırtmamak için kımıldamamağa hatta ses çıkarmamağa gayret ettik. Kendimi bilmem ama arkadaşların heyecan-ı asabiyeden damarları büzülmüş bet benizleri kaçmıştı. Dümenci dümeni mütemadiyen hareket ettirip, rüzgara tabiyette, yedek ipini tutan sağanak gelirken yelkeni kısıp geçince bir miktar indirmekte kusur etmiyordu. Yarım saatlik yeri, bizi fevkalade ürküten kuvveti sayesinde ve ancak on dakikada kat ile Bandırma’ya girdik. Sağanak kamilen geçmiş. Yağmur kesilmiş, ortalık yine sütliman olmuştu. Karaya ayak basınca birbirimizi cidden tebrik ettik. “
…
Bu hikayede sandalcılar sanki biraz bahşiş koparmak için bizim doktor ve arkadaşlarını korkutmuşlar gibi geldi. Doktor çaktırmamış ama korktuğu belli. Hikayenin başlangıcındaki sandalcılar, fırtına çıkınca “kaptanlarımız” olmuş. Yüz yirmi beş sene önce geçmiş bu anıyı sizlerle paylaşmak istedim.
1894’ün Anadolu’sunu anlatan kitabı da tavsiye ederim. Uludağ’ın eski adının “Keşiş Dağı” olduğunu bu kitaptan öğrendim. Sonraki araştırmamda kesin olmamakla birlikte güney doğudan esen “keşişleme rüzgarının” isminin de buradan gelmiş olabileceği bilgisine ulaştım. Bu bilgiyi teyit edebilecek ya da doğrusunu bilen biri varsa dinleyebiliriz. Ahmet Kabaalioğlu, Can Hoca , Özgür Ökten ya da Tan Kaan Reislerden birisi bu muammayı çözer bence :)
-
Güzelmiş. Okumak lazım, teşekkürler.
Bildiğim, evet Uludağ'ın adı keşiş dağıdır. İstanbul'un ve Marmara denizinin güneydoğusunda olmasından dolayı, o yönden esen rüzgara keşişleme denmiş.
Bu arada yaygın kullanımından dolayı bu isimle anıyoruz asıl adı samyeli'dir diye biliyorum.
-
BUNLARI BİLİYORMUYDUNUZ ?
GEMİLERDE KULLANILMAKTA OLAN FLANDRANIN TARİHİ GEÇMİŞİ NEDİR?
( Flandra - Genellikle ince bezden yapılmış, uçkurluk bölümü dar, kurdele biçiminde bayrak )
Günümüzde dünya bahriyelerinde kullanılan flandranın geçmişi üç asır öncesine dayanmaktadır. Flandra kullanım geleneğinin başlangıcı ile ilgili İngilizler tarafından ortaya atılan rivayete göre; 1652-1654 yılları arasındaki İngiliz-Hollanda deniz savaşlarında Hollandalı Amiral Maarten Tromp İngilizleri denizden süpüreceğini ima etmek için gemi direğine süpürge asmıştır. İngiliz Amiral Robert Blake ise Hollanda donanmasını mağlup etme kararlılığını göstermek için gemi direğine iki parçalı antrenör kamçısı asmıştır. Savaşı İngiliz Amiral kazanmış ve zaferinin anısına yapılan törende, ince ve uzun formundan dolayı antrenör kamçı flandra (bayrak) olarak adlandırılan flandra, zaman içerisinde donanma gemileri için ayırt edici bir simge haline gelmiştir.
Profesyonel devlet donanmaları 17'nci yüzyılın sonlarına doğru oluşmaya ve şekillenmeye başlamıştır. O zamanlar bütün gemiler (savaş ve ticaret gemileri) yelkenli olduğundan hangi geminin savaş, hangi geminin ticari gemi olduğunu ayırt etmek oldukça güçtü ve bu sebeple donanmalar gemilerini ticaret gemilerinden ayırmak maksadıyla gemi direk başına toka edilen ince uzun formdaki flandraları kullanmaya başlamışlardır.
20'nci yüzyılın ilk yıllarına kadar kullanılan flandralar o zamanlardaki kullanım amaçlarına uygun olarak günümüz flandralarından oldukça büyüktü. Ancak savaş gemilerinin ticaret gemileri ile karıştırılmayacak ayırt edici özelliklere sahip olmaya başlamasıyla flandraların boyutları da küçülmeye başlamış, bu küçülme 20'nci yüzyılda elektronik haberleşmenin gelişmesiyle daha da artmıştır. Flandraların ve benzeri bayrakların kullanımı çok eski zamanlardan beri uluslararası bir gelenek olarak ülkeler tarafından devlete ait gemilerle sınırlandırılmıştır ve günümüzde flandralar çoğu donanma gemileri için karakteristik bir amblem halini almıştır.
Osmanlı Bahriyesinde flandraya ilişkin ilk bilgiler Katip Çelebi'nin 1656 Girit Harbi esnasında yazmış olduğu Tuhfetü'l-Kibar Fi Esfari'l Bihar" isimli meşhur bahriye tarihi kitabının "Flandra ve Bayrak" maddesinde geçmekte ve kitapta; "flandra ve kıç bayrakları yel bayrağına varınca, Paşa baştardasına (gemisine) ve kethüda (buyruğunda) gemisine miriden (devletten) verilir. Sair (diğer) gemilere sarılı kırmızılı birer kıç bayrağı yel bayrağına varınca miriden (devletten) verilir. Sair (diğer) bayrakları ve flandraları reisler kendi malından ederler. Bir geminin flandrası ve bayrağı harir (ipek) olursa iki yüz kuruşa ancak olur" şeklinde belirtilmekte ancak ayrıntıya girilmemektedir. Tarihçiler, o zamanki bahriye usullerimize dair çok değerli bilgiler veren Katip Çelebi'nin ayrıntıya girmemesini o tarihte henüz bayrak ve sancaklarımız hakkında kesin kaideler olmamasına bağlamaktadır.
Osmanlı Tarih deyimleri ve terimler sözlüğünde flandra; "harp gemilerinin ve bilumum beylik (devlete ait) gemilerinin grandi direklerine çekilen ensiz ve uzun sancakların adıdır" diye tanımlanmakta ve "pek eskiden kaptan paşalara mahsus dört köşe sancaklar altına ayrıca iki çatal flandra çekilirdi" şeklinde açıklanmaktadır.
Tarihi resimlerde, Osmanlı bahriyesinde Kaptan Paşa gemilerinde grandi direğinde sancak altında ve diğer gemilerde, özellikle kalyonlarda çatal uçlu flandraların kullanıldığı gözlemlenmektedir (Kılburun Harekatı (1787), İstanbul Limanında Harp Gemileri (1790), Mahmudiye Kalyonu (1840), Kırım Harbi (1853) tablolarında).
1840 Yılında Mehmet Ali Paşa'nın kaptanlığı esnasında basılmış olan donanma işaret kitabının baş tarafına resmedilmiş olan Mahmudiye Kalyonu'nun sancağının altında da çatal uçlu flandra görülmektedir.
1857 Yılında tanzim edilmiş olan levhada kaptanı deryaya mahsus sancak altında çatal uçlu düz kırmızı flandra görülmektedir, ancak üzerinde henüz ay ve yıldız mevcut değildir.
II. Abdülhamid zamanında 1904 yılında flandranın günümüz komutanlık flandraları biçimini aldığı, uçkurluk tarafında beyaz ay ve yıldız olduğu ve artık çatal uçlu olmadığı görülmektedir. Ayrıca kaptan paşalara ait forsun altında çatal uçlu flandra mevcuttur.
Bandiera-şamme-insegne adlı İtalyan eserinde 1911 yılında Osmanlı bahriyesinde kullanılan flandranın uçkurluk kısmının 50 cm boyunun ise 14 m olduğu gösterilmektedir.
Meşrutiyet devrinde 1912 yılında Bahriye Nezareti tarafından Bahriye Matbaasında bastırılan "Devleti Aliyei Osmaniye Sancakları ile Düveli Ecnebiye Bandıralarını Havi Albüm" de flandra 1904 tarihinde olduğu gibi gösterilmiş ve "Harp gemilerinin grandi direklerine çekilen flandradır" şeklinde belirtilmiştir. Cumhuriyet idaresinin kurulmasından ve halifeliğin kaldırılmasından sonra Bahriye Vekaleti Celilesi (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı) tarafından 3 MART 1925 tarihinde önerilen ve 25 MART 1925 tarihinde kabul edilen kararnameye ilişkin çıkarılan "Milli ve Zata Mahsus Sancaklar Talimatnamesi" ile harp ve ticaret gemileri hakkında muayyen esaslar kabul edilmiştir. Bu talimatname milli bayrağın şeklini temsil etmekle beraber daha ziyade donanmanın ihtiyaçlarına göre yapılmış ve harp gemilerinde kullanılan flandranın boyutları günümüzde kullanılan ve aynen aşağıda belirtilen şekli ile belirlenmiştir.
29 MAYIS 1936 tarih ve 2994 sayılı Bayrak Kanununun uygulama usulünü göstermek maksadıyla 25 TEMMUZ 1937 tarihinde onaylanan kararname ile kabul edilen Türk Bayrağı Nizamnamesi (Türk Bayrağı tüzüğü)'nde flandra "Boyu eninin en az on sekiz misli olan ve Türk Bayrağı unsur ve nispetlerine uygun ay yıldızı bulunan bayraklara (flandra) denir. Bunlar ancak harp ve muavin (yardımcı) gemileri tanıma alameti olmak üzere yalnız denizde kullanılır" şeklinde belirtilmiştir.
22 EYLÜL 1983 tarih ve 2896 sayılı Bayrak Kanununun uygulanmasına ilişkin esasları belirlemek üzere 25 OCAK 1985 tarihinde Türk Bayrağı Tüzüğü'nde flandra; boyu eninin 18 katı olan bayraktır. Bu bayraklar savaş gemileriyle yardımcı gemilerde, tanıtma işareti olmak üzere, yalnız denizde kullanılır" şeklinde yeniden tanımlanmıştır. Geçmişte harp gemilerini diğer gemilerden ayırt etmek için kullanılan flandralar günümüzde gemi Komutanlarının simgesi haline gelmiştir ve Gemi Komutanı flandrası olarak adlandırılmaktadır.
Kaynak : http://www.dzkk.tsk.tr
-
"KNOT" NEDİR?
Eski zamanlarda gemi süratini ölçmenin tek yolu, suya bir tahta parçası atarak gemiden ne kadar hızla uzaklaştığını gözlemlemek idi. Bu çok kaba ölçme yöntemi, "Chip log" yönteminin bulunduğu 1500-1600 yıllarına kadar kullanıldı. (Her iki yöntem de muhtemelen Hollandalı denizciler tarafından bulunmuştur.)
"Chip Log" aparatı, bir makaraya sarılı olan ipe irtibatlı, küçük ağırlık parçası olan ahşap bir panel ve bir zaman ölçer'den (30 sn.lik kum saati) oluşmakta ve Chip Log ipi boyunca eşit aralıklarla (7 kulaç/42 ft.) düğümler bulunmakta idi. (Kum saati bitene kadar 10 düğüm geçtiyse gemi sürati 10 Knot'tur.)
Denizciler ahşap paneli geminin kıçından suya attıklarında, üzerinde düğümler olan ip makaradan akmaya başlamakta ve gemi ileri doğru daha hızlı hareket ettikçe ip te daha hızlı akmakta idi. Kum saati ile ölçülen belirli bir zaman aralığında geçen düğüm adedinin sayılması ile geminin süratini söyleyebiliyorlardı. Bu yöntem denizdeki sürat birimi olan "Knot"un başlangıcıdır. İngilizce de "Knot" Türkçede "düğüm" demektir. Yani geminin bir saate aldığı yolun deniz mili cinsinden ifadesi "Knot" olarak tanımlanır.
-
"S.O.S" NEDİR?
Çok kişi SOS kelimesinin anlamını "Save our ship" "Gemimizi kurtar"; "Save our soul" "Ruhumuzu kurtar"; "Stop Other Signals" "Diğer sinyalleri durdur" sözcüklerinin kısaltılmışı sanır. Oysa hiçbiri değildir. Tamamen telgraf zamanından kalma mors alfabesiyle ilgilidir. İmdat çağrısının çok kolay akılda tutulabilmesi için 1908 de üç nokta, üç çizgi, üç nokta olan S.O.S seçildi.
-
Denizler Hakkında Bunları Biliyor Musunuz?
• Yerkürenin yaklaşık dörtte üçü deniz sularıyla kaplıdır. Bunun önemli bir bölümünün Güney Yarım küre'de yer aldığını,
• Kıtaların arasında Büyük Okyanus, Atlas Okyanusu ve Hint Okyanusu bulunduğunu ve bunların kıtaların içine girmiş ya da arasında kalmış uzantılarına da "kıtalararası deniz" dendiğini,
• Dünyadaki suyun % 97'sinin okyanus ve denizlerde bulunduğunu,
• Atmosferdeki oksijenin %75'ini denizlerdeki bitkilerin ve planktonların (suda sürüklenen küçük canlıların) ürettiğini,
• Denizin altında çok geniş düzlüklerin, derin vadilerin, büyük yanardağların, çok derin çukurların bulunduğunu ve dünyanın en derin denizaltı çukurunun Büyük Okyanus'taki 11 km derinliğindeki "Mariana Çukuru" olduğunu,
• Deniz suyunun, yaklaşık % 0,86 oranında sodyum klorür, daha bilinen adıyla sofra tuzu içerdiği gibi az miktarda altın, gümüş ve hatta -arsenik gibi daha birçok kimyasal madde içerdiğini,
• Bir yandan çok büyük bir besin gücü, öte yandan zengin mineral maddeleri ve enerji kaynağını bünyesinde barındıran denizlerin, ekonomik yönden giderek önem kazanmakta olduğunu,
• Dünya petrolünün yaklaşık üçte birinin ve doğalgazın büyük bir bölümünün açık deniz sahalanndan çıkarıldığını,
• Mercanların, kanser gibi hastalıklar için önemli bir ilaç ham maddesi sağladığını ve mercanların yok olmasının dünyamız için çok büyük tehlikelere yol açabileceğini,
• ilk teknelerin en az 20.000 yıl önce okyanuslara açıldığını denizlerin ticaret ve ulaşım için çok kullanıldığını biliyor musunuz?
-
Deniz Canlıları Hakkında Bunları Biliyor Musunuz?
• Denizlerdeki yaşamın karalarda olduğu gibi büyük oranda bitkilere bağlı olduğunu,
• Denizlerdeki başlıca besin kaynağının "bitkisel plankton" denilen mikroskobik bitkiler olduğunu ve bunların fotosentez yaparak oksijen ürettiklerini,
• Erkek balinaların 24 m derinliğe dalarak şarkılarını yüksek sesle yarım saat ya da daha uzun süre söylediklerini,
• Denizlerde bilinen 20.000 tür balık olduğunu, yalnızca 22 türün ticari olarak avlandığını,
• Akdeniz foklarının günümüzde dünyada sadece Yunanistan, Türkiye, Fas, Moritanya ve
. Madeira Adaları'nda yaşadıklarını ve toplam sayılarının 450-550 kadar olduğunu,
• Deniz çayırları denilen deniz bitkilerinin denizlerde oksijen üretmekle kalmayıp, kökleri ile
de erozyonu önlediğini ve birçok deniz canlısı için korunak görevi gördüğünü biliyor musunuz?
-
Golf Stream
Golf Stream akıntısı, Meksika Körfezinden doğduğu için İngilizcede “körfez akıntısı” anlamındaki bu isimle anılmıştır. Genişliği 50 kilometreyi, derinliği 1000 metreyi bulan akıntının akış hızı saatte 4–5 kilometre civarındadır. Yaz kış hep sıcak olan bu akıntı Batı Avrupa kıyılarının ılıman bir iklime sahip olmasında önemli bir etkiye sahiptir.
-
“Mor yelkenli” diye bir canlı olduğunu biliyor musunuz?
Mor Yelkenli (V. velella), okyanus yüzeyinde serbest yüzen sölenterlerden (cnidaria) hidralar (hydrozoa) sınıfına dahil kozmopolit bir türdür. Deniz raftı, rüzgar denizcisi, mor yelkenli, küçük yelkenli ya da Velella olarak bilinir. Velella cinsine (genus) ait tek tür olarak önem ihtiva eder.
Velella, oldukça rahat bir şekilde tanımlanabilecek bir türdür. Üzerinde bir kaç santimetre genişliğinde havayı tutan ve yüzme işlemine yardımcı olan eş merkezli halkaların bulunduğu düz mavi disk şeklinde bir yapı bulunur. Bu yapı üzerinde canlının rüzgardan faydalanmasını ve hareketini sağlayan mavi-mor bir yelken bulunur. Disk şeklindeki yapının alt yüzeyinde ise üreme, beslenme ve planktonların yakalanmasını sağlayan dokunaçlar bulunur.
(http://i.hizliresim.com/nR5qrN.jpg) (http://hizliresim.com/nR5qrN)
Yelkenli yapı, türden türe iki yönlü (sağa ya da sola meyilli) gelişebilmektedir. Bu gelişim tamamen canlının aldığı rüzgarın yönüne bağlıdır. Bu durumda iki farklı yönde gelişim olduğu için, rüzgar bu canlıları okyanus’da farklı yönlere ilerlemelerini ve bu şekilde canlı dağılımın gerçekleşmesini sağlar. Genellikle tropik ve ılıman iklimin hakim olduğu sularda yoğun populasyonlar halinde rüzgarın da etkisi ile kıyıya vurabilirler ve sahillerde toplu ölümler gerçekleşebilir. Bu noktada ilgi çekici olan bir diğer gerçek ise, iki farklı yönde yelken tipine sahip olan türlerin, bir tipi okyanusun doğu yakasına bakan sahillerde kıyıya vururken, diğer tipi ise doğu sahillerine vurur.
(http://i.hizliresim.com/vbQB4A.jpg) (http://hizliresim.com/vbQB4A)
(http://i.hizliresim.com/1L2AdB.jpg) (http://hizliresim.com/1L2AdB)
-
KURGU İLE GERÇEĞİN HARMANI HİKAYELER SEVERMİSİNİZ ?
TİTANİC
Tüm zamanların en ünlü gemisi Titanik, herkes tarafından bir deniz faciası nedeniyle tanınır oysa dev yolcu gemisinin ardında inanılmaz bir gizem saklı.
Bir düşünün, Titanik’i batıran gerçekten bir buz dağı mıydı?
Hiç kimse onun dünyanın en büyük kehanetlerinden birisini yaptığını bilmiyordu. Hatta kendisinin dahi haberi yoktu. Adı; Morgan Robertson´du, Amerikalıydı, 1861´de doğdu, gençken denizcilik yaptı, sonra ise bir elmas eksperi oldu ve New York´da kuyumculuk yaptı. Sonra Kipling´in bir öyküsünü okudu ve yazar olmaya karar verdi. İlk öyküsü 25 $´a satıldı, daha sonra yazdığı 10 öyküden ise 1000 $ kazandı. Yazmak ona artık kolay ve kazançlı geliyordu. 1897 yılının bir kış gecesinde 24.Caddedeki dairesinde yeni bir deniz öyküsü yazmayı planladı. Bu bir uzun öykü olacaktı.
Hayali “Titan Kazası”Hayalinde dev bir yolcu gemisi vardı, asla batmayan bir gemi. Bir aşk teması üzerine kurulu olan öykünün kahramanları bu dev gemiye binip, İngiltere´den ABD´ye gidiyorlardı ve aşk hikayesi dünyanın en lüks gemisinde sürecekti. Ama öykünün hayali kahramanları beklenmedik bir sürprizle karşılaşacaklar ve bir deniz kazası batmaz denen gemiyi okyanusun dibine yollanacaktı. Robertson´un teması buydu, oturup yazmaya başladı ve öyküye iki isim verdi; "Futility"yani "Nafile" ve "Titan Kazası"... Evet, yanlış okumadınız; Titan... Şimdi beraberce Robertson´un romanından bİr bölümü; "Titan"ın batış sahnesini okuyalım.
"Gözcü haykırdı; ´buzdağı! Birinci subay, kaptana haber verdi ve derhal makine dairesine tornistan yani geri git emri verildi. Fakat dev gemi durmuyordu, hızını kesmesi için zaman lazımdı ve sisler arasında görünen buzdağı yaklaşıyordu. Aşağıdan ise orkestranın ve eğlenen insanların sesleri duyuluyordu. Sonra buzdağı gemiye ulaştı, bu arada gemi ters çalışan pervanelerin gayretiyle yan dönmüştü ama yetersizdi ve kaptanla yardımcılarının çaresiz bakışları arasında buzdağı Titan´ın sancak tarafına çarptı. Darbe hafifti hatta pek hissedilmedi, kaptan o anda ucuz atlattık diye düşünüyordu. Ama birkaç dakika sonra gemi birden yan yattı, buzdağı asıl yarayı su kesiminin altında açmıştı, yara öldürücüydü çünkü uğursuz buzdağı Titan´ın bordasını jilet gibi keserek, parçalamıştı."
Daha sonra Robertson öyküye; gemi hızla su aldığını. Alarm verildiğini, filikaların indirilerek, önce kadınlar ve çocuklar bindirildiğini, yardım çağrıları yapılırken, Avrupa´nın en ünlü ve zengin ailelerinin mensuplarnın birbirlerine ebediyen veda ederken, dev yolcu gemisi Titan’ın buzlu kutup sularına hızla gömüldüğünü anlatarak devam ediyordu.
İnanılmaz kehanet gerçekleşiyor...
Ve Robertson 1898 yılında öyküsünü küçük bir kitap olarak yayınladı. Kitap onu çok daha sonra ölümsüz yapacaktı, dünyanın en çarpıcı ve en dehşet verici kehanetini yazmıştı ama sonuç yayınladığı dönem için aynen kitabın adı gibiydi yani "Boşyere" Aradan 14 yıl geçti ve başka bir zamanda, başka bir gemi, asla batmaz denen dünyanın en lüks ve en büyük yolcu gemisi Titanik, İngiltere’nin Southampton limanından yeni dünyaya doğru denize açıldı. Sonra, 1912 yılında 14 Nisan´ı, 15 Nisan´a bağlayan gecede sisler arasından birden ortaya çıkan bir buzdağı batmaz denen Titanik’in katili olacaktı. Yukarda okuduğunuz Robertson´un romanındaki batış sahnesi aynen gerçekleşti. Sadece o kadar mı? Bakın Morgan Robertson Titanik´den 14 yıl önce yazdığı romanında daha neleri bilmişti;
Robertson´un romanındaki Titan adlı gemi Southampton limanından yola çıkıyordu ve 14 yıl sonra Titanik de aynı limandan yola çıktı.
Romandaki gemi ile, Titanik arasında sadece 4 metre fark vardı. Titan 248 metre, Titanik 252 metreydi.
İki geminin ağırlıkları da çok yakındı. Robertson romanında Titan´ı 70.000 ton ağırlığında yazmıştı; Gerçek Titanik ise 66.000 tondu.
Her iki geminin de üç pervanesi vardı ve her ikisi de 3000’er yolcu taşıyorlardı. Gerek romandaki hayali Titan´a gerekse de gerçek Titanik´e Avrupa´ nın sayılı zenginleri ve ünlü aileleri binmişlerdi.
Daha da ötesi var;
Robertson´un romanındaki dev Titan, New Foundland yakınında; Kuzey Atlantik´ de bir buzdağına çarparak battı ve işte inanılmaz ama gerçek; Talihsiz Titanik de 14 yıl sonra aynı koordinatta, aynen romandaki benzeri gibi bir buzdağına çarparak okyanusa gömüldü.
Ve her iki gemide de; yeterince cankurtan filikası yoktu; Robertson romanındaki gemide 24 filika bulunduğunu yazıyordu; Titanik´de ise 22 filika vardı ve bu yüzden can kaybı büyük oldu.
Sonra...Gerçek kazanın sonucunda 1513 yolcu boğularak öldü ve kayboldu. Aynen 14 yıl önceki romanda yazıldığı gibi... Robertson´un romanındaki Titan´da ise 1500 kişi ölüyordu. Her iki gemi de 3000 kişilikti ve Titanik´e 2224 kişi binmişti.
Aynı asla batmaz denen gemi,
Aynı yerden aynı yere yolculuk,
Aynı tarihte, aynı yerde kaza,
Aynı buzdağı ve aynı tür batış,
Aynı yolcu ve ölü sayısı,
Hatta iki gemi de batarken orkestranın ilahi çalmasına kadar...
Bir kez daha okuyun ve düşünün...
Büyük kehanet farkedilmiyor...Morgan Robertson başarılı olamadı, kitabı satmadı, daha sonra yazdıkları da ilgi görmedi. Bunalıma girerek, bir hastanede psikolojik tedavi gördü. Sonra yeni biröykü yazdı, bir Fransız dergisinde yayınlanan bu öyküde de, denizaltılardan söz ediyor ve periskopu tarif ediyordu. Ama yine ilgi görmedi. Başarısız bir yazar olarak, Mart 1915´de bir otel odasında ayakta geçirdiği bir kalp kriziyle yaşama veda etti. Asıl inanılmaz olay burada çünkü Robertson mart 1915´de öldü. Yani gerçek Titanik´ in batışından üç yıl sonra...Ve hiç kimse Robertson´la ilgilenmedi, yine kimse farketmedi ve hiç kimse onun 14 yıl önce Titanik´i aynen nasıl anlatabildiğini merak etmedi.
Kimse onu anımsamadı, ta ki 1980´lerde inanılmaz olaylarla ilgili araştırmalar yapılıncaya kadar... Morgan Robertson;Titanik batmadan 14 yıl önce, gemiyle ve kazayla ilgili herşeyi tıpatıp aynen nasıl yazmıştı ? Raslantımıydı? O, başarısız bir yazar olarak tarihin karanlıkları arasında kayboldu, şimdi ise ruhu hatırlanmanın sevinci içinde olmalı... Kehanet sıradan bir iş değil, ve asıl gizem kendi yapısında, ne zaman ve nerede ortaya çıkacağı hiç belli olmuyor; oysa gelecekte nelerin olacağı konusunda çevremiz sayısız ipucu dolu; yeter ki görmek için çaba gösterelim. Titanik´ in gizemi burada da bitmiyor. Biri daha var;
"Denizde tehlikede olanlar için dua ediyoruz..."
Kanada, Winnipeg´de Rosedale Metodist Kilisesi´ndeyiz, Rahip Charles Morgan bir pazar sabahı erkenden kalkmış, o günkü ayin için hazırlık yapıyordu. Okunacak ilahinin numarasını karatahtaya yazdı. Tüm hazırlıklarını bitirdikten sonra, ayine kadar biraz uyumak amacıyla odasına çekildi ve derin bir uykuya daldı. Birden kendini çok canlı ve etkin bir rüyanın içinde buldu. Karanlıkların içinde, dev bir kütle vardı, dalgaların sesleri duyuluyordu, çanlar çalıyor ve Rahip Morgan´ın çok uzun yıllardır işitmediği bir ilahi duyuluyordu. Rüya o kadar etkili ve rahatsız ediciydi ki, Morgan uyandı, ilahi ve çan sesleri kulağından gitmiyordu. Saatine baktığında, fazla zaman geçmemiş olduğunu gördü, rüyanın kötü etkisinden kurtulmaya çalışarak yeniden uyumaya çalıştı ve yeniden uykuya daldı. Rüya tekrar başladı, ilahi, çan sesleri, karanlık, dalga sesleri ve devrilen dev kara kütle. Morgan bu kez, panikle uyandı ve kendini boş kiliseye attı, karatahtaya giderek o bir türlü kulaklarından gitmeyen ilahinin numarasını yazdı. Ayin saati gelmişti, cemaat toplanıyordu, Rahip Morgan ilahiyi başlattı, notalar kilisede çınlarken, aynı anda binlerce mil ötede okyanusun ortasında aynı ilahi buzlu denizi çınlatmaktaydı; "Duy, Kutsal Baba, Sana denizde tehlikede olanlar için dua ediyoruz." İlahi biterken, Rahip Morgan´ın gözlerinden yaşlar akıyordu. Aynı günün sonraki saatlerinde, Rahip ilahiyi okudukları sırada Atlas Okyanusu´nun derinliklerinde büyük dramın yaşandığını öğrendi. O gün, 14 Nisan 1912´idi ve Atlantik´in kuzeyindeki buzlu sularda Titanik suların içinde yokolmuştu.
Titanik’de bir gariplik var...
Titanik battığında, ünlü İngiliz gazeteci William T. Stead gemide bulunuyordu.1892 yılında Stead hikayeler yazarak yaşamını kazanıyordu. Gazeteciliğinin yanısıra Stead, ölüm ötesi ve Spiritüaliizm ile yani Ruhçuluk’la da ilgileniyor, araştırmalar da bulunuyordu. O yıl yazdığı kısa hikayelerden birinin adı neydi biliyormusunuz? "Titanik" ve yine Titanik´den 20 yıl önce...YineTitanik´de olduğu gibi, Stead´ın hikayesindeki Titanik´de bir buzdağına çarparak batıyordu. Ve Stead´ın yazdığı hikayede, Stead kendisini kazadan kurtulan biri olarak anlatıyordu. Ve; 20 yıl sonra gerçek Titanik batarken, o buzlu ve soğuk denize gömülenlerden birisi Stead´ ın gerçekten kendisiydi. Ama; sonu romandaki gibi olmadı çünkü kurtulamayacaktı. Zira bu roman gerçekti ve başka bir romancı tarafından yazılmıştı. O anda Stead ne düşünmüştü? 20 yıl önce yazdığı hikayeyi düşünüp, kurtulacağına inanıyormuydu? Bunu asla bilemiyeceğiz...
Biri daha var. Ama çok daha sonra; 1935´ de... William Reeves adlı bir denizci bu; İngiltere´den Kanada´ya giden "Titanian" adlı kömür yüklü buharlı gemi; soğuk bir Nisan gecesinde Kuzey Atlantik´de seyrediyordu. Bütün denizcilerin ezbere bildikleri o uğursuz yere; Titanik´in battığı noktaya varmışlardı. Reeves, güverteden denize bakarak yıllar öncesindeki olayları düşlüyordu. Ve o gün Reeves ´in doğum günüydü, olabilir ama Reeves´ in doğduğu tarih çok önemliydi, çünkü Reeves 14 Nisan 1912´ de doğmuştu. Yani Titanik´in battığı günde. İşte tam o günde; Titanik´in battığı günde Reeves doğum gününü; Titanik´ in battığı yerde kutluyordu. Ve birşey oldu... Reeves birden, suların kaynaştığını ve dev bir buzdağının geminin yolu üzerinde belirdiğini gördü. Tam o anda da, köprüden alarm verildi. Uzaklık yeterliydi. Mürettebat gemiyi zamanında durdurdu, buzdağının yanından geçeceklerdi ama olmadı... Çünkü bir saat içinde çevreleri; yüzlerce buz kütlesi tarafından sarıldı. Artık hareket etmelerine imkan yoktu. Reeves ve arkadaşlarının içinde bulundukları Titania adlı gemiyi, ancak 9 gün sonra yetişen buz kırma gemileri kurtardılar. Neden? Buzdağları o korkunç gecenin yıldönümünde, bir grup denizcinin orada bulunmasını mı istemişlerdi ?
Evet... İnanılmaz ama gerçek zira Titanik´ in gizemi şaşırtıcı. Titanik şimdi okyanusun derinliklerinde uyuyor sadece bir kez ziyaret edildi. 1 Eylül 1985´de Amerikalı ve Fransız uzmanlardan kurulu bir sualtı ekibi onu buldu ve görüntüledi. Morgan Robertson; Titanik batmadan 14 yıl önce, gemiyle ve kazayla ilgili herşeyi tıpatıp aynen nasıl yazmıştı, raslantımıydı? William T. Stead 20 yıl sonra içinde öleceği geminin adını ve kendisinin de içinde bulunduğu öyküsünü, hangi raslantı sonucunda yazmıştı? Titania adlı gemiyle, Titanik´in battığı günde doğan ve doğum gününde Titanik´in battığı yerde bulunan Reeves´ in buzdağları tarafından 9 gün hapsedilmesi de raslantımıydı? Düşünür Voltaİre diyor ki; "Belki de raslantı dediğimiz şey; belirli bir şeyin bilinmeyen nedenidir..." Robertson, Stead ve Reeves bizim gibi birer insandılar. Bizler gibi normal ama bilinmeyen yönleri olan insanlar. Her insan gibi... Ve siz de; bilinmeyen raslantılarla her an karşılaşabilirsiniz...
Titanik´den sesler;
Kazadan kurtulanların anıları;"Kazadan bir gece önceydi, karım başıma Titanik´in sahibi olan White Star Şirketi´nin ambleminin bulunduğu kepi giydirdi, güvertedeydik ve tam o anda gökde bir yıldız parçalara ayrılarak dağıldı. Karım bundan hiç hoşlanmadığını söyledi. "
Kamarot Arthur Lewis
"Babam heyecanlı, annem moralsizdi ve hayatımda ilk kez onun ağladığını gördüm. Umutsuzdu ve birşeylerin yolunda gitmediğini söylüyordu. Yedi yaşındaydım ve daha önce hiç hiç gemi görmemiştim. Çok büyüktü, herkes çok heyevanlıydı, kamaraya indik, babam anneme yatmasını ve sakinleşmesini söyledi ama annem bütün gece oturdu, ta ki kazaya kadar ve sadece ben kurtuldum. "
Eva Hart
"Woolston´da yaşıyorduk, okul öğleyin tatil edildi ve Titanik´in limandan ayrılışını görmeye götürüldük. Öğretmenimiz başımızdaydı, sonra Titanik yavaş yavaş iskeleden ayrılmaya başladı; bu onu son görüşümüzdü, Southampton sularında gittikçe uzaklaşıyordu. Yanımda yaşlı bir adam vardı, eliyle iyi şans işaretleri yaptıktan sonra başını salladı, sonra yüksek sesle hiç umut olmadığını söyledi."
Lois Brown Jacobs
Nasıl battı?
Titanik nasıl battı? O kadar çok kuram var ki; bunların en yenilerinden bir tanesi kasıtlı batırıldığı yolunda; tabii ki sigorta parası için. Ama buzdağının nasıl gemiye çarptırıldığının cevabı yok, yanlız ilginç iddialar ortaya atılıyor. Titanik´in Kuzey Atlantik´in derinliklerinde yattığını hepimiz biliyoruz. Buzdağı, gemiye sancak tarafından çarpmış ve çelik levhaları yarmıştı. Ünlü tiyatrocu Thomas Andrews gemi batarken ön tarafta bulunan beş su geçirmez kamaranın birisindeydi. Çarpmanın hemen ardından kamaralara buzlu deniz suyu dolmaya başladı. Aslında kamaraların sadece birisi delinmişti ama su kolayca diğerlerine de geçti, Andrews olayın tanığıydı yani su geçirmez denilen kamaralar su geçiriyordu. Aynı şey su geçirmez denilen alt bölümlerde de oldu ve Titanik bu yüzden kolayca battı. Jack Thayer, Titanik´in batmadan evvel su yüzeyindeyken iki bölündüğüne inanıyor ve anlatıyondu ama çok kişiye göre kaza böyle olmamıştı fakat 1985´de
Dr. Robert D. Ballard, Titanik´i okyanusun dibinde iki parça olarak buldu. Ballard ve ekibi Titanik´in pruvasından kırıldığını belirledi çünkü yara alınca gerilime dayanamamış ve denizden evvel içeri dolan sert havanın basıncıyla ikiye bölünmüştü. Bugün iki parça birbirlerinden yarım kilometre uzaklıkta ayrı yönlerde duruyor.
Titanik´in batış nedeni söylenceleri az değildir;
* Titanik, kardeşi Olympic´le beraber sigortalanıp, ikisi de kasıtlı mı batırıldı?
* Mürettebat ve Kaptan Smith sarhoş muydular?
* Gemi subayı Murdoch, neden kendini öldürdü?
* Kaptan Smith´in de intihar ettiği, telsizle gerçekten bildirilmiş miydi?
* Niçin görevliler dürbünle çevreyi gözlemediler? Oysa bu yapılsaydı, buzdağı çok önceden görülebilirdi.
* Titanik buzdağını son anda görüp dönmeye çalışırken, önce kıçından sonra da önünden iki defa mı yara aldı.
* Su geçirmez bölmeler neden açıktı?
* Söylendiği gibi Californian adlı gemi veya bilinmeyen bir diğer gemi, Titanik´i batarken görmesine rağmen yardıma gelmedi mi? Kurtulanlardan birçok kişi, bir geminin ışıklarını gördüklerine dair yeminler ediyorlardı.
Bunları biliyor musunuz?
* Biliyor muydunuz... Bazı yolcuların köpekleri güvertede bulunan köpek kulübelerindeydi. Bunlardan birisinin değeri 750 £´du ve 1912 yılında bu miktar çok büyük bir paraydı. Bugünkü değeri 300.000 £ olarak hesaplanıyor.
* Biliyor muydunuz... İkinci Dünya Savaşı sırasında, adı "Titanic" olan bir propaganda filmi yapıldı. Gemide gizli olarak bulunan bir Alman subayının hikayesiydi.
* Biliyor muydunuz... Yolcuların bazıları, gemi batmadan biraz evvel, jimnastikhanede bisiklete biniyorlardı.
* Biliyor muydunuz... Titanik´in birinci sınıf kamaralarının ve dinlenme salonunun bazı pencereleri ve kepenkleri, İngiltere Alnwick´de bulunan White Swan Oteli´nden alınmıştı.
* Biliyor muydunuz... Titanik´den kurtulan gemi subaylarının ve mürettebatın hiçbirisi yaşamlarının kalanında mesleklerini sürdürmelerine rağmen asla kaptan olamadılar.
* Biliyor muydunuz... Titanik, Southampton´dan ayrıldıktan hemen sonra kömür depolarında yangın çıkmış ve söndürülmüştü.
* Biliyor muydunuz... Kurtulanlardan birisi olan gemi subayı Murdoch, gemi batmadan evvel intihar etti, aslında elindeki tabancayla kalabalığın filikalara hücüm etmelerini engellemekle görevliydi.
* Biliyor muydunuz... Gemi batmaya başladıktan sonra uzaklaşan ilk cankurtaran filikasında sadece 28 kişi vardı, oysa filika 64 kişilikti.
* Biliyor muydunuz... Titanik limandan ayrılmadan evvel demirlerini alırken, çıpaların birisi yakınındaki bir geminin iplerine takıldı ve neredeyse onu batırıyordu ve geminin adı Titanik´in asla göremeyeceği limanın adıydı; "New York"
* Biliyor muydunuz... Faciadan hemen sonra, New York´da bir söylenti yayıldı; Titanik´in batış nedeni bulunmuştu çünkü kargonun konulduğu yerin gizli bir bölmesinde demir kafesli bir sandığın içinde bir lahit vardı. Lahit ve içindeki Mısır kralının mumyası, ABD´de gizlice satılmak üzere eski eser kaçakçıları tarafından gemiye yüklenmişti. Mısır inançlarına göre bu hırsızlık, tanrılara karşı bir hakaretti ve Anubis´in kudreti buna izin vermezdi. Tanrılar Titanik´i batırdı ve mumya denizin dibini boyladı. Belki... İki yıl sonra, söylenti yine başladı ama bu kez farklıydı; mumya batmadan evvel kaçırılmıştı yani gemide bulunan kaçakçılar veya kaçakçı gemicilere rüşvet vererek, mumyayı ambardan çıkarttırmış ve bir filikaya yükletmişti. Ve şirketin subaylarından birisi bu öyküyü onaylıyordu. Sonra kaçakçı rüşvet vermeye devam ederek, mumyayı Carpathia gemisine yüklemeyi de başararak, New York´a getirdi. Ama şansı orada sona erdi, satış yapılamadı, kimse mumyayı almıyordu. Kaçakçılar mumyayı geri götürmeye karar vererek, bu kez Empress Of Ireland adlı gemiye yüklediler ve Empress Of Ireland´da battı ama mumya yine kurtarıldı ve Ameriya´ya geri döndü. Sonuncu kez yine bir gemiye yüklenerek, yola çıkarıldı ama kader kararından dönmüyordu. Üçüncü gemi de torpillenerek batırıldı. Geminin adı Lusitania´idi. Kimliği bilinmeyen gizemli firavun sonunda huzura kavuşmuştu.
* Biliyor muydunuz... Titanik mitleri neredeyse sonsuzdur. Örneğin Kaptan Smith´in bir bebeği kurtararak, bir filikaya kadar yüzerek götürdüğü ve sonra yine yüzerek geriye döndüğü ve gemiyle beraber battığı anlatılır. Weekly World News gazetesine göre olay gerçektir. Titanik´de bulunan altınların ve mücevherlerin miktarı bilinmiyor zaten kargo kesin olarak belgelenmemişti; ama gemide kesin olarak bulunan Ömer Hayyam´ın el yazması mücevher işli "Rubaiyat"ı büyük kayıptı. Kargo listesinde, bir de yeni Renault otomobil vardı,
Kim uğursuzdu?
İki gazeteci olan John Eaton ve Charles Haas´a göre, mumyanın kaderini paylaşan gerçek birisinden söz ediyorlar; adı Frank "Lucky-şanslı" Tower. Tower, belki de gezegenin en uğursuz denizcisiydi. İlk önce Titanik´de ateşçiydi, kazadan yüzerek kurtulmuş ve ölümü atlatmıştı sonra o da Empress of Ireland´ın mürettebatına katıldı ve o da battı, Tower bu kez çok zor kurtulmuştu. En son işini bulduğunda mutluydu ama bu uzun sürmedi, Lusitania´da iş bulmuştu, gemi ayaklarının altında sulara gömülürken Tower haykırıyordu; "Şimdi zamanı geldi mi?" Bu öykü iki gazeteci tarafından anlatılmasına ve Ripley´in ünlü "İster inan, ister inanma" külliyatında yer almasına rağmen, tarihçiler tarafından onaylanmadı; tarihçiler üç geminin mürettebat listesinde bu isimde birisinin bulunmadığını söylüyorlardı. Ripley ise, gemicinin adının farklı olduğunu söylerek, işin içinden sıyrıldı; peki üç gemide de aynı isimli biri var mıydı? Evet, bir değil, birkaç kişi vardı ama bunların aynı kişiler olup olmadığı asla anlaşılamadı. Fakat bunlardan birisinin öyküsü kesin gerçekti; Aslında Titanik´in kamarotlardan Violet Jessup, White Star Gemi Şirketi´nin gerçekten de lanetli kişisidir. Genç kadın, önce şirketin Olympic gemisindeydi, geminin Hawke şilebiyle çarpışıp batmasından kurtuldu, sonra Titanik´de de hemşire asistanı olarak görevlendirildi ve yine kurtuldu. Violet, Şirketin üçüncü gemisi olan Britannic´de görevini yaparken son yolculuğuna çıkmıştı. Violet´in kaderi White Star Şirketi´nin gemileriyle aynıydı.
Kaynak : Ata Nirun
-
18. yüzyıldaki bir deniz savaşında en çok denizciyi ne öldürmüştür?
Adi bir kıymık. Hollywood filmlerinde gösterilenlerden farklı olarak 18. Yüzyılda kullanılan gülleler aslında patlamıyordu. Bunlar geminin gövdesini parçalayarak kocaman tahta kıymıkların yüksek bir hızla güvertede uçuşmasına neden oluyordu; bu kıymıkların isabet ettiği denizciler de ağır yaralar alıyordu.
-
Kanarya Adalarının ismi hangi hayvandan gelir?
Köpeklerden. Aslında kuşlar adaya değil, ada kanarya kuşlarına ismini vermiştir. Bu takımada adını, en büyük adasında bulunan hem vahşi hem de evcil çok miktardaki köpekten dolayı, Romalılar tarafından verilen ‘Köpek Adası’ isminden (Insula Canaria) almaktadır.
-
Dünyanın etrafını dolaşan ilk insan kimdir?
Zenci Henry... Ferdinand Macellan dünyanın etrafındaki turunu asla tamamlayamadı. 1521’de Filipinler’de henüz turun yarısındayken öldürüldü. Macellan 1511’de Portekiz’den çıkıp Hint Okyanusu’nu geçerek önce Uzakdoğu’yu ziyaret etti. Zenci Henry’yi 1511’de Malezya’daki bir köle pazarında buldu ve onu geldiği yoldan Lizbon’a götürdü. 1519’da çıkılan dünya turu girişimi de dahil olmak üzere bundan sonraki tüm yolculuklarında Zenci Henry, Macellan’ın yanında gitti. Bu yolculuk diğer yönden, yani Atlas Okyanusu’nu ve Büyük Okyanus’u geçerek gerçekleşti, bu yüzden 1521’de Uzakdoğu’ya vardıklarında Zenci Henry dünyanın etrafını tam olarak dolaşmış olan ilk insan oldu.
-
Eski devirlerde teknelerin su almaması için ne yapılırdı?
Antik gemiler konusunda uzman olan Lionel Casson, Roma döneminde gemi yapan kişilerin sızıntıyı önlemek için önce armuzları, yani tahtalar arasındaki boşlukları doldurduklarını söylüyor. Sonraki işlem hakkında da şöyle diyor: “Genellikle zift [bitüm] veya zift ve mum karışımı kullanarak armuzları, hatta teknenin tüm dış yüzeyini sıvar ve iç yüzeyini ziftle kaplarlardı.” Romalılardan uzun zaman önce Akadlar ve Babilliler de teknelerinin su almasını önlemek için zift kullanmışlardır.
-
Antik çağlarda balıkları saklamak için hangi yöntem kullanılırdı?
Antik çağları anlatan bir araştırma kitabında bir balık saklama yöntemi anlatılır. Bu yöntem büyük ihtimalle eski Celile’de kullanılmıştır ve günümüzde de bazı yerlerde kullanılmaktadır. Öncelikle balıkların içleri temizlenirdi. Ardından da suda yıkanırlardı. Kitapta şöyle anlatılır: “Balıkların solungaçlarının içi, ağzı ve pulları işlenmemiş tuzla ovulurdu. Daha sonra bir kat balık bir kat tuz üst üste dizilir ve üzeri kuru bir hasırla örtülürdü. Yapılan bu istif 3-5 gün bekletildikten sonra ters çevrilir ve yine aynı süre boyunca bekletilirdi. Bu kurutma aşaması sırasında balıklar sularını bırakır ve tuzlu çözelti balığın içine işlerdi. Balıklar kuruyunca da sertleşirdi” (Studies in Ancient Technology).
Bu yöntemle kurutulan balıkların ne kadar dayandığı bilinmiyor. Ancak eski Mısırlıların Suriye’ye salamura balık ihraç etmesi bunun iyi bir saklama yöntemi olduğunun göstergesidir.
-
Çimariva Nedir?
Çimariva; personelin gemi boyunca düzenli bir şekilde selamlama için yanyana dizilmesidir. Personelin aynı hizada nizami olarak durabilmesi için fiziki olarak aynı yapıda seçilmesi ve aynı tip giyinmesi gerekmektedir.
Çimariva seremonisinin Türk donanmasına hangi tarihte ve ne şekilde girdiğine dair somut bir bilgiye ulaşılamamıştır. Bununla birlikte; Erol MÜTERCİMLER tarafından kaleme alınan "Destanlaşan Gemiler-HAMİDİYE, YAVUZ, NUSRAT ve ALEMDAR" adlı eserde, Hamidiye Gemisinin, İstanbul Boğazı geçişlerinde, Padişahı selamladığından bahsedilmektedir.
Dünyada Çimariva geleneğinin bugünkü anlamında olmasa bile çeşitli başka sebepler ile uygulanmasının, en az denizcilik tarihi kadar eski olduğu sanılmaktadır. Çımariva ile ilgili çeşitli kaynaklardan edinilen ve çimariva seremonisinin tarihini oluşturduğu değerlendirilen uygulamalar ise şu şekildedir:
Manning Ship
Bu geleneğin, gemilerde mevcut personelin güverte üzerinde dizilerek gemilerinin ve tüm personelin silahtan arındırıldığını simgelemek, yani bir nevi barış göstergesi olarak kullanıldığı bilinmektedir (tarihte şövalyelerin, karşısındaki savaşçıya barış simgesi olarak başlıklarının siperliğini kaldırmaları gibi). Günümüzde ise selamlama seremonisi olarak kullanılmaktadır. Ancak daha sonraları (kısmi olarak günümüzde de uygulanmaktadır) personelin seren direkleri üzerinde sıralanması ile, tüm personelin güverte üzerine dizilmesi uygulamasından vazgeçilmiştir.
Manning The Side
Bu uygulamada; güverte nöbetçi subayının genel anons devresinden yaptığı anons ile, o anda güverte üzerinde ve gemi lumbarağzını gören tüm personel, cephelerini lumbarağzına dönerek, lumbarağzından gemiye giriş yapan subayı selamlama seremonisine katılır. Yapılan anons "MAN THE SIDE" şeklinde olduğundan; lumbarağzı nöbetçi personeli ile, anonsu duyan ilgili personel bu selamlama seremonisine katılır. (Bu uygulama Fransız gemilerinde halen mevcut olup, gemiye grup olarak gidilse dahi, tüm subaylar için ayrı ayrı bu selamlama seremonisi uygulanmaktadır)
Bu uygulamanın temelinde; personelin gemiye giriş-çıkış için kullandığı şeytan çarmıhlarında üst rütbeli personelin geçişine engel olmamak amacıyla, ast rütbeli personelin trafiği engellememesi için uygulanan bir gelenek yatmaktadır. Personel gemiye giriş/çıkış yaparken kullanılan tek araç şeytan çarmıhı olduğundan, daha üst rütbeli bir subay gemiye giriş veya çıkış yapmak istediğinde; daha ast rütbeli personel basamaklardan açılarak, şeytan çarmıhının kenarındaki halatlara geçici olarak asılmakta, böylece üst rütbeli subayın geçişine yol açmaktadır. Bu işlemi bir disiplin haline getirerek, tüm personelin bilgilendirilmesi ve gelen-giden subay ikazını yapmak amacıyla, "MANNING THE SIDE" anonsunun yerleştiği tahmin edilmektedir. Şeytan çarmıhının kenarlarındaki halatlara asılarak, yol açan ast rütbeli personele "SIDE BOYS" denilmiş ve bu terim denizcilik literatürüne de girmiştir. (İngiliz Kraliyet donanması tarihi)
Manning The Rails
Donanma gemileri tarafından, bir selamlama ve saygı gösterme metodu olarak kullanılmaktadır. Denizciliğin başladığı ilk yıllardan beri kullanılan bir ritüel olan gemiye gelen seçkin bir misafir veya çok üst rütbeli bir personele saygı göstermek, onu onurlandırmak amacıyla; seren direklerinin belli aralıklarla personel ile donatılarak, verilen komutla üç defa tezahürat yapılması (Örnek: Yaşasın kral, Yaşasın kral, Yaşasın kral, gibi) geleneğinden gelmektedir(Manning The Yards -Serenlerin personel ile donatılması). Günümüzde ise personel, serenler yerine küpeşteler/güverteler boyunca sıralanarak, seçkin bir misafirin selamlanması veya saygı geçişi esnasında personelin bir role dahilinde sıralanıp verilen komutla kendi dillerinde bağırarak, seremoniye renk katması şeklinde uygulanmaktadır. (Manning The Rails- Küpeştelerin / güvertelerin personel ile donatılması)
-
Balıklarla İlgili
En büyük deniz balığı:
Bir balinanın uzunluğu yaklaşık olarak 15 m.'dir. Büyük beyaz
köpekbalığının uzunluğu ise 12 m.'dir
En büyük nehir balığı:
Güney Amerika nehir sularında görülen Arapaima balığı, 2 m. uzunluğunda ve 111 kg. ağırlığındadır.
En küçük balık:
Filipinler'de yaşayan bir kaya balığı 1 cm. boyundadır.
En uzun yaşayan balık:
Karadeniz'de yaşayan Mersinmorina'ların 120 yıl kadar yaşadığı görülmüştür. Bu balıkların ağırlıkları bir tondan fazladır.
En az yaşayan balık:
Afrika ve Güney Amerika nehirlerinde en fazla bir yıl yaşayan 26 cins balık vardır. Yağmurlu mevsim sonunda nehirler kuruduğu zaman ölürler. Ölmeden önce, kuraklığa dayanıklı yumurtalarını yumurtlarlar. Yağmurlu mevsim başladığı zaman yumurtalardan yavrular çıkar. Bu balıklar bir yıldan daha az yaşarlar.
En hızlı balık:
Yelken balığının saatte 68 mil (109 km.) hızla yüzdüğü bilinmektedir.
En zehirli balık:
Hint Okyanusu'nda ve Büyük Okyanus'ta yaşayan taşbalıkları en zehirli balıklardır. Son derece acı veren zehirleri altı saat içinde ölüme sebep olur. Fakat bütün sokmalar öldürücü değildir
Elektrikli yılanbalığında kaç volt elektrik vardır?
Elektrikli yılanbalığında 550 voltluk elektrik vardır.
En yükseğe sıçrayan balık:
Bir tarponun 5 m. yükseğe sıçradığı ve 9 m.'lik yay yaptığı bilinmektedir.
En büyük balık sürüsü:
Ringa balığı sürüsünde 300 milyon balık bulunur.
Kılıçbalığını tanıyor musunuz?
Bir kılıçbalığı kılıcının; bakır zırhı 10 cm.'lik levhayı, 30 cm.'lik beyaz meşe kerestesini, 65 cm.'lik sert meşeyi delip geçtiği bilinmektedir.
Oltayla tutulan en büyük balık:
1959'da Güney Avustralya açıklarında 1.208 kg. ağırlığında bir büyük beyaz köpekbalığı yakalandı.
Yaprak balığını tanıyor musunuz?
Güney Amerika'da yaşar ve rengi kahverengidir. Tehlike yaklaştığında kendini bırakır, ölü bir yaprak gibi yüzer. Burnunda yaprak sapına benzeyen kısa bir uzantı vardır.
Balıkların hızlarını biliyor musunuz?
Mandagöz mercan balığı 2 km/s
Dikence balığı 10.9 km/s
Tatlı su kayabalığı 11.2 km/s
Yılanbalığı 12 km/s
Sazan 12.2 km/s
Barbunya 12.8 km/s
Sazancık 13.1 km/s
Sarıbalık 14.9 km/s
Kızılkanat 16 km/s
Tatlı su levreği 16.4 km/s
Bıyıklı bayık 17.7 km/s
Levrek 19.3 km/s
Turna balığı 32.9 km/s
Alabalık 37 km/s
Som balığı 40.2 km/s
Pamuk balığı 42.6 km/s
Tarpon 56.3 km/s
Uçan balık 56.3 km/s
Ton (Orkinoz) 70.8 km/s
Kılıç balığı 96.5 km/s
Yelken balığı 96.5 km/s
Balıkların hızlarını vücut biçimleri etkiler. Sazan ve sarıbalık gibi yavaş haraket eden balıklarda yüzgeçler sırtın ortasındadır. Turna balığı ve yelken balığı gibi daha hızlı haraket eden balıklarda yüzgeçler vücutlarının iyice gerisindedir.
-
Kaan reis,
Teşekkürler ilginç bilgilermiş.
-
Balıklarla İlgili
Kılıçbalığını tanıyor musunuz?
Bir kılıçbalığı kılıcının; bakır zırhı 10 cm.'lik levhayı, 30 cm.'lik beyaz meşe kerestesini, 65 cm.'lik sert meşeyi delip geçtiği bilinmektedir.
Fiberin hiç şansı yokmu yani?
Bilgiler için çok teşekkürler.
-
TROPİKAL HAYAL ADALARINA DOĞRU
- şişşşt sessiz olun, pala amcayı uyandıracaksınız.
Elimle hastanelerde ki hemşire resimlerinde ki gibi sus işareti yapıyordum bir yandan iki arkadaşıma. Neredeyse doğduğumdan beri arkadaşım olan, Ö ve 6 yaşımda tanıştığım G. ye.
Hele Ö, ki kankardeşim olur, ailelerimiz biz daha doğmadan önce tanışmışlar. Şimdi büyüdük. On bir yaşındayız. Hayallerimiz aynı, okuduklarımız şekillendiriyor bizi.
Uçurtmalarımız var boyumuz kadar. Denize yakın kocaman çimenlikler var, uçurtmalarımızı uçurup, rahatça koşabileceğimiz. Yanımıza aldığımız yeşik erik, tuz...tek ihtiyacımız bunlar. Bahçelerde su akıyor nasılsa.
Yatıyoruz hafif bir tepeye, uçuruyoruz ve bir taraftan okuduklarımızı konuşuyoruz.
Dünyanın ucunda ki fener'e biz de gidebilir miyiz ? ya Esrarlı adalarda biz neler yapardık ? Robinson Crusoe gibi bir adaya düşsek ama biz bize olsak mesela. Üç kafadar.
Tom Sawyer'dan neyimiz eksik, biz de eğrelti otlarından yatak yapar, gökyüzünün altında uyuruz sıcak memleketler de.
Zaten bütün adalar hep sıcak değil midir ? Hiç kış olmaz oralarda. Böğürtlenler, Ahududular, ağaçlarda elmalar, muzlar vardır. Balıklar zaten kendiliğinden atlıyorlar kıyıya. Bütün hayvanlar ile insanlar zaten güzel anlaşmaz mı ?
Evet evet gitmeliyiz. Ama ada bu, denizden gideceğiz elbet. Problem değil babamın sandalı var, hem ben biliyorum kürek çekmesini, öğretti bana, yelkeni de var, ben de size öğretirim. Peki ya başka ? başka ne lazım bize ? Akşam buluşalım yine. Liste yapalım en çok gerekenleri, atlamayalım hiç bir şeyi. Orada bize lazım olacakları unutmayalım, bir de ne kadar paramız var? Herkesten harçlıkları toplama vakti, anne, baba, abla, abi, amca, dayı, teyze, hala kim varsa dolaşalım, toplayalım ihtiyacımız kadarını.
Akşam oluyor, yemeğe çağrılmadan önce halletmeliyiz bu işleri. Çetenin karargahında toplanıyoruz. Başlıyoruz liste yapmaya ;
K- Çadır lazım bize adada, yağmur filan yağınca gireriz içine, tabii ki sandalla gideceğiz, yağmurluk lazım, hani balığa gidince giyiyoruz ya,
Ö- İçme suyu lazım, iki üç bidon yeter herhalde, sandviç yapalım bir sürü, bisküvi, çikolata filanda alalım yanımıza.
G- Elbise lazım bize, şort, tişort bir de atlet alalım..Hasta oluruz sonra.
K- Bıçak, halat, olta ama onlar zaten sandalda var bir sürü. Balık tutacağız zaten giderken hep.
G- Nasıl pişireceğiz sandalda ?
K- Babamlar, küçük tüpte her şey yapıyorlar, tava, yağ her bir şey var. Akşam da lüks yakarız. Ama tüpü doldurmak lazım, bitmesin yolda.
Başka ne lazım bize ? Ne lazım olabilir ki ? Herşey doğada var, hem macera değil mi bu ? Ada da buluruz bizden önce gidenlerden kalanları, belki korsanların bıraktıklarını, hatta, hattaa belki hazine bile buluruz.
O zaman, okullar kapanır kapanmaz yola çıkıyoruz. Alt tarafı 15 gün var. Evveeet, bekle bize macera dolu adalar, geliyoruuzz.
15 Gün dediğimiz ne ki.. Geçiverdi. Artık zamanıdır yollara düşmenin.
Evden anlarlar dimi bizi ? Kızmazlar. İzin istesek vermezler ama. Daha küçüksünüz derler. Ne küçüğü, koca adamlar olduk, okula başka semte bile yalnız gidiyoruz, kendi başımıza yüzmeye gidiyoruz, kocca İstanbul'u dolaşıyoruz, hemde çoğu zaman bisikletle. Niye gidemeyelim.
Evet özleyeceğiz belki ama büyümenin bedeli bu belki de. Kendi yolumuzda ilerleyeceğiz. Kendi maceramızı yaşayacağız. Yine de üzmeyelim, güzel bir mektup yazalım, anlatalım hayallerimizi. Hem kızsalar bile biz çoook uzaklarda olacağız.
Sabah 5 daha saat. Bir kaç gündür hazırladığımız eşyaları ufak ufak taşıyıp bizim kayıkhanenin deposuna koymuştuk zaten, hepsini çıkartmak zor olur diye. Yavaşca sıvıştık evlerimizden. Zaten uyuyamamıştım heyecandan. Hemen buluştuk karargahta, atladık bisikletlere, yollar daha boş, istikamet, Küçükçekmece barınak.
G- Biz şimdi evden mi kaçtık ?
Hepimiz birbirimize baktık bir an, hiç böyle düşünmemiştik aslında. Biz hayallerimize yelken açacaktık. Belki de niyet o değildi ama dürüst olmak gerekirse resmen evden kaçıyorduk.
Kısa sayılacak bir sürede vardık o hızla, bisikletlerle girdik hemen alana.
Bizimkilerin çenesi durmuyor ki,
- şişşşt sessiz olun, pala amcayı uyandıracaksınız.
Pala dedikleri bir amca var hep buralarda, herşeye göz kulak oluyor. Beni tanıyor ama, izin vermez duyarsa, sabaha kadar içer, sızar diyorlardı hep onun için. Köpeklerle de aram iyi havlamıyorlar bize. Yavaşça ilerledik, kulübeye, eşyalarımızı aldık, yerine bisikletlerimizi bıraktık. Sandalın varagelesi var, çektik yavaşca, yerleştirdik herşeyimizi. Zaten hepi topu 3 çanta özel eşya, 2 çanta diğer ıvır zıvır işte. Hemen taktım kürekleri ıskarmoza, attık halatı arkamızdan ve yavaşca süzülmeye başladık açığa doğru, deniz dümdüz, hiç rüzgar yok. İstikamet önce Avcılar, sonra Büyükçekmece. Onu geçince Çanakkaleye ne kadar kalacak ki zaten.
Devam edecek ;)
-
Ufffff, çok karnım açıktı. Hepimizin öyle. Alışkın değiliz öyle kahvaltı etmeden evden çıkmaya ama Allahtan yanımıza simit, poğaça filan almıştık. Halen ılıklar, ne güzel.
5dk mola, kahvaltımızı edelim.
Denizköşkler gözüküyor, bayağı bir gelmişiz.
Büyük haritamız yok ama Atlasımız var, hem poğaçaları yiyor hem de atlas üzerinde konuşuyoruz.
Ö- Kaç günde gideriz acaba oraya ?
K- Önemli olan Çanakkale’den çıkmak, sonrası için babamlar hep aşağı diyorlar, demek hızlı bir şekilde gideceğiz , yolumuz üzerinde ki adalara baka baka.
G- Hangisine gideceğiz ?
K- Kanarya adaları, okyanus, beyaz kumlar, palmiyeler, meyveler, masmavi deniz, herkes özgür orada galiba.
Ö- Çok uzak orası yaa, Egedekilere gitsek, Kanarya adasına nasıl gideceğiz ?
K- Geze geze gideriz işte. Hem en güzeli oralarda ki adalar. Bir de okul yok o adalarda.
Ö,G- ahaha, tamam o zaman.
Yola devam ediyoruz, güneş yakmaya başladı, iyi ki şu şapkaları almışız. Geçen sene başıma güneş geçmişti. Çok hasta olmuştum, akıllandım şimdi, bir daha şapkasız dolaşmam.
Sol tarafımız kocaman bir deniz, sağ tarafımızda bomboş araziler var, rüzgar biraz çoğaldı, sallanıyoruz, sırayla kürek çekiyoruz ama ellerimiz açımaya başladı. En başta 10 dk da bir ben çekeyim, ben çekeyim diye sıraya giriyorduk. Daha şimdiden sıramızı diğerine vermeye gönüllü olmaya başladık.
Aaaa diyorum, bizim yelkenimiz var, açalım, kendi kendine gitsin. Direğin dibinde ki iki sırığa bakıyoruz, padişah fermanı gibi sarılmış ve bağlanmış. Açıyoruz bağlarını, halatları takip ediyoruz, hangisi yukarı çekiyor diye, biraz uğraşıyor ama buluyoruz, yahu neydi bunların isimleri, yabancı dilde bir şeylerdi, hem babam arkadaşları ile konuşuyordu. Keşke daha iyi dinleseymişim.
Çekiyoruz iki kişi yukarıya, düşmesin diye bağlıyoruz. Eeee nasıl ayarlanıyor bu, sağa sola dönüp duruyor, çokta ses yapıyor.
G, daha önceden sadece bir iki kez binmiş sandala, korkuyor haliyle. Biz ise daha alışkınız denize, hem alışmalıyız zaten, kolay mı belki ileride korsan gemimiz bile olur.
Biraz rüzgarla doluyor yelkenler, sandal biraz hızlanıyor, biraz yatıyor sonra diğer tarafa hızla dönüyor. Offf zaman kaybediyoruz, olmayacak böyle, en iyisi kürekle devam etmek.
İki kişi aynı anda mı çeksek yan yana oturup. Belki daha az yoruluruz.
G, başaltında ki malzeme dolabının kapağını açmış, içine kafası sokup gölgelik yapmış kendine uyuyor, hem korktu hem de biraz deniz tuttu galiba.
Biz sohbete devam ediyoruz bir yandan kürek çekerken, sohbet iyi geliyor, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz.
Sohbet etmeyince söylemiyoruz birbirimize ama moralimiz bozuluyor, bak bak hep aynı yerdeyiz sanki. Oysa bu kadar zamanda bisikletle ooooohoo nerelere gitmiştik.
Akşam nerede uyuyacağız, sandalı bir yere bağlamak lazım, aslında hep gitmek isterdim ama çok yorulduk, kürek çekerken zorlanıyoruz, dinlenmemiz lazım.
Hava kararmadan albatrosa varabilir miyiz acaba ? Orada kumsal var, sandalı oraya çeker, uyur, sabah güneşle tekrar yola çıkarız.
Evet en iyisi bu, herkes hemfikir. İstikamet albatros, yada en yakın yer. Sandalı sağlama alalım. Pek gözükmeyen bir yer olsun ama.
Artık bir hırsla çekiyoruz küreği, biran evvel varmalıyız ama hava bulutlandı, rüzgar arttı, dalgalar rahatsız ediyor artık. Bu da kürek çekmeyi zorlaştırıyor. Birde yağmur atıştırmaya başladı, offf ıslanacağız şimdi.
Neredeydi bu yağmurluklar. Bir taraftan ıslan, bir taraftan dalgalar beşik gibi sallasın, arkadaşlarım yüzüme bakıyorlar, tedirginler. İşte diyorum, kendimden emin onlara, bunun için gidiyoruz tropikal adalara, oralarda olmaz böyle şeyler. Hem korkacak bir şey yok, daha kötüsünü de gördüm boğaza balığa çıktığımızda, bu bir şey değil.
Birkaç saat sonra varıyoruz kumsalın hemen öncesine. Kayaların arasından uzanan eski ahşap bir iskele var. Kimseciklerde yok. İlerlemek istemiyoruz daha fazla, hem fazla göz önünde olmayalım hem de gücümüz bitti zaten. İlerleyecek hal kalmadı. Önce çadır kurmayı düşünüyoruz, sonra birbirimize bakıp bir sürü bahane uyduruyoruz yorgunluktan. Biraz dinleniyoruz, hava karardı iyice. Lüksümüzü yakıyoruz. Çantamızda ki sandviçlerden çıkartıyoruz bir tane. Usulca ama hızlıca bitiriyoruz. Biraz sohbet ediyoruz, ağırlık çöküyor iyice, oysa daha erkendi ama gözlerimiz kapanıyor üçümüzün de. Hepimiz bir yerde uykuya yenik düşmek üzereyiz sandalın içinde. Hava kaldı, rüzgar yok, yine güzel bir haziran gecesi. Lüksü söndürüyorum, battaniye veriyorum diğerlerine ve birkaç dakika sonrasında, kendimi palmiyeler altında kumsalda uyurken görmeye başlıyorum. Taaa ki sabah serinliğinde ürperene kadar…
Devam edecek ;)
-
Devamını sabırla bekliyorum.
-
Ansiklopedik bilgilerle karışmış roman dizisi :) çok güzel bir derleme oluyor. Teşekkürler Kaan reis.
-
K- Hadi kalkın beyleerr, sabah oldu.
Heyecandan mıdır yoksa heves midir bilmiyorum, çok dinç ve dinlenmiş hissediyorum. Enerji doluyum. Oysa gece gayet güzel bir uyku çekmeme rağmen yine de defalarca çıtırtılara uyandım. Malzeme dolabının içinde kaçak bir yolcumuz var belli ki. Küçükçekmece de sandalın bağlı durduğu yer, Gölü ve içeride ki barınağı denize bağlayan kanal. Haliyle kanalda su yılanlarından, fare’ye bol miktarda mevcut. Kırıntılar tekne de kalırsa imkanı yok kurtulamazsınız, ertesi gün bir misafiriniz vardır.
Ö ve G uyanıyorlar bu arada, söyleyip söylememe konusunda emin değilim, bilmiyorum, acaba korkarlar mı ?
Acıkmışız, şöyle biraz kediler gibi gerindikten sonra, hemen kahvaltımızı edip yola çıkmaya niyetliyim.
Hızlı hareket ediyoruz. Yolumuz beklediğimden uzun sürecek sanki. Her şey tamam tam yola çıkmak için iskeleden ayrılıyorum ki...
G- K, benim tuvalete gitmem lazım.
Haydaaaa diyorum ama haklı, kitaplarda yazmıyor böyle şeyler ama doğa kanunu işte. Ne yapsın çocuk.
"Kimsecikler yok, git şurada ki kayaların arasına, deniz kenarına" diyorum aklıma başka bir şey gelmiyor önce. Olmaz, yapamam diyor.
Eeee ne yapacağız derken o sırada gözüme bir minare takılıyor ileride, bekle biraz diyorum oraya doğru gidelim, hazır gitmişken hepimiz sırayla cami’yi ziyaret ederiz. Başlıyorum kürek çekmeye, bir taraftan da hesap yapıyorum, kumsala yanaşırım, cami yakın görünüyor, ikisini beraber gönderir sandalda kalırım, onlar gidince ben de misafiri göndermeye çalışırım.
Ama nasıl ?
5-6 yaşlarındayken, yazları ananemin evine giderdik Adapazarına, evi bahçeli idi. 70’li yıllar, halen tel dolap, divan filan var. Divanların altına kolilerde nohut, fasulye, mercimek filan istiflerler, tabii ki bahçeli tek katlı ev olunca, fareler buralara dadanır. Divanda yatan gece sesi duyunca, el lambası ile sesin geldiği koliyi çeker, fındık faresi çıkınca, ışık yardımı sayesinde, çoban köpeklerinin bir o yana bir bu yana koşması gibi, ışık oyunun yardımı ile dış kapıya doğru yönlendirir ve kapıdan dışarıya çıkartırdık. Bahçede ki kediler sanki hep bu anı beklerler gibi gece parlayan gözlerle duvarların üzerinde dururlardı. Ama şimdi gece değil, nasıl göndereceğim bu misafiri diye düşünürken geldik mümkün olan en yakın yere. Kumlara yasladım sandalı, orada ki bir büyücek taş parçasına dolayıverdim halatı.
G ve Ö koşarak gittiler, yola çıkmak için mi acele ediyorlardı yoksa etrafı batırmamak için mi bilemiyorum.
Onların arkalarına dönmelerine ihtimal yoktu bende hemen işe giriştim. Malzeme dolabını açtım, içindekileri dışarıya çıkartmaya başladım.
Aaaa, hazır çapari takımları burada. Üstelik kurşunu bile üstünde. Harika, giderken sallarız arkadan.
Bir kaç halat parçası, torba, malzeme derken bir kıpırtı görüyorum. Torbadan mı, orada ki kutudan mı emin değilim. Korkmuyorum ama elime değecek diye de çok huylanıyorum. İki parmakla malzemeleri hareket ettiriyorum, kıpırtı çoğalıyor, daha da dibe doğru gidiyor. Isırır mı acaba ? diye düşündükçe çekincem artıyor, o sırada göz göze geliyoruz, tam köşede kağıt kırpıntılarının altından burnu ve gözleri görünüyor.
Küçük bir şey, cesaretim yerine geliyor. Orada ki kalınca bir bez parçasını alıp birden üstüne kapatacak şekilde atıyorum ve hemen aynı hızla toplayıp sandalın dışına doğru atıyorum. Aradan kaçıyor ve kumların üzerinde hızla sandalı bağladığım taşın altına doğru kaçıyor. İyi, misafirimizi yolcu ettik en azından.
Birkaç dakika sonra, sesler duydum, bizimkiler ellerin de torbayla geliyorlar. Camiden sonra açık bir bakkal bulmuşlar, hepimiz ikişer tane sandviç yaptırmışlar.
İyi, azalmaya başlayacaktı zaten yemek stokları.
Onlar geliyor ve ben de bir koşu gidip geliyorum. Hepimizin keyfi yerinde.
Ö, hazırlanmış, küreklerin başında bekliyor. Hemen halatı çözüp atlıyorum sandala, yavaşca açılmaya başlıyoruz yine, hava sakin, sıcak ve rüzgarsız.
Dağınıklığı soruyorlar ne oldu diye, hemen olta takımını söylüyorum, onu arıyordum buldum diye. Tedirgin olmasınlar şimdi.
Suların sesi ve küreğin suya çarpışı, ilerimizde pancar motorları ile denize açılan diğer tekneler, iyot ve yosun kokusu, Allah’ım, ne şanslıyız, iyi ki bu maceraya çıktık. Bu nasıl bir huzur diye düşünüyorum. Sanki huzursuzluktan çok anlarmışım gibi.
Ö, hem kürek çekiyor hem şarkı söylüyor G ise sanki sözleri biliyormuş gibi eşlik etmeye çalışıyor. Yüzümde kocaman bir gülümseme ile oltayı hazırlamaya başlıyorum, arkadan salıyorum yavaşça belli mi olur belki balık tutarız.
Diğer sandalların yakınından geçerken selam veriyoruz ağabeylere, hepsi güler yüzle bakıyorlar bize, küçük bir kamarası olan bir motorlu tekne yanaşıyor, “ rastgele çocuklar” diye gülümsüyor, biz de ona. Tuttunuz mu balık diyor, hayır diyorum daha yeni attık sayılır, hem gidiyoruz zaten ileriye doğru, şansımıza gelirse işte.
Güneş yükseldi diyor, olan balıkta kesecek zaten, ben geceden çıkmıştım, şansıma sadece bir tane küçük mercan geldi, alın oda sizin olsun, hevesiniz kırılmasın diyor. Sorada ekliyor, denizle şala olmaz çocuklar, dikkatli olun her zaman gözünüzü dört açın, size doğru gelen bulut görürseniz, hemen kaçın sahile. Hadi Allah'a emanet olun.
Seviniyor, teşekkür ediyor ve yolumuza devam ediyoruz. Zaten bildim bileli bu tekne sahipleri hep etraflarına yardım eden iyi insanlardır diyorum bizimkilere, babam bunun önemli olduğunu söyler hep, “deniz dediğin ayrı bir vatan, muhtaç olmasa da yardım elini uzatmayan, olmaz adam”
G- Sıra bende birazda ben çekeyim kürek diyor, öğrenmem lazım.
O kürek çekmeye başlayınca, sarhoşlar gibi oluyor sandal, bir o yana bir bu yana. Gülüyoruz ama dediği gibi. Öğrenmesi lazım.
Bir taraftan açıyoruz yine atlasımızı, bakıyoruz oradan, gideceğiz yerlere, şöyle bir hesap yapıyoruz, bir günde bu kadar yer geldiyseeeekkk, e yuh nasıl yani, bir hafta da gideriz diyorduk bir yılda gidemeyiz oraya. Yok yok, Çanakkale’den sonrası önemli, aşağı doğru hızlı gideceğiz, bir haftada varamasak bile Ege’yi geçeriz herhalde. Neyse moral bozmaya gerek yok, hele bir gelelim de oralara bakarız.
Ö- Giderken Çanakkale şehitliğine uğrayabilir miyiz ? Çok merak ediyorum, hiç gitmedim.
K- Uğrarız tabii ki, geze geze gideceğiz nasılsa. Hem benim büyük dedemin orada mezarı var, ziyaret etmiştik tatile giderken. İsmail çavuş adı.
Hava ısındı iyice, denize girme zamanı geldi aslında ama geç kalmak istemiyoruz, bir yerlere varmalıyız her gün. Hedefimiz Kumburgaz, akşam üstü orada olursak eğer, denize de gireriz hem. Orada sahilde hortumlar var, banyoda yaparız. Işıl ışıl oluyor geceleri orası, tatil yeri nede olsa.
O zaman daha fazla oyalanmaya gerek yok, Geçeyim ben küreklere, hadi bakalım, hızlanalım biraz.
Devam edecek ;)
-
Bir taraftan sohbet ediyoruz, bir taraftan hayal kurmaya devam, neler yapacağız, nasıl orada bir kulübe inşa edeceğiz, acaba ada nasıl olacak diye konuşuyoruz hiç durmadan. Daha şimdiden iş bölümü yapıyoruz. Çizimlerimiz bile hazır, kulübe, bahçe,iskele. Yapacak çok iş olacak.
Aaaaa ne keser var ne çivi.
Nasılda unuttuk bunları, almamız lazım hemen.
Bunlar konuşulurken uzaktan bir tekne hızla geliyor üstümüze doğru. Önce önemsemiyoruz ama hızla yaklaşıyor.
Bizi görmüyor mu acaba ?
Ben kürek çekmeye devam ediyorum, Ö ve G tekneyi takip ediyorlar sessizce. Teknenin motorunun sesini duyuyorum, git gide yaklaşıyor.
O sırada Ö diyor ki “K ….. Baban”
Anlamıyorum önce, babamın burada ne işi var, ne diyor ki bu ? Bir an arkamı dönüyorum ve gerçekten, kanlı canlı, Babam.
Baş üstünde, bir kaşı havada ayağını küpeşteye dayamış, bir eli belinde dirseğini dizine yaslamış bize bakıyor.
Hepimiz donup kalıyoruz, her şey bitti mi şimdi yani ?
Artık kafam o kadar durdu ki ne düşüneceğimi bilemiyorum. Hatta bir ara acaba, iyi yolculular dilemeye geldi, güle güle der mi? acaba diye bile düşündüm.
Babam’dan net ve anlaşılır bir cümle.
“Yeter mi bu kadar ? Aldınız mı hevesinizi. Kusur bakmayın daha fazla zamanım yoktu.”
??????
Meğer biz yola çıktıktan birkaç saat sonra peşimize düşmüş, haberimiz bile yok. Başımıza bir şey gelmesin diye uzaktan takip etmiş ama hevesimizi de kırmak istememiş.
Kendimize güvenimiz kırılırmış. Yedeğe aldılar bizi, karaya çıktık. Hiçbir şey söylemedi babam daha fazla, ne kızdı, ne azarladı. Ama arkadaşlarımı eve bıraktıktan sonra öyle bir bakış fırlattı ki offff sövse daha iyiydi.
Odama gittim. Kitabım hala açık duruyordu. Maceram kısa sürmüştü. Annem de belli ki çok kızmıştı ama oda bir şey demiyordu. Sonra ablam geldi, ne kadar merak ettiklerini anlattı. Sonra oralara kadar neden gidemeyeceğimizi. Başka “maceralar” bulmam gerektiğini.
Ve bu olay, Beyazıt kütüphanesin de okuduğum, İstanbul’un altında ki tüneller ve geçitler ile ilgili ansiklopedik bilgi, girişi olduğu düşünülen yerler ve çıktığı yollar bilgisi, dedemlerin, fildamı'ndan Yedikule’ye tünelden gidip geldiği hatırası da eklenince Bakırköy akıl hastanesinin bahçesinde bir girişi olduğu söylenen tünel kapısından içeri girip, 30 mt kadar ilerledikten sonra arkamdan tüneldeki taşların girişe çökmesi ve gidecek bir yer olmaması sebebi ile 15 saat kadar mahsur kalıp, itfaiye tarafından kurtarılmamdan iki ay kadar önce idi.
11 yaşımda ki ben.
Saygılar.
Son :)
-
Ben sonunu merak etmiyordum.Devam etseydin keşke.Ama sizde macera çokmuş,hikaye de çoktur.Kalem de kuvvetli olunca devamını bekliyor insan.Çok beklemeyiz inşallah.
-
Teşekkür ederim abi.
Özellikle 20 yaşını görene kadar, evdekilere çok çektirmişliğim vardır. Sağolsunlar bütün haşarılıklarıma, hiç fazlaca tepki göstermediler, bir şekilde doğruyu gösterip destek olmaya çalıştılar.
Soranlara hep şu hikayeyi anlatırdı rahmetli babam.
"5 yaşındaydı, evin arka bahçesinde oynarken, duvara tırmanıp, yürürken dengesini kaybedip çeşmenin yanına düşmüş, başı kanamaya başlamış, normal olarak o yaşta ki bir çocuktan beklenen, ağlayarak annesinin yanına koşması ama o, düştüğü duvara tekrar tırmanıp, sokak tarafına geçmiş, hiç ağlamadan eczaneye gitmiş, kan süzülen kafasını göstermiş ve sarmalarını istemiş. İşte o gün başımıza neler gelebileceğini anlamıştık "
;D ;D ;D
-
Bir kendimi bilirdim akıl hastahanesinin bahçesindeki tünelden girip te koca Ataköy un altından geçip sahile kadar ulaşan. Meğer adaşımda aynı yolu denemiş. 😁
Bizimki epeyce verimli bir yolculuk idi.Epeyce 50 kuruş ila 2.5 TL arasında para ve bol misket bulmuştuk.
Yanımızda Fener,kitapçılarda satılan ucuz bir pusula,çakı,duduk ve yiyecek vardı.
Bildiğim kadarı ile şimdilerde ağzı demir parmaklikla kapalıdır.
Sağol adaşım bana da vesile oldu yazdıkların sayende hatirlamis oldum.
-
;D ;D ;D
Harika, bu Kaan'lar da var bir şey...
Balat ve Kocamustafa paşa'nın altında ki tünellere de girmiştim. Malum onlar çok daha büyük ama yasak. İçeride polisleri çok koşturdum diye üstüne, meşhur hortum Süleymandan dayak yemişliğim bile vardır ;D
-
Hikayeyi okumak için bitmesini bekledim. Kelimelere dökerken haşarılıktan sanki biraz tırpanlamış gibi geldi Kaan reis :) Hikaye ve anlatım çok güzeldi. Teşekkürler :) :)xx :)xx :)xx
-
15 saat tüneli merak ettim şimdi.
-
Selamlar,
Malumunuz, bir süredir forumda değildim.
Tamamen öznel nedenlerden dolayı bir süre forumdan uzak durma kararı almıştım. Bu süre içinde sosyal medyanın "geyik" tarafını da daha az kullanmaya, çok daha az "geyik" paylaşım yapmaya çalışmakta tercihimdi.
Lakin, bir kaç dostumun gönül koyması ve sözleri doğrusu beni üzdü. Bir kaç görüşmeden sonra tamamen öznel sebeplerimin yanlış anlaşılmış olduğunu, forumda olmamamın farklı nedenlerle olduğunu düşündüklerini, bu sebeple yanlış bir izlenim bıraktığımı da üzülerek farkettim. Gerek ilk önce kurulan bloğun, gerekse forumun ilk kurulumu esnasında severek ve elimden geldiğince yardım etmeye çalıştım. İlkeler belirlenirken, beklentiler oluşturulurken ince eleyip sık dokuduk. Bu güne kadar hiç bir forumda olduğunu görmediğim şekilde temellerini attık ve bu ilkelerin korunması için tüm dostları sorumlu olmaya davet ettik.
Bu kadar uğraştan ve iyi niyetli insanların bir araya gelmesinden sonra gerek bu forum sayfalarında gerekse birebir iletişim içinde, yanlış veya kırıcı bir kelime dahi etmediğimi düşündüğüm dostlarımı üzmeyi becerebildiysem özür dilerim.
Tek ricam, sessizce gönül koymayın, " Hatalı olduğumu düşünüyorsanız, tel no : 053. ... .. .." ;D
Başınızı ağrıttım kusura bakmayın.
Kuru kuru yazı olmaz, ben yine her zaman ki gibi bir kaç kelimelik ukalalık yapayım müsaadenizle.
Geçenlerde bir video seyretmiştim.
Video'da aslında bildiğimiz ama çokta dikkat etmediğimiz bir şeyden bahsediliyordu. Tüm eğitim hayatımız boyunca kullanılan iki boyutlu haritalar.
Bu haritaların tam anlamıyla gerçeği yanıtmadığını biliriz ama gerçek olsaydı nasıl görünürdü, ne kadarlık bir sapma olurdu diye merak ettiniz mi ?
Aslında doğru ölçeklendirme ve doğru şekillendirme yapıldığında neredeyse tüm kara parçalarının birbiriyle bağlanılı olduğunu ve tüm göçlerin aslında bu yollar kullanılarak dünyaya nasıl yayıldığımızı daha iyi anlayabileceğimizi biliyor musunuz ?
Mesela şu Dymaxion projesiyonu
(https://i.hizliresim.com/lWVnlg.png) (https://hizliresim.com/lWVnlg)
Malumunuz, Merkatör projeksiyon ile yapılmış haritalar kullanıyoruz. Oysa bu tamamen bir yanlış üzerinde ısrardan başka bir şey değil. Hatta ve hatta bu haritalara " dünyanın doğru kabul edilen en büyük ve yaygın yalanıdır" derler.
(https://i.hizliresim.com/VMb4dj.png) (https://hizliresim.com/VMb4dj)
Şöyle ki ;
1500'lü yıllarda ortaya atılan bu harita türü, her ne kadar teknik imkansızlıklardan ortaya çıkmış masum bir hata gibi görünse de aslında büyük bir propaganda malzemesidir. Çünkü ilerleyen yıllarda doğru ölçümlerle oluşturulan haritalar, kabul görmemiş ve Merkatör Projeksiyonu kullanılmaya devam etmiş. Neden? Bilimsel her türlü gelişmeye kucak açan insanlık, neden Merkatör Projeksiyonu gibi ilkel, teknik hatalarla dolu bir ölçüme bağlı kalmış? Belki komplo teorisi gibi görünebilir ancak bilimsel veriler yüzlerce yıllık bir yalanı ortaya çıkarıyor.
Büyük yalan ilk önce, kaşifler tarafından fark ediliyor. Ölçeklendirmesi hakkında net bilgiler verilmeyen Merkatör Projeksiyonunu esas alarak dünyayı gezmek için denizlere açılan yüzlerce amatör kaşif, gittikleri yerlerde garipliklerle karşılaşıyorlar. Grönland'ın güney kıyılarına yanaşan gemilerden inen kaşifler kuzeye doğru 'uzun' bir yolculuğa çıktıklarını düşünüyorlar ancak yolculuk sandıklarından çok kısa sürüyor. Benzer şekilde Orta Afrika'da keşfe çıkan gruplar Merkatör Projeksiyonuyla hazırlanmış haritalara göre yaptıkları yolculukta, Ümit Burnu'na hesapladıkları sürede bir türlü varamıyorlar. İlk defa kafalarda soru işareti uyandıran tespitler bazı konferanslarda dile getirilince, haritalara paralel ve meridyenler eklenerek, kuzey ve güneydeki paralel-meridyen aralıklarının boyutu büyültülüyor. Böylece haritalar çok dikkat çekmeyen çizgilerle gerçek bir görünüm sunuyormuş gibi şekillendiriliyor. Ancak yine de haritada bir şeylerin yanlış olduğu çeşitli kesimlerce iddia edilse de, geçiştiriliyor.
Daha sonra astronomlarında dikkati çekiyor ve geçiştirmeler zora giriyor. Sonra ilk uyarı geliyor ve haritaların altına şöyle bir not düşmek zorunda kalıyorlar.
"Güney Amerika, Grönland'ın 5 katı büyüklüğündedir."
Yine de bu detay kimsenin dikkatine çekmiyor ve fazla seslendirilmesine izin verilmiyor. He de tam 100 yıl boyunca.
1974 yılına gelindiğinde Alman bilim adamı Arno Peters, Avrupa merkezli dünya fikri üzerine tezler üzerine çalışıyor. Çalışmalarında dikkatini antik haritalar üstüne yönlendiriyor. Antik çağlardaki kaşiflerin haritalarının tümünün, bilinen dünya haritasından belli başlı özelliklerle farklılaşması garibine gidiyor. "Hepsi yanılmış olamaz" diyor Peters ve mevcut dünya haritasını mercek altına alıyor. Peters, James Gall'ın çalışmaları üstünden en doğru harita projeksiyonunu hazırlamak için kolları sıvıyor. Ortaya çıkan sonuç sarsıcı boyutlarda oluyor. Bilinen dünya haritasının önemli bir bölümünün yalandan ibaret olduğu anlaşılıyor.
Peters bu çalışmaları dünya ile paylaşıyor ve şu projeksiyonu yayınlıyor.
(https://i.hizliresim.com/pWLrA0.jpg) (https://hizliresim.com/pWLrA0)
Peters-Galls Projeksiyonu bilim çevrelerince dünyanın en doğru haritası olarak kabul ediliyor. Peters'ın hazırladığı haritalar dünyaya yayılmak üzere 80 milyon adet basılıyor. Ama bu haritalar; ne okullara, ne kurumlara girebiliyor ne de medya tarafından yayınlanıyor. 1989 yılında Peters, "Peters'ın Dünya Atlası" adında bir harita kitabı da bastırıyor ancak kitap da kitlelere bir türlü ulaşamıyor. Dünya ortaya çıkan bir gerçeği görmezden geliyor ve yalanda ısrar ediyor. Merkatör Projeksiyonlu haritalar dünyanın yüzü olarak nesilden nesile aktarılmaya devam ediyor.
P-G projeksiyona göre okullarda tahtaya asılan haritalar şöyle olabilirdi.
(https://i.hizliresim.com/kWlVQW.jpg) (https://hizliresim.com/kWlVQW)
Peki neden bu "yalan" da ısrar ediliyor ?
Merkatör projeksiyonu kimin işine yarayabilir ki ?
İşte komplo teorisi kısmı burada, Bazı ülkeler bu projeksiyonda tüm dünya'ya büyük, dolayısı ile güçlü oldukları gösteriyorlar örneğin ;
Kanada
Merkatör projeksiyonuna göre Kanada, ABD'nin Kuzeyinde devasa bir ülke gibi duruyor. Ama gerçek boyutlarında dünyanın kuzeyine sıkışmış bir ülke görünümünde.
ABD
Merkatör Projeksiyonunda Kuzey Amerika Güney Amerika ile hemen hemen aynu hatta daha büyük bir kıta konumunda. Ancak gerçekte Güney Amerika, Kuzey Amerika'dan gözle görülür bir şekilde daha büyük. ABD'de bu ölçeklendirme içinde Güney Amerika'nın karşısında daha küçük görünüyor.
İngiltere
Merkatör Projeksiyonu, İngiltere'yi Dünya'ya hakim bir noktaya konumlandırır. Gerçek dünya haritasında ise İngiltere kuzeydenizinde bir ada gibi görünmekte.
Avrupa
Dünyanın küresel gücü ABD değil mi? Merkatör Projeksiyonu'na göre dünya ABD merkezli gibi olması gerekmez mi? Ama bir zamanlar dünyanın küresel gücü Avrupa ülkeleriydi. Merkatör Projeksiyonuna bakarsanız, Avrupa ülkeleri dünyanın merkezinde durur. Gerçek Dünya haritasında ise merkezde Kuzey Afrika ila Orta Afrika civarında bir bölge duruyor.
Rusya
Topraklarının büyük çoğunluğunu Sibirya'nın karlar altındaki arazilerinin oluşturduğu Rusya, Merkatör Projeksiyonunda korkunç boyutlarda büyük görünüyor. Ama Gerçek dünya haritasında Asya'nın kuzeyinde bir çizgiden ibaret.
Baltık Ülkeleri
Merkatör Projeksiyonu sayesinde daha gözle görülür bir alanda karşımıza çıkar Norveç, İsveç ve Finlandiya gibi ülkeler de aslında gerçek dünya haritasında kuzeye sıkışmış ülkeler konumundalar. Hatta bir baltık ülkesi olarak sayılan Danimarka bile Grönland sayesinde adını büyük harflerle dünyanın gözüne sokabiliyor. Dünya haritasında neredeyse Afrika'dan daha büyük duran Grönland, gerçek dünya haritasında ise kuzeye sıkışmış küçük bir ada görünümünde.
Ya bu projeksiyondan zaralı çıkanlar kimler ? örneğin ;
Afrika Ülkeleri:
Hemen hemen bütün Afrika ülkeleri gerçekte olduğundan çok daha küçük bir şekilde Merkatör Projeksiyonunda gösteriliyor, çünkü zaten Afrika kıtası bütünüyle küçültülmüş!
Çin:
Çin Merkatör haritasında bile zaten büyük bir ülke gözükürken, gerçek dünya haritasında aslında ne kadar büyük olduğunu daha rahat bir şekilde görebiliyoruz. Bu noktada Rusya'nın Çin ile arasındaki boyut dengesinde inanılmaz farklılıklar otraya çıkıyor.
Arap Yarım Adası:
Dünyaya dayatılan haritada Arap Yarım Adası olarak bilinen alanın ne kadar küçük olduğu gözlerden kaçmıyor. Gerçek dünya haritasında ise Arap Yarım Adasının büyüklüğü ortaya çıkıyor.
Meksika:
Aynı şekilde Merkatör Projeksiyonu Meksika'yı olduğundan daha küçük gösterme eğiliminde. Gerçek Dünya haritasına göre ise Meksika oldukça büyük bir alan kaplıyor.
İran ve Hindistan:
İran ve Hindistan da gerçek dünya haritasında, dayatılmaya çalışılan haritaya oranla daha büyük bir alanı kaplıyor.
Güney Amerika:
Güney Amerika kıta halinde, Kuzey Amerika'dan daha büyük bir alanı kapladığı halde, Merkatör Projeksiyonuyla yapılan haritalarda abartılmış bir Grönland adasıyla birlikte Kuzey Amerika, Güney Amerika'dan daha büyük gözükmekte.
Dünyada ki tüm dengelerin "güç" üzerine kurulduğunu, insanların, hayvanlar gibi psikolojik engellerle sindirildiği, insanlar üzerinde ki öğrenilmiş çaresizliğin en belirgin şekli ve en asıl güçlerinin unutturulduğu bir düzen içerisinde ister komplo teorisi deyin ister sadece sadece bir yalan halen tüm eğitim sistemlerinde kocaman bir yanılgının bilerek ve isteyerek devam ettirildiği bir gerçektir.
Bu siteden online ülkelerin gerçek boyut kıyaslamalarını görebilirsiniz. Bir ülkenin adını yazın ve diğer bölgelere taşıyın.
http://thetruesize.com
Sevgi, Saygı ve Selametle.
-
Tan Kaan Reisim yazmaya tekrar başlamana çok sevindim.Yine dolu dolu bir paylaşım ve yine keyif veren üslup.
Hoş geldin Kardeş,hoşgeldin.
-
Heyamola forumundan Ersin'le tesadüfen karşılaştığım bir Marmaris yat yarışı akşamı'nda haberim oldu.
Bu sayfayla da bugün..
Kaan Reis, çok güzel, heyecan dolu yazılarına bayıldım desem yeridir.
Bu son yazı da süpermiş..
Eline sağlık..
-
Kaan cım tekrar hoşgeldin .
Biraz bir şeyler duymuştum bu konuda ancak bu kadar detaylı bilmiyordum. ::)
Çok ilgi çekici tam senlik bir yazı ile mest ettin bizi yine. :)xx
-
Hoş geldiniz ,
Yazı için kendi adıma da teşekkür ederim .
-
http://thetruesize.com
Ben beceremedim sanırım siteyi kullanmayı. Çözebilen var ise açıklayabilir mi?
-
Soldaki arama kutusunda ülkenin adını ingilizce yazınca aradığın ülkeyi renkli çizgi ile seçiyor. Mercator projeksiyonda haritalandırılmış ülkenin çevresini 2 boyutlu olarak hesapladığında tam doğru çevreyi bulamıyorsun. Malum ekvatordan kuzeye doğru çıktıkça boylam hesaplamalarında sapmalar oluyor. Yazdıkları bir yazılımla bu hatayı "0" a çok yakın bir seviyeye indirdiklerini yazmış. Yani seçtiğin ülkenin üzerinde mouse u beklettiğinde çıkan etikette o ülkenin alanını doğru olarak sana veriyor.
Ayrıca 2 ülkeyi kıyaslamaktan bahsediyor. 2 tane ülke seçtim. 2. ülkeyi tutup 1. nin üzerine sürükledim. Sadece görsel olarak farklarını görebildim. Bir de yine etiketler üzerindeki alanları okuyabildim
Umarım işine yarar.
-
Güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Mutlu ettiniz.
İrfan reis, örneğin soldaki kutucuğa "canada" yazıp alanını belirleyin sonra o alanı tutup ekvator çizgisine yakın bir yerlere yada avrupa üzerine getirin. km2 olarak aslında Mercator projeksiyonda görüldüğü kadar büyük olmadığını şaşırtıcı şekilde çok daha küçük olduğunu görebiliyoruz.
-
Forumun ENtellektüel köşelerinden birisi yeniden açılmış. Hoşgeldin Tan Kaan Reis :)xx
-
Hoş buldum, teşekkür ederim
-
Bizde gönül dosta koyulur, bu köşeyi ve diğer entellektüel yazılarını sahipsiz bırakmamana çok sevindim. Gerçi senin yokluğunda ben ara ara girip baktım. Bir süre forumdan uzak kalma isteğini ileten mesajını görünce çok üzüldüm ama bir nedeni vardır diye görüşmelerimizde detayını sormadım. Şimdi sormam gerektiğini ve hata etmiş olduğumu anladım. Bir özür de benden sana gelsin. Malum Böke'ye ait geminin transferine katılmıştım, bir süre iletişimden uzak kaldık. Bu yüzden geç cevap yazdım. Uzun seyahatten evine dönmüş gibi olmalısın, netice de kayıkevi de sana ait bir ev.
Hoşgeldin, Selametle...
-
Eyvallah, Hoş bulduk.
Bana ait değil valla, yok öyle köşe kapmaca.
Köşenin amacı belli.
Kimse elini korkak alıştırmasın, içinizden geldiği gibi döktürün, köpürtün ;D
-
Kitapları, öyküleri unutmayalım. Hayat onlarla güzel.
Kapitalist sistemin acımasız yüzünü romanlarında ve öykülerinde tüm açıklığıyla en iyi yansıtan yazar, Jack London’dır derler.
2016 yılında Türkçe'ye çevrildi bazı öyküleri ve ortaya "Meksikalı"çıktı.
(https://i.hizliresim.com/zB9XqD.jpg) (https://hizliresim.com/zB9XqD)
Kitapta “İstiridye Korsanlarına Baskın”, “İlk Savaş İlk Zafer” ve “Çizginin Güney Tarafı” adlı öykülerle birlikte, toplam 12 öykü var.
London’ın insan ile doğa çekişmesini ve elbette ki deniz tutkusunu işlediği öykülerinden ilk kez Türkçeye çevrilen ise,
“İlk Savaş İlk Zafer”
Şuracığa bir parmak bal bırakayım, daha tatmamış olanlar var ise diye ;D Afiyet olsun
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
“....................Yok, doğru söylüyorum Bob, hayli gecikmiş olarak doğduğumdan eminim. Yirminci yüzyıl bana uygun değil. Elimde olsaydı...”
“On altıncı yüzyılda doğardın,” diye sözünü kestim gülerek, “Drake olurdu, Hawkins ve Raleigh olurdu, geri kalan bütün deniz canavarları hayatta olurdu.”
“Doğrusun!” diye onayladı Paul. Küçük kıç güvertesinde sırtüstü döndü, hoşnutsuzluğunu dile getiren uzun bir iç çekiş duyuldu.
Vakit gece yarısını geçmişti. Rüzgâr neredeyse arkadan estiğinden Aşağı San Francisco Körfezi’nden Körfez Çiftlik Adası’na doğru sürükleniyorduk. Paul Fairfax’la ikimiz aynı okula gittik, bitişik evlerde oturduk ve içtiğimiz su ayrı gitmedi. Para biriktirdik, ufak işlerden para kazandık, ikimiz de doğum günlerimizde alınacak bisikletleri feda ettik ve yan yelkeni olan, üst yelkeniyle salma omurgası bulunan yirmi sekiz ayaklık Mist adlı geniş bir yelkenli tekne için gerekli parayı bir araya getirdik. Paul’un babası yat kaptanıydı zaten, Mist’i bulma ve inceleme işini o yüklendi. Tekneyi buldu, kontrolleri yaptı, cep çakısını tahtalarına sokup çıkardı ve kalasları büyük bir dikkatle inceledi. Aslına bakarsanız Paul ile ikimiz yelken açma konusunda ne öğrendikse onun iki direklisi Whim’de öğrendik, şimdi Mist bizim olunca, bilgimizi artırmak için canla başla çalışmaya koyulduk.
Mist, geniş kirişli bir tekne olduğundan rahattı, her şeye yer vardı. Bir adam kabinde dimdik durabilirdi; ocak, tencere, tava ve ranzalara gelince bir hafta boyunca karaya çıkmadan denizde kalabilirdik. Böyle seferlerden birine başlamak üzereydik, ilk kez gece sefere çıkıyorduk. Akşamüzeri Oakland’dan hareket ettik, şimdi Alameda Deresi’nin ağzına varmıştık; San Leandro Körfezi’ni dolduran ve boşaltan büyük bir tuzlu su haliciydi bu.
Ben düşüncelere dalmış öyle dururken Paul ansızın, “O günlerde de insanlar varmış,” diye söze başlayarak beni şaşırttı. “Deniz canavarlarının yaşadığı dönemde demek istiyorum,” diye açıkladı sonra.
“Haaa!” dedim ben sevecen bir tavırla ve “Captain Kidd” ezgisini ıslıkla çalmaya başladım.
“Benim bu konulardaki fikrim ne, biliyor musun?” diye devam etti Paul. “Romanstan, serüvenden falan söz ediyorlar ama ben romansın da serüvenin de ölü olduğunu söylüyorum. Bunları yaşayamayacak kadar uygarlaştık. Yirminci yüzyılda serüven falan yok. Sirklere gidiyoruz...”
“Ama,” diye sözünü kesmeye kalktım ancak o buna izin vermedi.
“Buraya bak Bob,” dedi. “Birlikte takıldığımız bütün zaman içinde serüven mi yaşadık? Tamam, bir keresinde dağlara çıktık ve gecenin yarısına dek dönmedik, aç susuz kaldık ama kaybolmadık bile. Her an nerede olduğumuzu biliyorduk. Sadece bir yürüyüştü o. Yani şunu demek istiyorum, hayatımızı kurtarmak için savaşmak zorunda kalmadık hiç. Anladın mı? Üzerimize tüfekle ateş edilmedi, top atılmadı, kafamızın üzerinde kılıç sallanmadı, ya da... ya da işte...”
Sonra, nasılsa pek fark etmezmiş gibi, “O uskuta halatından üç-dört ayak beri çekilsen iyi olur,” dedi umutsuz bir havayla. “Rüzgâr dönmüş değil henüz.”
“Eskiden deniz sürekli ünlü serüvenlerle dolu bir yerdi,” diye sürdürdü konuşmasını. “Bir çocuk okulu bırakıp gemide çalışmaya başlar, birkaç hafta içinde kalyonlarda ya da bir Fransız korsan gemisinde seren cundasında... ya da daha pek çok işte çalışabilirdi.”
“Ama bugün de serüvenler yaşanıyor,” diye karşı çıktım ona.
Ama Paul ben ağzımı açmamışım gibi sürdürdü konuşmasını. “Bugün n’oluyor, ilkokuldan sonra ortaokul, lise, sonra üniversite, sonra ya memur oluyoruz ya doktor moktor, bildiğimiz serüvenleri de sadece kitaplardan öğreniyoruz.
Burada Mist şalupasının arkasında oturduğumdan ne kadar eminsem, gerçek bir serüvenle karşılaştığımızda ne yapacağımızı bilmeyeceğimizden de o kadar eminim. Yanlış mıyım?”
“Valla bilmiyorum,” dedim öylesine.
“Tamam da korkaklık edecek değilsin, değil mi?” diye sordu.
Etmeyecektim ve öyle söyledim.
“Ama aklının başından gitmesi için korkak olmana lüzum yok, değil mi?”
Yürekli birinin de heyecanlanabileceği konusunda katıldım ona. Sesinde hafif bir üzgünlük tonu sezilen Paul, “Eh, öyleyse,” diye özetledi durumu, “olsa olsa serüveni berbat ederiz. Yani yazık olur. Bunu bilir bunu söylerim.”
“Serüven falan yok ortada henüz,” diye yanıtladım onu. Bir hiç uğruna üzülmesini istemiyordum. Paul bazı konularda garip biriydi, onu iyi tanıyordum. Çok okurdu, düş gücü zengindi, arada bir bu türden ruh hallerine girerdi. Dedim ki, “Serüven henüz başlamadı, yani berbat edileceğine üzülmenin bir yararı yok. Hem, neden harika bir serüven olmasın ki?”
Paul bir süre suskun kaldı, havasında değil diye düşündüm, derken ansızın konuşmaya başladı:
“Bak, düşün Bob Kellogg, şimdi böyle gidiyoruz ya, şu andaki durumda, hangi nedenle olduğunu da boşver, bir teknenin, içindeki silahlı adamlarla bize saldırdığını düşün, onları püskürtmek için ne yaparsın? Püskürtmeye kalkar mısın bir kere, onu söyle.”
“Sen ne yaparsın peki?” diye sordum ben. “Unutma ki teknede tek bir silahımız bile yok.”
“Bu durumda teslim mi olacaksın yani?” diye atıldı öfkeyle. “Tut ki seni öldürecekler?”
“Ne yapacağımı söylemiyorum,” diye yanıtladım onu hemen, biraz kızmaya başlamıştım. “Hiçbir silah olmadan sen ne yaparsın diye soruyorum.”
“Bir şey bulurdum,” diye yanıtladı beni – kestirip atma çabasıyla.
Kıkır kıkır gülmeye başladım. “Bu durumda serüven berbat edilmiş olmaz, değil mi? Sen de burada boşuna saçmalamış olursun.”
Paul bir kibrit çaktı, kol saatine baktı ve saatin bire geldiğini söyledi – tartışma onun aleyhine geliştiğinde böyle yapardı. Ayrıca, dostluğumuzun başlarında hırgür etmişliğimiz olsa da, ilk defa kavga etmeye bu kadar yaklaşıyorduk. Tam ileride beyaz bir ışık görmüştüm ki, Paul yeniden konuşmaya başladı.
“Çapa ışığı,” dedi. “Oraya da çapa atılmaz ki. Küçük kıçlı bir mavna olabilir, biraz açığından git bari.”
Mist’i birkaç derece gevşettim, rüzgâr iyi estiğinden hayli güzel bir hızla ine kalka ilerledik, ışığın o kadar uzağından geçtik ki, ne türden bir tekne olduğunu bile çıkaramadık. Ansızın Mist yumuşak çamurda ilerliyormuş gibi yavaşladı. İkimiz de şaşırdık. Rüzgâr eskisinden daha sert esmeye başlamıştı, gene de neredeyse çakılıp kalmıştık.
“Burada da bataklık olur mu? Hiç böyle bir şey duymadım!”
Paul duruma inanmamış gibi homurdanarak böyle bağırdı ve küreği kaptı, tekneyi yan yatırdı. Su elini ıslatıncaya dek dümdüz ilerledi. Dip diye bir şey yoktu. İyice afallamıştık. Rüzgâr hızla esiyor, Mist gene de kaplumbağa gibi ilerliyordu. Teknemizde bir terslik vardı, dümen yekesinde yapabileceğim tek şey, rüzgâra kapılmasını önlemeye çalışmaktı.
Elimi Paul’un koluna koydum, “Dinle!” dedim. Iskarmozların sesi duyuluyor, küçük beyaz ışık arada bir, çok yakınımızda görünüp kayboluyordu. “İşte senin silahlı tekne,” diye fısıldadım, biraz da dalga geçerek. “Tayfaları döverek dörder parçaya ayır ve saldırganları püskürt!”
Gülmeye başladık, karanlıktan vahşi bir öfke çığlığı ve yaklaşmakta olan tekneden arka tarafın altına bir kurşun geldiğinde hâlâ gülmekteydik. Teknedeki fenerin ışığı sayesinde teknede duran iki adamı açıkça seçebiliyorduk.
Yüzleri güneş yanığı, yabancı görünüşlü adamlardı; geniş ve püsküllü birer İskoç beresi kafalarına, denizci usulü konmuştu. Bellerinde parlak renkli yün kuşaklar vardı, uzun deniz botları bacaklarını örtmüştü. Gene de birinin kulaklarındaki minik altın küpeleri gördüğümde omurgamdan soğuk bir rüzgârın indiğini hissettiğimi hatırlıyorum. Her halleriyle bir romanın sayfalarından çıkıvermiş korsanlara benziyorlardı. Resmi tamamlamak gerekirse, suratları öfkeyle yamuk yumuk olmuştu ve ikisinin de ellerinde uzun birer bıçak parlıyordu. İkisi de yüksek sesle, anlamadığımız yabancı bir jargonu konuşuyorlardı.
Biri, daha ufak tefek –ve diyelim daha korkunç– görünümlü olanı, ellerini Mist’in küpeştesine koydu ve teknemize gelmeye davrandı. Paul birden atıldı, küreğinin ucunu adamın göğsüne dayadı ve onu kendi teknesine itti. Çuval gibi yığıldı adam ama zar zor ayağa kalktı, bıçağını sallayarak bağırmaya başladı:
“Ağımı yırtarsın ha! Ağımı yırtarsın ha!”
Gene aynı jargonla konuştu, bu kez yanındakiyle birlikte öne atılarak Mist’e çıkmak için ikinci bir hamle yapmaya davrandı.
“Bunlar İtalyan balıkçılar,” diye haykırdım ben. Durumu kavramıştım. “Onların tel kepçelerinin üzerinden geçmiştik, omurganın yanına sürtünerek bizim dümeni tıkamışlardı. Böylece ağa takılmış olduk.”
“Doğrusun, ayrıca cinayet işleyecek tipler,” dedi
Paul. Bir yandan da onları uzaklaştırmak için küreğiyle vurmaya çalışıyordu.
“Hey, bakın ahbaplar!” diye seslendim onlara. “Fırsat verirseniz sizden kopacağız! Ağınızın burada olduğunu bilmiyorduk. Bilerek yapmış değiliz, tamam mı? Kaybınız olmaz!” diye ekledim. “Zararınızı öderiz!”
Ama söylediklerimizi anlayamıyorlardı ya da anlamak istemiyorlardı.
Benim ağımı yırtarsın ha! Benim ağımı yırtarsın ha!” diye bağırdı küpeli ufak tefek adam. Bu arada öfkeli el kol hareketleri yapıyordu. “Göstereceğim size! Görürsünüz, göstereceğim!”
Bu kez, Paul onu gerisingeri ittiğinde, küreği yakaladı ve bu arada arkadaşı bizim tekneye atladı. Sırtımı dümen yekesine dayadım, adam ayağını bizim tekneye atar atmaz, daha dengesini bulamadan başka bir kürekle karşıladım onu, lök diye sırtüstü tekneye yığıldı. Durum ciddileşiyordu, ayağa kalkıp da benim küreği yakaladığında ne kadar güçlü olduğunu anladım, itiraf ediyorum, ufacık da olsa, azıcık da olsa korktum. Ama benden güçlü olmasına karşın, küreği yakaladığında beni denize atmaya çalışacak yerde kendi teknesini biraz daha yakınlaştırmakla yetindi; sonra, kürekle itmemle tekne uzaklaştı.Bıçak hâlâ sağ elindeydi, bu onu garip bir duruma düşürüyordu, biraz da güçlülüğünün avantajını azaltıyor gibiydi. Paul ile düşmanı aynı durumdaydı, birkaç saniye süren ama sonra hemen biten bir duraksama oldu. Ağların zararını karşılayacağımı, parasını ödeyeceğimi birkaç kez haykırdım ama sözcüklerimin hiçbir etkisi olmadı.
Derken benim uğraştığım adam küreği kolunun altına sıkıştırdı, yavaş yavaş, küreğe tutuna tutuna ilerledi. Paul’ün uğraştığı küçük adam da aynı şeyi yaptı. Her an biraz daha yaklaşıyorlardı, sonun er geç geleceğini biliyorduk.
“Dayan Bob!” dedi Paul alçak sesle.
Çabucak ona baktım ve bir an için yüzünün bembeyaz olduğunu ve dişlerini sıktığını gördüm.
“Ah, Bob,” diye yakardı adeta, “dümeni sıkı tut! Sıkı tut Bob!”
Ne demek istediği ansızın kafama dank etti. Küreğin bendeki ucunu bırakmadan sırtımla dümen yekesine abandım, hatta iyice eğildim. O anda Mist, rüzgâr karşısında ölü gibi duruyordu, bu manevra ana yelkenini bir yandan öbür yana eğecekti kuşkusuz. Rüzgâr yelkenden fırlayıp havalandığında bunu hissedebiliyordum. Paul’ün uğraştığı adam şimdi küçük güvertede ayakta duruyordu, benimkiyse toparlanmaya çalışıyordu.
“Dikkat et!” diye haykırdım Paul’e. “Geliyor!”
İkimiz de kürekleri bıraktık ve alçak güverteye indik. Bir an sonra büyük dalga geldi, ağır makaralar güverteyi yaladı, uskuta halatı kıvrılmış dev bir yılan gibi başımızın üzerinden geçti, Mist şiddetli bir hareketle yan yattı. İki adam da tekneyi yakalamak için zıpladı ama nasıl olduysa kısa boylu olanı bıçağını doğru dürüst tutamadı ya da bıçağın üzerine düştü; çünkü baktık, kendi teknesinde ayakta duruyor, kanayan parmaklarını dizlerinin arasına sıkıştırmış acı içinde kıvranıyor, çaresiz bir öfkeyle yüzünü şekilden şekle sokuyor.
“Şimdi sıra bizde!” diye fısıldadı Paul. “Sizin işiniz bitti!”
Teknenin bir yanından ben, diğer yanından Paul, tutunarak suya daldık, dev ağı ayaklarımızla ittik, bir sallantıyla kurtulana kadar asıldık. Bunun üzerine tekne inip kalkmaya başladı, Paul uskuta halatında, bense dümen yekesindeydim; Mist özgür hareketlerle ileri atıldı ve küçük beyaz ışık giderek küçüldü.
Giysilerimizi değiştirip alt güvertede rahat rahat otururken, “İşte, maceranı yaşadın, şimdi oldu mu, kendini daha iyi hissediyor musun?” diye sorduğumu anımsıyorum.
“Eh, önümüzdeki bir hafta karabasan görmezsem,” dedi Paul ve durakladı, karar verme çabasındaymış gibi kaşlarını çekmeye başladı, “bunun tek nedeni uyuyamamış olmamdır, bunu bilesin!” diye bağladı sözünü. "
-
Hep ciddiyet, hep ciddiyet nereye kadar. !
Aklımız biraz uzaklara gitsin. Gerçek mi? değil mi? Deneyler, komplo teorileri.
S.S. Eldridge... Hatırladınız mı bu ismi..Evet evet, "Philadelphia Deneyi"
Bilenler hatırlasın, bilmeyen ise yılların meşhur hikayesini dinlesinler.
Toplaşın, toplaşın.
1930'lu yıllarda Amerikan hükümeti bilim adamlarından gemilerin radarlarda görünmemesini sağlayacak bir yöntem geliştirmelerini ister. 10 yıllık çalışmanın sonunda proje deneme aşamasına gelir. Deneyde Amerikan donanmasında görevli olan Eldridge adlı gemi kullanılacaktır. Gemi elektromanyetik alan oluşturmaya yarayacak tonlarca ekipmanla donanır ve 22 temmuz 1943'te saatler 09:00'i gösterirken jeneratörler çalıştırılır. Eldridge'in etrafını önce yeşil bir duman kaplar. Duman çekildiğinde ise deneyin istenenden daha başarılı olduğu anlaşılır. Çünkü Eldridge mürettebatiyla beraber "gözden" kaybolmuştur!
(https://i.hizliresim.com/vp9BEr.jpg) (https://hizliresim.com/vp9BEr)
İşte bu tüyler ürperten bu hikaye, o tarihten bu güne kadar resmi makamlarca defalarca yalanlanmasına rağmen en çok merak edilen konulardan biri olmuştur.
'Philadelphia Deneyi' olarak adlandırılan deneyin yapılmış olma ihtimalinden ilk söz eden kişi Morris K. Jessup'dur. UFOlar üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan amatör bir gökbilimci olan Jessup'un deney ile olan ilgisi 1955 yılında eline geçen bir mektupla başlar.
(https://i.hizliresim.com/r2rbQP.jpg) (https://hizliresim.com/r2rbQP)
Mektup, Carlos Miguel Allende adında birinden geliyordu ve deneyden detaylı olarak bahsediyordu. İddiasına göre Allende, deneye gözlem gemisi olarak katılan SS Andrew Furuseth adlı şilepte görevli bir denizciydi. Deneye baştan sona şahit olmuştu.
Deneyin hazırlık aşaması
Deneyin temelinde Einstein'in Birleşik Alan Teorisi vardı. Teori, basitce, nesneler arası çekim esası ve elektromanyetizma üzerine kurulmuştur. Einstein, 1920lerden itibaren bu teorisi üzerine yoğunlaşmış, 1925-1927 yılları arasında Almanya'da, bir fizik dergisinde yaptığı çalışmaları yayımlamış, ancak bu çalışmalarını hiçbir zaman tamamlayamamıştı.
(https://i.hizliresim.com/7NzGkl.jpg) (https://hizliresim.com/7NzGkl)
İddiaya göre deneyin çalışmaları 1930 yılında Chicago Üniversitesi'nde başlamış, bir yıl sonra da Princeton Üniversitesi'nde devam ettirilmişti. Hatta Albert Einstein, Dr.John von Neumann ve Dr.Nikola Tesla'nın da zaman zaman proje dahilinde çalıştıkları iddia edilmiştir.
Birleşik Alan Teorisi'nin deneye uygulanışı ise "çok güçlü bir elektromanyetik alan oluşturup gemi üzerine gelen ışığı (ve radar sinyallerini) kırarak ya da bükerek optik görünmezlik sağlamak" şeklinde düşünülmüştü. Bu doğrultuda 75 KVA gücündeki iki dev jeneratör geminin ön top taretlerinin altına monte edildi, buradan geminin güvertesine 4 manyetik ışın yayılacaktı. 3 RF vericisi (her biri iki megavat CW gücündeydi ve onlar da güverteye monte edilmişti), 3000 adet 6L6 güç artırıcı tüp, iki jeneratörün oluşturduğu gücü yayacaklardı, özel eşleme ve modülasyon devreleriyle diğer ekipman, oluşan kütlesel elektromanyetik alanları kullanılırlığa indirgerken, kırılmış ışınlar ve radyo dalgaları gemiyi saracak ve sonuçta gemi düşman gözlemcileri için görünmez olacaktı. Amaç görünmezlikti fakat iddiaya göre donanma bu deneyde tesadüfen de olsa maddenin ışınlanması gerçekleşti!
(https://i.hizliresim.com/Pr9bq8.jpg) (https://hizliresim.com/Pr9bq8)
resim 5(https://i.hizliresim.com/gWa15N.jpg) (https://hizliresim.com/gWa15N)
Deneyin gerçekleştirilişi
Allende, deneyin 22 Haziran 1943'te sabah 09:00'da jeneratörlere güç verilerek başlatıldığını söylüyordu. Bu aşamadan sonra yeşilimsi bir sis gemiyi örtmeye başlamış ve USS Eldridge ortadan kaybolmuştu.
(https://i.hizliresim.com/ZE4yVg.jpg) (https://hizliresim.com/ZE4yVg)
Devamını şöyle anlatıyordu Allende : "Bir an sadece geminin çapasını görebildim, sonra o da kayboldu, ortada artık ne sis ne USS Eldridge vardı; bomboş denize bakıyorduk, bizim gemide bulunan üst rütbeli subaylar ve bilim adamları korku, dehşet ve heyecan içinde nefeslerini tutarak bu inanılması güç başarılarını seyrediyorlardı.
Gemi ve mürettebatı hem radarda hem de gözlerimizin önünde yok olmuştu. Her şey planlandığı gibi yürüyordu, 15 dk. sonra emir verildi ve jeneratörlerin şalteri kapatıldı. Önce hiçbir şey olmadı, arkasından yeşil sis tekrar ortaya çıktı ve USS Eldridge yeniden görünmeye ve ortaya çıkmaya başladı.
Ama gemi nereye gitmiş ve nereden geliyordu? Sis azalırken, birşeylerin tuhaf gittiğini hissediyorduk. Hemen gemiye yanaştık, ilk önce mürettebatın çoğunun geminin yanından sarkıp kustuklarını gördük, diğerleri ise geminin güvertesinde şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı, sanki hiçbirinin bilinci yerinde değildi.
Yetkili ekipler gemiye girerek bütün mürettebatı kısa süre içerisinde uzaklaştırdılar ve yerlerini hazır bekletilen yeni bir mürettebat aldı. Bir iki gün sonra, yeni bir deneye daha karar verildi.
Gemi istenen radar görünmezliğine ulaşmıştı, donanım değiştirildi ve 28 Ekim 1943'te deney yine aynı gemide tekrarlandı. Jeneratörler çalışmaya başladıktan hemen sonra gemi hemen hemen görünmezlik çizgisine ulaşmıştı, sadece burnu ve arkası görülüyor, arada ise bazı çizgiler belli belirsiz seçiliyordu. Sonra sadece su üzerinde tekne boyunda bir çizgi kaldı. Bir iki dakika sonra mavi bir ışık parladı ve o çizgi de yok oldu. Şimdi gemi tamamen yok olmuştu.
Birkaç dakika sonra millerce uzakta Norfolk'ta ortaya çıktı. Göründükten biraz sonra bilinmeyen bir nedenle yine kayboldu ve Philadelphia'da tekrar ortaya çıktı.
Bu kez durum çok ciddiydi, tüm mürettebatın başı beladaydı. Bazıları yok oldu ve bir daha geri dönmedi. Bu olayın en korkunç bölümü ise beş denizcinin geminin eriyen ve sonra yine katılaşan metal levhalarının içinde kalmalarıydı. Bu çok feci bir durumdu.
(https://i.hizliresim.com/okvMZQ.jpg) (https://hizliresim.com/okvMZQ)
Denizcilerin birisi kurtuldu fakat bir daha eski haline dönemedi. Aklını tamamen yitirmişti ama yapacak hiçbir şey yoktu. Bazılarının psişik yetenekleri gelişmişti, sokakta yürürken kaybolan ve yine ortaya çıkan insanlar vardı. Manyetik alanın içinde kalan mürettebattan kaybolanlar ancak birisinin yüzüne ve eline dokunulmasıyla görünür hale geliyorlardı, yani dokunmanın giysinin olmadığı bir yere yapılması gerekiyordu.
"Donma" adı verilen bu olay saatlerce, günlerce sürebiliyordu, hatta bir tayfa tam altı ay donduktan sonra kurtarılabilindi. Elektronik kamuflaj başladıktan sonra geminin ve mürettebatının bütünüyle kaybolup, çok uzak bir yerde ortaya çıkıp ve sonra yeniden geri dönmesine neden olan neydi?"
Bu hikâyeye göre USS Eldridge, 28 Ekim sabahı Philadelphia limanından 640 km. ötedeki (375 mil) Norfolk askeri deniz üssüne gidip tekrar gelmiş ve bu olay birkaç dakika içerisinde olmuştu.
(https://i.hizliresim.com/lWlgyB.jpg) (https://hizliresim.com/lWlgyB)
Jessup bu inanması güç hikâyeye temkinli yaklaştı. Allende'ye gönderdiği cevapta daha fazla ayrıntı ve varsa olayın gerçekliğiyle ilgili kanıtlar istedi. Allende'nin cevabı ise aylar sonra geldi, fakat bu sefer gelen mektupta Carl M. Allen imzası vardı. Allen kanıtı olmadığını yazıyordu ancak hipnoz seansına katılabileceğini ya da pentotal (bilinci uyuşturarak iradeyi kıran doğruyu söyleten bir ilaç) alarak gördüklerini anlatabileceğini savunuyordu. Jessup bu mektuptan sonra yazışmamaya karar verdi.
1957 ilkbaharında Jessup, Deniz Kuvvetleri Araştırma Bürosu'ndan bir davet aldı. Büroya ulaştığında kendisine yine kendinin yazdığı (ve çoğunlukla ününü borçlu olduğu) The Case for the UFO isimli kitap gösterildi.
(https://i.hizliresim.com/VMdJLy.jpg) (https://hizliresim.com/VMdJLy)
Bu kitap bir yıl kadar önce büroya postalanmıştı. Kitabın dikkat çekici yanı ise sayfalarda alınmış olan notlardı. Notlar üç farklı yazıyla yazılmıştı ve binlerce yıl önceki uygarlıklardan söz ediliyor, dünyaya gelen uzay araçları tarif ediliyordu. Sonunda ise güç alanlarından, bir maddenin nasıl kaybolup, nasıl ortaya çıkarılabileceği ve 1943'te yapılan deneyden söz ediliyordu. Jessup yazılardan birinin Allen'e ait olduğunu fark edip durumu bildirdi. Sonrasında diğer yazıların da aynı kişiye ait olduğu, farklı renk ve özelliklerdeki kalemlerle yazıldığı anlaşıldı.
Bu olaydan sonra Deniz Kuvvetleri Jessup ile yeniden bağlantı kurup Allende'nin mektuplarında belittiği adresin terkedilmiş bir çiftlik evine ait olduğunu, ayrıca, Jessup'un kitabının üzerindeki notlarla ve Allende'nin mektuplarıyla birlikte yeniden düzenlenerek Deniz Kuvvetleri bünyesinde dağıtılacağını bildirdi. Rakam tam olarak bilinmemekle beraber bu şekilde 100 kadar kopyanın Deniz Kuvvetlerinde dağıtıldığı sanılmaktadır. Bu baskıdan üç kopya da Jessup'a gönderilmiştir.
Bu olaydan iki yıl kadar sonra, 20 Nisan 1959'da Morris Jessup, Miami'de Hammock Parkı'nda, kendi aracı içerisinde ölü bulundu. Polis raporlarına göre egzoz gazıyla intihar etmişti. Carlos Allende ise bir daha ortaya çıkmadı ve olay bu şekilde kapandı.
Sabah Yayınları arşivinden
-
Meşhur hikaye.. Okumuştum ama bu denll güzel derlenmemişti. Eline sağilı Kaan.
Bu olay gerçek mi bilemem ama bilmediğimiz bir çok deneyin yapıldığını ve sonuçlarının gizlendiğini düşünüyorum.
-
Kaan reis hoşgeldin :) hikayelerin şarap gibi. Dinlendikçe tatlanmış.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
En sevdiğim konular böyle doğaüstü ve bilim kurgu konuları. Sağolasın Kaan reis.
-
Vay ben bunu okumamışım,ilk defa duydum.Emeğine sağlık Kaan Reis.
-
Teşekkür ederim hepinize.
Ben de seviyorum, komplo teorileri, deneyler, eski adetler ile ilgili hikayeler.
Yazdıklarım, arşivlediklerim, derlediklerim, kopyasını aldığım bir çok yazı oluyor haliyle bu konular hakkında. Aklıma geldikçe buraya eklemeye çalışıyorum.
Kısacık bir öğlen arası için, kahve yanına okumalık iki satır. ( Karışık, düzenlenmemiş hali ile.)
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bilinen en eski adetlerden biri de, yeni bir tekne denize indirilirken, deniz tanrılarına kurban edilen bir çocuğun ölü bedeninin teknenin bir yanına bağlanmasıdır.
Gemiyi tehlikelere karşı koruyacağına inanılan bu uygulama günümüzde geminin gövdesinde şampanya şişesi kırmaya bırakmıştır yerini. Uğurlu bir şarap türü sayılan şampanya şişesi kırılırken de, geminin adı söylenmelidir. O sırada dudaklardan çıkan ad asla değiştirilmemelidir. Bir geminin adının değiştirilmesi uğursuzluk olarak kabul edilir. Bir geminin adı, onun geleceğinin de habercisidir.
İSİM -KAZA BAĞLANTISI
Bu konuda gözlerimizi, 1757 yılında, İngilizler ve Fransızlar arasında yapılan bir deniz savaşına çevirelim: İngilizlerin batan gemilerinden birinin adı "The Terrible"dır.
Türkçesi; Korkunç!..
Execution, yani idam tersanesinde yapılan geminin kaptanının adı ölüm anlamındaki "Death", subaylardan birinin adı şeytan demek olan "Devil", gemi doktorunun adı ise "Ghost" yani hayalet demektir.
Gemi batmış olsa da, bir İngiliz denizcilik şarkısıyla söz ettirir kendisinden:
"Gemisinin adı "Korkunç"tu dostlar,
Tayfaları dersen birer canavar.
Tam iki yüz kişi, aslan mı aslan,
Sevdaları yalnız deniz ve vatan,
Suda Azrail'in soğuk nefesi,
Kaptan Ölüm için can verdi hepsi."
Gemicilere dokunmanın kızlara uğur getireceği de günümüzde fiyakasını koruyan inançlar arasındadır.
İskoçya'da ıslık çalmanın fırtına çağırmak anlamına geldiğine inanıldığından, denizdeki kocalarının dev dalgalarla karşılaşmalarından korkan kadınlar, pişirdikleri yemekleri ağızlarına götürürlerken kaşığı üflemezler.
At nalı ise denizde uğur getirmez, derler. Rus şair Boris Slutski'nin "Okyanusta Atlar" adlı şiirinde bu özelliğe tanık oluruz.
Şiir, "Atlar da bilir yüzmesini atlar / Ama güzel yüzemez uzağa gidemezler" dizeleriyle başlar ve şöyle devam eder: "Slava" gemisini unutmayın kardeşler Ve unutmayın ki Rusça'da "şeref"e "slava" derler. İsmiyle övünür bu gemi ve ilerler. Baş eğdirir koca koca okyanuslara. Tam bin tane at vardır sintinesinde Ve gece gündüz bir telaş atların kişnemesinde. Bin at dört bin at nalı eder, Ama at nalı denizde uğur getirmez derler! Ve gün gelir geminin dibi delinir, Uzakta göz alabildiğine uzakta kara görünür. Doldurur sandalları insanlar, Ama atların elinden yüzmekten gayrı ne gelir?
Slutski, kıyıya yüzme çabasındaki atların okyanusta bir ada oluşturduğunu belirttikten sonra, zavallı hayvanların kendilerini terk edip gidenleri kişneyerek protesto ettiklerini ve öylece battıklarını yazar.
1991 yılının 14 Kasım günü de, "Slava" adlı geminin sonuna benzeyen bir trajedi yaşanır İstanbul Boğaz'ında. O gün, yirmi bin canlı koyun taşıyan Lübnan bandıralı "Rab Union 18" adlı gemi Filipin bandıralı "Madonna Lily" ile çarpışır. Çarpışma sonrasında Boğaz'ın sularına gömülen Rab Union 18'den gelen koyun melemeleri çıkmaz İstanbullular'ın kulaklarından.
Bu korkunç kaza, Akgün Akova'nın adına iki geminin adını koyduğu şiirinde karşımıza çıkar: Ve karnında yirmi bin koyun ölüsüyle Rab Union 18 Koçların ders kitaplarına göre yirmi bin şehit
Denizde batan gemilerle ilgili pek çok garip öykü anlatılır.
Bunda, denizcilerin hayal güçleri geniş insanlar olmalarının da payı büyüktür.
En ilginç öykü, Galler'in kuzeyindeki Menai Boğazı'nda batan üç gemiyle ilgilidir.
Gemilerin ilki 5 Aralık 1664'te batar ve 81 yolcu arasından yalnızca "Hugh Williams" adlı yolcu kurtulur.
Aynı yerde, bir gemi daha batar 1785 yılında. 60 yolcudan yalnızca biri boğulmaz ve kurtulanın adı Hugh Williams'tır.
Günlerden de yine 5 Aralık'tır. Menai Boğazı'nda 1860 yılının 5 Aralık günü 25 yolcu taşıyan bir gemi daha batar. Kurtulan yine bir kişidir.
Adını merak ediyorsanız yazıvereyim: Hugh Williams!..
-
Kısacık bir öğlen arası için, kahve yanına okumalık iki satır. ( Karışık, düzenlenmemiş hali ile.)
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Çay ile okudum. Teşekkürler.
İskoçya'da ıslık çalmanın fırtına çağırmak anlamına geldiğine inanıldığından, denizdeki kocalarının dev dalgalarla karşılaşmalarından korkan kadınlar, pişirdikleri yemekleri ağızlarına götürürlerken kaşığı üflemezler.
Bunun benzeri bizde de var. Islık çaldırmazlardı. Demekki onlardan geçmiş bize. Kaşığı üflemek değilde, evin içini süpürürken evin gemisi batıya gittiyse ;batıdan doğuya, doğuya gittiyse doğudan batıya süpürülürdü. Rüzgar kolayına essin çabuk gelsinler diye. Babaannem rahmetli olana kadar devam etti bu adet. Birde avlu kapısı gemi dönene kadar tam kapatılmazdı. Araya bir şey sıkıştırılıp tam kapanması engellenirdi.
-
Çok fazla bilinmese de Özellikle batı karadeniz ve batı anadolu da Kelt'lerin iz ve adetleri vardır. Denizcilik başta olmak üzere bir çok adetimiz onlardan gelmektedir.
Hele ki en önemlisi ülkemizin ismi, Türkiye. Keltlerin başkenti olan ve güzellik ve toprağına aşık oldukları bölgelerimize "Galatia", kurudukları şehre ise kendi başkenleri olan "Türkije" adını vermelerinden bellidir zaten.
-
Çok fazla bilinmese de Özellikle batı karadeniz ve batı anadolu da Kelt'lerin iz ve adetleri vardır. Denizcilik başta olmak üzere bir çok adetimiz onlardan gelmektedir.
Hele ki en önemlisi ülkemizin ismi, Türkiye. Keltlerin başkenti olan ve güzellik ve toprağına aşık oldukları bölgelerimize "Galatia", kurudukları şehre ise kendi başkenleri olan "Türkije" adını vermelerinden bellidir zaten.
Bulgaristan Varna da da bir Galata semti var. Varna Haliç ine girişte ,iskele tarafınızdaki çıkıntı bölge..
Haliç girişleri ilede ilişkisi varmı acaba ?
-
Abi, Galata adı konusunda söylence çok olsada hangisi gerçektir bilmiyorum.
Gala(ta) rumca süt demek. Eskiden çayırlık, hayvancılıkla uğraşalan çayırlık alanlara galata denirmiş diye okumuştu bir yerlerde. Kelt'lerde de verimlikli topraklara galata denirmiş.
Haliç girişleri ile ilgili bir bilgim yok.
Sanırım birbiriyle bağlantılı oluyor, aynı coğrafyadan geçmiş tüm kültürler. Herkes dil, din, inanış, gelenek, batıl yönünden birbirine bir şeyler katmış.
-
Çok eski zamanlarda İstanbul a gelen bir Bulgar benzetme yaptı ve aldı götürdü bu ismi kendi Haliç lerine herhalde.
Orası da güzel bölge .
-
1396 yılından 1908 yılına kadar neredeyse tamamen iç içeyiz. Normaldir.
-
Çok fazla bilinmese de Özellikle batı karadeniz ve batı anadolu da Kelt'lerin iz ve adetleri vardır. Denizcilik başta olmak üzere bir çok adetimiz onlardan gelmektedir.
Hele ki en önemlisi ülkemizin ismi, Türkiye. Keltlerin başkenti olan ve güzellik ve toprağına aşık oldukları bölgelerimize "Galatia", kurudukları şehre ise kendi başkenleri olan "Türkije" adını vermelerinden bellidir zaten.
Mikro biyolog kuzenim tez ödevi olarak dünya üzerinde yaşayan ırklara ait DNA ların biribirine olan benzerliğiydi. Birbirine mesafe olarak nispeten uzak ama DNA yapısı olarak da en benzeyen çift İskoç- Karadeniz insanı DNA larıydı. Elbette Danimarkalı ve Hollandalı birbirine çok benzer insanlar ama sınırlarının yakın olması sebebiyle çok dikkat çekmiyor. Uçakla 3.5 saatte varabildiğin bir toprakta yaşayan insanla DNA benzerliği olması gerçekten şaşırtıcı.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Aslında çok kabaca bahsedersek ortalama 70-80 bin yıl önce yaşamış, evrimleşmiş ortak atanın torunlarıdır tüm dünya. Sadece 60 bin yıl önce çoğaldıkça oluşan göçler, iklim şartları, farklı coğrafyalar, beslenme alışkanlıkları, coğrafi koşullarda gelişen ve değişen hastalıklar ile tamamen mutasyona uğramış yaratıklarız aslında.
-
Abbas ile bu gecenin anlaşmasını yapmışsınızdır çoktan.
Madem güzeliz, masamıza yaraşır, küçük bir hikaye o zaman.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kederli gecelerin ev sahibi, AGORA MEYHANESİ'nin hikayesi;
Yıllardan 1890. Bir Rum olan kaptan Asteri , Balat çarşısında bir meyhane açar. Meyhanesine de Rumca “meydan” anlamına gelen “Agora” adını koyar.
Meyhane masa yerine kullanılan dev fıçıları ve ucuz şaraplarıyla kısa zamanda ün yapar. Ama meyhanenin ününü artıran olay ilgisiz bir biçimde İzmir kaynaklıdır.
Açılıştan yıllar geçmiştir. Tarih 1959’dur.
Onur Şenli adında bir tıp fakültesi öğrencisi komşu kızına aşık olur ama aşkına karşılık bulamaz.
Aşk acısı ona soluğu birçok zaman, İzmir’in Agora semtinde aldırmaya başlar. Çünkü Agora salaş meyhanelerin mekanıdır.
Bir gün bu salaş meyhanelerden birinde içtikten sonra eve gelir ve bir mektup yazmaya başlar aşkına.
Mektup şöyle başlar: “Sana bu satırları bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum.”
Onur Şenli, mektubun ileriki bölümlerinde fakına varır ki aslında bir mektup değil bir şiir yazmaktadır. Şiirine de şu adı koyar: Gece, Şarap ve Aşk
Onur, şiiri yayımlatmak için fakültenin dergisine gönderir,şiiri kabul edilir. Şiir dergide tam basılmak üzereyken, Ege Expresi gazetesinin kültür-sanat editörü tarafından görülür. Editör şiiri yayınlar ama adını değiştirerek. Şiirin adı olur Agora Meyhanesi.
Şiir o kadar sevilir ki, dillere pelesenk olur. Hatıra defterlerinde yer alır, sevgililerin kulaklarına fısıldanır. Şarkısı yapılır, şarkıyı neredeyse ünlü olup da söylemeyen sanatçı kalmaz. Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Gönül Yazar, Behiye Aksoy sadece bunlardan birkaçıdır.
Şarkıyı dinleyenler İzmir’deki Agora’dan habersiz Balat’ta ki Agora Meyhanesi’ne akın ederler. Çünkü şarkıdaki Agora Meyhanesi’nin burası olduğunu düşünmektedirler. Haliyle geceleri burası hınca hınç dolmaya başlar. Öyle popüler bir mekan olur ki tam 286 Türk Filmi’nin meyhane bölümleri burada çekilir. Yani ucuz şarapların satıldığı meyhane Türkan Şoray’ları, Fikret Hakan’ları, Ayhan Işık’ları, Cüneyt Arkın’ları ağırlamaya başlar.
2000’li yıllardan sonrada kaderine terkedilir, çöplük olarak kullanılmaya başlar. Şimdilerde bir sürü Agora meyhanesi bulabilirsiniz ama hiç biri orjinali gibi değildir.
AGORA MEYHANESİ (şiir,tam metin)
Sana bu satırları,
Bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum
Beşyüz mumluk ampullerin karanlığında,
Saatlerdir boşalan kadehlere
Şarkılarını dolduruyorum
Tabağımdaki her zeytin tanesine
Simsiyah bakışlarını koyuyorum
Ve kaldırıp kadehimi
Bu rezilcesine yaşamaların şerefine içiyorum.
Burası agora meyhanesi
Burada yaşar aşkların en madarası
Ve en şahanesi
Burada saçların her teline bir galon içilir
Gözlerin her rengine bir şarkı seçilir
Sen bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin
Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir
Burası agora meyhanesi
Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası
Şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı
Boşalan ellerimde kahreden bir hafiflik
Bu akşam umutlarımı meze yapıp içiyorsam
Elimde değil
Bu da bir nevi namuslu serserilik
Dışarda hafiften bir yağmur var
Bu gece benim gecem
Kadehlerde alaim-i semaların raksettiği
Gönlümde bütün dertlerin hora teptiği gece bu
Camlara vuran her damlada seni hatırlıyorum
Ve sana susuzluğumu
Birazdan şarkılar susar, kadehler boşalır
Umutlar tükenir, mezeler biter
Biraz sonra bir mavi ay doğar tepelerden
Bu sarhoş şehrin üstüne
Birazdan bu yağmur da diner
Sen bakma benim böyle delice efkarlandığıma
Mendilimdeki o kızıl lekeye de boş ver
Yarın gelir çamaşırcı kadın
Her şeyden habersiz onu da yıkar
Sen mesut ol yeter ki ben olmasam ne çıkar?
Dedim ya burası agora meyhanesi
Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere meydan okuduğu yer
Burası agora meyhanesi
Burası kan tüküren mesut insanların dünyası...
-
Deniz kültürü, gelenekler, doğru tanım mıdır? değil midir ? diye konuşurken okuduğum bir yazıyı, diğer başlık altında konuyu fazla dağıtmamak adına burada paylaşıyorum.
Adına ne derseniz deyin, çocukların içine işlediği, heveslendirdiği ve saygı duymalarına sebep olduğu kesin bence.
Sahip çıkılmalı, her yerde duyurulmalı, eski gelenekler canlandırılmalı diye düşünüyorum.
Galberder.org sitesinden, Nejat Tarakçı'nın yazısıdır.
Yunanistan ve Sinop'taki ortak denizcilik adetleri.
Dünyamızda, denizcilik ve deniz kültürü kadar evrensellik tanımına uyan başka bir alan yoktur. Çünkü dünyamızın beşte dördü denizlerle kaplıdır. Dünya medeniyeti ilk çağlarda Çin Denizi ve Akdeniz’den doğmuştur. Akdeniz’de kısa ömürlü Fenikelilerden sonra Yunanlılar deniz ticareti ile zenginleşmişlerdir. Bu sayede Yunan kültürü koloniler vasıtasıyla tüm Akdeniz’e ve Karadeniz’e yayılmıştır. Bu kültürel ve ticari yayılma sadece ticaret alanına mahsus kalmamış, aynı zamanda mimari, yemek, güzel sanatlar ve yaşam alanına da yansımıştır. Atina’daki mimari stil ve güzel sanatlar İtalya ve diğer koloni liman şehirlerinde de görülmüştür. Kartaca ve Roma İmparatorluğu’nun ardından Yunan denizciliği kendi anavatanına geri dönmüş, iz bıraktıkları kolonilerini kaybetmişlerdir. Uzun süre Bizans hâkimiyetinde kalan Yunan ana kıtası ve Ege adaları sırasıyla Ceneviz ve Venediklilerin, 1462’den sonra da Türklerin hâkimiyetine girmiştir. Osmanlının kontrolündeki Ortodoks Patrikhanesi’nin İstanbul’da olması, Ortodoks Yunanlıların Osmanlı hâkimiyetini kabul etmelerini kolaylaştırmıştır. Zira o dönemde Katolik-Ortodoks çatışması son derece ciddi ve acımasız bir seviyede idi. Kıbrıs’ta ve Girit’te iki asrı aşkın hâkimiyet süren Venedikliler zamanında Rumlar köle muamelesi gördüler büyük acılar çektiler. Oysa Osmanlı hâkimiyetindeki Rumlar inanç ve yaşam alanında büyük bir özgürlüğe sahiptiler. 450 yıl yan yana, iç içe yaşayan Rumlar ve Türkler, farkında olmadan yemekten, müziğe, giyimden, eğlenceye kadar uzanan ortak bir kültür yarattılar. Bu bağlamda özellikle Karadeniz merkezli etkileşimler de en az Ege Denizi etkileşimleri kadar büyük rol oynadı.
Sakız Adası ve Sinop’ta devam eden adetler
Geçenlerde Sakız Adası ile ilgili bir tanıtım broşüründe her yıl yapılan bir denizcilik geleneği olduğunu okuduğumda hayretle irkildim. Çünkü memleketim Sinop’ta da aynı gelenek devam ediyordu. Hatta Sinop’takinde Rumca ezgiler ve maniler de söyleniyordu. Şimdi ikisini de siz dostlarıma sunuyorum. Aradan 700 yıl geçmiş, ortak yemek ve müzik kültürünü bir yana bırakalım, ama bu ortak denizcilik geleneğine şaşmamak elde değil. Yorum ve değerlendirmeyi size bırakıyorum.
Sakız Adası’nın geleneği
Sakız Adası’nda yeni yılda çam ağaçları yerine gemi maketleri süslenir. Bu gemi maketlerinin yapımına baharda başlanır. Brezilya festivali hazırlıklarına benzer şekilde gruplar halinde gençlerden gemi yapım atölyeleri oluşturulur. Gemiler Yunan tarihinde öne çıkan ticaret gemilerinin modellerine göre belirli ölçekte küçültülerek yapılır. Ama yine de dört beş kişiyle omuzlarda taşınacak büyüklükte olurlar. Gemilere verilen isimler ise Yunan denizcilik tarihinde öne çıkmış kahramanlara ait olur. Böylece denizcilik geleneği ile milliyetçilik kaynaştırılmış olur. Yılbaşı gecesi atölyeler yaptıkları gemiler ile farklı renklerdeki denizci kıyafetleri ile resmigeçit yaparlar ve bunlardan biri birinci seçilir. Bu geleneğin 1225’de (Cenevizliler döneminde) fakirlerin yaşadığı mahallelerde geliştiği ve Birinci Dünya Savaşı ve 1922’de Türkiye’den adaya gelen mübadiller[1] ile daha da gelişip önem kazandığı söylenmektedir. Bu gemiler duman tüten bacaları, mermi atan toplarıyla gerçek bir sanat eseridirler. Atölyeler bu konuda tecrübeli oldukları gibi en ince detaya kadar gerçeğine uygun şekilde yapacak imkâna da sahiptirler. Son 35 yıldan bu yana bu geleneği yaşatmak için yılbaşı gecesi Sakız Adası’nda şehrinde meydanında toplanan halk önünde gemi yarışması düzenlenmektedir. Ödül töreninin ardından gemiler adanın sokaklarında yeni yıl şarkıları söylenilerek gezdirilir. Gemi maketleri daha sonra yeni bir yarışmaya kadar şehrin belirli yerlerinde sergilenir. [2]
(https://i.hizliresim.com/aGkPaO.jpg) (https://hizliresim.com/aGkPaO)
(https://i.hizliresim.com/YNz3az.jpg) (https://hizliresim.com/YNz3az)
Sinop şehrinin geleneği
Benzer bir gelenek de Sinop’ta yaşanmaktadır. Başlangıcı tam belli olmayan bu geleneğe, Helesa[3] Geleneği (Sellim) adı verilmektedir. Sinop’a özgü “Helesa” bir diğer adı ile “Sellime Çıkma”, her Ramazan ayının on beşinci gününden sonra gerçekleştirilmektedir. Helesa geleneğinin ortaya çıkışıyla ilgili yazılı kaynaklarda bulunmayan ancak dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelmiş bir söylence bulunmaktadır: Rivayete göre, gemilerin yelken ile çalıştığı çok eski zamanlarda fırtınalı bir kış gününde, yelkenli bir gemi fırtınaya yakalanmış ve Sinop Limanı’na sığınmış. Haftalarca burada mahsur kalan gemide bulunan tayfaların zamanla kumanyası tükenmiş ve açlık baş göstermeye başlamış. Tayfalar dilenmek istemedikleri için de kimseden bir şey isteyememişler. Bir gün kaptanın aklına yiyecek bulmak için bir fikir gelmiş. Tayfalarına hemen bir filikayı süslemelerini söylemiş. Kaptan ve tayfalar süslenen bu filikayla ve gece olması sebebiyle ellerinde çok sayıda fenerle Sinop’a inmişler ve kent içerisinde çeşitli maniler söyleyerek dolaşıp halktan yiyecek istemişler. Bunu gören halk da gemicilere çeşitli yiyecekler vermiş ve böylece gemiciler açlıktan kurtulmuşlar. Helesa, bu olay sonrasında Sinop’ta ve yakın ilçesi Gerze’de her Ramazan ayında tekrarlanan bir gelenek halini almış. Geleneksel uygulamada, Helesa öncesinde rivayetteki filikayı temsilen birkaç kişinin taşıyacağı büyüklükte bir kayık alınır. Bu kayık güzelce süslenir ve çevresi fenerler ya da mumlarla ışıklandırılır. İftar yapılıp oruçlar açıldıktan sonra, bir araya gelen gençler süsledikleri bu kayığı bazen omuzlarında bazen ellerinde tutarak tüm mahalleleri gezerler.
(https://i.hizliresim.com/8dpm3V.jpg) (https://hizliresim.com/8dpm3V)
Kayık her evin önünde ev sahibi tarafından görülecek bir şekilde yere konulur. Bu evlerin kapısına gelen kalabalıktan sesi güzel olan bir kişi aşağıda bir bölümü yazılı olan Helesa manilerinden bir kaçını, diğer kişiler de nakarat kısmını söyler ve bahşiş isterler. Bahşişler bir mendile sarılarak ve düştüğü yer görülsün diye mendilin ucu yakılarak yere veya kayığın içerisine atılır. Toplanan tüm bahşişler de daha sonra ihtiyaç sahiplerine dağıtılır
(https://i.hizliresim.com/Ddnorz.jpg) (https://hizliresim.com/Ddnorz)
Karadeniz’de gemi maketi yapma geleneği ve sanatının sadece Sinop’a has olması da tesadüf olamaz. Bu bağlamda biyolojik genlerin önemi olmadığı, kültürel genlerin daha baskın olduğu bir kere daha ispatlanmış olmaktadır. Özetle bu gün Türk Yunan halkları için şunlar söylenebilir. Yedi asırlık iz bırakmış ortak geçmiş ve kültür hangi iki ülkede var? Federal bir siyasi yapıda olması gereken, Türkiye ve Yunanistan’ı uzlaşmaz düşman haline getirenlerin amaçları, bu bölgede Türk-Yunan güç merkezi oluşmasını önlemektir. Bu kültürü yaratanlara ve yaşatanlara en içten şükran ve saygılarımı sunuyorum.
HELESA (Sinop manisi)
Altımızda çürük minder
Dal budarım dal budarım
Altını üstüne dönder
Bahçede bülbül güderim
Aman beyim bahşiş gönder
Sizleri her yerde methederim
Helesa yelesa
Helesa yelesa
Heyemola yusa hop
Heyemola yusa hop
Ahçımızın adı Tayyar
Bahşişi almamış olmaz
Bir kepçe koyar iki sayar
Gemi düzenini bulmaz
Bununla gemici doyar
Tayfalar buna razı olmaz
Helesa yelesa
Helesa yelesa
Heyemola yusa hop
Heyemola yusa hop
HELESA (Gerze manisi)
Bir gemim var beş direkli,
Kaptanı Arslan yürekli,
Filikası üç direkli,
Heyemola lisa yisa hop!
Bir gemim var boyu uzun,
Gider yazın gelir güzün
Gerze’ye de var mı sözün?
Heyemola lisa yisa hop!
[1] Büyük olasılıkla Sinop’tan gelen Rumlar olabilir
[2] Yorgo Luka Mitsi, Sakız Adası’nı Yaşatın, Çeviren: Şebnem Aslan Christakopoulos, 2014 www.chios24.gr
[3] Helesa'nın sözlük anlamı ise antik Yunancada 'deniz' anlamına gelir. Ayrıca Karadeniz’de imece işlerinde kullanılan bir nidadır. Kaynak: https://www.itusozluk.com/goster.php/helesa
-
Kaan ries,
Agora meyhanesi ve ortak adetler için ayrı ayrı teşekkür ederim bir şey daha öğrendim .
-
Rica ederim.
Bilgi ve sohbet paylaştıkça güzel.
Benim gibi bilginin para karşılığı satılmasından nefret eden, ütopik düşünceli insanlar için, paylaşmak ve bir kişiye dahi ulaşmak çok değerli.
Konfüçyusun dediği gibi ;
“Sende bir yumurta var, bende bir yumurta var.
Ben yumurtamı sana verdim, sen yumurtanı bana verdin.
Sende yine bir yumurta var, bende yine bir yumurta var.
Ama,
Sende bir bilgi var, bende bir bilgi var.
Ben bilgimi sana verdim, sen bilgini bana verdin.
Bende iki bilgi var, sende iki bilgi var.”
Dünya'nın, bilginin ve dolaşımının ücretsiz ve herkese eşit olarak dağıtıldığın da çok daha güzel bir yer olacağına inanan hayalperestlerden biriyim.
-
HALİL CİBRAN
Elvis Presley ölmeden önce onu okuyordu. Herkes onu "Doğu'nun Nietzsche"si olarak adlandırdı. Rodin, onun "20. yüzyılın William Blake'i" olduğunu ilan etti. Kitapları gençliği zehirlendiği gerekçesiyle memleketinde kilise tarafından aforoz edildi. 60 ve 70'li yılların savaş karşıtı ve çiçek gençliğinin olduğu kadar duvar yazılarının da idolüydü. Büyük şair Adonis, ki o da Lübnanlıdır; Cibran'ın "edebiyat güneşinin yörüngesinin dışında kendi evrensel anlamıyla yalnız gezen bir göktaşı" olduğunu söyler. Başyapıtlarından bir kabul edilen "Ermiş" (The Prophet) bugün bütün dünya tarafından 20. yüzyılın en kült birkaç kitabından birisi olarak kabul edilmektedir. Kırktan fazla dile çevirilmiş olan "Ermiş" ilk yayınlandığı 1923 yılından bu yana yüzlerce milyon kopya satmıştır. Bu eser hakkında sayısız tez ve makale yayınlanmıştır.
BİRİNCİ CİLT
Asi Ruhlar, Ermiş, Ermişin Bahçesi, Kaçık(Meczup), Kum ve Köpük, Lazarus ve Sevdiği, Şeytan, Yeryüzü Tanrıları,
İKİNCİ CİLT
Bir Damla Yaş ve Bir Gülümseyiş, Gezgin, Haberci, İnsanoğlu İsa, Musiki, Sus Kalbim, Vadiler Perisi
Birinci cilt içinde ki Ermiş kitabından bir bölüm ;
Gemiyi Beklerken
Kendi çağının şafağı, seçilmişi ve sevgilisi El Mustafa, Orphalese kentinde on iki yıldır kendisini doğduğu adaya götürecek gemisini bekliyordu.
Derken, on ikinci yılda, hasat ayı Eylül’ün yedinci günü, kent surlarının dışındaki bir tepeye tırmanıp denize baktı; sis bulutları içinde gemisinin yaklaşmakta olduğunu gördü.
İşte o zaman yüreğinin kapıları ardına kadar açıldı ve sevinci engin denizlere doğru uçtu. Sonra, gözlerini kapayıp ruhunun sessizliğinde duaya başladı.
Ne var ki tepeden inerken içini bir hüzün sardı ve kalbinden bir düşünce geçti:
Nasıl terk edeceğim bu kenti, huzur içinde ve acı duymadan? Hayır, ruhum sızlamadan ayrılmayacağım buradan.
Uzundu surları içinde geçirdiğim acılı günler, uzundu yalnızlık geceleri. Peki, kim ayrılabilir acısından ve yalnızlığından, içinde bir pişmanlık duymadan?
Çoktur bütün bu sokaklara saçtığım ruhumun parçaları, çoktur özlemimin şu tepelerde çırılçıplak gezinen çocukları; nasıl bırakayım onları bir sorumluluk duymadan, yüreğim yanmadan?
Bu çıkarıp atacağım bir giysi değil, kendi ellerimle paraladığım bir ten. Hayır, benim ardımda bıraktığım, uçup giden bir düşünce de değil, açlıktan ve susuzluktan olgunlaşmış
bir yürek. Ancak, oyalanamam daha fazla. Her şeyi kendisine çağıran deniz çağırıyor beni de, gitmeliyim. Kalırsam, saatler gecede yanıp tükenirken, donup billûrlaşacağım, bir kalıba tıkılıp kalacağım.
Ah! Buradaki her şeyi yanıma alabilseydim keşke.
Ama nasıl alayım?
Ses onu kanatlandıran dili ve dudakları taşıyamaz.
O tek başına boşluğa haykırmahdır.
Yuvasından kurtulan bir kartalın güneşin önünde yalnız uçması gibi. Ve El Mustafa tepenin eteğine vardığında, yeniden denize doğru baktı ve limana yaklaşan gemisini gördü. Pruvadakiler memleketinin çocuklarıydı. Ruhunun sevgiyle eridiğini hissetti ve şöyle dedi:
Ey kadim anamın oğulları, ey dalgaların süvarileri, Kaç kez yelken açtınız düşlerimde! Ve şimdi ben uyanıkken geliyorsunuz, benim en derin düşüm olan bu uyanma vaktinde.
Hazırım gitmeye, arzum fora etmiş yelkenlerini, rüzgâr beklemekte.
Bu durgun havada içime çekeceğim son bir soluktur bu, son bir kez dönüp bakacağım arkama sevgiyle, Ve sonra, sizden biri, gemiciler arasında bir gemici olacağım.
Ve sen, engin deniz, benim uykusuz anam, Irmaklar ve nehirler için, tek sensin huzur ve özgürlük, Son bir kez daha kıvrılacak bu ırmak ve son bir çağıltı daha çağlayacak bu çayırda, Sana gelmeden önce, sonsuz bir okyanusta sonsuz bir damla olarak.
El Mustafa yürürken, uzaktan erkeklerin ve kadınların bağlarını, bahçelerini bırakarak, hızla kent kapılarına doğru geldiklerini gördü. İnsanlar onun adıyla seslenerek, tarladan tarlaya bağırıp gemisinin geldiği haberini birbirlerine ulaştırıyorlardı. İşte o zaman, şöyle düşündü:
Ayrılık günü, aynı zamanda bir toplanma günü mü olacak? Akşamımın, gerçekte, benim şafağım olduğu mu söylenecek?
Sabanını karığından çekip bırakana ya da üzüm cenderesinin çarkını durdurana ne vereceğim ben?
Meyvelerini devşirip onlara verebileceğim yüklü bir ağaç mı olacak yüreğim?
Arzularım taşıp köpürecek mi pınar gibi, kadehlerini dolmak için?
Ben bir harp mıyım sonsuz olanın dokunduğu, ya da bir ney mi onun soluğuyla canlanan?
Sessizlikleri arayan ben, sessizliklerde güvenle sunabileceğim hangi hâzineyi keşfettim?
Bu gün benim hasat günümse eğer, hangi tarlalara ve hangi unutulmuş mevsimlerde, bir tohum ekmişim?
Fenerimi yukarı kaldırma fırsatı bana verilmişse gerçekten, içinde yanan benim alevim olmayacak.
Boş ve karanlık olacak benim fenerim, Ve gecenin bekçisi yağ doldurup ateşleyecek onu.
Söze döktükleri bunlardı işte. Ama yüreğindeki çok şey söylenmeden kaldı. Çünkü daha derindeki gizini kendisi de dile getiremezdi. Ve kente girdiğinde, herkes onu karşılamaya geldi ve hep bir ağızdan ona sesleniyorlardı. Kentin yaşlıları öne çıkıp şöyle dediler:
Bizi bu kadar erken bırakıp gitme.
Öğle güneşi oldun sen alacakaranlığımızda, senin gençliğin göreceğimiz düşleri bağışladı bize.
Sen aramızda ne bir yabancı, ne de bir konuksun, sen bizim oğlumuz ve sevgilimizsin.
Gözlerimiz şimdiden yüzüne hasret kalmasın.
Rahipler ve rahibeler de ona seslendi:
Denizin dalgaları bizi şimdi ayırmasın, aramızda geçirdiğin yıllar bir anıya dönüşmesin.
Aramızda bir can gibi yaşıyordun ve gölgen bir ışıktı yüzümüze düşen.
Biz seni çok sevdik, ama suskundu ve bir tül ardında saklıydı sevgimiz.
Oysa şimdi yüksek sesle yalvarıyor sana ve örtüsünü açıyor önünde.
Ve hep böyle olmuştur ezelden beri, ayrılık vakti gelip çatıncaya kadar, sevgi kendi derinliklerini bilmez.
Başkaları da gelip yalvardılar ona. Ama o hiç cevap vermedi. Sadece başını eğdi; yanındakiler gözyaşlarının göğsüne aktığını gördüler.
El Mustafa, kalabalıkla birlikte, tapmağın önündeki meydana doğru yöneldi. Ve tapınaktan bir kadın çıktı, adı El Mitra’ydı.
Biliciydi bu kadın.
El Mustafa derin bir muhabbetle baktı ona.
Çünkü ilk o peşine düşmüş ve ilk o inanmıştı kendisine, kente gelişi henüz bir gün olmuşken üstelik.
Kadın onu şöyle selamladı:
Ey Tanrı’nın Elçisi, ey Mutlak olanın ardına düşen, ne zamandır ufukları gözlersin, yolunu beklersin geminin.
Ve gemin geldi işte, gitmelisin. Anılarının toprağına, daha büyük arzularının yurduna duyduğun özlem derin; ne sevgimiz bağlayacak seni, ne de sana olan ihtiyacımız tutabilecek.
Ama, bizi terk etmeye hazırlanırken, bizimle konuşmanı ve bize hakikatinden vermeni diliyoruz senden.
Ve biz de onu, zamanı gelince, çocuklarımıza aktaralım, onlar da çocuklarına ve böylece sürsün ve hiç yok olmasın bu hakikat.
Yalnızlığının içinde günlerimizi izledin ve uykusuzluğunun içinde uykumuzun ağlayışlarını ve gülüşlerini dinledin.
Bu yüzden, şimdi, bizi bize anlat ve doğumdan ölüme ne varsa sana gösterilen, öğret bize.
Ve o cevap verdi:
Ey Orphalese halkı, neden söz edebilirim size, şu anda bile ruhlarınızda kıpırdayıp duran şeyden başka...
-
Tüm inananların, bayramı kutlu olsun.
Kayıkevin'de bayram sabahı, elbet kayıkla olur ;)
Robert Perry
43 ft, karbonfiber, Cutter.
Bulletproof
Bu tekne, Hull no :01
Daha iç resimleri bile yok, çekilince paylaşılırım.
(https://i.hizliresim.com/mkQbY1.jpg) (https://hizliresim.com/mkQbY1)
(https://i.hizliresim.com/29DdXj.jpg) (https://hizliresim.com/29DdXj)
(https://i.hizliresim.com/BAqnpv.jpg) (https://hizliresim.com/BAqnpv)
(https://i.hizliresim.com/ZE86bZ.jpg) (https://hizliresim.com/ZE86bZ)
(https://i.hizliresim.com/okb5Dk.jpg) (https://hizliresim.com/okb5Dk)
(https://i.hizliresim.com/lWMXab.jpg) (https://hizliresim.com/lWMXab)
(https://i.hizliresim.com/VMkOqr.jpg) (https://hizliresim.com/VMkOqr)
(https://i.hizliresim.com/nWXd8l.jpg) (https://hizliresim.com/nWXd8l)
-
İyi bayramlar hepimize..
Çok güzel tekne ama yapım malzeme ve kalitesinin yüksekliği dışında dizaynda değişiklik yok gibi Tashing Panda ile Baba 40 karışımı gibi görünüyor.Ama çok güzel.
-
Bence de çok güzel.
Perry'nin tarzı belli zaten. Dizaynları çok hoşuma gidiyor.
Robert Perry der ki ; Bildiğim kadarı ile karbon fiber olup geleneksel çizgilerde ki ilk tekne. Başka örneği yok.
Bu ilk yapılan. Hull no: 2-3 ve 4 plandan satılmış durumda.
-
Bence de çok güzel.
Perry'nin tarzı belli zaten. Dizaynları çok hoşuma gidiyor.
Robert Perry der ki ; Bildiğim kadarı ile karbon fiber olup geleneksel çizgilerde ki ilk tekne. Başka örneği yok.
Bu ilk yapılan. Hull no: 2-3 ve 4 plandan satılmış durumda.
Kaç milyon dolardır acaba. ???
Palayı beğenmedim , kıçtan kara olmamak lazım. :)
-
Palayı beğenmedim , kıçtan kara olmamak lazım. :)
Abi Tayo-Mar bile kıçtan kara oluyor.
Yalnız tekne efsaneymiş, harika görünüyor. Fakat Kaşık ve kıç altı arası boşluk gözüme hoş gelmedi. İllaki bir sebebi vardır.
Teşekkürler paylaşım için.
-
Fiyatını bilmiyorum abi, malum türünün ilki olunca ve siparişle yapılınca fiyat ortaya çıkmadı. En azından ben bilmiyorum.
Pala konusunda; adamlar akdeniz tipi bağlanma, kıçtan kara gibi konularda hiç düşünmüyorlar ki. Ya hep tonoz/demir ya da parmak pontonlara baştan kara olup keyiflerine bakıyorlar sanki. Hep aynı tarzı görüyorum Amerikanya da.
Amaaaan olsunda, ona da bir çare buluruz elbet. ;D
-
Küçük bir teknede yaşamanın en iyi ve en kötü yanlarını anlatan birisinin yazısını okumuştum . Amerika da yaşayan, freelancer kadın denizci yazmıştı ve küçük notlar almıştım. Orjinalini bulamadım yazının ama notlardan ve aklımdan kaldığı kadarı ile şöyleydi. Elbet bire bir tercümesi değil ama kabaca şöyle bir şeyler.
"... İki yıl boyunca en yakın arkadaşım ve ben 27 feet'lik yelkenli de yaşadık. Doğru, evimin uzunluğu 27 feet ve genişliği genişliği 9 feet. Alanlar oldulça kısıtlı idi. Konfor ise çok az. Günlük yaşamlarımız sinir bozucu olmadığında gayet eğlenceliydi.
Bu yüzden basit bir liste yazmaya başladım:
Küçük bir yelkenlide yaşamak hakkında en iyi şeyler. Bunları yazıp kendimi şaşırtıyordum. Sanki kafamda kağıda dökülmeyi bekliyorlardı.
Sonra ikinci listeme başladım:
Küçük bir yelkenlide yaşamak hakkında en kötü şeyler. Kafam iyice karıştı ve başladığım noktaya döndüm.
En iyi olan her sebepler en kötü oldu. Listelerim neredeyse mükemmel bir eşleşme vardı.
Çelişkili? Evet, biraz, ama açıklayayım:
EN İYİ
Basitlik / /
Sizin ihtiyacınız olan herşeyden bir tane var ve başka bir şeyiniz yok. Bütün dağınıklığınız geride kalıyor. Menüler basit. Gardrobunuz gayet az. İki çift ayakkabı olabilir. Güneş battığında uyuyorsunuz ve güneş doğarken uyanıyorsunuz. Zamana, takvimlere ve bir zamanlar sizi tanımlayan sayılara dikkat etmeyi bırakıyorsunuz. İnternetiniz yokken, bir kitap okursunuz ve telefonunuzu kullanmaya bırakınca mektup yazıyorsunuz. Hareketsiz oturma sanatında mükemmelleşiyorsunuz. En basit anlardan zevk almaya başlıyorsunuz.
Evinizi her yere götürün //
Tekne içerisinde ne kadar uzun süre kalırsanız, betonarme mahallelere o kadar yabancılaşmış hissediyorsunuz. Bu tekne eviniz, konfor bölgeniz, arkadaşınız, ulaşımınız ve dünyayı keşfetmek için biletiniz oluyor. Sınırlarınız yok ve fırsatlar sınırsız.
Her işte usta//
Bir sürü farklı meslek erbabı olmalısınız. Bir şeyler arızalandığında, telefon görüşmesi yapmadan önce kendi başınızın çaresine bakmalısınız. Dar bir bütçeniz olduğunda, bol miktarda bütçeye sahip ve zamanı olmayanların tersine, tamir etme kabiliyetine sahip olduğunuz şeylere hayran kalacaksınız. Kendinizi aniden biraz mekanik, tesisatçı, elektrikçi, zanaatkâr, denizci ve navigatör hissediyorsunuz
Doğa ana //
Tahmin edebileceğiniz gibi, bu gayet açıktır. Güneş doğar, Güneş batar, Ay hasatı yapılır, Yabani hayat, Nadir kuşlar, Su samuru, Yunuslar, Timsahlar, Köpekbalıkları, En parlak yıldızlar, İnanılmaz bulut oluşumları, Şiddetli fırtınalar, Kör edici yağmurlar, dere gibi akan denizler, Tatlı su gölleri, Geniş tuzlu okyanuslar, sürekli değişen bir manzara. Asla eskimez.
Belirsizlik //
Hedefiniz her gün A noktasından B noktasına gitmektir. Gerçekten bunu yapıp yapamayacağınızı bilmiyorsunuz. Benim düşünceme göre, iyi bir meydan okumadan çok heyecan verici ve motive edici hiçbir şey yoktur. Cevaplanmamış sorular sürekli olarak vardır ve sürekli olarak merak ederek öğrenirsiniz.
EN KÖTÜ
Basitlik //
Ne zaman yağmur yağarsa ıslanırsınız. Dayanılmaz derecede sıcaksa, klimanız yoktur. Güverte donduğunda, ısı kaynağınız yoktur. Giysilerinizin hepsi kirli olduğundan, çamaşırınız yoktur. Çok acıktığınızda, bir ton balığı konservesi açar ve avakadonun yanına koyarsınız. Kirlendiğinizde, tuzlu bir okyanusa veya çamurlu bir nehirde banyonuzu yaparsınız. Güneş battığında kafa lambanızı açarsınız. Bunların haricinde bazen psikolojik sorunlarınız hiç bitmez.
Evinizi her yere götürün //
Artık sürekli hareket halinde olmaya alıştığınızdan, bundan vazgeçmek oldukça zor. Siz artık yerleşik hayattan uzaksınızdır. Bir işte sürekli çalışmak çok zordur. Bir ilişkiyi sürdürmek çok zordur. İstediğiniz zaman halatları çözebileceğinizi bilerek bir yerde kalmak zordur. Evinizi hareket ettirebilme kabiliyeti her şeyi değiştirir. Yani gidersiniz, gitmeye devam edersiniz ve sürekli her şeye ve herkese elveda dersiniz.
Her işte Usta//
Motorunuz arızalandığında, uzun saatler boyunca onu düzeltmek için uğraşacak ve düzelmesi için da ederken bulacaksınız kendinizi. Motoru tamir edemediğinizde, doğru yol için her yönde yelken seyri yapan denizci olursunuz. Tuvalet bozulursa, tesisatçı sizsiniz. Tuz, elektrik kablolarınızı korozyona uğrattığında, şüpheli elektrikçisiniz. Kaybolduğunuz zaman siz halen navigatorsünüz.
Doğa ana / /
Doğa Ana ile müzakere yoktur. Açıkçası, o sizi ve sizin ihtiyaçlarınızla ilgilenmez. Gündüz veya gece her anında kararını değiştirecek ve rotanızı değiştirip, demir atmaya yada kaçmanız için zorlayacaktır. Siz her zaman onun merhametindesiniz.
Belirsizlik //
Yine, gitmeye çalıştığınız yere gidebileceğinizden emin değilsiniz. Günlük seyahatleriniz boyunca bir çok değişkenler ve engeller ile karşılacaksınız, ancak asla ne zaman neyin geleceğini bilemeyeceksiniz. Yeniden rota belirlemek, plan B, C veya arkadan dolaşmak gerekir. Hiçbir şey kesin değildir. Kesin planlarınız olduğunda bile, işlerin buna göre gitmeyebileceğini anlamalısınız.
Bu tamamen bir perspektif meselesidir. Bardağın ne tarafından baktığınız ile alakalıdır. "
Peki, siz hiç böyle bir liste yaptınız mı ? Yapsaydınız sizinkinde neler yazardı ? Sizce iyi ve kötü yanları nelerdir ?
-
Küçük bir teknede yaşamanın en iyi ve en kötü yanlarını anlatan birisinin yazısını okumuştum . Amerika da yaşayan, freelancer kadın denizci yazmıştı ve küçük notlar almıştım. Orjinalini bulamadım yazının ama notlardan ve aklımdan kaldığı kadarı ile şöyleydi. Elbet bire bir tercümesi değil ama kabaca şöyle bir şeyler.
"... İki yıl boyunca en yakın arkadaşım ve ben 27 feet'lik yelkenli de yaşadık. Doğru, evimin uzunluğu 27 feet ve genişliği genişliği 9 feet. Alanlar oldulça kısıtlı idi. Konfor ise çok az. Günlük yaşamlarımız sinir bozucu olmadığında gayet eğlenceliydi.
Bu yüzden basit bir liste yazmaya başladım:
Küçük bir yelkenlide yaşamak hakkında en iyi şeyler. Bunları yazıp kendimi şaşırtıyordum. Sanki kafamda kağıda dökülmeyi bekliyorlardı.
Sonra ikinci listeme başladım:
Küçük bir yelkenlide yaşamak hakkında en kötü şeyler. Kafam iyice karıştı ve başladığım noktaya döndüm.
En iyi olan her sebepler en kötü oldu. Listelerim neredeyse mükemmel bir eşleşme vardı.
Çelişkili? Evet, biraz, ama açıklayayım:
EN İYİ
Basitlik / /
Sizin ihtiyacınız olan herşeyden bir tane var ve başka bir şeyiniz yok. Bütün dağınıklığınız geride kalıyor. Menüler basit. Gardrobunuz gayet az. İki çift ayakkabı olabilir. Güneş battığında uyuyorsunuz ve güneş doğarken uyanıyorsunuz. Zamana, takvimlere ve bir zamanlar sizi tanımlayan sayılara dikkat etmeyi bırakıyorsunuz. İnternetiniz yokken, bir kitap okursunuz ve telefonunuzu kullanmaya bırakınca mektup yazıyorsunuz. Hareketsiz oturma sanatında mükemmelleşiyorsunuz. En basit anlardan zevk almaya başlıyorsunuz.
Gardrop az, bir çift ayakkabım bir çiftte terlik var . Zamana ,takvime baksan da faydası yok zaten o kendi kendine akıyor ,seni dinlemiyor. :) Telefona bakmaya zaten vakit yok .
Evinizi her yere götürün //
Tekne içerisinde ne kadar uzun süre kalırsanız, betonarme mahallelere o kadar yabancılaşmış hissediyorsunuz. Bu tekne eviniz, konfor bölgeniz, arkadaşınız, ulaşımınız ve dünyayı keşfetmek için biletiniz oluyor. Sınırlarınız yok ve fırsatlar sınırsız.
Tekneniz bakımlı ve amaca uygun olmak şartıyla çok doğru. Ben şahsen tekneye binip denize açılınca kuşlar gibi hür hissediyorum kendimi.
Her işte usta//
Bir sürü farklı meslek erbabı olmalısınız. Bir şeyler arızalandığında, telefon görüşmesi yapmadan önce kendi başınızın çaresine bakmalısınız. Dar bir bütçeniz olduğunda, bol miktarda bütçeye sahip ve zamanı olmayanların tersine, tamir etme kabiliyetine sahip olduğunuz şeylere hayran kalacaksınız. Kendinizi aniden biraz mekanik, tesisatçı, elektrikçi, zanaatkâr, denizci ve navigatör hissediyorsunuz
İstersen hissetme , denizin ortasında nereden bulacağız park yeri , çekici ve ustayı. ;)
Doğa ana //
Tahmin edebileceğiniz gibi, bu gayet açıktır. Güneş doğar, Güneş batar, Ay hasatı yapılır, Yabani hayat, Nadir kuşlar, Su samuru, Yunuslar, Timsahlar, Köpekbalıkları, En parlak yıldızlar, İnanılmaz bulut oluşumları, Şiddetli fırtınalar, Kör edici yağmurlar, dere gibi akan denizler, Tatlı su gölleri, Geniş tuzlu okyanuslar, sürekli değişen bir manzara. Asla eskimez.
Kesinlikle. :)
Belirsizlik //
Hedefiniz her gün A noktasından B noktasına gitmektir. Gerçekten bunu yapıp yapamayacağınızı bilmiyorsunuz. Benim düşünceme göre, iyi bir meydan okumadan çok heyecan verici ve motive edici hiçbir şey yoktur. Cevaplanmamış sorular sürekli olarak vardır ve sürekli olarak merak ederek öğrenirsiniz.
Adrenalin bağımlılık yapıyor galiba ? Hem genç ve diride tutuyor. :)
EN KÖTÜ
Basitlik //
Ne zaman yağmur yağarsa ıslanırsınız. Dayanılmaz derecede sıcaksa, klimanız yoktur. Güverte donduğunda, ısı kaynağınız yoktur. Giysilerinizin hepsi kirli olduğundan, çamaşırınız yoktur. Çok acıktığınızda, bir ton balığı konservesi açar ve avakadonun yanına koyarsınız. Kirlendiğinizde, tuzlu bir okyanusa veya çamurlu bir nehirde banyonuzu yaparsınız. Güneş battığında kafa lambanızı açarsınız. Bunların haricinde bazen psikolojik sorunlarınız hiç bitmez.
Kötü değilki, aslımıza yani doğaya ve basit yaşama dönüyoruz, modern dediğimiz yaşamın stresi gidince benim psikolojim de düzeliyor ,neresi kötü anlamadım. :-\
Evinizi her yere götürün //
Artık sürekli hareket halinde olmaya alıştığınızdan, bundan vazgeçmek oldukça zor. Siz artık yerleşik hayattan uzaksınızdır. Bir işte sürekli çalışmak çok zordur. Bir ilişkiyi sürdürmek çok zordur. İstediğiniz zaman halatları çözebileceğinizi bilerek bir yerde kalmak zordur. Evinizi hareket ettirebilme kabiliyeti her şeyi değiştirir. Yani gidersiniz, gitmeye devam edersiniz ve sürekli her şeye ve herkese elveda dersiniz.
Hep yeni şeyler ve insanlar tanıyorsun. Allahtan daha ne ister bir insan. :)
Her işte Usta//
Motorunuz arızalandığında, uzun saatler boyunca onu düzeltmek için uğraşacak ve düzelmesi için da ederken bulacaksınız kendinizi. Motoru tamir edemediğinizde, doğru yol için her yönde yelken seyri yapan denizci olursunuz. Tuvalet bozulursa, tesisatçı sizsiniz. Tuz, elektrik kablolarınızı korozyona uğrattığında, şüpheli elektrikçisiniz. Kaybolduğunuz zaman siz halen navigatorsünüz.
Evet,çok zevkli , ona göre yetiştirelim kendimizi, marina ustalarından kazık yemeyelim , kötü bir şey değil ki. :)
Doğa ana / /
Doğa Ana ile müzakere yoktur. Açıkçası, o sizi ve sizin ihtiyaçlarınızla ilgilenmez. Gündüz veya gece her anında kararını değiştirecek ve rotanızı değiştirip, demir atmaya yada kaçmanız için zorlayacaktır. Siz her zaman onun merhametindesiniz.
Biz de ona sığınır ve onun isteklerine uygun davranırız. Anamız o bizim. Ne güzel.:)
Belirsizlik //
Yine, gitmeye çalıştığınız yere gidebileceğinizden emin değilsiniz. Günlük seyahatleriniz boyunca bir çok değişkenler ve engeller ile karşılacaksınız, ancak asla ne zaman neyin geleceğini bilemeyeceksiniz. Yeniden rota belirlemek, plan B, C veya arkadan dolaşmak gerekir. Hiçbir şey kesin değildir. Kesin planlarınız olduğunda bile, işlerin buna göre gitmeyebileceğini anlamalısınız.
E , normal kara hayatında da böyle değilmi ??? , anlamadım bu paragrafı. ?0-?
Bu tamamen bir perspektif meselesidir. Bardağın ne tarafından baktığınız ile alakalıdır. "
Peki, siz hiç böyle bir liste yaptınız mı ? Yapsaydınız sizinkinde neler yazardı ? Sizce iyi ve kötü yanları nelerdir ?
Hiç yapmadım . ihtimalleri düşününce yapmak ta mümkün değil zaten .:) Kendimi mümkün olduğumca geliştirir ,elimden geldiğince olayların akışına göre davranırdım. C:-)
-
Bu konunun daima çift taraflı kutupları oldu benim için de. Ama bazen negatif bazen pozitif oldu.Aynı koşullar farklı zamanlarda farklı hissettirdi.
Birgün Sivriada' dan Yeşilköy'e Cemre ile geliyorum hava hafif rüzgarlı yelken motor geliyorum.Makine devri aniden düştü ve stop etti.Nasıl olsa yelken var telaşa gerek yok çok yavaş ta olsa yerime gidebilirim.Nitekim öyle oldu liman önünde bir arkadaşın teknesiyle yardımı sayesinde yerime bağlandım.Telaş yok.Keyifler yerinde..
Yine birgünTrilye'den Yeşilköy'e Cemre ile geliyoruz.Yanımda yeğenim ,eşi,Gezgin korsan'dan dostum Erdem Çakır var .Hava Bozburun'u aşınca sertledi .Esenköy' e yöneldik .Ne yapacağımıza karar vereceğiz.Belki tekneyi Esenköy'de bırakacağız.Esenköy'e geldik.Yakıt tamamlama ,çay içme vs.yola devam etmeye karar verdik.Yolaçıktık ama hava üstüne koyuyor.Çamaşır makinasındaki spor ayakkabı gibiyiz.Hem Cemre çalkalanıyor hem biz.Motor yelken gitmeye çalışıyoruz.Aynı yukarıda yazdığım gibi makine devri aniden düştü stop etti.Hava anormal sert makine stop etti.Kalbim sıkştı .Durum aynı makine stop etti yelkenler camadanlı açık Marmara Denizinin ortasındayız.Üstelik bana ve dolayısıyla tekneme güvenen birkaç insanla birlikte.
Hemen çözüm bulmaya çalıştım saatlerce uğraşıp,bir rus şilepinin bizi ezme tehlikesinden kurtulup,motoru çalıştırıp Yeşilköy'e vardık ama bana sorun birde.Aynı durum gibi motor stop etti yelkenler açık sıkıntının değişkenliğini karşılaştırın.
-
Megayatlar Neden Beyazdır?
Renk “göze giren ışıkla birlikte beyinde üretilen bir duyu ve birçok psikolojik ve fizyolojik faktörün katkıda bulunduğu zihinsel bir algılama olayı”1 olarak tanımlanmaktadır. “Renklerin psikolojik etkileri; simgeleme nitelikleri, sahip oldukları duyusal değerler, neden oldukları ilişkilendirmeler ve ortaya çıkardığı illüzyonlarla artmaktadır. Bir rengin anlamının anlaşılmasının ya da hafızadan bulunmasınınsa, derin katmanlarda, bilinçsizlikte ya da bilinçaltında gerçekleştiği”2 ifade edilmektedir. Bununla birlikte “her rengin belirli bir duygusal değeri olduğu ve belirli insanlarda belirli duygulara yol açabildiği; öyle ki bunların sembolik ya da geleneksel önemle dolaysız ilgilerinin olması gerekmediğine”3dair görüşler de mevcuttur. Renk özellikleri bireyler arasında güçlü bir algısal etkileşim sağlamaktadır. Bu noktada renkten, kültürün belirgin bir yansıması ve sosyal ilişkileri şekillendiren bir özellik olarak bahsetmek yerinde olacaktır. “Renklerin bazı etkileri insanların geneli tarafından iyi bilinir ve kabul edilir. Aslında bu etkiler önemli araştırmalara ve deneylere konu olmuşlar ve bilimsel olarak kanıtlanmışlardır. Ancak bilimadamlarının hepsi bu sonuçların geçerliliğini onaylamazlar”4.
Bir renk üzerinde yapılacak yansız gözlemler, kültürel ihtiyaçlar doğrultusunda o renge kuşaklardır izafe edilen vasıfların yansımasını ortaya koyabilmektedir. Beyaz renk de tarih boyunca birçok yorumdan ve ilişkilendirmeden payını alan renkler arasındadır. Beyaz bir “renk” midir, yoksa “renk pigmentlerinin tamamıyla yokluğu” mudur? “Isaac Newton göstermiştir ki, beyaz renk spektrumdaki bütün renklerin karışımıdır. Beyaz ışıksa bütün diğer renkleri bünyesinde barındırır”5.
Beyaz birçok kültürde çoğunlukla “saflığı ve temizliği” anlattığı gibi “korunma, huzur, barış, konfor, namus, soyluluk, masumiyet ve yüksek kalite”6 gibi olguları da karşılamaktadır. Diğer yandan “yaşam, ölüm, ölümden sonra yaşam ve aşk” olgularının toplumsal yaşam kalıplarını biçimlendirmesinde beyazın etkileyici gücü gözlenir. “Evlilik törenlerindeki beyaz gelinlik eski bir yaşamın sona erip, bir yenisinin başlamasını simgeler. Beyaz, ölüm için kullanıldığında fiziksel bedenin yeni bir yaşama doğmak üzere ölümünü temsil etmektedir. Beyaz aynı zamanda açık ve basit olan ruhu gösterir. ‘Ben beyaz severim’ ifadesiyse bir insanın yeni fikirlere açık bir karaktere sahip olduğunu”7 anlatabilmektedir. Beyazı seven bir kişinin olumlu, dengeli ve iyimser bir kişiliğe sahip olduğu düşünülebilir. “Aydınlanmanın, kutsallığın ve kurtarılmanın rengi olarak da kabul gören beyaz; aynı zamanda dış baskılardan kurtulmuş, basit bir yaşam tarzıyla yetinen insan karakterini”8 de betimleyebilmektedir.
Bunun yanında beyazı “soğuk ve yalıtılmışlık”9 biçiminde de yorumlamak mümkün olmuştur. Zira bir görüşe göre “beyazın egemenliği insanları birbirinden ayırır ve uzaklaştırır. Beyaz fil ise bazı batı dillerinde ‘astarı yüzünden pahalıya mal olmak’ anlamına gelmektedir”10. Bununla birlikte beyazın “beyaz yalan, yenilgiyi temsil eden beyaz bayrak” gibi çeşitli görünümleri de gözden kaçmamaktadır. Başka bir görüşe göre “beyaz renk, rengi sevmeyen insanların rengidir”11. Ancak “psikolojik araştırmalar beyazın duygusal şokların etkisini yumuşattığını”12 göstermektedir. Farklı kültürler için beyaz rengin dramatik etkileri olduğu bilinmektedir. “Birçok doğu ülkesinde yası temsil eden beyaz renk, batı kültürlerinde iyi şansı anlatmaktadır. Birçok kültürde de beyaz giymek elitizm olarak algılanabilmektedir. Çünkü beyaz elbiseleri temiz tutmak güçtür. Bunun yanında ancak belirli bir ekonomik eşiğin üzerindekilerin beyaz giysi alma ve kullanma lüksüne sahip oldukları akıllara gelmektedir”13.
Ünlü Fransız modernist mimar Le Corbusier “saflığı sevmek için bir kat beyaz badana uygulayarak, ahlaklı bir davranışta bulunmuş oluruz’ demekle beyazla ilgili etik yaklaşımını ortaya koymuştur. Hollandalı ressam Theo van Doesburg ise beyazı ‘modern zamanların rengi’ olarak kutsamıştır. Suprematizm’in kurucularından Rus Kasimir Malevich daha da ileri giderek beyazı “sonsuzluğun gerçek ve doğru kavramsallaşması”14 biçiminde yorumlamıştır.
“Geçtiğimiz yüzyılda yoğunlaşarak artan beyaz renk boyayla kaplı duvar ve tavanların oluşturduğu binalarda yaşama eğilimi, toplumların hijyen ve temizlik gibi olguları anıştırmasında bir alışkanlık ölçeği halini almıştır”15. “Hastaneler, laboratuvarlar ve okullar beyazlara bürünmüştür, çünkü beyazın çalışanların dikkatini dağıtmadığı gibi hastaları da rahatsız etmediği görülmüştür”16.
“Bugün artık renklerin çeşitli mallarda (tasarımlarda) kullanımı konusunda, zengin bilimsel ve pratik verilere sahibiz”17. Rengin bir endüstri ürünün alıcıya iletmesi istenen görsel mesajı biçimlendirmede ideal bir araç olduğu ortadadır. “Başarılı olarak uygulanmış bir renk, tesadüfen çekici ve güzel olmaktan daha fazlasını ifade eder”18. “Renk ürün cinsinin tanımlanması ve çağrışımında önemli rol oynamaktadır”19. Bu ifadeler bir rengin, belirli bir ürünle olan ilişkisinin saptanmasının son derece önemli olduğunu göstermektedir. Bir endüstri tasarımı tinsellikten, pazar ekonomisine kadar uzanan farklı boyutlardan oluşur ve rekabet gücü olan, pazar ekonomisine uygun ürünler yaratmayı hedefler. Bu perspektiften bakılınca görülense, rengin marka ve kurumsal kimliğin kuruluşunda hakim bir öge olduğudur. “Bazı ürünler, nesneler görünümün uyumu bakımından, gelenekler veya çağrışımlardan kaynaklanan belirli renkleri gerektirirler. Belli ürünler veya mallar renklerle sembolize edilebilmektedir. Bu süreç gelenek vasfına yaklaşır, çünkü alışkanlıktan destek alır”20.
Bu saptamalar ışığında yeni bir megayatı, bir “megayat” olarak tanımlayabilmek için onda sınıf kimliğine ilişkin görsel bazı ipuçları ararız. Çağdaş megayat tasarımında dış tasarım renginin seçiminde, tutucu ve fazla irdelenmemiş bir tavırla karşılaşırız. Bu teknelerin çok büyük bir bölümü dış tasarımlarında beyaz rengi tercih etmektedirler. Bu uygulamanın, bir “standartlaşma” eğilimi olduğu ve klişeleşerek ticari bir zorunluluk haline geldiği görülebilmektedir. Buna göre megayatları beyaz olmaya zorlayan nedenleri tartışmak gereklidir.
Bir megayatın dış kabuğunu oluşturan yüzeylerde beyaz rengin seçilmesi, hem dışarıdan nasıl algılandığıyla, hem de içindeki yolcunun onu nasıl kullanacağıyla ilişkili olmalıdır. Çünkü bir megayat hem iç, hem de dış mekanlarını yolcunun kullanımına sunar. Yolcu, güvertedeyken ya da denizde yüzerken, teknenin dış görünümüyle iletişim içindedir. Dolayısıyla tekneye uzaktan bakacak olan bir diğer kişiden çok daha yakındır. Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, beyaz renk güneş ışınlarını daha fazla yansıttığı ve daha az ısındığı için koyu renklerden daha çok tercih edilmektedir. Ancak bu olgu yeni keşfedilen bir şey değildir. Beyaz rengin, bu işlevinin yanında, yapacağı anıştırmalarla; toplumların psikososyal yapısında işaret edeceği sayısız karşılıkları hatıra gelmelidir.
Beyazı gemilerin karina ve üstyapılarında geleneksel olarak kullanılan bir renk olarak düşünmemek gerekir. Bir kaplama malzemesi olarak beyaz boyanın yerleşik tarihini yatlarla başlatmak daha doğru olacaktır. Deniz yaşamında beyaz rengin çözümlemesine girişmek, ortaya çıkarabileceği ilginç sonuçlar açısından araştırmaya değer bir konudur. Deniz araçlarının tarihteki gelişimine baktığımızda, kullanılan temel malzemenin ağaçla başladığını görürüz. Geminin karinasına, üstyapısına, direklerine duyulan hayranlık, ahşap malzemenin yetkinlikle kullanımının bir sonucu olsa gerektir. Gemi imgesinde göz dolduran beyaz renkse, yelkenlerin rengi olmuştur. Beyaz renk, ilkçağlardan beri denizcilik tarihinde varolagelmiştir. Ancak beyazın deniz yaşamına, ahşap gibi doğada sahip olduğu renk ve dokusunu koruyarak girdiğini söylemek çok da doğru bir saptama olmayacaktır. Yelkenlerin özdeksel yapılarını göz önüne aldığımızda bunu açıklıkla görebilmekteyiz. Yelkenin eskil çağlardan beri şekillenme sürecini düşünecek olursak, dokunup kumaş haline gelinceye dek, doğadaki hazır biçiminden önemli ölçüde uzaklaşmış bir tasarım olduğunu kavrarız. Yine yelken kumaşı gibi “insan yapısı dünya”ya ait olan ahşap ise, gemilerde kullanıldığı şekliyle hiç kuşkusuz dokusu, sıcaklığı ve rengiyle doğada bulunduğu niteliğine yakın olarak anlamlanma şansına daha çok sahiptir. Böylelikle, kara yaşamının güvenli yaşam koşullarını anıştırdığı için denizlerde böyle bir göstergenin çeşitli özlemlere yanıt verecek biçimde olgunlaşmasına şaşmamak gerekir.
Teknolojinin deniz yaşamına getirdiği yenilikler çoğaldıkça, gemilerdeki güvenlik çıtasının da yükseldiği gözden kaçmaz. Endüstri çağında buharlı gemilerin denizlerde boy göstermesiyle, yolculuklar kısalmış, konfor artmıştır. Olasılıkla özlemlerin kısalmaya başlaması da gemilerde başka renk ve malzemenin kullanım alanlarını genişletmiştir. XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren hem karina hem de üstyapı yüzeylerinin değişik renkte boyalarla kaplandığını görmek mümkündür. Yelkenli yatların çoğalmasıyla birlikte, özellikle beyaz rengin teknelere hakim olduğu gözlenmektedir. Bu düşünce doğrultusunda denizlerde, kara mimarisindeki anlam örgüsünden farklı biçimlerde olgunlaşan beyaz rengin, yatların karina ve üstyapılarına “yelken”lerden kayıp geldiğini çıkarsayabiliriz. Teknoloji yarışında buharlı motorlara geçilen yelkenlerin bu yenilgisi, bir türlü kabullenilememiş ve belki de müzeye kalkacağı bir durumdayken, yatçılık onların imdadına yetişmiştir. Modern zamanlar onları romantik biçimde yeniden anlamlandırıp, ikonlaştırarak teselli bulmuştur. Bugün yelkenli yatları, megayatları ve birçok deniz aracını saran beyaz örtü belki de, “yelken”lerin anısına duyulan sadakatin bilinçsiz bir göstergesidir.
Bunun yanı sıra megayat konseptine tutucu bir özellik kazandıran bir başka faktör “cinsiyet ögesi” olarak gözükmektedir. Yüzen ulaşım araçlarının dişil özellikleri evrensel bir olgu olageldiği gibi bu yazının sınırlarını fazlasıyla aşmaktadır. Ancak dikkatlerden kaçırılmaması gereken bir nokta, megayatın -aslında bütün yatların- bir “erkek nesnesi” olmasıdır. Beyazın yüzyıllardır bu teknelere ısrarla tutunabilmesindeki başarı, konseptin, oluştuğu dönemlerden bugüne toplumsal anlamını pek değiştirmeden ve geliştirmeden gelebilmesinde yatmaktadır. Bu saptamayı megayatı, toplumların görsel alanları dolduran çeşitli endüstri ürünleriyle benzer ölçekte değerlendirerek pekiştirebiliriz. Modern kent kurtizanının ortaya çıktığı XVII. yüzyıldan bu yana kadının toplumsal kimliğinin devingenliği, serbest pazar ekonomisini olduğu kadar tasarım disiplinlerinin de birçok alanını kuramsal ve pragmatik anlamda hayli etkilediği savunulabilir. Özellikle I. Dünya Savaşı’yla başlayıp günümüze kadar gelen sürede kadının sosyal konumunda meydana gelen aykırı dalgalanmalarla birlikte kadın tüketimine yönelik ürünlerin -görsel metinlerin- çeşitliliği ve cinsiyet olgusuna bağlı sayısız etkenin tasarlama ölçütlerini örgütleme biçimi göze çarpmaktadır. Bu oluntu XX. yüzyılın ikinci yarısında otomotiv sektöründe yürütülen küresel renk politikalarıyla örneklenebilir. “Otomobiller yaklaşık elli yıldır renkli karoser ve iç tasarım bakımından moda renklerin bilinçli seçimine konu olmuştur. Araştırmalar göstermektedir ki, otomobil karoserlerinde kullanılan renklerin artışı, kadın araba kullanıcılarının çoğalmaya başladığı 1950’li yıllardır. Bunun başlıca nedeniyse kadınların otomobillerin detaylarıyla ilgilenmeyişi ve teknik ayrıntıları önemsemeyişleri”21 olarak öne çıkmaktadır. Kadınların tüketim tutum ve davranışlarının etkin bir rol üstlendiği bir başka pazarsa moda endüstrisidir. Bir görüşe göre “moda, ürünlere sürekli olarak yeni anlamlar yükleyerek toplumsal kimliklerin yeniden tanımlanmasına yol açar”22. Megayat konseptinin önemli bir bileşeni olan beyaz renk ise bu türden bir döngünün dışında kalmak durumundadır. Zira megayat erkek bakışının pasif hedefi olduğundan böyle bir değişikliğe gereksinim duymamıştır. Lakoff ve Scherr’e göre “modern güzellik cinsel politikaların derinliklerinde saklıdır”23 (Lakoff ve Scherr 1984). Bu anlamda tekne üreticilerinin de megayatın dişil kimliğini ve eril özlemleri dikkate aldıkları ortadadır.
Bir endüstri ürünü tasarlanırken, ticari ve kültürel kaygılar, ürüne içinde yer aldığı sınıfın niteliklerini yüklemekle yükümlüdür. Çeşitli markalardaki megayat modelleri yeni üretilecek tekne için bağlayıcıdır. Böylelikle bir megayat, içinde yer aldığı tekneler sınıfının niteliklerine sahip olmak durumundadır. Bu noktadan hareketle bir megayat da er ya da geç kategorize olmak zorundadır. Bu koşullar altında, “yenilikçi” bir megayat tasarımı, tüketici algısında eski megayat örnekleriyle bağlantı kurabildiği oranda ticari bir beklenti içine girebilecektir. Yani uzun sözün kısası günümüz koşullarında megayat konseptinin beyaz rengin egemenliğinden kaçması hayli zor gözükmektedir.
Kaynak
Ball, Philip. Color in Nature, A text for Natural History magazine, Vol. 111, No. 2, s. 64, Mart, 2002. http://www.whitebottom.com/philipball/c06_03.asp
http://www.hauntedhamilton.com/4psychology.html
Crane, Diana. Moda ve Gündemleri, Giyimde Sınıf, Cinsiyet ve Kimlik, Çev. Özge Çelik. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2003.
http://psy.rin.ru/eng/article/214-101.html
http://homepage.ntlworld.com/nauvoo/msg6.htm
http://www.hyperdictionary.com/dictionary/White+elephant
http://www.ksontheweb.com/ift/articles/article.ift?artid=1803&cat_id=62
http://www.plascon.co.za/colourmodule/psychology_of_colour.asp?category=colour_module
Kanat, A. Renk ve Duyu Psikolojisi, İzmir: İlya Yayınevi, 2001.
La Couleur Nature, histoire et décoration, Paris, Le Temps Apprivoisé, sa. 256, 1993. http://paintcafe.sympatico.ca/en/couleur/langage/psychologie/index.asp
Rosotti, Hazel. Colour, Why the World Isn’t Grey. New Yersey: Princeton University Press, 1985.
Schmitt, Bernd ve Simonson, Alex. Pazarlama Estetiği, Marka Kimlik ve İmajın Stratejik Yönetimi. İstanbul: Sistem Yayıncılık, 2000.
1 Hazel Rosotti. Colour, Why the World Isn’t Grey, (New Jersey: Princeton University Press, 1985), s. 16.
2 A Kanat. Renk ve Duyu Psikolojisi, (İzmir: İlya Yayınevi, 2001), ss. 102, 105.
3 A.g.e., s. 180.
4 La Couleur Nature, histoire et décoration, Paris, Le Temps Apprivoisé, s. 256, 1993. http://paintcafe.sympatico.ca/en/couleur/langage/psychologie/index.asp
5 Philip Ball. Color in Nature, A text for Natural History magazine, Vol. 111, No. 2, s. 64, Mart, 2002. http://www.whitebottom.com/philipball/c06_03.asp
6 http: // www. hauntedhamilton. com/ 4 psychology.html, http://psy.rin.ru/eng/article/ 214-101.html
7 http://homepage.ntlworld.com/nauvoo/msg6.htm
8 A.g.e.
9 http://www.hauntedhamilton.com/4psychology.html
10 A.g.e., http: //www. ksontheweb. Com / ift / articles/ article.ift? artid = 1803&cat_id=62, http://www.hyperdictionary.com/dictionary/White+elephant
11 Philip Ball. Color in Nature, A text for Natural History magazine, Vol. 111, No. 2, s. 64, Mart, 2002. http://www.whitebottom.com/philipball/c06_03.asp
12 http://www.hauntedhamilton.com/4psychology.html
13 La Couleur Nature, histoire et décoration, Paris, Le Temps Apprivoisé, sa. 256, 1993. http://paintcafe.sympatico.ca/en/couleur/langage/psychologie/index.asp
14 Philip Ball. Color in Nature, A text for Natural History magazine, Vol. 111, No. 2, s. 64, Mart, 2002. http://www.whitebottom.com/philipball/c06_03.asp
15 http://psy.rin.ru/eng/article/214-101.html
16 ttp://www.plascon.co.za/colourmodule/psychology_of_colour.asp?category=colour_module
17 A Kanat. Renk ve Duyu Psikolojisi, (İzmir: İlya Yayınevi, 2001), ss. 129.
18 A.g.e., s. 103.
19 Bernd Schmitt ve Alex Simonson, Pazarlama Estetiği, Marka Kimlik ve İmajın Stratejik Yönetimi, Çev. Zelal Ayman. (İstanbul: Sistem Yayıncılık, 2000), s. 113.
20 A Kanat. Renk ve Duyu Psikolojisi, (İzmir: İlya Yayınevi, 2001), ss. 103, 180.
21 A.g.e., ss. 126-127.
22 Diana Crane. Moda ve Gündemleri, Giyimde Sınıf, Cinsiyet ve Kimlik, Çev. Özge Çelik. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2003., s. 27.
23 A.g.e., s. 106.
-
Küçük bir teknede yaşamanın en iyi ve en kötü yanlarını anlatan birisinin yazısını okumuştum . Amerika da yaşayan, freelancer kadın denizci yazmıştı ve küçük notlar almıştım. Orjinalini bulamadım yazının ama notlardan ve aklımdan kaldığı kadarı ile şöyleydi. Elbet bire bir tercümesi değil ama kabaca şöyle bir şeyler.
"... İki yıl boyunca en yakın arkadaşım ve ben 27 feet'lik yelkenli de yaşadık. Doğru, evimin uzunluğu 27 feet ve genişliği genişliği 9 feet. Alanlar oldulça kısıtlı idi. Konfor ise çok az. Günlük yaşamlarımız sinir bozucu olmadığında gayet eğlenceliydi.
Bu yüzden basit bir liste yazmaya başladım:
Küçük bir yelkenlide yaşamak hakkında en iyi şeyler. Bunları yazıp kendimi şaşırtıyordum. Sanki kafamda kağıda dökülmeyi bekliyorlardı.
Sonra ikinci listeme başladım:
Küçük bir yelkenlide yaşamak hakkında en kötü şeyler. Kafam iyice karıştı ve başladığım noktaya döndüm.
En iyi olan her sebepler en kötü oldu. Listelerim neredeyse mükemmel bir eşleşme vardı.
Çelişkili? Evet, biraz, ama açıklayayım:
EN İYİ
Basitlik / /
Sizin ihtiyacınız olan herşeyden bir tane var ve başka bir şeyiniz yok. Bütün dağınıklığınız geride kalıyor. Menüler basit. Gardrobunuz gayet az. İki çift ayakkabı olabilir. Güneş battığında uyuyorsunuz ve güneş doğarken uyanıyorsunuz. Zamana, takvimlere ve bir zamanlar sizi tanımlayan sayılara dikkat etmeyi bırakıyorsunuz. İnternetiniz yokken, bir kitap okursunuz ve telefonunuzu kullanmaya bırakınca mektup yazıyorsunuz. Hareketsiz oturma sanatında mükemmelleşiyorsunuz. En basit anlardan zevk almaya başlıyorsunuz.
Evinizi her yere götürün //
Tekne içerisinde ne kadar uzun süre kalırsanız, betonarme mahallelere o kadar yabancılaşmış hissediyorsunuz. Bu tekne eviniz, konfor bölgeniz, arkadaşınız, ulaşımınız ve dünyayı keşfetmek için biletiniz oluyor. Sınırlarınız yok ve fırsatlar sınırsız.
Her işte usta//
Bir sürü farklı meslek erbabı olmalısınız. Bir şeyler arızalandığında, telefon görüşmesi yapmadan önce kendi başınızın çaresine bakmalısınız. Dar bir bütçeniz olduğunda, bol miktarda bütçeye sahip ve zamanı olmayanların tersine, tamir etme kabiliyetine sahip olduğunuz şeylere hayran kalacaksınız. Kendinizi aniden biraz mekanik, tesisatçı, elektrikçi, zanaatkâr, denizci ve navigatör hissediyorsunuz
Doğa ana //
Tahmin edebileceğiniz gibi, bu gayet açıktır. Güneş doğar, Güneş batar, Ay hasatı yapılır, Yabani hayat, Nadir kuşlar, Su samuru, Yunuslar, Timsahlar, Köpekbalıkları, En parlak yıldızlar, İnanılmaz bulut oluşumları, Şiddetli fırtınalar, Kör edici yağmurlar, dere gibi akan denizler, Tatlı su gölleri, Geniş tuzlu okyanuslar, sürekli değişen bir manzara. Asla eskimez.
Belirsizlik //
Hedefiniz her gün A noktasından B noktasına gitmektir. Gerçekten bunu yapıp yapamayacağınızı bilmiyorsunuz. Benim düşünceme göre, iyi bir meydan okumadan çok heyecan verici ve motive edici hiçbir şey yoktur. Cevaplanmamış sorular sürekli olarak vardır ve sürekli olarak merak ederek öğrenirsiniz.
EN KÖTÜ
Basitlik //
Ne zaman yağmur yağarsa ıslanırsınız. Dayanılmaz derecede sıcaksa, klimanız yoktur. Güverte donduğunda, ısı kaynağınız yoktur. Giysilerinizin hepsi kirli olduğundan, çamaşırınız yoktur. Çok acıktığınızda, bir ton balığı konservesi açar ve avakadonun yanına koyarsınız. Kirlendiğinizde, tuzlu bir okyanusa veya çamurlu bir nehirde banyonuzu yaparsınız. Güneş battığında kafa lambanızı açarsınız. Bunların haricinde bazen psikolojik sorunlarınız hiç bitmez.
Evinizi her yere götürün //
Artık sürekli hareket halinde olmaya alıştığınızdan, bundan vazgeçmek oldukça zor. Siz artık yerleşik hayattan uzaksınızdır. Bir işte sürekli çalışmak çok zordur. Bir ilişkiyi sürdürmek çok zordur. İstediğiniz zaman halatları çözebileceğinizi bilerek bir yerde kalmak zordur. Evinizi hareket ettirebilme kabiliyeti her şeyi değiştirir. Yani gidersiniz, gitmeye devam edersiniz ve sürekli her şeye ve herkese elveda dersiniz.
Her işte Usta//
Motorunuz arızalandığında, uzun saatler boyunca onu düzeltmek için uğraşacak ve düzelmesi için da ederken bulacaksınız kendinizi. Motoru tamir edemediğinizde, doğru yol için her yönde yelken seyri yapan denizci olursunuz. Tuvalet bozulursa, tesisatçı sizsiniz. Tuz, elektrik kablolarınızı korozyona uğrattığında, şüpheli elektrikçisiniz. Kaybolduğunuz zaman siz halen navigatorsünüz.
Doğa ana / /
Doğa Ana ile müzakere yoktur. Açıkçası, o sizi ve sizin ihtiyaçlarınızla ilgilenmez. Gündüz veya gece her anında kararını değiştirecek ve rotanızı değiştirip, demir atmaya yada kaçmanız için zorlayacaktır. Siz her zaman onun merhametindesiniz.
Belirsizlik //
Yine, gitmeye çalıştığınız yere gidebileceğinizden emin değilsiniz. Günlük seyahatleriniz boyunca bir çok değişkenler ve engeller ile karşılacaksınız, ancak asla ne zaman neyin geleceğini bilemeyeceksiniz. Yeniden rota belirlemek, plan B, C veya arkadan dolaşmak gerekir. Hiçbir şey kesin değildir. Kesin planlarınız olduğunda bile, işlerin buna göre gitmeyebileceğini anlamalısınız.
Bu tamamen bir perspektif meselesidir. Bardağın ne tarafından baktığınız ile alakalıdır. "
Peki, siz hiç böyle bir liste yaptınız mı ? Yapsaydınız sizinkinde neler yazardı ? Sizce iyi ve kötü yanları nelerdir ?
En iyi;
Gündem sürekli Masal. Neredeyse konuşacak başka konu yok.
En kötü;
Gündem sürekli Masal. Neredeyse konuşacak başka konu yok.
-
Megayat renkleri için hiç bu kadar düşünmemiştim! :D
Bu yazı şunu hatırlattı;
https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=2043151935698848&id=124956890851705
Alex Thomson'un Hugo Boss teknesi kurumsal kimlikleri nedeniyle siyah ve denizde teknenin ısınması sebebiyle bundan duydukları sıkıntıyı 3M'in geliştirdiği "Soğuk Siyah" diye adlandırdıkları özel bir izolasyon boyası ile çözeceklermiş.(https://uploads.tapatalk-cdn.com/20170906/246495d24e3db5d0f7f1b557c49063d3.jpg)
öZgür (mobil)
-
Benim daha önce duymadığım küçük bir hikaye öğrendim, belki biliyorsunuzdur ama yine de sizinle paylaşayım.
Mitolojiye göre denizlerin hakimi olan Poseidon fırtınaların, azgın dalgaların ve depremlerin de tek sebebidir. Hal böyle olunca da bu liman şehirlerinde olumsuzlukların hemen hepsi Denizler Tanrısı olarak anılan Poseidon’a kesilirmiş. Tıpkı Patara limanının yok olması ile ilgili efsanede olduğu gibi.
Patara’da her şey yolunda gider ve insanlar da mutlu mesut yaşarlarken nedendir bilinmez günlerden bir gün Poseidon Patara halkına fena halde içerlemiş. Artık canı öyle mi istedi yoksa halk tarafından adanan kurbanlar mı yetmedi bilinmez ama gazaba gelen Poseidon üfleyip üççatallı yabasını sallayarak bölgede korkunç bir fırtına çıkartmış.
Günlerce devam eden bu tatsız duruma çaresiz kalan halk bir şey yapamadan öylece bakakalmış. Sonunda da her zaman olduğu gibi iş yine tecrübeli kahinlere düşmüş. Hepsi bir araya gelerek duruma çözüm üretmek için kafa kafaya vermişler ve ortak bir karar alarak buldukları çareyi halka açıklamışlar.
Kahinlerin önerisine göre bölgede yaşayan tüm hatun kişiler bir araya gelip el ele tutuşarak kilometrelerce uzanan bir duvar oluşturacaklarmış. Burada yer alan tüm kadınlar yüzlerini denize dönecek ve böylelikle de esen fırtınada etekleri uçuşacakmış. Ümit edilen oymuş ki kadınların eteklerinin uçuştuğunu gören Poseidon da utanarak üflemekten vazgeçecek ve fırtına da böylelikle kesilecekmiş.
Beklenen gün gelmiş. Ovanın tüm kadınları birer birer sahile inerek kilometrelerce uzunlukta sonu gelmeyen bir etten duvar oluşturmuşlar. Poseidon ise halen kızgınlıkla üfleyerek fırtınasını daha da şiddetlendiriyormuş. O üfürdükçe kadınların da etekleri açılıyor ama onlar yine de yılmaksızın bu rüzgara karşı duruyorlarmış. Denizlerin hakimi başlarda aldırmayıp estirmeye devam etmişse de kadınların pes etmeyip eteklerinin açılmasını umursamadan kıyıda durduklarını görünce üfürmekten vazgeçmiş. Fırtına dinmiş… Poseidon ise utanç içinde denizler altındaki sarayının yolunu tutmuş.
Kent halkı her şeyi göze alıp yaşadıkları yeri kurtarmayı başarmışlar başarmasına da artık gemilerin yanaşabileceği bir limanları yokmuş. Ben diyeyim Poseidon’un gazabı, siz deyin fırtına nedeni ile güzelim liman kumlarla dolmuş. Gelen gemiler de yanaşamaz olunca Patara’nın ticari önemi giderek azalmış ve burada bir liman olduğu bile unutulmuş.
Bu hikayeyi okuduktan sonra kelt'lerin denizlerde başarısının bir tesadüf olamayacağını düşündüm ;D
-
Bunu da anlat
-
Bak yönlendiriyorum seni :)
-
28 feet bir teknede karasal destek almadan yaşamak gerçekten ciddi iş. Aslında karasal ve klimatik destek almadan desek daha doğru.
Geçenlerde Bilader ile telefon ile görüşüyorduk. Bir süre sonra daha büyük bir tekneye geçmek istediğini söyledi. Malumunuz bizim bilader hırvatistandan bir tekne getirdi ve içinde yaşıyor.
İçinde yaşamak için ciddi büyük bir tekneye ihtiyaç olduğu kesin. O yüzden teknede yaşama tercihi yapmış dostları ayırırsak, aslında Türk ve Yunan kıyıları birer küçük tekene cenneti olmalı ya da olmalıydı.
Gidilebilecek en uzun mesafe gün içerisinde yapılabiliyor. Az biraz gece seyir tecrübeniz varsa öğle olmadan varmak istediğiniz koy ya da liman veya marinada olabilirsiniz.
Yolda daha beğendiğiniz bir koy görebilir ve orada kalmaya karar verebilirsiniz.
İnanılmayacak güzellikteki koylarda , karaya çıkabilir, çadır kurabilir, şezlonglarınızı götürüp, piknik yapabilirsiniz.
Sıcak hava , öğleden sonra her durumda akşama kadar devam eden esinti, kıyıda piknik ya da mangal yapabilme imkanı bulursunuz. Benim gibi en deneyimsizleri bile akşam yemeği çıkaracak kadar balık tutabilir.
Zaten çoğunlukla dışarıda havuzlukta uyuyor insanlar. İşte Ege kıyıları bu muhteşem doğası ile küçük tekneler için bir cennet.
Yazdığım gibi , Gökova da küçük çatı koyunda , ailecek teknemiz küçük olmasına rağmen hiç bir rahatsızlık hissetmedik.
Sadece üç gün dişinizi sıkarsanız, ne bilmem kaç faktör koruyucu kreme, ne de klimaya ihtiyacınız olmadığını göreceksiniz. Vücudunuz öyle hızlı adapte oluyor ki bu doğal hayata.
Teknenizi , sizi koydan koya götürecek bir araç gibi düşünür ve öyle konuşlanırsanız, her şey çok keyifli oluyor.
Sonuçta kara hayvanlarıyız. Karada olmak hoşuna gidiyor insanın. Bir koya gelip , demirleyip, bakir küçük bir kumsala çıkıp, şezlong ve masaları kurup, kendi teknenizin manzarası eşliğinde sevdikleriniz ile vakit geçirmekten daha keyifli ne olabilir ki. ?
Şişme bot kadar, katlanır bisiklet, portatif şezlong ve masa, küçük bir mangal belki..
Son derece ucuz maliyetler ile maksimıüum keyfi yakalamak mümkün küçük bir tekne ile Ege kıyılarında.
Küçük tekne, basit tekne demektir. Birçok sorunu kendiniz çözebilirsiniz. Tamir bakım masrafları ve bunlara ayıracağını süre çok daha az olur. Hele biraz elinizden iş geliyorsa, küçük ama sizi Ege de güvenle dolaştırabilecek tekne , sağladığı avantajlar ile dezavantajlarını unutturur size.
Cenova drive doğru tabir ile masthead bir yelkenli yerine , kotra arma bir yelkenli , size çok konforlu seyir imkanı da sunar üstelik.
İyi bir olta takım kutusu, şezlonglar, masa, bisiklet, mangal ve aksesuarları Ege teknelerinin vazgeçilmezleri bence.
Tayo Mar , gelecek yılki seyrine bu mantıkla hazırlanıyor olacak..
-
Tayo-mar'ın gezisi güzel olacak. Tam da dediğin gibi tarzını yansıtan bir gezi.
Benim gibi, deniz üzerinde yaşayıp, öldüğünde deniz dibine gitmek isteyen su canlılarının, tekne ve malzeme konularında hem fikir olmayıp hep muhalefet etsede, keyifle takip edeceği bir gezi.
-
Baştan da dedim ya .. Teknede yaşam başka bir lüşey diye.. Ben tersine denizde çoğalınsın istiyorum, En kötü tartışma bile tartışmamaktan iyidir hesabı. En görgüsüzümüz bile denizde olsun. Çok büyük bütçeler olmadan da bu işlerin yapılabilirliği görülsün. Deniz herkesi bir şekilde yontar diye düşünüyorum.
-
Ben tersine denizde çoğalınsın istiyorum, En kötü tartışma bile tartışmamaktan iyidir hesabı. En görgüsüzümüz bile denizde olsun. Çok büyük bütçeler olmadan da bu işlerin yapılabilirliği görülsün. Deniz herkesi bir şekilde yontar diye düşünüyorum.
Bence üç'ü birbirinden çok farklı şeyler. Üç ayrı başlık.
Ama yeri burası değil. Diğer başlık altında yazmalısın ki konu dağılmasın. ;)
-
Alaskaya gitmek isteyene glsin..
http://reddotontheocean.com/
-
Beni benden alan, alaska bölgesine kayıkla gitmek istememin sebebini şu video açıklıyor
https://www.youtube.com/watch?v=XQz_eX49qOc
-
Vay canına.. Bu arada bu davlumbaz uygulaması da ilginçmiş..
-
Zamanın olursa şu seriyi seyredebilirsin. Yelkenli değil ama coğrafya için seyredilir.
https://www.youtube.com/watch?v=L9MFX-smf6o
-
28 feet bir teknede karasal destek almadan yaşamak gerçekten ciddi iş. Aslında karasal ve klimatik destek almadan desek daha doğru.
İçinde yaşamak için ciddi büyük bir tekneye ihtiyaç olduğu kesin. O yüzden teknede yaşama tercihi yapmış dostları ayırırsak, aslında Türk ve Yunan kıyıları birer küçük tekene cenneti olmalı ya da olmalıydı.
Sıcak hava , öğleden sonra her durumda akşama kadar devam eden esinti, kıyıda piknik ya da mangal yapabilme imkanı bulursunuz. Benim gibi en deneyimsizleri bile akşam yemeği çıkaracak kadar balık tutabilir.
Sonuçta kara hayvanlarıyız. Karada olmak hoşuna gidiyor insanın. Bir koya gelip , demirleyip, bakir küçük bir kumsala çıkıp, şezlong ve masaları kurup, kendi teknenizin manzarası eşliğinde sevdikleriniz ile vakit geçirmekten daha keyifli ne olabilir ki. ?
Şişme bot kadar, katlanır bisiklet, portatif şezlong ve masa, küçük bir mangal belki..
İyi bir olta takım kutusu, şezlonglar, masa, bisiklet, mangal ve aksesuarları Ege teknelerinin vazgeçilmezleri bence.
Tayo Mar , gelecek yılki seyrine bu mantıkla hazırlanıyor olacak..
Ormanlarımız piknik ve mangal nedeni ile cayır cayır.
Uzun zamandır sadece okuyordum.
Denizcilik ve kültürü diye döktürüp dururken be ne perhiz bu ne lahana turşusu durumu oluşunca
yazmadan edemedim.
Bir de insan oğlunun üreme bölgesinin denizler değil ev olduğunu düşünüyorum.
Ne alaka derseniz sürekli ''denizlerde çoğalalım'' deyince aklıma bu geliyor ;).
-
Dede reis, bu ülkede ormanları mangalcıların yaktığını düşünen tek sen varsın galiba..
Gökova imara açıldı, bak geçen hafta yanmayan yer yanıverdi.. Bir bakmışsın seneye inşaat başlamış.. Yapma aalasen ..
-
Bu da var; Alaska Juneau'dan Kanada Vancouver'a. Drone görüntüleri, su altı çekimleri, süper bir coğrafya, harika bir kırmızı ketch (sanırım Amel) ve dinlenesi iki güzel parça...
-
Bu da var; Alaska Juneau'dan Kanada Vancouver'a. Drone görüntüleri, su altı çekimleri, süper bir coğrafya, harika bir kırmızı ketch (sanırım Amel) ve dinlenesi iki güzel parça...
Harika. Teşekkürler.
Tekne Amel değil. Caroff dedikleri çelik, kutuplara uygun bir tekne.
Video da seyrettiğimiz, meşhur Kuzeybatı pasajı olan, greenland'dan güney alaskaya geçiş yapmış bir tekne. Kaptanı Nicolas Mouchart. Teknenin adı "Perd pas le Nord"
Şimdilerde dünyayı turluyorlarmış.
-
Erkan Gürsoyun teknesini görmeyenler için buraya ekliyorum.
Teknenin adı Altan's dı galiba. O sene fuarda çok aradım teknesini en sonunda buldum. Kendisi ile tanışıp biraz lafladık. Sabahtan akşama kadar bir çok istek olmuştur teknesinin içini görmek için, Erkan beye gına gelmiştir diye arlandım, içini görmek için izin almadım. Kuzey kutbunun içinden geçerek atlantik okyanusuna çıkmış oradan aşağıya inerek akdenize ve İstanbula gelmiş. Yolda birde kasırgaya denk gelmiş. Kendi ağzından dinlediklerim bunlardı. Daha detaylı bilen veya teknesini fotoğraflayan varsa görsek okusak ne güzel olur. Hala Türkiyede ise, Tan Kaan reisimiz kendisi ile röportaj yapsa biz de okusak daha güzel olmaz mı? 
(https://uploads.tapatalk-cdn.com/20170913/58203f1a932ce90a121c51729ae6c966.jpg)
(https://uploads.tapatalk-cdn.com/20170913/f95572086b159bc4a1945427c6999392.jpg)
(https://uploads.tapatalk-cdn.com/20170913/d9bfe610c9ad455736de082929f6331e.jpg)
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Bu da var; Alaska Juneau'dan Kanada Vancouver'a. Drone görüntüleri, su altı çekimleri, süper bir coğrafya, harika bir kırmızı ketch (sanırım Amel) ve dinlenesi iki güzel parça...
Harika. Teşekkürler.
Tekne Amel değil. Caroff dedikleri çelik, kutuplara uygun bir tekne.
Video da seyrettiğimiz, meşhur Kuzeybatı pasajı olan, greenland'dan güney alaskaya geçiş yapmış bir tekne. Kaptanı Nicolas Mouchart. Teknenin adı "Perd pas le Nord"
Şimdilerde dünyayı turluyorlarmış.
Süper bir video. Teşekkürler
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Teknenin adı Altan's dı galiba.
Altan Girl
-
Teknenin adı Altan's dı galiba.
Altan Girl
Hay eline sağlık Tan reis, Erkan bey, kasırgayı geçerken kendisini yatağa bağladığını günlerce teknenin okyanusta kasırga içinde geçerken hep yatağa bağlı kaldığını anlatmıştı. Tekne hacıyatmaz gibi hep düzelmiş . Kasırga ise kasırga, batmazlık ise batmazlık. Yanlış hatırlamıyorsam teknenin tasarımı ve yapımı da kendisine aitti.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
O teknenin sahibi bir Türk idi ve galiba çok ters bir rotada Kanada üzerinden buraya gelmişti
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
O teknenin sahibi bir Türk idi ve galiba çok ters bir rotada Kanada üzerinden buraya gelmişti
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Kuzey kutbu içinden geçecek kadar eriyince, oradan geçmiş. Ama kutupta buzula sıkışmış. Günlerce kurtulamamış. Kutup ayıları tekneye iyice yaklaşıp tehlikeli hale gelince , telefon ile karısına haber vermiş. Karısı da Kanada donanmasına. Şans eseri oradan bir kurtarma gemisi geçiyormuş da kurtarmış. Adamlar tekneyi terk et seni alalım demişler. Erkan bey kesin bir dille red etmiş. O zaman tekne ile birlikte kurtarmışlar.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
O teknenin sahibi bir Türk idi ve galiba çok ters bir rotada Kanada üzerinden buraya gelmişti
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Kuzey kutbu içinden geçecek kadar eriyince, oradan geçmiş. Ama kutupta buzula sıkışmış. Günlerce kurtulamamış. Kutup ayıları tekneye iyice yaklaşıp tehlikeli hale gelince , telefon ile karısına haber vermiş. Karısı da Kanada donanmasına. Şans eseri oradan bir kurtarma gemisi geçiyormuş da kurtarmış. Adamlar tekneyi terk et seni alalım demişler. Erkan bey kesin bir dille red etmiş. O zaman tekne ile birlikte kurtarmışlar.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Evet, adı Altan idi, galiba yakın bir kış fuarında da burada olmuştu diye hatırlıyorum
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
O teknenin sahibi bir Türk idi ve galiba çok ters bir rotada Kanada üzerinden buraya gelmişti
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Kuzey kutbu içinden geçecek kadar eriyince, oradan geçmiş. Ama kutupta buzula sıkışmış. Günlerce kurtulamamış. Kutup ayıları tekneye iyice yaklaşıp tehlikeli hale gelince , telefon ile karısına haber vermiş. Karısı da Kanada donanmasına. Şans eseri oradan bir kurtarma gemisi geçiyormuş da kurtarmış. Adamlar tekneyi terk et seni alalım demişler. Erkan bey kesin bir dille red etmiş. O zaman tekne ile birlikte kurtarmışlar.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Evet, adı Altan idi, galiba yakın bir kış fuarında da burada olmuştu diye hatırlıyorum
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Adı konusunda tereddüde düştüm şimdi
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Kemal reis, siz telefondan tapatalk üzerinden bakarken bazı mesajları göremiyorsunuz sanırım ?0-? önce ki ekranda kalıyor olabilir belki (mi) ?
-
Kemal reis, siz telefondan tapatalk üzerinden bakarken bazı mesajları göremiyorsunuz sanırım ?0-? önce ki ekranda kalıyor olabilir belki (mi) ?
Belki de öyle, adapte olmaya çalışıyorum. Ciddi ilk olarak bu akşam becermeyi deniyorum. Malum tevellüt
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Daha genceciksiniz maaşallah. Tevellüt mevzuu denizlerde geçerli değil :D
-
Daha genceciksiniz maaşallah. Tevellüt mevzuu denizlerde geçerli değil :D
Hocam dört ay sonra kısmetse 59 bitecek
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Daha genceciksiniz maaşallah. Tevellüt mevzuu denizlerde geçerli değil :D
Hocam dört ay sonra kısmetse 59 bitecek
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Daha tevellüt lafını kullanmanız için bile 15-20 yıl varmış. ;D
-
Daha genceciksiniz maaşallah. Tevellüt mevzuu denizlerde geçerli değil :D
Hocam dört ay sonra kısmetse 59 bitecek
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Daha tevellüt lafını kullanmanız için bile 15-20 yıl varmış. ;D
Sağolun
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
O teknenin sahibi bir Türk idi ve galiba çok ters bir rotada Kanada üzerinden buraya gelmişti
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Kuzey kutbu içinden geçecek kadar eriyince, oradan geçmiş. Ama kutupta buzula sıkışmış. Günlerce kurtulamamış. Kutup ayıları tekneye iyice yaklaşıp tehlikeli hale gelince , telefon ile karısına haber vermiş. Karısı da Kanada donanmasına. Şans eseri oradan bir kurtarma gemisi geçiyormuş da kurtarmış. Adamlar tekneyi terk et seni alalım demişler. Erkan bey kesin bir dille red etmiş. O zaman tekne ile birlikte kurtarmışlar.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Kutupta sıkışmışken ,
(https://i.hizliresim.com/9DpVNO.jpg) (https://hizliresim.com/9DpVNO)
Atlantikte kasırga da ; Bu fotoğrafı çeken İrlanda Sahil Güvenliği kurtaralım seni demişler onları da reddetmiş , karaya varınca karşılamış ve içki ısmarlamışlar. :)
(https://i.hizliresim.com/qJ24y3.jpg) (https://hizliresim.com/qJ24y3)
Bende Altan's girl ve Beşleme (Bot) nin iç dış fotoğrafları vardı , Geko da yayınlamıştım .
Bulabilirsem burada da yayınlayayım.
Özellikle teknenin ısıtma sistemini incelemiş , basitliğine şaşırmıştım. Motor soğutma suyunu kamara içerisinde dolaştırmış sadece boiler yerine , o kadar.
-
Çok makbule geçer Öcal reis


Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Denizci, orijinal adıyla The Seafarer, J. L. Borges ve Maria Kodama çevirisindeki adıyla El navegante takriben IX. yüzyıla ait anonim bir şiir. Dizeler halinde yazılmış ve toplam 124 dizeden oluşuyor. El navegante ise asıl şiirin bir bölümünün Borges ve Kodama tarafından düzyazı olarak söylenmiş bir çeşitlemesi.
"Kendim üzerine gerçek bir türkü yakabilirim, seferlerimi anlatabilirim. Zorlu günlerde sinem ne güçlüklere katlandı. Gemiler benim için kaygı yüklü bir zindana döndüler.
Dalgaların gümbürtüsü dehşetengizdi. Kayalıklara çarpınca oluşan darbeler, elimi kolumu sıkıca bağlayan gecenin yardımıyla beni pek çok kere geminin pruvasında iki büklüm etti. Soğuğun içinde ilerlerken ayaklarım buzdan kabuklar bağladı.
Acılar fokur fokurdu ve yüreğim kan ağlıyordu; dışarıdan denizlerin yorgun düşürdüğü adamın canını içeriden açlık tırmalıyordu.
Şansı olan, bu topraklarda benim sürgün yollarında yanımda hiç kimseler yokken yaşadığım bu acıları tatmaz.
Fırtınada buz parçacıkları uçuşuyordu havada. Denizin çığlığından başka bir şey duymuyordum ben, dalgalar buza kesiyordu. Ara ara bir kuğu şarkısı gibiydi.
İnsanların gülüşleri yerine martıların çığlığı çınlıyordu kulağımda. Kayalıkları döven fırtına, kanatları buz tutmuş, gövdesine çiğ düşmüş kartalla atışıyordu.
Kartalın tehditkar çığlıkları korkunçtu. Benimle aynı hamurdan yoğrulmuş hiçbir insanoğlu şu virane yüreğimi teselli edemez.
Şatosunda şaraplar içip kendinden geçerek hayatın tadını çıkaran kibirli bir adamı çok az ilgilendirir benim denizlerde çektiğim acılar.
İşte gece çöktü, kar yine kuzeyden yağıyor; o buz tanecikleri, tohumların o en soğuğu toprağın üzerini örttü.
Bütün bunlar yüreğimde yuva yapan tuzlu akıntılarla, yüksek dalgalarla oynamak için yollara düşme isteğimi kamçılıyor. Tüm benliğimle buradan çok uzaklara, yabancı insanların toprağını aramaya gitmek istiyorum.
Dünyada bir sonraki yolculuğun heyecanını kanında duyup Tanrının kendisine sunduğu kaderin ne olduğunu merak eden böylesine yüce, böylesine cesaret yüklü, gençliğine bu kadar güvenen, eylemlerinde bu kadar kararlı başka biri yoktur.
Arp sesleri çekmez onu, ne madalyalar almak, ne bir kadının sunduğu zevk, ne de dünyevi bir zafer; onu yalnızca açıklarda esen buzlu rüzgarlar ilgilendirir. Dalgalarla kavgası olan yalnızca denize duyduğu özlemle yaşar. Gemiler çiçeklerle donatılır, şehirler ışıklandırılır, kırlar süslenir, dünya yeni kurulmuş gibi görünür. Tüm bunlar, cesareti olanı yollara düşmeye, su yollarının açıklarında kaybolmaya çağırır."
-
Bildiğimiz uygarlık kocaman bir içdeniz olan Akdeniz çevresinde yeşerdi. Oradan dünyaya yayıldı. Akdeniz çevresinde yeşeren uygarlıkların yaşamında denizcilik her zaman önemli olmuştur. İlk büyük ticaret girişimlerinin büyük oranda denizcilik sayesinde gerçekleştiğini biliyoruz. İbraniler’in Akdeniz çevresindeki seyrüseferlerinin izlerini Kitab-ı Mukaddes’e kadar sürmek mümkün. Eski Ahit’teki Yunus Bölümü buna dair flu izlenimler verir. Fakat Antikite’de, deniz savaşları ve sergüzeştleri çok daha bariz bir şekilde yer alır. Akhalılar’ın İllion seferinde koalisyon deniz yoluyla Troya kuşatmasına gider. İlyada her ne kadar bir kara savaşını anlatıyor olsa da denizci bir kavmin seferidir sözkonusu olan. O yüzden sefere çıkılırken yelkenlerin rüzgarla dolması bile, edebiyat tarihinde iz bırakan tragedyalar yazılmasına sebep olmuştur.
Bu anlamda Euripides’in İphigeneia Aulis’te’si insanlığın hafızasında silinemez izler bırakmıştır. Galiplerin Troya zaferi sonrası eve dönüşü ise denizcilik edebiyatının en büyük şaheserini armağan etmiştir insanlığa. Dönüş seferi sırasında açık denizlerde kaybolan ve evine ulaşması otuz yıl süren akil Akhalı Odysseus’un maceraları tüm klasik edebiyatın en önemli başyapıtlarından birinin ana konusunu oluşturur. Antikite’de deniz söylenceleri bu kadarla kalmaz, Argos Gemisi ile Theseus ve Herakles’in yapmış olduğu Altın Post peşindeki seyrüsefer, İthaki söylenceleri, Nimpha söylenceleri, deniz tanrısı Poseidon’a dair söylenceler ve daha niceleri… Antikite denizi çok sevmiş, onu imgeleri içinde ayrıcalıklı bir yere yerleştirmiştir.
Gerçek hayatta da Darius’un da Atina seferi sırasında İstanbul Boğazı’ndan ordusuyla geçmek zorunda kaldığını biliyoruz. Diğer Pers ve Peleponez savaşları da büyük oranda deniz üzerinden cereyan etmiştir.
İnsanlık, tarihi boyunca denizle haşır neşir olmuştur. Bu maceralarını hikaye etmekten de büyük zevk duymuştur. Denizlere hakim olamayanların dünyaya asla hakim olamayacağı hep söylenmiş durmuştur. Kimbilir belki sırf o yüzden, binlerce fersahlık uzak Asya bozkırlarından at üstünde gelip bir Cihan İmparatorluğu kuran Türkler bile denizi çok sevmiş, büyük başarılarını hep onun üzerine inşaa etmiş, bu sayede hükümranlığını sürdürebilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede olduğu dönemde, denizcilik adına, çarpıcı başarılara imza attığını görüyoruz. Fakat bazan fazla başarı da hayırlı olmayabilir. Nitekim tüm baharat yolunun Osmanlı egemenliğine geçmesi ve Akdeniz’de Osmanlı hakimiyeti kurulması sonucunda okyanuslara açılan denizci milletler, Rönesans’ın da verdiği itki ile büyük keşifleri başarmıştır. Böylece ticaret yolları tamamen değişmiş, İpek Yolu ehemmiyetini yitirmiş ve Osmanlı’nın da iniş dönemi başlamıştır. Buna rağmen Türk tarihinde silinmez imgeler bırakmış pekçok denizcilik başarısı, felaketi ya da fenomeni hala hafızalarda taptaze durmaktadır. Bilebildiğimiz ilk denizcimiz Çaka Bey, Preveze ve efsanevi Kaptan-ı Derya’sı Barbaros Hayreddin Paşa, büyük kaşif ve coğrafyacı Piri Reis, Uluç Reis, Turgut Reis, İnebahtı, Navarin mağlubiyetleri ve Sivastopol Bombardımanı ve hatta Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesine neden olan Goben ve Braslev’in (yani Yavuz ve Midilli) Rus limanlarını bombalaması olayı ve Nusret Mayın Gemisi’nin hikayesi…
Türkiyemiz’in kurulduğu yıllardaki yoksunlukları ve sıkıntıları biliyoruz. O yüzden Cumhuriyet döneminde denizden bir oranda kopma yaşanmıştır. Üç tarafı denizle kaplı olan genç Türkiye Cumhuriyeti denizlerine hep hazin bir yutkunma halinde bakadurmuştur. Yine de 40’lı yıllar aydınlanmacılığında Cevat Şakir Kabaağaçlı, Melih Cevdet Anday, Azra Erhat gibi önemli yazarların yarattığı Mavi Yolculuk, Klasisizm ve Antik coğrafya belagati üzerinde müthiş bir deniz sevgisi yükselmiştir. Fakat o devirden bu yana, Türk edebiyatının denizcilikle olan aşkı bir “Malihulya” halini alıp gözyaşartan bir yoksunluk hikayesine dönüşmüştür. Yakın zamana kadar bu durum böyle devam etmiştir. Bugün, Türkiye ekonomik olarak bazı eşikleri aşma çabasındayken denizle tekrar barışmak, tekrar yelken açmak sevdasındadır. Kıyılarımız marinalarla dolmuş, gelişkin, iyi yetişmiş ve kavrayışlı bir nesil tekneler edinerek denizlere yönelmiştir. Turizmin gelişmesiyle koşut olarak imkanlar çoğalmış, Türk toplumunun denize olan buruk kara sevdası bir vuslat haline dönüşmeye yüz tutmuştur. Bugün kaliteli marinalar, tam teşekküllü tersaneler, gözalıcı yelkenliler, navigasyon dergileri, yelken kulüpleri, kitap yayıncılığı ve aksesuar mağazacılığı alanlarında atağa kalkan denizciliğimiz birinci sınıf bir endüstri olma yolunda ilerlemektedir. Peki binyıllar ardından gelen bu vuslatın evlatları denizciliğin edebiyatını ne düzeyde biliyorlar?
Sağlıklı ve saygıdeğer bir denzicilik bilinci edinebilmek için okunması elzem olan önemli kitaplardan söz etmeye çalışacağız bu denememizde. Sayılamayacak çok kitaptan oluşan “Denizcilik Edebiyatı”nın okunmazsa olmazları vardır kuşkusuz. Bunlar arasında en önde gelen kuşkusuz en başta da söz ettiğimiz Antikite’nin Odysseus’udur. Bilindiği üzre Odysseus Troya üzerine sefere giden Akhalı yiğitlerin en önde gelenlerinden biridir. Denebilir ki Agamemnon ve Akhilleus’tan sonra Akhalı’ların en önemli figürüdür. Temsil ettiği karakter akılcılık, sebat, pragmatizm, esneklik, cesaret ve yaratıcıkta ifade bulur. Odysseus sadece cesaret ve kahramanlıkla hiçbir şey becerilemeyeceğini betimleyen ilk edebiyat kahramanı olarak tüm insanlığın hafızasında ayrıcalıklı bir yer edinmiştir. Troya kentine sokulan tahta atın içindeki Akhalı yiğitler arasında yer almıştır aynı zamanda. Fakat bu akil kişinin serüveni Troya menkıbelerinin çok ötesinde bir dünyada asıl ağırlığını bulur. Orası engin denizlerdir. Kendisini otuz yıl sadakatle bekleyen karısı Penelope’yle yarışırcasına Odysseus da otuz yıl boyunca krallığı İthaka’ya ulaşmak için mücadele etmiştir. Odysseus’un başına gelen binbir olay, insanlığa, karşılaştığı müşküller sırasında nasıl davranması gerektiğine dair ibret meselleri anlatır.
Batı klasisizminin denizciliğe dair bu eşsiz şaheserine karşılık doğunun hiç de hafife alınmayacak bir yanıtı vardır. Gemici Sinbad ve ve onun insanlıkta yarattığı imgeler… Binbirgece Masalları’nda yer alan Sinbad imgesi pekçok edebiyat kahramanından farklı olarak herkeste benzeri, türdeş duygular yaratır. Uzak denizlerde kaybolmuşluk, sonu gelmez mavi entrikalar, kılıçla efsunun ilk evliliği, mavi dünyaların egzotizmi ve iç dünyalardan taşan derin bir imajinasyon cümbüşü… Denebilir ki Sinbad’ın maceraları denizcilik edebiyatının en eski metinlerinden birini oluştururken günümüz denizcilik oryantalizminin de ana ögesi haline gelmiştir.
Türk kültürü ise, beklenenin ötesinde, muhteşem bileşenler vermiştir dünya denizcilik edebiyatına. Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyesi, Yedi Deniz kitapları ve Kaptan-ı Derya Seydi Ali Reis’in Mirat-ül Memalik’i, Katip Çelebi’nin Deniz Savaşları Hakkında Büyüklere Armağan’ı (Tuhfet’ül Kibar) ve kimi değinileri dolayısıyla Evliya Çelebi’nin ünlü Seyahatname’si bu fasılda kaydedilmesi gereken eserlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun inkırazı ile beraber denizcilik alanında sesinin kısıldığını ve etkinliğin Batılılar’a geçtiğini görüyoruz. 17, 18 ve 19. Yüzyıl Batı edebiyatında denizciliğin rolü çok büyüktür. Büyük Keşifler için okyanuslara açılan denizcilerin başlarından geçenler dünya edebiyatının temel taşları olan yapıtların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunlar arasında en önemlileri Daniel Defoe’nin bugün bile hayranlıkla okunan eseri Robinson Crusoe, Jonathan Swift’in Gulliver’in Gezileri, Robert Louis Stevenson’un Define Adası gibi eserler en başta gelir. Keza büyük oyun yazarı Shakespeare’nin başta Othello ve Hamlet olmak üzere birçok oyunlarında deniz aşırı krallıklarla yaşanan problemler konu edinilir.
“Büyük Keşifler Çağı”nda yaşananları öğrenmek için ise birinci sınıf biyografi yazarlarını beklememiz gerekmiştir. Stephen Zweig’in Macellan ve Amerigo biyografileri bu alanın en başarılı kitaplarıdır. Beş parça gemiden oluşan filosuyla dünyanın çevresini dolaşıp, sürekli batıya giderek bulunulan yere ulaşılabileceğini, yani dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlayan Macellan bütün zamanların en büyük kaybedeni sayılabilir. Çünkü; şan, şöhret, servet ve satvet dahil olmak üzere tam her şeyi birden elde edecekken yerlilerle girdiği basit bir çarpışma sırasında öldürülür. Fakat minik donanmasından geriye kalan son gemi Victoria, hayatta kalmayı başarmış son bir-iki düzine gemici ile, muson rüzgarlarını arkasına alıp Ümit Burnu’nu dönerek Lizbon’a yöneldiğinde, olan biteni bize hikaye edecek genç bir tayfa vardır gemide. Genç miço Pigafetta, bunları günlüğüne yazmıştır ve olan biteni bize aktarmak da başarılı yazar Zweig’e düşmüştür. Benzer şekilde tarihsel bir yanlış anlama öyküsü olan Amerika’nın keşfi onurunun nasıl Kristof Kolomb’dan alınıp Amerigo Vespuci’ye maledildiğini mükemmel bir dram olarak anlatır bize Zweig.
19. Yüzyıl gemicilerinin romanları arasında bir tanesi vardır ki derin felsefi göndermeleriyle dikkat çeker. Sten Nadolny adlı Alman yazarın 20. Yüzyıl’da vücuda getirdiği eserinin ne yazık ki Türkçe baskısı tükenmiş durumda. Bence ilk fırsatta basılması gereken mükemmel bir romandır. Yavaşlığı dolayısıyla geri zekalı sanılan bir çocuğun, bu özelliği dolayısıyla dünyanın en başarılı açık deniz kaptanlarından biri olması anlatılır söz konusu romanda. Denizcilik edebiyatında, 19. Yüzyılda bizzat yaşamış ve yazmış bambaşka ve çok önemli bir trajik karakter ile karşılaşırız. Amerikan edebiyatının dehası Herman Melville’nin Moby Dick eserindeki duyguları bilmeden denizi anlamak mümkün müdür? Büyük bir balığın peşindeki serüvenin nasıl bir kişisel hesaplaşmaya dönüştüğünü bilmeden denizi anlamak mümkün müdür? Kendi maceralarla dolu hayatında çok defalar batmış, çıkmış, denizlere açılmış, korsanlarla bile çarpışmış Herman Melville’nin Güney denizlerindeki serüvenlerini anlattığı romanları da denizcilik edebiyatında çok değerli yer tutar. Benzer şekilde Mississipi’nin yazarı Mark Twain’in kısa öyküleri ve romanları, Irwing Stone’un Jack London’un yaşamını anlattığı Denizler Serüveni adlı kitabı, yine Jack London’un özyaşamsal romanı Martin Eden, Gabriel Garcia Marquez’in Bir Kayıp Denizci’si, Joseph Conrad’ın Ölüm Seferi adlı kitapları, Jules Verne’nin 80 Günde Devrialem ve Denizler Altında Yirmi Bin Fersah başta olmak üzere neredeyse bütün eserleri, Charles Dickens romanları, kendi payıma deniz edebiyatına ilgi duyan kişilerle öncelikle tavsiye edeceğim yapıtlardır.
Son yüzyıl Türk toplumunun ilk doksan senesi denizden oldukça kopuk geçse de Denizcilik Edebiyatımız inanılması güç bir zenginliği yansıtır. Bu zenginliğin temeli ise bir trajediye dayanır. Köklü bir ailenin iyi yetişmiş çocuğu olan Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın başına gelenler yanında kadim Yunan tragedyaları bile hafif kalır. Fakat bir şerden bir hayır çıkmış, küçük bir Ege kasabası olan Bodrum’a sürgün giden Cevat Şakir Kabaağaçlı, Halikarnas Balıkçısı adını alarak kendini denize ve bu küçük kasabaya adamış, klasisizme dayalı benzersiz bir denizcilik sevdasını bütün topluma aşılayan eserler vermeye başlamıştır. Kendisinden çok önce gelen Ahmed Midhat Efendi’nin Sayyadane Bir Cevelan gibi eserlerinin çok ötesinde bir bilinci yansıtan bu eserler 40’lı yıllar aydınlanmacılığı ile birleştiğinde ortaya bugün bile gıpta ile bakılacak bir edebi duruş çıkmış; bu akımın peşinden giden Azra Erhat, Melih Cevdet Anday gibi yazarlar sayesinde Mavi Yolculuk Türk toplumunun imgelemine benzersiz bir karizma ile nakşedilmiştir. Ardı sıra gelen asi ruhlu Sokaktaki Adam’da Attila İlhan doklarda yatan kalkan bir kahramanın bohem öyküsü ile büyük bir dönüşüme neden olmuştur. 50’lerin naif öykücüsü Sait Faik ise Burgaz Ada’daki masalsı yaşamından yola çıkarak, balıkçılar ve denizcilerin öykülerini zarif bir iç dünyanın sesinden edebiyatımıza sunmuştur. Toplumcu gerçekçi dönemde Karadeniz kıyısındaki Cide kasabasında yaşayan Rıfat Ilgaz’ın eserleri denizin edebiyattaki vurgusunu sürdürmüştür. 70’ler inkırazı içinde kentli eserlerini vermeye başlayan Yaşar Kemal, Deniz Küstü ile apayrı bir çevre bilincini devreye sokmuştur. Aynı dönemde başlayan Selim İleri’nin Bodrum öyküsü de Halikarnas Balıkçısı’nın oluşturduğu kültüre katkılarda bulunmuş, farklı bir cazibe kazandırmıştır. Bu dönemin ustalıklı dil kullanımı ile insanı cezbeden bir başka yazarı Salah Birsel ise Boğaziçi Şıngır Mıngır gibi kitaplarıyla zarif bir vurgu yaratmıştır. Denize adanmış ayrıksı, çok ilginç ve maceralı bir yaşamın, gazeteci kökenli yazarı Yaman Koray’ın Büyük Orfoz’u ise bu alandaki vurucu eserlerden biri olarak anılır.
80’lere gelindiğinde ünlü yazar Orhan Pamuk’un bir Osmanlı soylusu ile Venedikli kölesi arasında geçenleri konu alan eseri Beyaz Kale çıkmış ve edebiyat muhitinde büyük bir beğeni toplamıştı. Fakat daha sonraları bu eserle, çok daha önceleri İspanyol bir yazar tarafından kaleme alınan roman arasında bazı benzerlikler ortaya çıktığında bu durum postmodernizmin bir gereği olarak değerlendirilmişti. Uzun yıllar denizlerde gezen Cumhur Orancı’nın aynı döneme denk gelen ve deneyimlerinden esinlenerek kaleme aldığı eseri Butterfly’ın İntihar Seferi başarılı bir denizcilik romanı olmasına rağmen fazla bir yansıma bulmamıştı.
90’lar ise denizcilik edebiyatının çıkış yılları olmuştur. Avangard tarzıyla ortaya çıkan başarılı yazar Aslı Erdoğan’ın ilk romanı Kabuk Adam, Karayip Adaları’nda bir genç kızın başından geçen çılgın serüvenleri tema ediniyordu. Bu serüvenlerin kahramanının yazara benzerliği de dikkat çekiciydi. Aynı dönemde ortaya çıkan Vecdi Çıracıoğlu ise Rumelihisarı yaşanmışlıklarından edindiği jargonla bize balıkçıların, denizcilerin ve Boğaz’ın öyküsünü anlatıyordu. “Deniza Dair Hikayat” olarak sunduğu Nehirler Denize Kavuştuğunda adlı öyküler toplamında denizcilik edebiyatımızın beğeni toplamış metinlerini yayınlamıştır Çıracıoğlu. Daha sonra 2000’li yıllarda çıkardığı Sarıkasnak adlı öyküsüyle de bir vurgun hikayesi anlatıp aynı başarıyı tekrarlamıştır.
Denizcilik edebiyatımızın Zeyyat Selimoğlu (Denizlerin İstanbul) gibi öykücü, Eser Tutel, (Seyr-i Sefain) gibi araştırmacı, Sadun Boro (Pupa Yelken), Osman Atasoy (Uzaklar) gibi çok başarılı serüvenci-gezginci yazarları olsa da kanımca zirvesini İhsan Oktay Anar teşkil eder. 2003 senesinde yayınladığı ve çok satanlar arasına giren Amat adlı romanında post-modernin zirvesinden uçuşa geçen Anar bambaşka bir zirveye konmayı başarmıştır. Muhteşem bir denizcilik gotiği yazan Anar, kendine ait lugatçesiyle türünün en iyisi olduğunu kanıtlamıştır. Vebanın ağına düşmüş bir donanmanın dehşet veren serüvenini çağın problematikleri içinde, merak ögesini her an ayakta tutarak, büyük bir ustalıkla vermeyi başarmıştı ünlü yazar. Amat’ın ardından, 2006’da piyasaya çıkan Osman Necmi Gürmen’e ait Mühtedi ise başarılı dil kullanımı, zengin Osmanlıca’sı, terminolojiye hakimiyeti ve verdiği denizcilik duygusu ile çok başarılı olmasına rağmen roman tekniği noktasında kifayetsiz kalmış; kurgu ve tema problematiğini sağlıklı bir mecraya devşiremeyip şaheser olma şansını yitirmiştir.
Sözün özü; denizciliği sevip de, bir yelkenlisi olup da bu güzelim eserleri okumamış olanlara üzülürüm. Denizciliğin inceliklerine ve gerçek derinliğine erişmek ancak ve ancak bu türden şaheserleri okumakla olur. Bu eserleri okumadan denize sevdalananların hikayesi ise bir balığınkinden pek az farklı olur.
Denizciler İçin Yüz Temel Eser
Derinlikli ve Bilinçli Bir Denizcilik İçin Olmazsa Olmaz 100 Temel Eser
Odysseus – Homeros
Gemici Sinbad – Anonim (Binbirgece Masalları)
Kitab-ı Bahriye – Piri Reis
Yedi Deniz – Piri Reis
İlyada-Homeros
Mirat-ül Memalik – Kaptan-ı Derya Seydi Ali Reis
Deniz Savaşları Hakkında Büyüklere Armağan – Katip Çelebi
Seyahatname – Evliya Çelebi
Macellan – Stephen Zweig
Amerigo – Stephen Zweig
Moby Dick – Herman Melville
Typee – Herman Melville
Omoo – Herman Melville
Yavaşlığın Keşfi – Sten Nadolny
Venedik Taciri – Shakespeare
Hamlet – Shakespeare
Othello – Shakespeare
Ölüm Seferi – Joseph Conrad
Martin Eden – Jack London
Gemi Batıyor Seyrediyorlar – Hans Blumenberg
Amat – İhsan Oktay Anar
Sayyadane Bir Cevelan – Ahmet Midhat Efendi
Denizci Hasan Mellah – Ahmet Midhat Efendi
Beş Şehir – Ahmet Hamdi Tanpınar
Üç İstanbul – Mithat Cemal Kuntay
İphigeneia Auliste – Euripides
Aganta Burina Burinata – Halikarnas Balıkçısı
Mavi Sürgün – Halikarnas Balıkçısı
Uluç Reis – Halikarnas Balıkçısı
Turgut Reis – Halikarnas Balıkçısı
Dalgıçlar – Halikarnas Balıkçısı
Darwin ve Beagle Serüveni – Alan Moorehead
Akdeniz – Panait İstrati
Hucklebery Finn’in Maceraları – Mark Twain
Tom Sawyer’ın Maceraları – Mark Twain
Büyük Orfoz – Yaman Koray
Denizler Serüveni – İrwing Stone
Güneş Ülkesi – Thomas Campanella
Mavi Yolculuk – Azra Erhat
Bir Kayıp Denizci – Gabriel Garcia Marquez
Define Adası – Robert Louis Stevenson
Ütopya – Thomas More
Antik Çağda Denizcilik ve Gemiler – Lionel Casson
Alis Harikalar Diyarında – L.Caroll
Karadeniz’in Kıyıcığında – Rıfat Ilgaz
Yıldız Karayel – Rıfat Ilgaz
Siddartha – Herman Hesse
Boğaziçi Şıngır Mıngır – Salah Birsel
Beyaz Kale – Orhan Pamuk
İstanbul, Hatıralar ve Şehir – Orhan Pamuk
Oliver Twist – Charles Dickens
Deniz Küstü – Yaşar Kemal
Arzın Merkezine Seyahat – Jules Verne
80 Günde Devrialem – Jules Verne
Denizler Altında Yirmi Bin Fersah – Jules Verne
Dünyanın Ucundaki Fener – Jules Verne
Denizler Tanrısı Poseidon – Robert Krugmann
Boğaziçi Mehtapları – Abdülhak Şinasi Hisar
Robinson Crusoe – Daniel Defoe
Mühtedi – Osman Necmi Gürmen
Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz – Vasconcelos
2001 Uzay Macerası – Arthur C. Clarke
Dune- Frank Herbert
Sokaktaki Adam – Attila İlhan
Antik Çağda Deniz Gücü – Ghester Starr
Uzaklar – Osman Atasoy
Denizin Çağırışı – Kemal Bilbaşar
Göçebe Denizin Üstünde – Melih Cevdet Anday
Kolları Bağlı Odysseus – Melih Cevdet Anday
Çengelköy Defteri – Oruç Aruoba
İskenderiye Dörtlüsü – Lawrence Durrell
Venedikte Ölüm – Thomas Mann
Bütün Hikayeleri – Sait Faik
Her Gece Bodrum – Selim İleri
Denizlerin, İstanbul – Zeyyat Selimoğlu
Direğin Tepesinde Bir Adam – Zeyyat Selimoğlu
Koca Denizde İki Nokta – Zeyyat Selimoğlu
Gulliver’in Gezileri – Jonathan Swift
Pupa Yelken – Sadun Boro
Vira Demir- Sadun Boro
Bir Hayalin Peşinde – Sadun Boro
Yaşlı Adam ve Deniz – Ernest Hemingway
Korsanlar Arasında Yaşam – David Cordingly
Butterfly’ın İntihar Seferi – Cumhur Orancı
Kabuk Adam – Aslı Erdoğan
Sarıkasnak – Vecdi Çıracıoğlu
Nehirler Denize Kavuştuğunda – Vecdi Çıracıoğlu
Tarih Adaları – Marshall Sahlins
Denizde Günah – Klaus Hympendhal
Cristoforo Colombo’nun Maceraları- Paolo Emilio Taviani
Kolomb’un Son Deniz Yolculuğu – Martin Dugard
Port Soudan – Olivier Rolin
Deniz Üçlemesi – William Golding
İstanbul Vapurları – Ahmet Güleryüz
Kestane Karası – Engin Aktel
Korsan Ütopyaları – Peter Lamborn Wilson
Osmanlı Denizciliği – İdris Bostan
Piri Reis’in Hayatı ve Eserleri – Afet İnan
Seyr- i Sefain – Eser Tutel
Türk Denizcilik Tarihi – Erdinç Sancar
Cebelitarık Denizcisi – Marguerita Duras
Hikmet Temel Akarsu'ya ait, İstanbuldasanat.org da yayınlanmış bir Denizcilik Edebiyatı denemesidir.
-
En son paylaştığım yazıdan sonra, gerçekten, denizcilik üzerine Türkçe olarak çektiğimiz kaynak sıkıntısının en azından Deniz edebiyatı konusunda çekilmemesi gerektiğini düşündüm.
Bu yüzden elimde bulunan veya bulabildiklerimi bir araya topladım. Burada pdf'lerini paylaşayım dedim. Uygun görülmez ise, kaldırılabilir.
Bu paylaştıklarım, internet üzerinden bulunabilen ama sadece bir araya getirilmiş halleridir.
https://mega.nz/#F!omoFQAKQ!bmqMZWN9aRFkeu10p_62mw
-
Bence süper olmuş kaan..
-
Sağolasın. Hemen daldım valla :)
-
Şimdi indiriyorum. Çok tşk ler.
-
Eline sağlık, gerçekten çok faydalı oldun.. :)
-
Hazine. :)xx
-
Beğendiğinize sevindim.
O yazıda geçen 100 temel eser denilen listeyi baz aldım toplarken. Elbet hepsini bir araya gelmedi ama 55 adet iyi bir sayı.
Şayet sizin elinizde de o listeyi tamamlayacak yada ekleyecek pdf/epub var ise, 100 kitaplık bir klasör denizcilik edebiyatı klasörü oluşturup, denizi ve tekneleri seven tanıdığım/bildiğim gençlere vermek istiyorum. Elbette sizler de verebilirsiniz. Hem Kitap hem deniz kültürünün gelişmesine katkısı olacağını düşünüyorum.
-
Herkesten, her şeyden kaçarak başlayan hayatın, soyutlanma teması ile anlamı koyulmuş uzaklaşmanın, yalınlıktan uzaklaştırdıkça yalnızlıkla kaplanacağı planlarım arasında yoktu.
Süresi belirsiz ve gereksiz bir zaman dilimi boyunca hiç tanımadığım bir Amerikalı’nın sahibi olduğu, yine hiç tanımadığım bir Fransız ile iki yıldır hiç bilmeyeceğim yerlere seyahat ettikleri yirmi metrelik yelkenli teknede yaşıyorum. Kendime ait odam, dolabım, yatağım bile var. Benim sıkıntım hayalimi yaşamak. Onların sıkıntısı ise yardımcı sahibi olmak. Ben bu hiç tanımadığım insanların hayatına dahil olup hiç bilmediğim yerlere gider oldum. Beni tanıyan hiçkimsenin olmadığı yerlere benim hiç tanımadığım kimselerle varır oldum.
Vardığım yerin ismi tanıdığım insanlara göre Cebelitarık, tanımadığım insanlara göre ise Gibraltar.
Cebelitarık’ta gezerken tanıdık yüzlere rastlama imkanım olmadığını bile bile her çehreyi sıkı sıkı kontrol eder buldum kendimi. Olur ya tanımadığım bu kadar surat arasında tanıdığım benzeri çıkar, çıkar da, çıksa ne yazar?
Sebebini çok kestiremediğim sebeple kaçtığım bu yolculuğu kendisinden kaçtığım herkese iletir oldum. Hepsini de tanıyorum, hepsinin beni tanıdığı gibi. Kaçmanın ironik biçimde 21.yy şekli bu. Nerede olduğumu bildikleri halde, nerede olduğumu nokta atışı bildirdiğim halde, nereye vardığımı bilemez oldu tanıdığım herkes. Mesafelerin bir önemi yok diye kıçımı yırttıkça önemi artmaya, iletişim ise ters orantılı olarak azalmaya, empatiler yerle bir olmaya ve sonuç olarak varmayı hedeflediğim YALNIZLIĞA varmama sebep oldu. Her gün yeni birileri ile sohbet edip isimlerini öğrendikçe tanımadığım insanlara bir yenisi daha eklenmekte. Bir sürü tanımadığım insanla çok keyifli sohbetler, paylaşımlarda bulundukça YALINLIK uzaklaşmakta, ironik hazların zevkine varmak adına olsa gerek tanıdığım insanlarla sohbetler adım adım mide bozucu, ruh kirletici olmakta, YALNIZLIK yakınlaşmakta.
Hiç tanımadığım insanlarla geldiğim hiç bilmediğim yerde hep birlikte yaşanan mutlu, keyifli anıları zihnime yazarken hep tanıdığım insanların olduğu, her santimini adım adım bildiğim yerdeki anılar zihnimde mutsuz ve keyifsiz çentikler kazıyor. Hiç bilmediğim bu yerdeki hiç tanımadığım insanlar tanışık olmaya çabaladıkça her yerini bildiğim o yerdeki hep tanıdığım insanlar yabancılaşmayı tercih ediyorlar.
Uzaklaştıkça, kendimden ve sizden, tanıdığım insanların olduğu bildiğim yerlerden, daha çok yaklaşıyorum tanımadığım insanların yaşadığı, bilmediğim yerlere.
Hiçbir zaman YALIN kalmadan her zaman YALNIZ olabilmek her akşam üzülerek uyurken çok keyifli rüyalar görmeme olanak sağlamakta, her sabah mutlu uyanarak tüm günü kendi zihnimdeki DÜNYA’DA yaşamama sebep olmakta. Bunu kabullenen ben olmasam da, reddeden de sizler olmadınız.
Derin bir nefes çekiliyor tanımadığım bu yerin havasından. Bir işe yaramayacağı besbelli olsa da o derin nefes çekiliyor. Tıpkı yalın kalmamı engellese de yalnızlığıma etkisi olmayacağını bile bile sana selam vermem gibi. Zaten ben sesimi hiç çıkarmasam, şu lanet klavyenin tuşlarına basmasam, sana hiçbirşey anlatmasam yapayalnız kalacağım ya, bunu ben biliyorum da sen nasıl anlamıyorsun! Beni böylesine yalnız bırakanın ta kendisi şu lanet klavyenin kablosunun kabus gibi uzadığı, ulaştığı, hep birlikteyken YALNIZ kalmayı mutluluk saydığımız, herbirimizin en büyük korkusu olan YALIN zihinlerimiz değil mi?
Güneş Akdoğan adlı bir gezgin'in kendine notu
-
Tüm inananların, bayramı kutlu olsun.
Kayıkevin'de bayram sabahı, elbet kayıkla olur ;)
Robert Perry
43 ft, karbonfiber, Cutter.
Bulletproof
Bu tekne, Hull no :01
Daha iç resimleri bile yok, çekilince paylaşılırım.
(https://i.hizliresim.com/mkQbY1.jpg) (https://hizliresim.com/mkQbY1)
(https://i.hizliresim.com/29DdXj.jpg) (https://hizliresim.com/29DdXj)
(https://i.hizliresim.com/BAqnpv.jpg) (https://hizliresim.com/BAqnpv)
(https://i.hizliresim.com/ZE86bZ.jpg) (https://hizliresim.com/ZE86bZ)
(https://i.hizliresim.com/okb5Dk.jpg) (https://hizliresim.com/okb5Dk)
(https://i.hizliresim.com/lWMXab.jpg) (https://hizliresim.com/lWMXab)
(https://i.hizliresim.com/VMkOqr.jpg) (https://hizliresim.com/VMkOqr)
(https://i.hizliresim.com/nWXd8l.jpg) (https://hizliresim.com/nWXd8l)
Bir büyüğümün söylediği gibi, "fikri takibizdir, netekim"
(https://i.hizliresim.com/0G7N9V.jpg) (https://hizliresim.com/0G7N9V)
(https://i.hizliresim.com/4GLqXY.jpg) (https://hizliresim.com/4GLqXY)
(https://i.hizliresim.com/JOpkmE.jpg) (https://hizliresim.com/JOpkmE)
(https://i.hizliresim.com/OyR9m3.jpg) (https://hizliresim.com/OyR9m3)
(https://i.hizliresim.com/zJml9g.jpg) (https://hizliresim.com/zJml9g)
(https://i.hizliresim.com/Gyv2av.jpg) (https://hizliresim.com/Gyv2av)
(https://i.hizliresim.com/yzPogM.jpg) (https://hizliresim.com/yzPogM)
(https://i.hizliresim.com/6yZqdk.jpg) (https://hizliresim.com/6yZqdk)
(https://i.hizliresim.com/WGV9mE.jpg) (https://hizliresim.com/WGV9mE)
-
28 feet bir teknede karasal destek almadan yaşamak gerçekten ciddi iş.
2014'de Deniz Filmleri Festivali'nde aşağıdaki kısa filmi göstermiştik. Masal gibi.. :)
https://www.youtube.com/watch?v=syJXrbWU1Aw
-
Biliyorum bu filmi.. Süper.. Bölünmüş armaya da örnek..
-
Bugün, Dil bayramı.
26 Eylül Dil Bayrami kutlu olsun!
Dilbilimcilerin Türkçe hakkindaki dusunceleri:
Paul Roux: ''Türkçe akıl ve düşünce dolu, matematiksel bir dildir.''
Max Müller: ''Türkçe, Türk düşüncesinin yaratıcı gücünün eseridir. Bu dil, insan aklının üstün kudretinin ürünüdür. Türkçe kadar kolay anlaşılan, zevk verici pek az dil vardır.''
Molière: ''Şu Türkçe ne hayran olunacak bir dil, az sözcük çok şey söyler.''/
According to leading linguistics Turkish language is one of the most mathematical languages; meaning, the basic structure and morphology of Turkish is comparable to the rules of mathematics: clear and precise.
(https://i.hizliresim.com/LOa6z0.jpg) (https://hizliresim.com/LOa6z0)
-
Bunlar Türkçenin grameri ile ilgili tesbitler. Hepsine yürekten katılıyorum. Lakin işin birde kelimesi var. Gramer trafik kuralı iken, kelimeler gidilebilecek güzergahlar. Mesela bir “Afiyet olsun” bizim her gün bir “ses/ünlem “ şeklinde kullandığımız ifadeye bugün batı medeniyeti ulaşmaya çalışmakta. Afiyet “Yediklerinin insan için sağlık olmasını dileyen bir mini dua”. Bu dua bize yemek konusunda istikamet de çiziyor. Yani yenen şeyler vucuda faydalı olmalı , sağlık vermeli. İngilizcede bunun karşılığı yok. Fransızcadan “bon appetit “ diye bir ifade almışlar. Bizde “afiyet olsun” yemeğin sonunda söylenir genelde. “Bon appetit” yemeğin başında. “İştahın bol olsun demek”. Bugün çok yemenin ve sağlıksız beslenmenin yani yenen şeyin insan sağlığına fayda vermemesinin sıkıntılarını batı , özellikle Amerika çekiyor.
Dil de gramer kuralları çok önemli, ne varki bu vurgulanan haklı önem, kelimeleri gölgede de mi bırakıyor yoksa kelimeleri insanlar yeterince önemsemiyorlar mı kararsızım. Ama o dili üretenlerin uygarlık seviyesini , ürettikleri kavramların ne kadar isabetli olması ile anlaşılır. “Afiyet olsun “ kavramına herkesin her gün en az 2-3 kez kullandığı bir ifade olduğu için verdim. Bu kavram dua olmaktan uzaklaşıp ne kadar ünlem haline gelirse yediklerimizin verdiği afiyete de o kadar az önem veriyoruz. Bu da işin bir başka yönü.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Bence Şu yukarıdaki tablo bile işin uzmanı değilim ancak , Türkçenin öğrenmesi zor bir dil olduğunun kanıtı. Hep ekler var. Bir kere hem isimlere hem de fiillere sürekli ekler geliyor. Zaman ekleri de buna dahil.
Bence Türlülçe daha çok dinlenilerek öğrenilebilecek bir dil.
Gidebilirim , giderim, gidebilseydim
Zıplayabilirim, zıpladım, zıplayabilseydim.
Bakınız her iki fiile gelen ekler farklı - ebil- ve -abil- gibi
Git fiili burada gid oluyor ama zıpla fiiline bir de ilaveten y geliyor.
Üstelik zıpla! Aynı zamanda sen zıpla anlamına da geliyor..
Hiç bir fikrim yok nasıl öğretiliyor Türkçe ama bence zor olmalı..
-
En son paylaştığım yazıdan sonra, gerçekten, denizcilik üzerine Türkçe olarak çektiğimiz kaynak sıkıntısının en azından Deniz edebiyatı konusunda çekilmemesi gerektiğini düşündüm.
Bu yüzden elimde bulunan veya bulabildiklerimi bir araya topladım. Burada pdf'lerini paylaşayım dedim. Uygun görülmez ise, kaldırılabilir.
Bu paylaştıklarım, internet üzerinden bulunabilen ama sadece bir araya getirilmiş halleridir.
Ben bunu atlamışım Kaan reisim , muhteşem teşekkür ederim.
https://mega.nz/#F!omoFQAKQ!bmqMZWN9aRFkeu10p_62mw
-
Ersin , o bahsettiğin ses uyumu ve genel geçer kurallara bağlı. Öte yandan , mesela Türkçede “C” harfini biz her zaman “Ce” diye telafuz ederiz. İngiliz alfabesinde “Si” diye telaffuz edilir. Hal böyle iken CAN kelimesini “Ken” diye telaffuz ederken CYBEL kelimesi “Syibıl” diye telaffuz edilmekte. Bu hiç bir genel geçer kurala bağlı değil. Bu sebeple İngilizcede “harfle” diye bir emir var. “Please spell your name”

Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Ben bir kıyaslama olsun diye yazmamıştım. Sadece zor olduğunu düşündüm. Dediğim gibi çok bir bilgim de yok. Fazla fikir yürütmek istemem. Ama özellikle forumlarda yazı yazdıkça birçok tartışmanın temelinde yanlış ifade edildiği görülüyor. Bu dil konusunu o yüzden önemsiyorum. Hem hazır böyle bir dilci bulmuşken pis bir liboş olarak sömür sömürebildiğin konseptini benimsiyorum. Neyse efendim Kaan ın sayfayı gereksiz yere işgal etmeyelim.
-
Ne afiyet olsun'u Nuri Reis'im, boşverin siz onu;
şuna bakın;
Çıkıp yücesine seyran ederken
Gördüm ak kuğulu göller perişan
Bir fırkat geldi de durdum ağladım
Öpüp kokladığım güller perişan
Hayal hayal oldu karşımda dağlar
Eşinden ayrılan ah çeker ağlar
Dökülmüş yapraklar, bozulmuş bağlar
Bülbülün konduğu dallar perişan
Yıkılmış dilberin mamur illeri
Susmuş bülbül, söyler her dem dilleri
Dağılmış sümbülü, solmuş gülleri
Yüzüne dökülmüş teller perişan
Karac'oğlan der, ben toy avlamadım
Arab ata binip boylatamadım
Küstürdüm dilberi huylatamadım
Dilberi küstüren diller perişan
A ha buradan da dinleyin; www.youtube.com/watch?v=gywhbHRLoyg
-
Herkesten, her şeyden kaçarak başlayan hayatın, soyutlanma teması ile anlamı koyulmuş uzaklaşmanın, yalınlıktan uzaklaştırdıkça yalnızlıkla kaplanacağı planlarım arasında yoktu.
Süresi belirsiz ve gereksiz bir zaman dilimi boyunca hiç tanımadığım bir Amerikalı’nın sahibi olduğu, yine hiç tanımadığım bir Fransız ile iki yıldır hiç bilmeyeceğim yerlere seyahat ettikleri yirmi metrelik yelkenli teknede yaşıyorum. Kendime ait odam, dolabım, yatağım bile var. Benim sıkıntım hayalimi yaşamak. Onların sıkıntısı ise yardımcı sahibi olmak. Ben bu hiç tanımadığım insanların hayatına dahil olup hiç bilmediğim yerlere gider oldum. Beni tanıyan hiçkimsenin olmadığı yerlere benim hiç tanımadığım kimselerle varır oldum.
Vardığım yerin ismi tanıdığım insanlara göre Cebelitarık, tanımadığım insanlara göre ise Gibraltar.
Cebelitarık’ta gezerken tanıdık yüzlere rastlama imkanım olmadığını bile bile her çehreyi sıkı sıkı kontrol eder buldum kendimi. Olur ya tanımadığım bu kadar surat arasında tanıdığım benzeri çıkar, çıkar da, çıksa ne yazar?
Sebebini çok kestiremediğim sebeple kaçtığım bu yolculuğu kendisinden kaçtığım herkese iletir oldum. Hepsini de tanıyorum, hepsinin beni tanıdığı gibi. Kaçmanın ironik biçimde 21.yy şekli bu. Nerede olduğumu bildikleri halde, nerede olduğumu nokta atışı bildirdiğim halde, nereye vardığımı bilemez oldu tanıdığım herkes. Mesafelerin bir önemi yok diye kıçımı yırttıkça önemi artmaya, iletişim ise ters orantılı olarak azalmaya, empatiler yerle bir olmaya ve sonuç olarak varmayı hedeflediğim YALNIZLIĞA varmama sebep oldu. Her gün yeni birileri ile sohbet edip isimlerini öğrendikçe tanımadığım insanlara bir yenisi daha eklenmekte. Bir sürü tanımadığım insanla çok keyifli sohbetler, paylaşımlarda bulundukça YALINLIK uzaklaşmakta, ironik hazların zevkine varmak adına olsa gerek tanıdığım insanlarla sohbetler adım adım mide bozucu, ruh kirletici olmakta, YALNIZLIK yakınlaşmakta.
Hiç tanımadığım insanlarla geldiğim hiç bilmediğim yerde hep birlikte yaşanan mutlu, keyifli anıları zihnime yazarken hep tanıdığım insanların olduğu, her santimini adım adım bildiğim yerdeki anılar zihnimde mutsuz ve keyifsiz çentikler kazıyor. Hiç bilmediğim bu yerdeki hiç tanımadığım insanlar tanışık olmaya çabaladıkça her yerini bildiğim o yerdeki hep tanıdığım insanlar yabancılaşmayı tercih ediyorlar.
Uzaklaştıkça, kendimden ve sizden, tanıdığım insanların olduğu bildiğim yerlerden, daha çok yaklaşıyorum tanımadığım insanların yaşadığı, bilmediğim yerlere.
Hiçbir zaman YALIN kalmadan her zaman YALNIZ olabilmek her akşam üzülerek uyurken çok keyifli rüyalar görmeme olanak sağlamakta, her sabah mutlu uyanarak tüm günü kendi zihnimdeki DÜNYA’DA yaşamama sebep olmakta. Bunu kabullenen ben olmasam da, reddeden de sizler olmadınız.
Derin bir nefes çekiliyor tanımadığım bu yerin havasından. Bir işe yaramayacağı besbelli olsa da o derin nefes çekiliyor. Tıpkı yalın kalmamı engellese de yalnızlığıma etkisi olmayacağını bile bile sana selam vermem gibi. Zaten ben sesimi hiç çıkarmasam, şu lanet klavyenin tuşlarına basmasam, sana hiçbirşey anlatmasam yapayalnız kalacağım ya, bunu ben biliyorum da sen nasıl anlamıyorsun! Beni böylesine yalnız bırakanın ta kendisi şu lanet klavyenin kablosunun kabus gibi uzadığı, ulaştığı, hep birlikteyken YALNIZ kalmayı mutluluk saydığımız, herbirimizin en büyük korkusu olan YALIN zihinlerimiz değil mi?
Güneş Akdoğan adlı bir gezgin'in kendine notu
Güneş, üniversiteden eski bir arkadaşımdır.. takip ettiğinize çok sevindim...
SM-G920F cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Neyse efendim Kaan ın sayfayı gereksiz yere işgal etmeyelim.
Burası benim sayfam değil, benim yazdığım ama sizin yazmadığınız, KAYIKEVİ.
İçinizden o an geçen, bilgi, tekne, denizcilik, fotoğraf, şiir, hikaye, şarkı, sohbet, muhabbet..Artık ne varsa, dökülelim diye açtık.
Eşikte beklemeyin, herkese yetecek minder var. Herkese yetecek gönülde.
-
Serkan reisim, beğendiğinize sevindim.
Erman reisim, gezgin insanın gözünden her şey farklı oluyor, mümkün olduğunca gezginleri takip etmeyi önemli buluyorum.
Türkçe kolay mı?
Hayır, bir hayli zor bir dil ama çok ciddi mantık içeriyor ve duyguları tarif etmek bir çok dile göre daha kolay ve anlamlı diye düşünüyorum.
En azından yabancılar tarafından okunurken örneğin "congratulations" diye yazılıp, üstün körü yut,yuvarla yapmıyor yada yazıları okuduğu dilde sayıları kendi dilinde okumak zorunda hissetmiyorlar ;D
Bu arada, Perişan'ı dinlemek yerine okumayı tercih ederim. Bana öylesi daha güzel geliyor sanki.
-
Serkan reisim, beğendiğinize sevindim.
Erman reisim, gezgin insanın gözünden her şey farklı oluyor, mümkün olduğunca gezginleri takip etmeyi önemli buluyorum.
Türkçe kolay mı?
Hayır, bir hayli zor bir dil ama çok ciddi mantık içeriyor ve duyguları tarif etmek bir çok dile göre daha kolay ve anlamlı diye düşünüyorum.
En azından yabancılar tarafından okunurken örneğin "congratulations" diye yazılıp, üstün körü yut,yuvarla yapmıyor yada yazıları okuduğu dilde sayıları kendi dilinde okumak zorunda hissetmiyorlar ;D
Bu arada, Perişan'ı dinlemek yerine okumayı tercih ederim. Bana öylesi daha güzel geliyor sanki.
Kambur Dünya dedin miydi, Dünya biter. Türkçe şöyle yönlendirir böyle yönlendirir, şu aklı verir bunu vermez, onu bilemem, o işin ustası Nuri Reis, ki Heiddegger, "dil içinde düşünürüz" diyerek doğrulamış bir oranda O'nu.
Bildiğim, Türkçe konuştuğum ve işte şu karşımda duran Binboğa dilini anladığım için mutluyum!
-
He yaa, anlamak önemli, gerisi boş. ;D
(https://i.hizliresim.com/NO4bnY.jpg) (https://hizliresim.com/NO4bnY)
-
Küçük tekne mi ?
Ahşap ?
Baş-kıç ?
Gaff rigged-cutter ?
Geleneksel ? 1875 yılı iyi mi ?
Buyurunuz, yaptıracaksanız böylesi olsun ;
(https://i.hizliresim.com/o6Zz19.png) (https://hizliresim.com/o6Zz19)
(https://i.hizliresim.com/ZOV10V.png) (https://hizliresim.com/ZOV10V)
(https://i.hizliresim.com/g9ALB5.png) (https://hizliresim.com/g9ALB5)
-
Bu tekne değil, bildiğin sanat eseri.
SM-N9000Q cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Muhteşem
SM-N910C cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Ne afiyet olsun'u Nuri Reis'im, boşverin siz onu;
şuna bakın;
Çıkıp yücesine seyran ederken
Gördüm ak kuğulu göller perişan
Bir fırkat geldi de durdum ağladım
Öpüp kokladığım güller perişan
Hayal hayal oldu karşımda dağlar
Eşinden ayrılan ah çeker ağlar
Dökülmüş yapraklar, bozulmuş bağlar
Bülbülün konduğu dallar perişan
Yıkılmış dilberin mamur illeri
Susmuş bülbül, söyler her dem dilleri
Dağılmış sümbülü, solmuş gülleri
Yüzüne dökülmüş teller perişan
Karac'oğlan der, ben toy avlamadım
Arab ata binip boylatamadım
Küstürdüm dilberi huylatamadım
Dilberi küstüren diller perişan
Muhteşemdir.
Lisede edebiyat dersimize çok değerli bir öğretmen Sabri Altıner girerdi. Lorca'yı ilk dilimize kazandıranlardan biridir. Halk edebiyatı konularında canı gönülden dinler derse katılırdım. Divan edebiyatı konularında sınıfta varlığım belli olmazdı. Bir gün Sabri oöretmen sordu nedir bu durum diye. Ben de cevabımı verdim. "Ben türkçe anlıyorum. Arabi, farsi söylenmişleri önce türkçeye tercüme edip, anlamaya çalışmak ruhumu sıkıyor. Oysa Yunus, Karacaoğlan, Pir Sultan su gibi akıp ruhumu arındırıyor" .... Bir daha üstüme gelmemişti. Işık içinde uyusun Sabri Öğretmen.
-
He yaa, anlamak önemli, gerisi boş. ;D
(https://i.hizliresim.com/NO4bnY.jpg) (https://hizliresim.com/NO4bnY)


Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Geçenlerde, uzun yola çıkacak, daha önce de uzun yola çıkmış, bir çiftin röportajını okudum. Orada bizim genellikle sohbet ettiğimiz konular sorulmuştu. O röportajdan aklımda kalanları yazayım. Eksiği, fazlası illa ki vardır. Okuduğum zaman aklıma gelen birçoğumuz deneyimimiz olmadan da mantıklı çıkarımlar yapıyor muşuz oldu.
Şöyle ki;
Tekne boyu ne olmalı ?
Verdiği cevap;
Her boy tekne ile uzun yola çıkılabileceği ama mantıklı seçimler yapılması gerektiği. 34-38 ft bir tekne ile de yapılabileceği ancak bir çok zorlukla karşılaşılabileceği.
Mesela, bir çift için yeterli alan olmasının haricinde en az 30 gün süre ile denizde kalabileceğini hesap etmesi gerektiğini, bunu için içme suyu miktarı, kullanma suyu miktarı ve yakıt miktarı, yiyecek miktarı, gerekli yedek malzeme, kullanım malzemeleri, tamir malzemeleri bir araya geldiğinde, en mantıklısının 42-45ft bir tekne olduğunu, bunun bir seyahat, yani keyfi bir şey olduğunu, bir yarışma yada meydan okuma olmadığı için mümkün olan imkanların kullanılması gerektiğini söylemiş.
Nasıl bir tekne ?
Verdiği cevap;
Kesinlikle, açık deniz teknesi. Sadece okyanusu, belirli tarih ve zaman aralığında geçip, seyahti sonlandıracaklar için olmasada, uzun yol için, açık deniz teknesinin şart olduğunu söylüyor.
Peki açık deniz teknesi nedir ?
Verdiği cevap;
(adını şu an hatırlayamadığım bir kuruluşun tanımı), 40 knot ve üzeri rüzgarda ve 4 m ve üzeri dalgada, gövde, donanım ve arma yeteneğine sahip teknelerdir diyor.
Teknenin su altı ve ağırlığı nasıl olmalı ?
Verdiği cevap ;
Açık deniz teknlerinde beklenen genellikle omurga salma. Geleneksellerde, ağır deplasan tekneler çoğunlukta. Ama tecrübeler gösteriyor ki, her ne kadar, düz bir hatta gitmesi vs gibi, ağır deniz koşulları avantajları olsada, çok ağır kalması, tekneyi yürütecek güç bulabilmesinin zorluğu gibi şeyler, avantajlarının önüne geçiyor. Yarı uzun yada iyi bağlantıları olan fin ve kesinlikle skeg, tam deplasman olmayan tekneler çok daha tercih edilesidir.
Teknenin malzemesi ne olmalı ?
Verdiği cevap;
Fiber, sac, alüminyum, ahşap, beton öncelikle bunlar arasında ki en önemli kriter, kesinlikle nasıl yapıldıkları. İyi yapılmış teknenein malzemesi çok önemli değildir. Sonraki kriterler, gideceğiniz bölge ve tamir şartları ile değişkenlik gösterir.
Teknenin arması ?
Verdiği cevap;
Kecht ve cutter tekneler her hava koşulunda daha fazla alternatif sunabildikleri için tercih edilebilirler. Elbet dezavantajlarıda var ama avantajları uzun yol için değer. Klasik yelkenler kesinlikle bizim tercihimiz, sarma yelkenler uzun yola uygun değillerdir.
Oto pilot problemi ?
Verdiği yanıt;
Çok tartışılıyor ancak aslında bu konuyada basit mantıkla yaklaşmak gerek. Belli bir süre dümen tutmak zevklidir ama bir süre sonra kabusa dönüşür. Tekneniz küçükse yeterli elektriksel gücü bulamazsınız. Bu da tekne boyu tercihine götürü bizi. Ancak uzun yol için 42-45 arası teknelerde akü bankı yeterli olabilir ve kullanımı yine basit mantıkla bulabiliriz. Eğer motorla gidiyorsanız elektronik otopilot eğer rüzgarla gidiyorsanız rüzgar dümeni kullanırsınzı ve evet uzun yol diyorsanız rüzgar dümeni büyük ama çok önemli bir yatırımdır.
Motor - yakıt ?
Verdiği cevap;
Günümüzde motorsuz tekne ile uzun yol yapan yok. Bu durumda teknenizin yine boyutu önemlidir çünkü sizi en az 500mil boyunca ve 4-5 knot hızla götürmeye yetecek motor ve yakıt bulundurmanız önemlidir. Teknenizde ki motordan hesaplayın 500 mil için ne kadar yakıt gerekir. Ve üzerine %20 yedekleme yapın.
Haberleşme ?
Verdiği yanıt;
Teknoloji çok ilerledi, bir çok uydu haberleşme sistemleri varve kullanılabilir ama biz halen SSB tercih ediyoruz. İlk yatırım pahalı ama ikinci elleri bulunabiliyor. Her durumda kullanabiliyoruz. sadece okyanus geçişleri için değil, uzun yolda dostlarımızla ve yeni tanıştıklarımızla haberleşebiliyor, yerel olarak denizcilere yardım eden kanalları dinleyebiliyoruz.
Yiyecek ?
Verdiği yanıt;
Açık denizde yapılabilecek yemekler, kilerinize alacaklarınız, her duruma hazırlık için alınabilecek yiyecekler, uzun fırtına koşullarında yenebilecek ve enerjinizi korumanızı sağlayacak bar'lar önemli.
Su?
Verdiği yanıt;
Eğer imkan var ise mutlaka bir su yapıcı olmalı. Bir çok sebepten dolayı. Uzun geçişlerde içeçek su lazım. Gidilen bir çok adada su bulamayabilir yada fiyatından dolayı stoklayamabilirsiniz. Üstelik nasıl doldurulduğunu bilmediğiniz açık sular ve bulaşıcı hastalıklardan uzak durabilirsiniz. Ama sla su yapıcınıza güvenmeyin. Planlamanızı iyi yapın ve rotanızda varış noktasından en az 1 hafta daha uzun sürecekmiş gibi içme suyu stoklayın.
Navigasyon-Elektronikler?
Verdiği yanıt;
Standart elektronikleriniz ve kağıt haritalarınız zaten olmalı. Sadece unutulmaması gereken, her yerde her noktanın doğru gözükmüyor olduğu ve herşeyin işaretlenmediği. Şüpheleniyorsanız girmeyin, mutlaka önceden gidenlerden soruşturun ve en önemlisi manuel kullanabileceklenizden vazgeçmeyin. En iyi elektronik, sizsiniz.
-
Hey gidi Moitessier, kitabında yağmurlu havalarda kaç litre içme suyu topladığını yazardı..
Bu gezginler Amerikalı mı. Tipik Amerikalı cevapları.
-
Muhtemelen öyleler.
Röportaj olunca bu kadar oluyor tabii ki.
Su hasatını artık herkes biliyordur. En azından yağmur yağınca hemen banyo yapmak eğlenceli bir aktivite halini almış durumda. :)
-
Ersin, bunlar senin için ;
1905 yılında yapılmış Falmouth 34 ft gaff yawl.
Kötü durumdayken alınmış ve %95 oranında yenilenerek ( gövde, direk, motor, döşeme, yelkenler) denizlere kavuşturulmuş.
Ve de çok hoşuma gitti.
(https://i.hizliresim.com/LO4bBa.jpg) (https://hizliresim.com/LO4bBa)
(https://i.hizliresim.com/rJVOAV.jpg) (https://hizliresim.com/rJVOAV)
(https://i.hizliresim.com/7yb6lP.jpg) (https://hizliresim.com/7yb6lP)
(https://i.hizliresim.com/POoly6.jpg) (https://hizliresim.com/POoly6)
(https://i.hizliresim.com/g9AO7Z.jpg) (https://hizliresim.com/g9AO7Z)
-
Aşağıda linkini verdiğim video aslında bir yelken teknesinin ne kadar basit - ucuz - verimli olabileceğini anlatıyor.
İnsanların yüzlerindeki dinginlik, mutluluk, yaptıkları işten aldıkları zevki yansıtmaları ayrıca seyretmeye değer.
Ayrıca amaç " çok uzaklara" gitmek değilse kısa süreli konaklamalarda bile kamarasız, açık ambar teknelerin maliyetleri ne denli aşağı çektiğini, teknenin tüm iç hacmini nasıl verimli kullandıklarını da gösteriyor.
Uçuk paralar ödemeden de denizi adam gibi yaşamak olanaklı.
https://www.offcenterharbor.com/fb-1709-couta-lg-success/ (https://www.offcenterharbor.com/fb-1709-couta-lg-success/)
-
Teşekkürler.
Çok seviyorum böyle çekimleri.
Sade, anlaşılır, bilgilendirici, samimi, sohbet eder gibi ve seyrederken sanki misafirleriyim de bana anlatıyorlar gibi.
Tekne, çok kullanışlı. Akıllıca kullanılıyor.
"Ege'de bir sahil kasabasında" yaşayan ve sadece denizi yaşayıp, koy koy gezen birisi için biçilmiş kaftan.
-
Videoda gördüğüm kadarıyla dingy Ersin reisin yapmaya niyetlendiği, planı ücretsiz olan D4 dingy.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Aklımıza geldikçe tekrarlayalım, bildiklerimizi/unuttuklarımızı hatırlar, bilmediklerimizi öğreniriz.
Ayrıntılarını biliyor muyuz ?
CAN KURTARMA MALZEMELERİ
Tüm can kurtarma araçları -30 ° C ile 65 ° C arasında zarar görmeyecek ve suda iken - 10 ° C ile 30 ° C arasında çalışacak nitelikte olmalıdır.
10 Newton = 1 kg kaldırma kuvveti
70 kg birisi için 50 Newton’luk yüzdürücü yardımcısı, 100-150 Newton’luk can yeleği gerekir.
Tekne ˂ 4.8 m = yüzdürücü x kişi sayısı
4.8 ˂ tekne ˂ 19.8 m = ( yüzdürücü x kişi sayısı ) + 1 at nalı yüzdürücü
Can simidi:
•14.5 kg demiri 24 saat tatlı suda yüzdürecek ve 24 saat sonra yüzdürme yeteneğinin en fazla % 5’ini kaybetmiş olacaktır.
•2 sn süre ile tamamen alevler içinde kalacak ve erimeyecek, yanmayacak
•30 m yüksekten atılınca şekli bozulmayacak
•Ağırlığı ≥ 2.5 kg
•Lambalı ve / veya kandilli olanlar ≤ 4 kg
•Çevresinde 9.5 mm’den kalın çapta ve uzunluğu can simidi çapının en az 4 katı halatı olacak, 27.5 kg ile kopmayacak
•Lambalar 2 mum şiddetinde ve 2 saat 50 çakış/dk yanacak
•Miktarın yarısından fazlası lambalı olacak
•2 tanesi duman kandilli olacak
•3 ayda bir kontrol edilecek
•Can simidi ile gemi terk edilirken 4.5 m’den yüksek yer seçilmez
•Kollar denize 45° açı yapacak şekilde atlanır
•Gemiden 100-150 m uzaklaşıp hareketsiz kalınır
Can simidi 7-15 m teknede 1 adet, 15-24 m teknede birisi ışıklı ve 20 m salvolu 2 adet bulundurulur.
Dış çapı maksimum 80 cm, iç çapı minimum 40 cm olacak.
Can yeleği:
•24 saat tatlı suda kaldıktan sonra yüzerliğinin % 5’inden fazlasını kaybetmeyecek ve 1 dk içinde yardımsız giyilebilecek şekilde yapılmış olmalıdır.
•2 sn alevler içinde kaldıktan sonra yanmayacak ve erimeyecek
•Başı geriye doğru 20-50° ve ağzı su seviyesinden 12 cm yukarda tutacak
•Yüzükoyun duran baygın kişiyi 5 sn içinde yukardaki pozisyona getirecek
•1 kol boyu uzunluğunda sicime bağlı düdük olacak
•0.75 mum şiddetinde lambası olacak, 8 saat ışık verecek
•Çakarlı lamba ise 50 kez/dk çakacak
•Kişi sayısının % 10’u kadar çocuk can yeleği olacak
•Kişi ve çocuk sayısı kadar uygun can yeleği olacak
•3 aylık ve yıllık bakımları yapılacak
Can yeleği kişi sayısı kadar, çocuk can yeleği çocuk sayısı kadar bulundurulur.
Isı korumalı termal tulum:
-30° C’den -2° C’ye kadar görevini tam yapar.
Suya atlama giysisi:
0° C suda vücut sıcaklığını 6 saat süreyle 35°C altına düşürmeden tutar. 5 m yüksekten inip çıkmada kişiye zarar vermeyecek şekilde yapılır.
5° C sakin suda 1 saat kalındığında vücut ısısının 2°C’den fazla düşmemesini sağlar.
Paraşütlü işaret fişeği:
•Su yüzeyine 90° tutularak ateşlenir ya da rüzgar yönünde 10° açı ile atılır. Gözlemcinin kerteriz alabilmesi için 2 tane atılır. Alçak bulutların varlığında 70° açı ile tutulur.
•Gecikme zamanı = yok
•300 m’ye çıkar ve 40 sn yanar
•40 000 mum şiddetindedir, kırmızı renktedir.
•Gece 25 mil, gündüz 5 milden görülür.
Paraşütlü işaret fişeğinin düşme hızı 5 m/sn.
25 mm kırmızı fişek:
115 m yükselir. 8 sn yanar. 35 000 kandil gücündedir.
Patlayıcı işaret tabancası 1 dk aralar ile atılır.
12 kalibre kırmızı fişek:
75 m yükselir. 6 sn yanar. 15 000 kandil gücündedir.
El maytabı:
•Gecikme zamanı = 2-5 sn
•55 sn yanar ( kırmızı, turuncu ).
•15 000 mum şiddetindedir.
•Gece 12.5 mil, gündüz 2.5 milden görülür.
•Beyaz ışıklı olanı 40 sn yanar ve 10 000 mum şiddetindedir.
Duman kandili:
•Gecikme zamanı = 4-7 sn
•4 dk duman çıkarır.
Duman kandilleri 15 dk duman çıkarmalı, suya tamamen battığında 10 sn duman vermelidir.
Yüzer duman işareti:
3 dk duman çıkartır.
Her teknede en az 2 paraşütlü işaret fişeği, en az 2 el maytabı, en az 1 tane duman kandilinin olması gerekir.
Can Salı:
•Her can salı her durumdaki deniz koşullarına 30 gün dayanabilmelidir. El ile kaldırılıp denize atılan bir can salının ağırlığı 185 kg geçmez.
•18 m yüksekten atıldığında işlevini kaybetmeyecek
•4.5 m yüksekten insan atlamasına dayanıklı olacak
•Tam yüklü ve deniz demiri atılı vaziyette iken 3 mil yedekte çekilebilecek durumda olacak
•En az 6 kişilik ve 8 kişiden fazla kapasiteli olanların 2 girişi olacak
•30 m kendi halatı ve 15 m yedekleme halatı bulunduracak
•Tam yüklü olarak 3.5 m/sn ile bordaya çarparsa hasarlanmayacak
•+18 ile -20°C arası ortamda 1 dk içinde, -30° C olan ortamda 3 dk içinde şişebilecek
•Batan gemi su altına 4 m indiğinde otomatik olarak serbest kalacak
•Tepesinde 12 saat devamlı yanacak 50 kez/dk çakan 2 mil mesafeden görülen lambası olacak
•4 tane paraşütlü işaret fişeği
•6 tane el maytabı
•2 tane duman kandili
•1 tane radar yansıtıcı
•1 tane ayna
•6 tane deniz tutması tableti / kişi
•2 tane termal koruyucu giysi olacak
Otomatik sallarda salı şişiren tüpün çalışması için halatın yaklaşık 6 m çekilmesi ( ya da salın teknede açılması ) gerekir.
Saldaki deniz demiri atılıp çekilerek tekneden 80-100 m uzaklaşmak güvenlik açısından gereklidir.
Vücutta yaklaşık 35 lt su vardır. Bu miktar 20 lt’nin altına düşerse, hayatla bağdaşmaz.
Kazazedelerin 1 lt / gün su kaybı olur.
Sağlıklı bir kazazede çok susamadıkça 24 saatten önce su içmemelidir. Su sınırlı ise günde yaklaşık 2 su bardağı ( 50 cl ) su içilir.
İdrar can salına bindikten sonra 2 saat içinde yapılmalıdır.
İçme suyu varsa, 35-40 gün açlığa dayanılabilir.
Peksimet yenilerek vücudun 1/5 suyu tutulur.
İlk 24 saat içinde hiç gıda verilmemelidir. İkinci gün toplam miktarın yarısı, geriye kalan ise 3. veya 4. gün verilmek üzere ayarlanmalıdır.
Ölümlerin 9/10’u 3 günde olur, nedeni panik ve moral çöküntüsüdür.
Günlerdir süren bir deniz tutması söz konusu ise 1-2 bardak/gün deniz suyu içilebilir.
Tümüyle durgun ve çok yoğun yağmur alan yerde tatlı su temin etmek amacıyla suyun üst 2-3 cm’i kullanılabilir.
Elle çalışan küçük ters ozmozlu su yapıcı 1 saatte 1 lt su üretir.
Plankton için trol gece, mümkünse zifiri karanlıkta 2 knot hızla çekilir.
Can salındaki yiyecek paketleri:
•2500 kalori, 500 gr küçük paket
•5000 kalori, 1 kg, 24 tane büyük paket
•4 tablet yiyecek ve 2 paket glikoz / gün kişi başına
•6 saat ara ile tablet yiyecek, 2 saat ara ile glikoz tabletinin 1/6’sı kullanılır
•İlk 24 saat su verilmez, acil durum yoksa..
Yiyecek ve içecek malzemeleri sal personeline 15 gün yetecek miktardadır. 1 paket besleyici şeker 1 kişiyi 48 saat tok tutar.
-
Harika özet bilgiler, klavyene sağlık.
Aklıma takılan birşey var bunlarla ilgili;
Türkiyede tüm gemi adamları (kaptan, gemici, yağcı vb) sınavlarında bu güvenlik malzemelerinin özellikleri sorulur durur.
Merak ediyorun, eğer imalatçısı değilsem bir can simidinin dış çapı ağırlığı gibi detay teknik bilgileri nerede kullanacağım?
öZgür (mobil)
-
Aklımıza geldikçe tekrarlayalım, bildiklerimizi/unuttuklarımızı hatırlar, bilmediklerimizi öğreniriz.
Plankton için trol gece, mümkünse zifiri karanlıkta 2 knot hızla çekilir.
Benim için çok yararlı bilgiler..
Çoğunu bilmiyordum..
Kaan reisim çok teşekkürler..
Plankton beslenme için mi?
-
Merak ediyorun, eğer imalatçısı değilsem bir can simidinin dış çapı ağırlığı gibi detay teknik bilgileri nerede kullanacağım?
Piyasada standart dışı malzeme çok var sanırım, bu nedenle olabilir.
Suriyeli göçmenlere satılan can yeleklerinin hiçbiri olması gereken özellikleri taşımıyormuş. Ölüm tacirleri yani..
-
Ama bu yukarıdaki Can Salı nitelikleri her cansalı için geçerli değil.
Benim bildiğim kadarıyla can salları iki tipte üretiliyor. Birine "international" diyorlar. Çoğumuzun teknesinde bu var ve neredeyse içinde hiç bir şey yok. Daha çok kıyı seyri yapan tekneler için üretilmişler.4 kişilik de olabiliyorlar.
Diğerine başka bir şey diyorlar, işte onda yukarıdaki malzeme listesinin önemli bir kısmı var.
-
Kaan süper bir tekne , süper görseller. Teşekkürler.
-
Eskilerde, balıkçıların ve deniz savaşçılarının (Levntler) yüzme öğrenmediklerini okumuştum bir yerlerde.
Bir kaza olursa denizde biran önce "sonu" görmek içinmiş. Süreci uzatıp fazla acı çekmemek için
-
Özgür, İnan tam ve doğru cevabını bilmiyorum. Sadece mantık dahilinde tahminlerde bulunabilirim.
Rica ederim Eyüp abi, Evet beslenme için düşünülüyor.
Bülent, Genelde hepsine ana başlık olarak "Can salı" deniyor diye biliyorum. Sadece çeşitleri mevcut. İçlerindekiler ise, ISO I, ISO II, SOLAS B, ve Offshore type E gibi can salı tiplerine göre değişiyormuş.
Mesela kıyı tipi denilen can salı, ISO9650- 2 onaylı olmalı ve içerisinde ;
Diğerlerinde farklı olarak, gıda yok ve standart malzeme listesi şöyle olmalıymış.
SOLAS paraşüt roket sinyalleri - 2
SOLAS el fişekleri - 3
SOLAS el feneri - 1
Ekstra piller ve ampul - 2
Düdük - 1
SOLAS / USCG sinyal aynası -1
SOLAS / USCG içme suyu - 3
Deniz geçirmezlik tabletleri - 36
Çalıcı - 1
Süngerler - 2
Hayatta kalma talimatları - 1
Hayat kurtarıcı sinyaller tablosu - 1
Deniz poşetleri - 6
Körükler / pompa - 1
Sızdırma tapası - 3
Kullanım Talimatları - 1
Hatlı deniz çapa - 1
Emniyetli bıçak - 1
Paddles (adet) - 2
Hat 1 ile kurtarma techizatı
Su torbaları (set) - 1
-
Eskilerde, balıkçıların ve deniz savaşçılarının (Levntler) yüzme öğrenmediklerini okumuştum bir yerlerde.
Bir kaza olursa denizde biran önce "sonu" görmek içinmiş. Süreci uzatıp fazla acı çekmemek için
Bunu ben de okudum ama düşüncem (Levendler için), savaş anında tekneyi terkedemesinler diye yüzme bilmeyenleri tercih etmeleri, yada özellikle öğretmedikleri gibi geliyor.
Cezayirli Hasan paşa, Rus amiral gemisini batırmak için kendi yanan gemisini yanaştırır ve yaralı olarak denize atlar, yüzerek karaya çıkar.
-
Piyasada standart dışı malzeme çok var sanırım, bu nedenle olabilir.
Orası öyle tabi ama ben daha gemisine can simidi alırken çapını, ağırlığını, 24 saat suda kalınca kaldırma kuvvetinin ne kadar kaybettiğini ölçen kaptan görmedim! :)
Ki lazım olsa açar bakarsın yönetmelikten. Ezbere bilmek gereken bilgiler değil.
Güvenlik soruları içinde bu malzemelerin ne zaman ve nasıl kullanılacağını sorgulayan sorular kadar bu gereksiz teknik detay sorular da bolca var.
Sonuç; her kazada ölen gemi adamları, kurtarma, iletişim rezaletleri ve itibarsız bir ehliyet-bayrak.
öZgür (mobil)
-
Ama bu yukarıdaki Can Salı nitelikleri her cansalı için geçerli değil.
Benim bildiğim kadarıyla can salları iki tipte üretiliyor. Birine "international" diyorlar. Çoğumuzun teknesinde bu var ve neredeyse içinde hiç bir şey yok. Daha çok kıyı seyri yapan tekneler için üretilmişler.4 kişilik de olabiliyorlar.
Diğerine başka bir şey diyorlar, işte onda yukarıdaki malzeme listesinin önemli bir kısmı var.
Türkiyede adı ''gereksiz'' , içindeki malzemeler ''israf'' olan tek çeşit var . :-\
-
Tesadüfen denizde bulunmuş bir Norveç likörünün hikayesi ;
Her şey bir antika dükkanında elime geçen küçük bir içki şişesi ile başladı. Küçük bir araştırmadan sonra insanın denizle kurduğu ilişkiden çıkan şaşırtıcı bir hikaye ile karşılaştık.
(https://i.hizliresim.com/Gyom2Z.jpg) (https://hizliresim.com/Gyom2Z)
Norveçli tüccar kardeşler Heinrich Meincke ve Catharina Meincke, bir gemiyi 1805 yılında fıçılar dolusu İskandinavlara özgü Aquavit adlı patatesten yapılan bir likör ile doldurur ve ticaret umuduyla Doğu Hint Adalarına doğru yola çıkar. Fakat satmayı başaramazlar, vardıkları yerlerin ağız tadı, alışkanlıklar farklıdır.
1897 yılında Norveç’e geri döndüklerinde fıçıları açıp Aquavit’in tadına bakarlar ve farklı bir tatla karşılaşırlar. Buna Linie Aquavit adını verirler. Aquavit’in dalgalar üzerinde sallanmış ve Ekvatoru iki kere geçmiş hali.
(https://i.hizliresim.com/6y5aqv.jpg) (https://hizliresim.com/6y5aqv)
Linie Aquavit o günden beri, 200 yıldır, olgunlaşması için Ekvatoru iki kere geçiyor.Her ay fıçılar dolusu patates likörü olgunlaşması ve bu geleneği sürdürmesi için 19 haftalık bir gemi seyahatine çıkıyor. Bu seyahatler hep Wilhelmsen adlı gemi ile yapılıyor. 19 hafta fıçılar içinde sallanan likör kendini buluyor.
Bu hikaye insanın aklına türlü türlü fikirler getiriyor. Denizde yoğurt mu mayalasak?
Yok bea, dalgalar sallasın ruhumuz mayalansın yeter!
Marinakedisi.com'dan alıntıdır.
-
Güzel hikaye...
SM-N9000Q cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Teknede iki kişiydik. Karalarda tutunamayan ve kendini denizlere atarak kaçmak istediklerinden uzaklaşan ya da uzaklaştığını sanan iki eski arkadaş, iki gerçek dost. Hayat ikimize de hiç acımamış bizi hiç bitmeyen bir fırtınan içinde sararmış, kurumuş, küçülmüş iki yaprağa dönüştürüp rüzgarın esaretine terk etmiş, ne göklerde kaybolmamıza ne de topraklara varmamıza müsaade etmişti. Oradan oraya atıp durmuştu hep.
Yan yana için için yanan iki tütsüydük denizlerin üzerinde. Bizden yükselen dumanların göklere yükselip bulut olduğunu biliyorduk. Ama hiçbir zaman yağmayacak, içini asla boşaltamayacak iki kara bulut. İçimizdekileri saklayarak göklerde oradan oraya savrulan.
Kimsenin bilmediği, kimsenin öğrenmek istemediği şeylerle dolmuş koca bir hayatın sonuna doğru yapayalnız kalan iki adamdık biz. Denizlere atılmış, savrulmuş iki sarı yaprak. Kaçtıklarımızın hatıraları aklımızın derin karanlıklarına atılıp üstü örtülmüş, acısı yüreklere gömülmüş, hatıralar kitabı kapatılmış ve hayata yabancı iki yaşlı adam.
Artık son yolculuklarına çıkmaya karar vermiş, dönüşü olmayacak sonu bilinmeyen bir gidişi cesaretle karşılamaya hazır iki adam. Yıllarca kah denizin kenarında balık tutarak, kah ufak teknelerimizle yelken yaparak ama Marmara’dan hiçbir zaman dışarı çıkmadan denizi kendi halimizde yaşayarak denizci olmuştuk. Kimse bize bir şey öğretmemiş kimseden yardım almamıştık. Geride kalan 65 senede ne biliyorsak kendimiz öğrenmiş kendimiz yapmıştık. O da ben de. Zaten tanışmamızda denizlerde olmuş, birbirimizi denizde bulmuştuk. Onca zaman sonra hayatla dövüşe dövüşe çekilmiş, buralarda kala kala yine ikimiz baş başa kalmıştık işte. Ne öte yandan bizi gözleyen hayat arkadaşlarımız ne de uzak diyarlarda babalarının varlığından bir haber evlatlarımız vardı etrafımızda. Sadece biz. İki eski denizci. İki eski yoldaş.
Bunca sene birbirimize sırt vermiş, arka çıkmış onlarca badirelerden birlikte sıyrılmış ama artık ömür denen yokuşun en üstüne ramak kalmış, oraya vardığında dibi görünmeyen uçurumdan aşağıya belki de beraber yuvarlanacak iki gönüldaştık biz.
Charles Bukowski’ nin dediği gibi “ Yaşamda hepimiz senaryosu baştan yazılmış bir sinema filminin içine hapsolmuş gibiyiz. Replikler herkesçe biliniyor. Yürüyeceğimiz yön belli. Yapacaklarımızda öyle. Nasıl oynayacağımızı da çok iyi biliyoruz. Ama tek fark etrafta hiç kamera yok. Ve çok istesek de çıkamıyoruz bu filmin içinden. Ama en kötüsü film çok acıklı. Ve karanlık bir sonla bitiyor”
Şehri terk etmeye karar verince son paramızla ufak bir yelkenli almış, evini o andan itibaren o yelkenli bilmiş iki deniz adamı.
Saroz’da bulmuştuk teknemizi. Onu almaya gittiğimizde sonbahar bitmek üzereydi. Pek bilinmeyen bir ufak koyda, derme çatma yapılmış bir tahta iskeleye eskilikten lime lime olmuş halatlarla bağlıydı. Yaşlı demirini tutan zincir defalarca tamir görmüş, yıpranmış, paslanmış bir yadigardı belli ki.
Etraf ıssız, etraf sessizdi onu ilk gördüğümüzde. Ağır ağır salınıyor, eski günlerini arayan bir terk edilmiş gibi başını bir o yana bir bu yana sallıyordu. Bizim kadar olmasa da belli ki o da çok yaş almıştı bu hayattan. Üzerinde onca yaşanmışlıkların izleri, çevresinde uzun yılların, büyük seyirlerin atmosferi duruyordu. Sahibi çıka geldi sonra. Başı ile bize merhaba dedikten sonra uzun uzun onu süzdü. Belliydi paylaştığı çok şeyi olduğu. İstediği parayı söyledi usulca. Anlaşıp da parayı ona verince ağlar gibi bize baktı bir süre. Sonra bakışlarını önce yere sonra teknesine çevirdi son kez. Yanına gidip eliyle okşadı uzun uzun. Berisine yaklaşıp tam ona bir şey söyleyecekken beni susturdu.” Vaz geçmeden hemen avara olun. Olun ki kolay olsun benim için.” Ve hızlı adımlarla uzaklaşıp gözden kayboldu.
Sybil idi teknenin adı. Eski Girit dilinde “ Geleceği görebilme yeteneği olan” demekti. Bir tür kahin gibi. 9 metre boyunda 2 yelkeni olan, bordasında yer yer dökülmüş mavi boyalıydı Sybil (Sibel).
Bakıma ve ilgiye çok ihtiyacı vardı. Belki bizim de kendisinin de geleceğini biliyor ve o sonu bekliyor gibi duruyordu hareketsizce.
Eski model bir Sun Odyessey di. Odessey Girit dilinde macera demekti. Maceracı bir kahinle hayatında maceralardan uzak durmuş ve yaşam yolculuğunun sonunu kestiremeyen iki adam olarak baş başa kalmıştık bu soğuk sonbahar gününde gri bulutlar altında.
İşte Sybil’in havuzluğuna böyle adım attık. İkimizde hiç konuşmadan dudaklarımızda birer sigara, elimizde soğumuş kahvelerimizle oturduk karşılıklı. Saroz’da soğuk kışa dönmeye hazırlanan bir gecenin simsiyah karanlığında göklere bakıyorduk sadece. Yarın sabah erkenden çıkacağımız ve nereye gidileceği belli olmayan plansız yolculuğumuzun arifesinde. Nelere gebe olursa olsun umursamadığımız belki de böyle olduğu için gidiyor olduğumuz yolculuk öncesinde sessizce duruyorduk Sybil’le o tahta iskelede. Salınarak ve sakince. Her salınımda 65 senenin yükünün birazını denize atar gibi sallanıyorduk usulca. Bir o yana bir bu yana.
Üçümüz de hazırdık artık. Buralara bir daha geri gelmeyecek, bundan sonrasını denizlerin koynunda geçirecektik. Rüzgar bizi nereye atarsa. dalgalar nereye götürürse. Ve kahin Sybil nerede durursa. Bu yolculuğun eşiğinde son gecemizi bitiriyorduk sessizce. Hiç konuşmadan. Hatta bakışmadan. İki eski dost. İki kader arkadaşı. Son yolculuğa birbirimiz uğurluyorduk sakince. Gelenin gidenin ve bilenin olmadığı o zifir Saroz gecesinde. Sabah Egeye açılmak üzere bekliyorduk yeni başlangıcı…
Dört gündür yoldaydık. Hava kışa dönmüş iyiden sertleşmişti. Soğuk çok güçlüydü. Kuzeylerden, sanki kutuptan kopup gelmiş bir hava Egenin üzerindeydi. Kah Karayel kah Poyraz esip savuruyordu Sibel’i dalgaların içinde. Gök sanki hep geceymişçesine karanlık, bulutlar daim ve rüzgar delicesineydi. 65 yıl sonra ilk kez Marmara’dan çıkmışken, ilk kez Sibel’in yelkenlerini rüzgarla doldurmuşken ve ilk kez plansız seyir ederken kış bizi çok zorluyor ve içine berisine sığdıramadığı kasvetini saçıyordu üzerimize.
Oysa biz tıka basa efkar doluyduk zaten. Ne Karayel’in sağanaklarıyla, ne Ege’nin dalgalarıyla ne de dümen suyumuzdaki köpüklerle dağıtılmayacak kadar çok efkarla yüklüydük.
Ne bir korku vardı ikimizde ne de bir yerde durma isteği. Sırası ile Çanakkale boğazını, Bozcaada’yı ve Midilli’yi bordalayıp geride bıraktık.
İndiren yağmur denizlere her vuruşunda nota çaldırıyor, görüş mesafemizi sıfıra indiriyordu neredeyse. Sibel yıllar sonra Arşipel’e kavuşmaktan hoşnutça sakince suları yarıyor, biz gözlerimizle ufku yakalamaya çalışıyorduk. Sakindik. Fırtınaya rağmen. Dalgalara ve sağanak yağmura rağmen. Soğuktan da gittiğimiz her yere bizimle gelen efkarlardan da korkmuyor yelken basıyor, dümen tutuyorduk. Artık Sybil bizi biz onu tanımış ve alışmıştık. Kışın en soğuk zamanında Egede ilerliyorduk yavaşça. Karayel de Ege de halimizden anlayacaklardı nasıl olsa. Bunca zamandan sonra Ege’nin dalgaları ve sert havası içinde sınanıyor hissi ile seyir ediyorduk. Ama yavaş yavaş alışarak. Koca Ege’nin lacivertlerinde bir tek biz vardık o fırtınada.
Yıllardır içine tıkılıp kaldığımız koca şehirde ruhlar bozuk akıllar hastaydı. Şehrin bozulmuş insanları kendilerinden de bozuk şehrin girdap sokaklarında, labirent caddelerinde ruhlarını satarak olmadı kiralayarak gün tüketip adına da yaşam deyip geçiyorlardı umursuzca.
Ortaçağda Avrupa ruh ve akıl sağlığı bozulmuş zavallı insanları çarmıhlara gerip ateşlerde yakarken, Osmanlı başta Edirne, bir çok şehirde akıl ve ruhlara şifa dağıtan darüşşifalar açmıştı. Buradaki hastalara musuki dinletiliyor, dört bir yanı kaplayan havuz ve kanallardan dökülen şırıltılı su sesleri eşliğinde bin bir çeşit hoş kokularla tedaviler tamamlanıyordu.
65 sene ruhumuza ve aklımıza yapılan onca saldırının yarattığı derin tahribatları şimdi biz denizlerin kucağında dalgaların ve yağmurların sesleri, denizin iyot, kıyılarındaki ormanların kekik ve çam kokuları ve kah bordamızdan kah sahillerden gelen su sesleri ile tamir edecek, zaman içinde iyileşecektik.
Sybil ile her tramola attığımızda, gitarların tremolosu gibi denizin derinlerinden gelen ritimler ile tedavi olacaktık.
Büyüyen denizler ve hızını alan karayelle baş etmek zorlaşmaya başlayınca gücümüz tükenmeye ve yön tayini ile tekneyi kumanda etmek imkansızlaşmaya başladı. Bu sabah Çeşmeyi bordalamış Egenin ortasında bir yerlerdeydik. Gece yarısını geçmiştik ve fırtına flok u ile 8-9 mil hızla güneye doğru bata çıka ilerliyorduk. Etrafta ne karalardan gelen bir ışık ne de yakından geçen birilerinin seyir fenerleri vardı. Şom bir karanlığın ortasında deli bir fırtınanın içinde kalmıştık. Son hatırladığım bordadan aldığımız koca bir dalganın üzerimizde kırılmasıydı. Sonra her şey kararmıştı aniden. Sessizlik ve karanlık çok uzun sürmüş olmalıydı.
Gözümü açtığımda gökten bana bakan güneşle göz göze geldik. Sahilde kumların üzerindeydim. Biraz ileride o yatmaktaydı. Sybil ise sahilin sonunda yarısı kumlara gömülü vaziyette duruyordu. Hemen ayağa kalkıp arkadaşımın yanına gittim. Kendine geliyordu. Fırtına dinmiş hava sakindi. Koşarak Sybil’in yanına vardık. Sağlamdı. Yara almamış sadece kuma gömülüp durmuştu. Neredeydik acaba ? Sybili biraz uğraşla denize kavuşturup ta durumu kontrol altına alınca haritaları açıp mevkimizi anlamaya çalıştık. Furni adında bir yunan adasında olmalıydık. Adanın güneydeki koylarının birinin içinde kuytudaydık. Yanımızda bırakın vizeyi pasaportumuz dahi yoktu. Sonra birden Furni adı tanıdık gelmeye başladı. Düşününce hatırladım. Askerliğimi İzmir’de kurmay başkanlıkta yapmıştım. O zamanlar Ege’de uçaklarımız alçaktan uçar ve 1947 Paris anlaşmasına göre silahsızlandırılmış olması gereken Yunan adalarının casus resimlerini çeker bizim bölüme ulaştırırlar biz de çözümlemelerini yapardık. Bu ada ta o zamanlardan silahlandırılıyor ve ana ikmal noktalarından biri haline getiriliyordu Yunanlılar tarafından. Bu bilgileri Ankara’ya sürekli rapor ettiğimizi hatırlıyorum. Hatta bir seferinde adadaki yunan garnizonunda tavla oynarken çekildiklerini fark edip havadaki uçağımıza bakan yunan askerleri bile vardı resimlerde. İşte yıllar sonra kader bizi bu adaya atıp bırakmıştı.
Üçümüzde sağlamdık çok şükür. Hava kalmış ve rüzgar esmiyordu. Buradan hemen çıkmak için motoru çalıştırıp koydan dışarı atmamız gerekiyordu kendimizi. Marşı defalarca bastık. Geceki çalkantıdan olsa gerek hava yapmış olmalıydı Sybil’in eski motoru. Çalışmadı bir türlü. Rüzgarsızlıktan yelkende açıp çıkamadık o ufak koydan. Çaresiz beklemeye başladık. Endişeliydik çünkü askeri hareketliliğin çok olduğu Ege’nin ortasında bir Yunan adasında pasaportsuz, evraksız, vizesiz kalakalmıştık.
Sonra aniden fark ettik ki koyun yamacında bir asker gözetleme kulesi vardı. Dikkatli bakınca içindeki askeri gördük. Muhtemelen yukarıdan bize bakıyordu. Issız kumsalda ve koyun tam ortasında bizi görmemiş olması imkansızdı. Gurcatada yunan bayrağı olmadığı gibi kıçta sancak tarafta dev bir Türk bayrağı dalgalanıyordu. Burada olduğumuzu bilen bir tek kişi bile yoktu ayrıca. Şayet bizi yakalarlarsa bilemediğimiz sonumuz bir yunan hapishanesinin dört duvarının arasında biterdi de kimseler sonsuza dek akıbetimizi öğrenemezdi.
Durum çok ciddi bir hal almıştı. Hemen buradan ayrılmamız gerekiyor ancak yerimizden kıpırdayamıyorduk.
Derken arkamızda aniden bir tekne belirdi. Sanki durumu kavramış gibi bize bir halat atıp koçboynuzuna kazık bağı atıp volta etmemizi istedi. Beyaz sakallı kır uzun saçlı biz yaşlarında zayıf, uzun boylu bir denizciydi karşımızda duran.
Halatları volta edip tamam işareti verince ağır yol hareket etti. Bizi yedeklemiş açık denizlere çekiyordu. O önde biz arkada birkaç saat yol aldık sessizce. Başında sarımsı bir denizci şapkası, ağzında tütün kokusu burnumuza kadar gelen piposunu yakmış ufukları tarayarak dümen tutuyor ara sıra arkasını dönerek bizde sorun olup olmadığını kontrol ediyor, belli belirsiz gülümsüyordu.
Batıya gidiyordu. Aşağı inip haritalara baktım. Önümüzde yunan ana karasına kadar hiçbir kara yada adacık görünmüyordu. Öyleyse bizi nereye götürüyordu bu esrarengiz adam. Ve kimdi. Aksanı düzgün bir Türkçe konuşmuştu. Türk müydü peki ? Kim olduğunu ve nereye gittiğimizi bilemeden yol alıyorduk. Rüzgar hiç esmiyor sadece motorla seyir ediyorduk. Hava kararmaya yakın ufukta bir adacık göründü. Dümeni oraya kırmış, adaya gitgide yaklaşan bir seyrin içine girmiştik. Haritaları bir daha kontrol ettim. Bu ada haritalarda görünmüyordu. Durum daha da bilinmez bir hal almaya başladı. Nedendir bilmiyorum merak içindeydik ama tedirgin olmamıştık. Sakince arkasından yol alıyor ve bekliyorduk.
Neden sonra bir ufak adanın kuytusundaki gizli ufak koya ulaştık. Kıyıdaki derme çatma bir iskeleye bağlandı önce. Ardından da yavaşça halatımızı çekerek teknemizi yanına kadar getirdi. Yanına bağlandığımızda merakımız ayyuka çıkmıştı.
Yanımıza geldi sonra. Sıcak bir “Geçmiş olsun” dedi. “ Sizin mahsur kaldığınız koyun karşısında ufak bir adacığın açığında demirliyken olan biteni görüp anladım. Türk sancaklı bir teknenin zor duruma düşmesini içime sindiremezdim. Neyse ki sizi burada bulamazlar, rahat olun” dedi.
Sonra da bizi evi dediği adanın ortalarında kayaların arasında kuytu bir köşedeki ahşap kulübesine davet etti.
Kulübeye vardığımızda çocukluğumda defalarca okuduğum Robinson Cruose hikayesinin tam da ortasına düşmüş zannettim kendimi.
İçeri girip de demli çaylarımızı avuçlarımıza alınca suratına baktım yavaşça.
Ve o an anlamaya başladım yavaş yavaş. Kimse onun kadar yalnız olamazdı sanki bu dünyada. Bir küskünlük oturmuştu simasına. Burada kurduğu yalnız dünyasının dışında kalan her şeye kırgın bir hali vardı.
Çizgi çizgi yüzünde, gölgeli yeşil gözlerinde, ağır sessizliğinde kim bilir ne hikayeler gizlenmiş duruyordu.
Burada karanlık gecelerle, yalnız gündüzlerle bir başına dans ediyordu sanki hayatla. Kahpe dünyadan kaçmış, burada bir kardelen olmayı denemişti sanki. Her bahar öncesinde heyecanla yaşama gözlerini açan sonra kopan, koparılan.
Gözleri yorgun bakıyor, ifadesi üzgün karşımızda konuşmadan çayını yudumluyordu. Göz pınarlarında akmaya hazır bekleyen gözyaşlarında saklıydı sırrı belli ki.
Sonra sigarasından bir nefes çekip biz sormadan başladı anlatmaya sakince. “ Ben seksenimi çoktan geçmiş yaşlı bir adamım. Yıllar önce geldim bu adaya. Mübadele yapılmadan hemen önce. İzmirliyim ben. Eski bir balıkçı, eski bir yelkenci. Yaşlı dedemle beraber yaşarken İzmir’de, 9 Eylül de Kemalin askerleri şehre girdiğinde ufacık bir yetim ve öksüzdüm. Ailemin bir kısmı savaşta bir kısmı yollarda kaybolmuş yalnız bir çocuk. Daha okula bile başlamadan kendimi denizlerde bulmuş balık avlayan ve yelken yapan bir deniz sevdalısı çocuktum ben. O kargaşada dedemi de bulamadım. Muhtemelen o da gemilerden birine binip gitmiş olmalıydı. Ama hiç öğrenemedim ne olduğunu. Ailemden kimseye ulaşamayınca haftalarca, benim de gitmem gerekiyor diye düşündüm. Ama ötekiler gibi Atina’ya, Pire’ye yada Selanik’e gidemezdim ki. Ne tanıdığım ne de akrabam vardı.
Günlerce İzmir’in sokaklarında avarece dolaşıp durdum. En sonunda tek varlığım yelkenli küçük teknem, oltalarım ve üç beş parça eşyamla annemin kilerdeki küpe sakladığı altınları da yanıma alarak açıldım bir sabah karanlığında Egeye, gözlerimde akan yaşları sile sile. İzmir arkamdan ufalıp gözden kayboluncaya kadar hıçkıra hıçkıra ağladım. Birkaç gün seyir ettikten sonra Ege’de şuursuzca kopan büyük bir fırtına beni işte bu adını bile bilmediğim ve haritalarda görünmeyen bu adaya attı. Bir ucundan diğerine 8-10 dakikada yürüyebileceğiniz bu adacığa. Önceleri hemen toparlayıp buradan ayrılmayı planlıyordum. Ama gittikçe bu ufak adanın bana ait olduğunu ve sanki benimde ona bağlandığımı hissettim.
O gün bu gün buradayım. Egenin iki yanını da vatan bilemediğimden olsa gerek burayı vatanım, toprağım belledim. Zaman içinde bir köpeğim ve nereden geldiğini bilmediğim birkaç kuşum oldu. Balık tutarak, ve civar adalara gidip diğer bazı ihtiyaçlarımı karşılayarak yaşadım gittim.
Hep İzmir’e dönmeyi hayal ederek. Ama hiçbir zaman cesaret ve cüret edemeden. Ara sıra adalardan aldığım kitaplar, tamir edile edile başka bir şekle bürünen neredeyse 100 yıllık teknem ve köpeğimden başka hiçbir şeyim yok. Vaktimi avlanarak, kitap okuyarak ve denizlerle oynaşarak geçiren, alabildiğince özgür ama bir o kadar da yalnız bir haymatlosum ben.”
Hikayesi şaşılacak kadar garipti. İnanmak ile inanmamak arasında gelip giderken “Burada tek başına bir köşede ölmekten korkmuyor musun?” dedim aniden. Bu belki biraz ona ama çokça kendime sorup da cevabını alamadığım bir soruydu belki de.
“ En büyük kötülük sandığımız ölüm belki de en büyük iyiliktir. Ölümü kimse bilmez. Bilmediğimiz bir şey hakkında konuşmak cehaletin ta kendisi değil midir? En nihayetinde iki ihtimal var. Ölüm ya tam bir son ve yok oluş. Ki şayet böyle ise sonsuzluk sadece deliksiz uyunan bir tek gece kadar kısadır bize. Bu da korkulacak bir şey değildir. Ya da ruhun özgürleştiği ilk gecedir ölüm. Ve ruh başka diyarlara, farklı alemlere gidip de orada bütün hatırladıkları eşi dostu ailesine kavuşacak ve sonsuza dek beraber olacaklarsa bundan daha iyi ne olabilir” dedi bilgece.
Haklıydı. Sadece iki seçenek vardı ve ikisi de huzur doluydu.
Nefes almadan dinlediğim bu adama inanmak öyle zordu ki. Anlattıkları gerçek olabilir mi diye geçirip durdum içimden. Karşımda gerçek bir Robinson Cruose duruyordu. Ama bu gönüllü olanıydı. Belki bu dünyadaki tek gönüllü sürgün.
Biz tam da yağmurdan kaçarken doluya tutulmayı yaşıyorduk. Şehirden bunca sene sonra tek yöne bilet alan iki arkadaş bu adamı dinledikten sonra kaçışın ne demek olduğunu belirsizliğin, bilinmezliğin neye benzediğini anlıyorduk. Denizler Ülkesi işte böyle bir yerdi.
Birkaç gün sonra bir sabah sessizce oradan ayrılıp Sybil ile yeni denizlere, bilinmeyen rotalara yelken basarken arkamızda usulca kaybolmakta olan adanın ve içindeki haymatlosun gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyorduk beraberce…
Denizlerden/Cenk Şahin
-
çok güzel, teşekkürler .
böyle bir site olduğunu da öğrenmiş oldum , okumalı...
-
Gerçek mi ki acaba? yani iki yaşlı adam..
-
Gerçek mi ki acaba? yani iki yaşlı adam..
Gerçek değilse bile süpermiş, teşekkürler paylaşım için.
-
Afyon’daki 3200 Yıllık Yazıt, Gizemli Deniz İnsanlarını Anlatıyor...
(https://i.hizliresim.com/jQaOJJ.jpg) (https://hizliresim.com/jQaOJJ)
Arkeologlar 1878 yılında bulunan ve 3200 yıl önce taşa kazınan hiyeroglif yazıları çözmeyi başardı. Yazıt Bronz çağdan kalan en eski yazıları içeriyor.
Truva prensini anlatan ve gizemli Deniz İnsanlarına atıfta bulunan yazıları içeren 3.200 yıllık taş levha deşifre edildi. Afyonkarahisar’da 1878 yılında bulunan taş bir yazıt, Akdeniz arkeolojisinin en büyük gizemlerinden birine ışık tuttu.
Kireçtaşına işlenmiş yazıların ilk çevirilerinde Bronz Çağı’nın güçlü ve ileri medeniyetleri hakkında bilgiler yer alıyor. 1878’de Afyon’da bulunan kireçtaşı friz, Tunç Çağı’ndan bilinen en uzun hiyeroglif yazıtı taşıyor. Dünya çapında sadece bir avuç bilim insanı antik Luvi dilini okuyabiliyor.
Dünyada antik Luvi dilini okuyabilen 20 kişiden biri olan Dr. Fred Woudhuizen, söz konusu yazıları çevirdi.
10 metre uzunluğundaki taş levhaya antik Luvi dilinde yazılan yazılara göre, Batı Anadolu’daki krallıkların birleşik donanmaları Doğu Akdeniz’de sahil kentlerine baskın düzenledi.
İlk çeviriye dayanarak yazıt, Bronz Çağ’ın güçlü ve gelişmiş uygarlıklarının çöküşü hakkında bilgi veriyor. Yazıtta bu gemicilik konfederasyonuna ait yağmacı güçler tarihçilere göre yeni doğan Bronz Çağı medeniyetlerinin çökmelerinde rol oynadı.
Araştırmacılar yazıtın Bronz Çağı krallığı Mira kralı Kupanta-Kurunta’nın emriyle milattan önce 1190 yılında hazırlandığına inanıyor.
Taş yazıt, Truva’dan Muksus adlı bir prens liderliğinde askeri sefer başlatan Mira adlı güçlü bir krallığın yükselişini anlatıyor.
Yazıtta, Batı Anadolu’daki birleşik krallık filosunun, doğu Akdeniz’de kıyı şehirlerine nasıl baskın düzenlediğini anlatılıyor. Metinde Mira krallığının yanısıra diğer Anadolu medeniyetlerinin Antik Mısır’ı ve Doğu Akdeniz’deki diğer bölgeleri Bronz Çağı’nın bitişinden önce işgal ettiği belirtiliyor.
Deniz saldırılarını kimlerin yaptığı bilinmiyordu
Arkeologlar milattan önce 1200 civarında büyük medeniyetlerin ani ve kontrol edilemez çöküşünün arkasında deniz saldırıları olduğunu bir süredir düşünüyordu. Ancak bu saldırıları düzenleyenlerin kimliği ve kökeni bilinmiyordu. Bunlara “Truvalı Deniz Halkı” adını veren arkeologlar bu gizemi yüzyıllar boyunca çözememişti.
Yazıtta, Kral Kupantakuruntaş’ın şu anda Türkiye’nin batısında Mira adlı bir krallığı yönettiğini anlatılıyor. Yazıta göre Truva, Mira krallığının yönetimindeydi ve Truva prensi Muksus, bugün İsrail’de bulunan ve orada bir kale inşa eden Aşkelon’u fethetmeyi başaran bir denizci keşif gezisine liderlik etti.
Yazıtta, Kral Kupantakuruntaş’ın Mira’nın tahtına nasıl çıktığı anlatılıyor: Kupantakuruntaş’ın babası Kral Mashuittas, Walmus adlı bir Truva kralının devrilmesinden sonra Truva’nın kontrolünü ele geçirdi. Bundan kısa bir süre sonra, Kral Mashuittas, Mira’ya sadakati karşılığında Truva tahtını Walmus’a iade etti.
Kupantakuruntas, babası öldükten sonra Mira’nın kralı oldu. Truva’nın gerçek kralı olmasa da, Truva’yı kontrolü altına aldı. Yazıtta Kupantakuruntaş kendini Truva’nın koruyucusu olarak tanımlıyor ve gelecekteki Truva yöneticilerini “Wilusa’yı (Truva’nın eski bir adı) Mira’nın büyük kralının yaptığı gibi koruması için” çağırıyor.
Yazıt inşaat malzemesi olarak kullanıldı
35 cm yüksekliğinde taş levha, Afyonkarahisar’a bağlı Beyköy köyünde 1878 yılında bulunmuştu. Fransız arkeolog George Perrot yazıları bir kağıda kopyaladıktan sonra köylüler yazıtı bir caminin temelinde inşaat malzemesi olarak kullanmıştı.
Yazıtın kopyası, İngiliz tarihçisi James Melaart’ın evinde 2012 yılında bulundu. Mellaart ölünce oğlu yazıtın örneğini Luvi Çalışmaları vakfında Dr. Eberhard Zangger’e yolladı.
Hollandalı dil bilimci ve Luvi dili uzmanı Zangger yazıtın “Anadolu’daki yaşayan Luvilerin “Deniz İnsanları” olarak adlandırılan grupların baskınlarına destek verdiğini ve Doğu Akdeniz’de Bronz Çağı’nın böylece sonlandığını” anlattığını söyledi.
Vakıf “Akdeniz arkeolojisinin en büyük gizemlerinden biri böylece çözülmüş oldu” dedi.
Yazıtın çevirisi ve araştırmacıların bulguları Aralık ayında bilimsel arkeoloji dergisinde ve bir kitapta yayımlanacak.
Kaynak: The Independent. Live Science. 11 Ekim 2017.
-
vay canına..
-
Çok ilginç bilgiler, çok teşekkürler.
-
Çok ilginç. Bir de Atatürk ün Yunanlıları yendikten sonra ''Truva nın intikamını aldım'' dediği söylenir. O nedir Kaan reisim?
-
Kaan reis,
Cidden çok ilginçmiş teşekkürler.
-
Çok ilginç. Bir de Atatürk ün Yunanlıları yendikten sonra ''Truva nın intikamını aldım'' dediği söylenir. O nedir Kaan reisim?
Abi, bildiğim kadarı ile bunu Atatürk'e atfendenler olduğu gibi çoğunluk Fatis Sultan Mehmet için söyler. Bir çok farklı söylenti varmış.
Bir kitapda okumuştum, rönesans dönemi yazarları Türkler ile Truvalıları aynı soydan kabul ederlermiş. Zamanında, Yunanlıların, Makedonların, Mora ve Teselyalıların, Anadolu topraklarında Asyalı sayılan halklara yaptıklarının intikamını İstanbul'u alarak ödettiği için bu lafın edildiğini yazıyordu.
Diğer yandan, başka bir yerde de olayın hep tarih kitaplarında ki gibi masalsı sahnelerden değil, çok dha basit olaylardan kaynaklandığı ve kan davası güdüldüğünü okumuştum. Örneğin, Osmanlı ve Bizansın arasının bozulması ve İstanbulun fethine kadar giden olayların, bir koyun satışından kaynakladığı gibi.
Yeniçeriler, Bizanslı çobanlardan koyun satın almak ister, ama çobanlar satmaz. Yeniçerilerilere laf ederler, önce söz dalaşına sonra kılıçların çekilmesine neden olur, Kalabalığın çoğalması ile günümüzün mahalle kavgasına döner. Sonrada gelen Yeniçeriler, kavgayı ayırır ve durdurular, bir çoğuna geri gönderirler ancak İstanbul'a ulaşan haberle, Bizans askerleri, toplaşıp gelirler ve kavgayı tekrar alevlendirirler, O sırad olay yatışmış ve kavga edenler olay yerinden ayrılmış olmasına rağmen, gelen Bizans askerleri, orada olan Türklein bir kısmını öldürür ve bir kısmını hapse atarlar. Uzun bir müddet sonra, tutsaklar serbest bırakılır ve özür dilenmesine rağmen, arada ki geçen sürede her şey belirlenmiş ve Bizans'dan intikam almak için planlar yapılmıştır. Bu hem İntikamın alınmasına hem de İstanbul'un alınmasına neden olan çoban olayı bazı kitaplarda yer alır.
Atatürk için söylenmesi ile ilgili ise, Kartacalı hannibal'in intikamı için olduğu söylenir.
"Kartacalı Hannibal, tarihte bilinen en büyük komutanlardan birisidir. Hannibal’ı eşsiz yapan ve tarihin farklı dönemlerinde sahneye çıkmış diğer komutanlardan ayıran yönü ise uyguladığı savaş stratejileridir. Fakat diğer yandan Kartacalı Hannibal’a baktığımızda tarihte ses getirmiş ilk büyük anti-emperyalist komutandır. Emperyalist Roma’ya karşı büyük savaşlar vermiş ve birçoğunda bugün halen ses getiren ve tarihin akışını değiştirecek zaferler kazanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk ile ilk ortak yönü budur. Her iki komutan da emperyalist devletlere karşı savaşarak tarih sahnesine çıkmış ve eşsiz stratejileriyle büyük zaferler kazanmışlardır. Fakat benim bu yazıda anlatmak istediğim sadece Kartacalı Hannibal’ın ve Mustafa Kemal’in ortak yönleri değil.
Kartacalı Hannibal, daha çok erken yaşlarda, henüz bir asker değilken, babasına ömür boyunca Roma’ya karşı kin besleyeceğine ve Roma’nın en büyük düşmanı olacağına dair yemin etmiştir. Çünkü Emperyalist Roma, Kartaca Medeniyetiyle Akdeniz üzerinde büyük bir çekişme içerisindedir ve Kartacalı Hannibal’ın babası daha önce birçok kez Roma’ya karşı savaşmış ve büyük yenilgiler almıştı. Hannibal büyük bir komutan haline gelip ordusunun başına geçtiğinde Emperyalist Roma ve Kartaca İmparatorluğu arasındaki çekişmeler son hızıyla devam ediyordu. Kartacalı Hannibal, Roma orduları ile savaşmaya karar verdiğinde bu savaşın Roma topraklarında olması gerektiği fikrini yürüttü. İşte tam da bu noktada eşsiz dehasını ve cesaretini kullanarak 20.000 piyade, 6.000 ağır süvari ve ordusunu diğer ordulardan farklı kılan savaş fillerini Kuzey Afrikadan, bugünkü İspanya topraklarına taşıyarak Roma’ya doğru yürütmeye başladı. Özellikle sıcak iklime alışkın piyade birliklerini ve fillerini, soğuk ve 3000 metreye varan yükseklikleriyle, karla kaplı Pirene dağlarından yürütmeye çalışmak oldukça çılgınca ve cesaret isteyen bir harekettir. Fakat Kartacalı Hannibal büyük zorluklara rağmen bunu başardı ve büyük kayıplar vererek ordusuyla Avrupa kıtasının ortasında bir duvar gibi yükselen soğuk ve karlı Alpler’i aşmayı başardı. Bu durum karşısında şaşkına dönen Roma ordusuyla 2 kez karşılaştı ve Roma’yı büyük bir bozguna uğrattı. Fakat Afrika’daki 3. Pön savaşında senato karışıklıkları sebebi ve Kartaca devlet adamlarının kendisini arkasından vurmasıyla Roma karşısında büyük bir yenilgiye uğradı. 3. Pön savaşından sonra Emperyalist Roma bölgenin büyük hakimi oldu. Kartacalı Hannibal ise Anadolu’ya sürgüne gönderildi. Fakat Roma için hiçbirşey henüz bitmemişti. Kendilerine birçok kez büyük yenilgiler yaşatan Kartacalı Hannibal korkusu hiç sönmedi. Kartacalı Hannibal mutlaka öldürülmeliydi. Hannibal sürgün yıllarında Bitinya’da, bugünkü ismiyle Gebze’de bulunan Bitinya saraylarında askeri danışmanlık yaptı. Fakat Bitinya’nın kendisini Roma’ya teslim edeceğini anladığında kendisini zehirleyerek Roma’ya teslim olmamak adına yaşamına son verdi. Kartacalı Hannibal’ın mezarının nerede olduğu bilinmiyor fakat ölüm yeri olan Gebze’de anısına dikilmiş bir Kartacalı Hannibal heykeli bulunmaktadır."
Peki bu heykeli Gebze’ye kim diktirdi? 1937 yılında, Mustafa Kemal Atatürk, Kartacalı Hannibal anısına, öldüğü yer olan Gebze’ye, Kartacalı Hannibal heykelini diktirdi. Kuşkusuz Mustafa Kemal Atatürk, Kartacalı Hannibal’ı çok iyi tanıyan bir komutandı. Askeri okulda eğitim gördüğü sırada Kartacalı Hannibal’ın stratejilerini öğrenmiş ve içinde bu büyük komutana karşı büyük bir sevgi oluşmuştu. Diğer yandan Kartacalı Hannibal’ın savaş stratejilerinden birçoğu Kurtuluş savaşımızda Yunan ordularına karşı başarıyla kullanıldı ve Yunan ordularına karşı büyük zaferler kazanmamızı sağladı. Mustafa Kemal de büyük ihtimalle Kartacalı Hannibal ile arasındaki ortak yönleri biliyordu. Her ikisinin de Emperyalist devletlere karşı savaştıklarının farkındaydı. Bu yüzden Hannibal’ın heykelini öldüğü yere diktirerek ona olan saygısını göstermiş ve topraklarımızda yatan bu büyük, cesur ve emperyalist güçlere karşı savaşmış komutana gereken değeri vererek O’na sahip çıkmıştır. Aynı, Çanakkale zaferinden sonra “Hektor’un intikamını aldık” diyerek, emperyalistlere karşı Troya’da savaşmış büyük Anadolu komutanı, Hektor’a sahip çıktığı gibi…
Bu da diğer anlatı.
-
Çok ilginç. Bir de Atatürk ün Yunanlıları yendikten sonra ''Truva nın intikamını aldım'' dediği söylenir. O nedir Kaan reisim?
Bir kitapda okumuştum, rönesans dönemi yazarları Türkler ile Truvalıları aynı soydan kabul ederlermiş. Zamanında, Yunanlıların, Makedonların, Mora ve Teselyalıların, Anadolu topraklarında Asyalı sayılan halklara yaptıklarının intikamını İstanbul'u alarak ödettiği için bu lafın edildiğini yazıyordu.
Truvalıların kaleden gizlice çıkıp göç ettikleri yerin Asya olduğu Türklerin bir boyu olarak orada çoğaldıkları ve tehlikeler geçtikten sonra ki nesillerin bilinç altındaki yurtları Anadoluya doğru kısım kısım geldikleri ve ilk gelen Türk kollarının bu Truvalı torunlar olduğu filan efsanelerini de duymuştum bir yerlerde de ondan sormuştum ne kadar aslı var diye.
Hani ,bazılarımızın genlerinde şu senin anlattığın Anadolu denizci milletinden Truvalılara oradanda bize kadar gelen bir yazılım var da ondan mı denize fazla düşkünüz diye aklıma geldi. (Kafayı yiyormuyuz ne yavaş yavaş :) )
Bilgiler için teşekkürler Kaan cım.
-
Öcal Reis uyardı ben de koyuyorum buraya ...
Luviler Unutuldu mu Yoksa Unutturulmaya mı Çalışıldı? Aleviler Luvilerin Torunları mı?
Luviler Unutuldu mu Yoksa Unutturulmaya mı Çalışıldı?
Bulunduğumuz coğrafyada yaşayan Işık İnsanları anlamına gelen Luvileri okulda öğretilen hangi tarih kitabında okuduk ya da kaçımız daha önce bu kadim uygarlığın ismini duyduk?
(https://i.hizliresim.com/ZOq9nG.jpg) (https://hizliresim.com/ZOq9nG)
Eminim çoğunuz ilk defa bu isimle bu yazıda tanıştınız veya tanışacaksınız. Elde edilen kazılara dayalı olarak bu uygarlıkla ile ilgili birçok teori bulunuyor.
Anadoluda Kurulan İlk Uygarlık Luviler mi?
(https://i.hizliresim.com/ZOq9zG.jpg) (https://hizliresim.com/ZOq9zG)
Bilge Umar’a göre onlar Anadolu’nun ilk yerli halkı. Peki bu bulguya nasıl ulaşılmış? Hitit kazıları incelenirken, onların bazı dinsel metinlerinde, bazı mühürlerinde ve anıt kitabelerinin tümünde “nasili” adını verdikleri kendilerine has hiyeroglif yazılarından başka bir dile rastlanmış.
İlk başlarda bu yazının Hititlere ait olduğu düşünülse de aslında bu yazının yine kendilerinin onlara bu ismi verdiği Luvilere ait olduğu keşfedilmiş.
Bu metnin Anadolu’da Hitit egemenliğinden 2000 yıl önce kullanılmaya başlandığı söyleniliyor. Arkeolog Firuzan Kınal Mersin, Hacılar ve Alişar kazılarından elde edilen bulgulara göre Anadolu’da M.Ö 6000 yıllarında ortaya çıkan Tunç Çağını yine Luvilerin yarattığını söylüyor ve bu görüşü Bilge Umar tarafından destekleniyor.
Truvalılar Luviler mi?
İkinci teori coğrafyamızdan uzak bir yerde yaşayan Luvi Araştırma Vakfı başkanı İsveçli tarihçi ve jeolog Dr. Eberhard Zangger tarafından ileri sürülüyor.
Dr. Eberhard Zangger bizleri Afyon’a bağlı Beyköy deki bir tarlada 29 metre uzunluğundaki kireç taşındaki yazıtlara yönlendiriyor. 1878 yılında Beyköy’de köylüler tarlada üzerinde anlamlandıramadıkları şekiller olan bir kireç taşı bulurlar ve caminin temelinde kullanılmasına karar verirler.
O dönemlerde bölgede kazı yapan Fransız arkeolog George Parrot yazıtı çözmek için almaya çalışsa da köylüleri ikna edemez fakat taşın üzerindeki şekilleri bir kağıda çizer ve ülkesine döner.
Bu metin tam 134 yıl sonra 2012 yılında İngiliz Antik Çağ tarihçisi James Mellaart ın ölümünden sonra arşivlerinin arasından çıkmıştır.
Tarihçinin oğlu metnin kopyasını Dr Eberhard Zangger’e verir. Dr Zangger İsveçli ve Hollandalı bilim adamlarından oluşan 30 kişilik bir grupla yazıları çözmeye başlar. Yazıt 3200 yıllıktı ve Tunç Çağına aitti.
Antik metinde Küçük Asya’da (Anadolu’da) yaşayan krallıkların Hititlere karşı bir donanma kurarak Doğu Akdeniz’deki sahil kentlerini nasıl fethettikleri anlatılıyor.
Dr. Zangger’e göre Luviler tek bir krallıktan değil geniş bir coğrafyaya yayılan bir düzine krallıktan oluşuyor ve bu durumu pek çok kaynak doğruluyor.
M.Ö 1190 yılında Genç Tunç Çağı krallıklarından Mira’nın kralı Kupanta-Kurunta’nın yazdırıldığı belirtiliyor.
Ayrıca metin o dönemde krallıkların Mısır’ı da fethettiklerini anlatıyor. Diğer arkeologlar da bu dönemde denizden gelen insanların etkisiyle o zamanın uygarlıklarının ani ve kontrolsüz çöküşünden bahsediyor.
Bununla beraber günümüz akademisyenleri saldırıyı gerçekleştirenleri “Truvalı Deniz İnsanları” olarak adlandırıyor. İsveçli tarihçi ve jeolog Luvice yazılmış bu metinden yola çıkarak aslında Truvalıların Luviler olduğunu iddia ediyor.Ve aslında Truva antik kentinin bilinenden 100 kat daha fazla büyük bir alana yayıldığını söylüyor.
O dönemde güçlenen bu gizemli deniz insanlarına karşı Antik Yunan ve Helenler’in savaş açtığını yine pek çok arkeolog doğruluyor. Zangger’e göre işte bu savaş tam da o dönemlere denk gelen Truva Savaşı ve gizemli deniz insanları da Luvilerdir.
Eğer Truvadaki Kara Menderes nehrinin taşkın ovasında 5-6 metre ve Anadolu’nun bazı yerlerinde 10 metre derinlikte kazı yapılmasınıa izin verilirse tezini kanıtlayabileceğini sözlerine ekliyor.
Peki bu iddia kanıtlanırsa ne olur?
Batı Medeniyetlerini sanılanın aksine Yunanlıların değil de Anadolu uygarlıklarının oluşturduğu ortaya çıkar. Yani medeniyetin batıdan bize değil bizden batıya doğru yayıldığı ortaya çıkmış olur ve yalan temellere oturtulmuş bir bilgi aydınlığa kavuşabilir.
Yunanlıların Luviler’den etkilendiği gerçeğini güpegündüz ortaya koyan kanıtlar mevcuttur. Güney Anadolu’daki Helen asıllı yer adlarının kökeninin Luvice olup, Yunan telaffuzuyla türetildiği ortaya çıkmıştır. Kibele ,Afrodit, Apollon ve Artemis gibi tanrı ve tanrıça adlarının birçoğu da yine Luviceye ait.
Ayrıca eski Yunanca sayılan dram, drama, tiyatro, komedya, tragedya… vb birçok sözcüğün de Luvi kökenli olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Gene o dönemde Truvada Luvice konuşulduğu konusunda iddialarda mevcut.
Dr. Zangger bu iddiasını kanıtlamak istiyor fakat bu tezini ortaya attığı günden itibaren engellendiğini belirterek belki de Batının Luvilerle ilgili gizemli kalmış bilgilerin ortaya çıkmasını istemediğini hem direk hem de dolaylı yollarla bize gösteriyor.
Kayıp Mu Kıtasından Kaçmayı Başaran Uygarlıklardan Birisi Luviler mi?
Diğer bir iddia aslında bu uygarlığın kendilerine “Ma”nın uygarlığı adını vermeleri ve güneşe tapınmalarından kaynaklanıyor. Ma kelimesi anne anlamına gelir ve ma ya da mu kelimesinin derin bir ezoterizmi kapsadığı öne sürülmektedir.
Dillerinin Hint-Avrupa ailesine mensup olduğu belirtilen Luvilerin kayıp Mu kıtasından kurtulup Asya’ya göçen ve oradan da Batı Anadolu’ya yerleşen topluluk olduğuna inanılıyor.
Yukarıda bahsedilen nedenler dışında bu görüşü destekleyen başka tezler de mevcut.
Luvilerin kullandıkları alfabe İle “Mu insanlarının” kullandıkları alfabenin birbirine çok yakın olması ve Eflatun’un (Platon) Mısırlı bir rahiple görüşmesi.
Bu rahip ona M.Ö 9000 yılında Atlantis isminde bir adadan bahsetmiş ve karşı okyanustaki adalara yolculuk yapıldığını anlatmış. Bu da Mu Kıtası batmadan önce oradaki insanların Maya imparatorluğunu kurduklarını buradan da Atlantisi geçtiklerini gösteriyor.
Bu aynı zamanda Atlantis üzerinden bazılarının Akdeniz ve Ege kıyılarına çıkıp kıyıları istila ettiğini ve buralarda medeniyetler kurduğu gerçeğini işaret ediyor olabilir.
Önceki iddialarda belirtilen kayıp deniz insanlarının bu medeniyetler yani Luviler olduğu düşünülüyor. Bu iddia ile Aztekler’in Mayalar’ın, İnkalar’ın ve Luvilerin aynı kültüre sahip olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Dünyanın dört bir yanında yapılan kazılarda benzer yazıtlara ve şekil ya da resimlere rastlanması bunların bir tesadüften ibaret olamayacağını düşündürtüyor.
Aleviler Luvilerin Torunları mı?
Son iddia Luvilere ,başka komşu devletlerin Aluvi ismiyle hitap ettiği ve ayrıca “a” harfinin kelimenin başından düşürülerek “Luviler “kelimesinin türetildiği görüşünden yola çıkılarak bize çokta tanıdık olan kendilerine “Alevi’ler denilen toplumumuzun belli bir kesimini oluşturan insanların Luvi’lerin torunları olduğu iddiasıdır.
İddialarını sadece kelime benzerliğine dayandırmıyorlar. Alevi kelimesinin de aleve ait yani ışığa ait anlamına geldiğini belirtiyorlar.
Osmanlı devletinde Alevilere “Işık Taifesi” denilmesi de bu görüşün doğru olma ihtimalini kuvvetlendiriyor. Günümüzde de Alevilerin bazı kesimlerinde “Işıkçılık” ve “Işık Aleviliği” kavramları mevcuttur.
Luvilerin dinlerini anlatırken ezoterizm anlayışını benimsediklerinden yola çıkılarak bu inanca ait tüm sırların üstün algılama düzeyi olan, belli bir eğitimden geçen kişilere anlatıldığı belirtiliyor.
Belki de inisiyasyon yoluyla bu inanç hala günümüzde de devam etmekte ama tepki görmekten korkulduğu için saklanılmaktadır.
Malum inanç özgürlüğü gezegenimizde malesef özde değil sözdedir.Bu görüşü savunanlardan Erdoğan Çınar bu konuyla ilgili bir kitap yazmıştır.
Günümüz coğrafyasında halen kullanılmakta olan bazı dağ, tepe, ırmak adları onlara aittir ve dilimize onlardan geçmiş kelimeler mevcuttur. Aynı zamanda Sagallos antik kentindeki yerli halkla akrabalıkları keşfedilmiştir.
Kültürleriyle ve bıraktıkları miraslarıyla uygarlıkları etkilemiş haklarında bu kadar iddia ortaya atılan Luviler sizce gereken ilgiyi görmüş mü ya da yeterince sesleri duyulmuş mudur?
Kaynaklar: Luwian Studies Wikipedia, bilgesaman blog, Aleviliğin Kökleri/Erdoğan Çınar, Nebi Yıkaroğlu
Derleyen: Yasemin Aydın
Ref: http://biliyomuydun.com/138896
-
Sağolasın Cem reisim. Kafa karışıkllığım biraz düzeldi , nerden aklıma geliyor böyle şeyler diye. :)
-
Teşekkürler.
Mu, Atlantis, Eski uygarlıklar, İnisiyeler, Mısır rahipleri, Agarta, el yazmaları, Ölüler kitabı, öğretiler, ..............
Bayılırım ;D Benim için meditasyon gibidir. Her şey uzaklaşmamı sağlayan konulardır.
Elinizde, aklınızda ne varsa, burada paylaşın lütfen.
-
Denizcilik kısmını iyi dinlemek lazım.
-
Aa o zaman meşhur Truva atının aslında bir gemi olduğu iddiasını da buraya linkleyelim;
http://www.aktuelarkeoloji.com.tr/italyan-arkeolog-truva-ati-bilindigi-gibi-at-degil-bir-gemiydi
(https://mythagora.com/bios/images/ody3.jpg)
öZgür (tapatalk)
-
İskeleler doluyor, boşalıyor. Vapurlar iki yaka arasında mekik dokuyor. İstanbul Boğaz’ında sıradan bir gün...
Bu manzarada sıradan olmayan tek şey 37 yıldır boğazı selâmlayan bu minik fener. Denizde değil, karada da değil. Binaların omuz omuza verdiği Kabataş’ta bir apartmanın çatısında. O fener, denize tutkun bir adamın hayatını anlatıyor. Türkiye’nin ilk deniz feneri yapımcısı Orhan Kızıldemir’in...
35 yıl boyunca denizlerde çalışan Kızıldemir, 1979 yılında fener yapımını bırakıp emekli olduktan sonra denizden de, fenerlerden de kopamadı. 1980'de evinin bacasına da sembolik bir fener yaptı.
(https://i.hizliresim.com/g9QXj3.jpg) (https://hizliresim.com/g9QXj3)
[Kızıldemir 1980 yılında bacasına bu feneri yaptı. Fotoğraf: Orhan Kızıldemir'in arşivinden alınmıştır.]
Orhan Kızıldemir’in kızı Nilüfer Beygo, babasının fenerin yanına çıkıp gemilere ve denize baktığını anlatıyor:
"Güzel havalarda çıkar… Minicik bir radyosu vardı, pilli. Onu alır, saat 6'da fasıl başlardı. O fasılı dinler, denizi izlerdi. Her geçen gemiye dürbününü alır bakardı. Kaç grostonluk, kimin gemisi, nereye gidiyor, dolu mu, boş mu, ne taşıyor anında söylerdi babam ve biz şaşardık. Kopamadı, denizden kopamadı."
(https://i.hizliresim.com/ZOlY2G.jpg) (https://hizliresim.com/ZOlY2G)
[Bacadaki fener 37 yıldır boğazı selamlıyor. Fotoğraf: Umay Aktaş/ Al Jazeera]
140 fenerde onun izi var
Kılızdemir, meslek hayatı boyunca 28 deniz feneri yaptı. Tamir ettikleri ile birlikte 140’ın üzerinde fenerde izi var. Deniz fenerlerinin yanı sıra iskeleler de yaptı ve tamir etti. Denize tutkusu çocukluğuna uzanıyor. Denizcilik onun genlerinde var. Babası Ahmet Kızıldemir, çarkçıbaşıymış. Kızıldemir’in kızı Beygo, dedesinden babasına geçen deniz aşkını şöyle anlatıyor:
"Rahmetli babamın denize çok büyük tutkusu vardı. Hem babası ile seferlere gitmekten dolayı hem de deniz kenarında oturduğumuz için Kabataş’ta. Hatta çocukluğunda sandal kiralayıp Üsküdar’a geçerlermiş izinsiz. Dedemin seferden dönüşünü beklermiş. O zaman büyük gemiler Tophane’ye yaklaşıyor. Gelse de babam gemiye girsem, gemiyi görsem diye…"
İlk feneri 1945'te yapıyor
Kızıldemir’in babası "tehlikeli ve meşakkatli olduğu için" oğlunun denizci olmasını istemiyor. Kızıldemir, bu karara o kadar üzülüyor ki, yemeden içmeden kesiliyor. Sonunda babası razı oluyor. Ortaokul son sınıfta Heybeliada Deniz Lisesi'nin sınavlarına giriyor. Hikâyenin sonrası ömrü boyunca içinde taşıyacağı bir ukde.
"Babam ortaokul son sınıfta ikmale kalıyor. Ancak Deniz Lisesi, ikmale kalan öğrencileri almayacağını söylüyor. Babam o kadar etkilenmiş ki, yıllarca okulun bulunduğu Heybeliada’ya bile gitmemiş. ‘İçim el vermedi’ derdi. Sonra babam İtalyan Lisesi’ne gidiyor. Üniversite de edebiyat fakültesine gidiyor, coğrafya bölümünü bitiriyor. Sonra askere gidiyor ama aklında hep deniz sevgisi var. Askerdeyken yedek subay oluyor. Yedek subaylar maaş aldığı için o parayı biriktiriyor. 1500 lira, hiç unutmadığım bir rakamdır. Hep söylerdi babam. Onunla arkadaşıyla firma kuruyorlar. Bu firmada yapmak istediği şey iskeleler, deniz fenerleri, tamirler…"
(https://i.hizliresim.com/o6JEnb.jpg) (https://hizliresim.com/o6JEnb)
[Kızıldemir'in ilk yaptığı Finike Feneri'nin fotoğrafları arşivinde de yer alıyor. Fotoğraf: Orhan Kızıldemir'in arşivinden alınmıştır.]
Onu denize götürecek yolu fenerlerle buluyor
Türkiye’de 1938'e kadar deniz fenerlerinin inşaatını çoğunlukla Fransızlar yapıyor. 1938’den sonra çekiliyorlar. O sırada Kızıldemir ve arkadaşı ihaleye giriyor. Etrafındakiler "Bugüne kadar Fransızlar yapmış. Sen yapamazsın" diyor. Kızıldemir 1945’te ilk işi Finike Feneri’ni alıyor.
Kızıldemir, denizci olamıyor ama onu denizlere götürecek yolu fenerlerle buluyor. Yaptığı fenerlerle denizcilere selâm çakıyor. Günlerce süren yolculuklar, yapımı aylarca hatta yıllarca süren fenerlere imza atıyor:
"Akçay Karaburun Feneri, Şarköy İnceburun Feneri, Çanakkale Zincirbozan Feneri, Çanakkale Kilye Feneri, Çeşme Döküntaş Feneri, Güllük Feneri, Farelye Feneri…"
Kızı Beygo babasının zorlu yolculuklarını anlatıyor:
(https://i.hizliresim.com/lbAEBJ.jpg) (https://hizliresim.com/lbAEBJ)
[Kızıldemir ve ekibi, mavnasıyla fener yapımına giderken. Fotoğraf: Orhan Kızıldemir'in arşivinden alınmıştır. ]
Zincirbozan Feneri'ni 3 yılda yaptı
"Bir mavnası vardı babamın. Onlarla kumu, çimentoyu, yiyecekleri nevaleyi yüklerler. Mavnada yaşamak kolay bir şey değil. Giderlerdi öyle. Denizin içinde çok zor beton döküyorlardı. Bazı fenerleri yaparken karada döküyorlardı betonu, bazı fenerlerin yapımında betonu denizde döküp yüzdürüyorlardı. 32 mil yüzdürdüğü Zincirbozan Feneri'dir. O Zincirbozan Feneri'ni yaparken çok sıkıntı çekmişler. Bir de Kilye Feneri’ni yaparken. Onlar üç sene sürmüş. Zincirbozan’da artık 'Battım bittim' diyordu. Ama bittikten sonra da bir çocuğu gibi görürdü fenerleri. O kıyıdan geçerken ‘Bunu ben yaptım. Ne zorluklarla yaptım’ derdi."
(https://i.hizliresim.com/V3jE2Z.jpg) (https://hizliresim.com/V3jE2Z)
[Fotoğraf: Orhan Kızıldemir'in arşivinden alınmıştır.]
Kızıldemir'in evinin bacasına yaptığı son fener, yıllar sonra kavuştuğu ilk aşkının da tanığı. Kızı Beygo, o aşkı şöyle anlatıyor:
"Babamla annem görücü usûlü evlenmişler. Ben doğduktan iki sene sonra babam Üsküdar’da, üniversite arkadaşı ile karşılaşıyor. O evlenmemiş. Babam evlenmiş. Aralarında geçmişte küllendi denilen şey ortaya çıkıyor. Birkaç sene sonra babam geliyor ve anneme diyor ki; 'Ben ilk aşkımı gördüm, ayrılmak istiyorum.' Annem, nurlar içinde yatsın, o kadar hanımefendi kadındı ki, 'Tamam' diyor. Babam 1966 senesinde Şükran Abla ile evleniyor."
Bacadaki fener ile aşkını da selâmlıyor
Kızıldemir ve Şükran Hanım 13 yıl evli kalıyor. Sonrası yine ayrılık... Şükran Hanım hayatını kaybediyor. Kızıldemir yıllarca bacadaki feneri yakarak eşinin mezarını da selâmlıyor.
(https://i.hizliresim.com/nJ4EGV.jpg) (https://hizliresim.com/nJ4EGV)
[Kızıldemir, yıllar sonra ilk aşkı ile karşılaştı ve evlendiler. Fotoğraf: Orhan Kızıldemir'in arşivinden alınmıştır.]
"Şükran Hanım karşıda Küplüce’de köprünün ayağında gömülü. Boğaz Köprüsü tarafına baktığı vakit hissederdim ki Şükran Hanım'ı düşünüyor. Onunla geçirdiği günleri düşünüyor. Fenerin ışığını yakabildiği zamanlar da selâm yollardı."
Kızıldemir, 2008 yılında 95 yaşında hayatını kaybetti. Eşi Şükran Hanım'ın yanına defnedildi. Kızı Beygo, "Annem babamın kabrine gitmek isterdi. Götürürdüm ama ikisinin aynı yerde yattığını ölene kadar bildirmedim. Çünkü annem de babamı çok sevmişti" diyor.
Denizcilik tarihi arşivi
Kızıldemir'in deniz tutkusu bugün ise arşivinde yaşıyor. Emanetine kızı gözü gibi bakıyor. Oturdukları apartmanın bir katı babasının denizcilik tarihine dair belgeler, fotoğraflala dolu. Arşivde, gemilerin loyt kayıtlarından, Kızıldemir’in yaptığı fener ve iskelelerin aşama aşama fotoğraflarına kadar pek çok bilgi ve belge var. Kızıldemir’in 18 yıl boyunca peşinden koştuğu, bilinenin yanlış olduğunu söylediği gerçek Bandırma Vapuru’nun fotoğrafı, çarkı, saati de arşivde.
(https://i.hizliresim.com/vJ3Zoz.jpg) (https://hizliresim.com/vJ3Zoz)
[Kızıldemir'in kızı Beygo, babasının arşivindeki Bandırma Vapuru'nun saati ve çarkına çok önem verdiğini anlatıyor. Fotoğraf:Umay Aktaş/Al Jazeera]
Denizcilik tarihiyle ilgilenenler, öğrenciler arşivin kapısını çalıyor. Hayatını kaybetmesine rağmen kızı, Kızıldemir’in ev telefonu kapattırmadı. Arşiv için arayan herkese yıllardır yardımcı oluyor. Beygo, "Babam vefatından önce bir vasiyetname ile arşivini İTÜ Denizcilik Fakültesine bıraktı. 5-6 resmi aldırdılar. Öğrencileri de ihtiyaç duyduklarında yolluyorlar. Ancak arşiv gerektiği kıymeti görmedi. Bunlar neticede bilgisayar ortamına geçirilseydi... Resimler de, kağıtlar da sararıyor. Eski Türkçe belgeler de var. Gözüm gibi koruyorum ama bir noktaya kadar" diye konuşuyor
Umay Aktaş Salman'ın Aljazeera için yaptığı röportaj
-
1990 yılında bir vesileyle misafiri olmuştum o inanılmaz mekanına. Eski İstanbul beyefendisi tanımının vücut bulmuş haliydi Orhan bey. Mekanın her yerinde üzerine, arasında notlar alınmış kitaplar, müthiş bir manzara, mütevazı ama gözümü aşilamadığım mobilyalar. Taş plaktan Münir Nurettin dinlerken, Çin porseleni fincanlarda çayımızı içip, ağzından çıkan her harfi dikkatle dinlediğim bir iki saat hepi topu. Ama hala özlemle hatırlarım. Şanslıymışım...
SM-N9000Q cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Kesinlikle şanslıymışsın.
En azından o zamanlar ;D
-
:))))
SM-N9000Q cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Bu söz buraya yakışır diye buraya yazıyorum.. Bilin bakalım kim demiş..
Karamsarlar rüzgardan şikayet eder, iyimserler değişmesini bekler, gerçekçi olanlar ise yelkenlerini ayarlar..
iyi di mi..
-
W.A.W beeee ;)
-
Tarihin tozlu arşiv sayfalarından.
Gazeteci büyüğümüz Feridun Fazıl Tülbentçi'nin yazılarının dijital kopyaları.
(Sağ tıklayıp "resme bak" derseniz tam boyut gürürsünüz)
(https://i.hizliresim.com/kXV3OJ.jpg) (https://hizliresim.com/kXV3OJ)
(https://i.hizliresim.com/a1kJz2.jpg) (https://hizliresim.com/a1kJz2)
(https://i.hizliresim.com/YOz2gk.jpg) (https://hizliresim.com/YOz2gk)
(https://i.hizliresim.com/8Np0Y1.jpg) (https://hizliresim.com/8Np0Y1)
-
(https://i.hizliresim.com/EyvnDg.jpg) (https://hizliresim.com/EyvnDg)
-
(https://i.hizliresim.com/jQlP6W.jpg) (https://hizliresim.com/jQlP6W)
-
(https://i.hizliresim.com/1Gzm65.jpg) (https://hizliresim.com/1Gzm65)
(https://i.hizliresim.com/LO97lV.jpg) (https://hizliresim.com/LO97lV)
(https://i.hizliresim.com/rJPB5P.jpg) (https://hizliresim.com/rJPB5P)
(https://i.hizliresim.com/7yREal.jpg) (https://hizliresim.com/7yREal)
(https://i.hizliresim.com/POX418.jpg) (https://hizliresim.com/POX418)
(https://i.hizliresim.com/g9mzrN.jpg) (https://hizliresim.com/g9mzrN)
-
(https://i.hizliresim.com/vJMdNm.jpg) (https://hizliresim.com/vJMdNm)
-
(https://i.hizliresim.com/1GzmZY.jpg) (https://hizliresim.com/1GzmZY)
-
(https://i.hizliresim.com/rJPBNV.jpg) (https://hizliresim.com/rJPBNV)
Bu çalışmaların tamamı Salt araştırma grubu tarafından yapılmış, kategorilendirilmiş ve dijital kopyaları çıkarılarak, kaybolması önlenmiştir. Kendilerine teşekkür ederiz.
-
Kaan , eline sağlık, daha okumadım.. Sabah, sıkı bir Türk kahvesi eşliğinde iyice uykumu almış olarak, billur gibi bir algı ile okumak istiyorum. Ancak bu bölüm foruma ayrı bir hava veriyor gerçekten. :)xx :)xx
-
Teşekkür ederim :)
-
Bu bölüm hazine adası gibi oluyor gitgide. Eline sağlık Kaan cım.
-
Teşekkür ederim abi.
Herkesin paylaşımına açık sonuçta. Hep beraber ilginç bir okuma bölümü oluşturacağımıza inanıyorum.
-
İçimde sevgili öğretmenimin vasiyeti hep durdu...Ölümünden bir iki gün önce Mehmet H.Doğan'a yaptığı sözlü vasiyette şöyle demişti, dünya ile yaşıt olan,o koca Halikarnas Balıkcısı ;'Ne diyorum şimdi ben! Bunca yıl kafa patlatmışım,bir şeyler koymuşum ortaya,bunları kullanacaksınız. Yani benim aklımı kullanacaksınız, başkaları da sizden öğrenecek bir şeyler..."Bu günlerden tam 40 yıl önce bana verdiği kitabına ise 'denizci sende senden sonrakilere anlat' yazmıştı... Onun aydınlık insanlara bıraktığı 3 bin yıllık kültür mirasını ve Arşipel'den Ege'ye, benzerinin dahi tekrar yazılması mümkün olmayan şiirsel deniz edebiyatını ifade edebilecek tek kalem, yine onun kalemidir.. -Haldun Sevel-
Bahri Sefid Akdeniz
Anadolu Akdeniz kıyılarının başka denizlerde rastlanmayan kimi özelliklerinden söz edeceğiz.Bu özellikleri yabancılar bilmez.Biz de pek farkında olmayız.Yakamozlar her denizde az çok vardır.Ama ne kadar çok da olsalar Akdeniz'deki kadar değildir.Kayıkla kıyıdan geçin,kayık bir gece donanma şenliği üzerinden kayar sanki.Denizde bir fener alayı olur.Suda havai fişekleri uçar,süzülür,patlar,dört yana renk renk pırıl pırıl yıldızlar savrulur.Bir sürü çarkıfelekler fırıl fırıl döner,maytaplar alevlenir,kıvılcımlar savrulur.Elinizi batırın suya,gövdeniz karanlıkta görünmez ama suya batırdığınız eliniz ay hamurundan olur.Kendinizi kaldırıp denize atın,tepeden tırnağa gövdeniz ışıktandır.Yakomozlar içine gömülü bir nur parçası olursunuz.Bir dönünüz denizde,bir alev burgacı döner.Elinizi bacağınızı sallayınız,karanlık sularda samanyolları yaratırsınız.
Akdeniz suları mikroskobik yaratıklarla yüklüdür.Parmağınızı denize batırınız,su hafifçe süner ve yapışkandır.İnsan da dahil bütün canlıların en erken temsilcileri,o Akdeniz sularına denizsütü dedirten o mikroskobik yaratıklardır.Doyuruculuk ve yaratıcılık topraklarda bilinir hep.Oysa asıl analığın timsali denizdir.Akdeniz -denizsütüyle- engin bir memedir.
O denizsütü kimi gece Akdeniz'de yakılan kükürt gibi mavi mavi parlar.Ama çoğu kez elektrikli bir aklıkla yanar.Akdeniz Anadolu kıyılarında boydan boya aydınlanır.Bu aydınlanış hayatın şafağıdır.İşte bu nedenle Akdeniz'e "Bahri Sefid Akdeniz" denir.Ölenler nur içinde yatarlar ya; nur içinde olmak için ölmek gerekmez.Her yıl Akdeniz'e gidip nur içinde yüzmeli.
Hele ay ışığı Akdenizine ne demeli? Ayın görünüşüyle beraber,Anadolu bir peri masalına döner.Denizden ay ışığı akıta akıta ay ışığından bir gövde olarak çıkarsınız...
Halikarnas Balıkçısı
Meraklısına notlar :
Bahr-i Sefid - Osmanlıcada "Akdeniz"
Cezayir-i Bahri Sefid: Barbaros Hayreddin Pasa'nin adini taşıyan Kaptan Pasa Eyaletinin 16. yüzyıl sonlarindan itibaren Osmanli idari taksimatinda taşıdığı isim. 1867'de kabul edilen vilayetler nizamnamesi ile Biga, Midilli, Sakiz, Rodos, İstankoy ve Kıbrıs sancaklarini da içine alan bir vilayet haline geldi. Vilayet merkezi ise sirasiyla kale i sultaniye (Gelibolu), Sakiz ve Rodos oldu.
-
Öğlen molanızda, plazalarda ki masalarınızın başında, kahvenizi yudumlarken sizi iş yükünden kurtaracak bir kaç satıra hazır mısınız?
VICTOR HUGO Deniz İşçileri
Ta eski çağlardan, insanoğlunun kaosun yabanıl uğultusunu vurgulaya vurgulaya sesini yükselttiği, çığlıklarını, hâlâ tufanın balçığına bulanmış yeryüzünün üzerinden geçen esintilere, ilk ateşin parıltılarına kattığı o oluşumun bulanık şafağından gelen efsanevi bir destan; bir mitoloji masalı ;
İşte bu nedenle, pek çoğumuzun çocukluğunda okuyup da bir daha yeniden ele almadığı bu kitap yazarı ve yazıldığı tarih bilinmeyen öykülere benziyor. Aslında zaten biz de onu toplum sahneleriyle, o otoportreleriyle karşılaştırmaktan kesinlikle kaçınıyoruz. İnsanların kötülüğünün çalışmaktan, üretmekten uzaklaştırıldığı gemi kalıntısını denizin, kasırganın, ahtapotun elinden çekip kurtarmaya uğraşan Gilliatt’ın akıliara durgunluk veren girişimi, genç adamın adımlarını, en eski alfabenin harflerinin okunduğu, bir düşselin koyduğu taşların sıralandığı yolu izleyerek insanoğlunun yeryüzünde belirdiği tarihin belirtilebileceği adımların içine oturtuyor.
Tam tamına bir yüzyıl önce kaleme alınan bu sayfalarda, doğa güçlerinin bütün şiddetlerini henüz olduğu gibi korudukları, dünyanın kuruluş döneminin şiirini buluyoruz. Ama, aynı zamanda insanoğlunun öğrenme, dünyaya alışma, aşamaya başlama evresinin bir şiiridir bu. Âdem gözlerini açar ve başında dünyanın hesaba katmak zorunda olduğu bir ölçüyü yansıtır. Gilliatt çocukluk ve doğa durumundan, yetişkin, ergin yaşamın çarpışmalarına, savaşımlarına ve kavgalarına geçer hemen.
Bu duruma, hiç de kendisine uygun olmayan o çocuk-kadının, Deruchette’in gönlünü fethedebilecek yetenekte kibar, zarif bir roman kahramanı gibi midir Gilliatt?
İnsanoğlunun gönençli, mutlu bir toplumun temellerini atmak için dünyaya geldiğini kanıtlamak isteyen Robinson Crusoe gibi midir?
Hayır, efendim.
Gilliatt toplumu yeniden yalnızlığın içine atmaz; toplumsal üstünlüklerini de orada kazanmaz. Doğa güçleriyle dünyada bir başına boy ölçüşmek için insanlardan ayrılır ve onların içine yeniden karışır karışmaz da yeniden Okyanus’un bağrına döner.
Burada, romanın kahramanı ve Moby Dick’in son satırlarında olduğu gibi: “beş bin yıl önce olduğu gibi kefenini yuvarlayarak”, son sayfada yeniden onun üzerine kapanıp izini bile yok eden denizden başka çift yoktur.
Mitoloji ateşinin, bir topluma ait olan ve bir insan yazgısına kavuşan birisi tarafından çalındığını çok iyi biliyorum. Olağanüstü bir elipsle, Deniz İşçileri, en yaşlı efsane yazarını, hemen çağdaş bir bilinçle birleştirir. Sanki, beş bin yıldan beri o ıssız kayasının üzerinde terk edilen Gilliatt, XIX. yüzyılda, bir sabah, Fransa kıyılarının hemen pek yakınında uyanıvermiş gibi…
Elleri bomboş değildir. O uyurken, Tarih yürümüştür. Sahilleri aşındıran, örenleri yontan Zaman’ın dişleri arasında, -doğrudur, yıktığından fazlasını getiren- insanoğlunun da dişleri vardır.
Onun adı da, karlı patikadaki Gilliatt’ın adı gibi, dünyanın bütün alanında görünür hale gelmeye başlıyor.
Münzevi keşiş, kuşların çıplaklığını bölüşmek için yerleşmiyor yuvasına. O oraya Durande’ın makinesini geri almak için gelmiştir. Geri kalanı, batık geminin ahşap kesimleri, araç gereçlerin madeni terk edilebilir. Her ne pahasına olursa olsun, sadece ve sadece makine kurtarılmalıdır; o bizi yeniden tarih öncesinin yavaşlıklarına düşmekten kurtaracaktır, o kesin ivmedir, en kestirme yoldur.
Ve küçük bir bölüm ekleyelim. Ahtapotun muhteşem anlatımı
CANAVAR
"Ahtapota inanmak için onu görmek gerekirdi. Eski su ejderhaları ahtapotun yanında gülünç kalır.
Kimi zaman insanın, düşlerimizde yüzen o ele geçmezin çizgilerinin belirdiği mıknatıslara rastladığını, düşün bu karanlık sabitleşmelerinden de yaratıkların çıktığını düşüneceği gelir. Bilinmez, mucizeyi emrinde hazır tutar, canavarı meydana getirmek için ondan yararlanır. Orfeus, Omeros, Hesiodos ancak düşsel canavarlar yaratabilmişlerdir.
Ahtapotu Tanrı yarattı.
Tanrı, isterse, iğrençte kusursuza erişir.
Bu istencin nedeni, niçini dindar düşünürü dehşete salar. Bütün ülküleri kabul edersek, dehşet bir amaçsa ahtapot bir başyapıttır.
Balinada muazzamlık vardır, ahtapot küçüktür; suaygırının bir zırhı vardır, ahtapot çıplaktır; yararaka yılanının ıslığı vardır, ahtapot dilsizdir; gergedanın tek boynuzu vardır, ahtapotun boynuzu yoktur; akrebin iğnesi vardır. Ahtapotun iğnesi yoktur; çıyanın kıskaçları vardır, ahtapotun kıskaçları yoktur; maymunun tutucu kuyruğu vardır, ahtapotun kuyruğu yoktur, köpekbalığmın keskin yüzgeçleri vardır, ahtapotun yüzgeçleri yoktur; iri kulaklı yarasanın tırnaklı kanatları vardır, ahtapotun kanatları yoktur; kirpinin dikenleri vardır, ahtapotun dikenleri yoktur; kılıçbalığmın palası vardır, ahtapotun palası yoktur; tor-pilbalığının yıldırımı vardır, ahtapotun yıldırımı yoktur; karakur-bağanın bir virüsü vardır, ahtapotun virüsü yoktur; engerek yılanının zehiri vardır, ahtapotun zehiri yoktur; aslanın pençeleri vardır, ahtapotun pençeleri yoktur; uşakkapan kuşunun gagası vardır, ahtapotun gagası yoktur; timsahın çenesi vardır, ahtapotun dişleri yoktur.
Ahtapotun kendine özgü kütlesi yoktur; korkutan, gözdağı veren bağırması, zırhı, boynuzu yoktur; iğnesi yoktur; kıskacı yoktur; tutucu ya da yaralayıcı kuyruğu yoktur; kesici yüzgeçleri, tırnaklı kanatları yoktur; dikenleri yoktur; kılıcı yoktur; elektrik akımı yoktur; virüsü yoktur; zehiri yoktur; pençeleri yoktur; gagası yoktur; dişleri yoktur. Öyleyken, ahtapot gene de hayvanların en korkunç silahlısıdır.
Ahtapot nedir öyleyse? Bir vantuzdur.
Açık denizlerin sığ kayalıklarında; suyun bütün gösterişlerini yaydığı, gizlediği yerlerde; gezilmeyen kayaların çukurlarında; bitkilerin, kabuklu hayvanların bol olduğu bilinmez mağaralarda; okyanusun derin kapılarının altında; yörenin güzelliğinin çekiciliğine kapılıp da oraya giren bir yüzücü böyle bir karşılaşma tehlikesindedir. Böyle bir rastlantıyla kaşılaşırsanız, meraka kapılmayın, kaçın. İnsan oraya gözleri kamaşarak girer, dehşetle çıkar.
Açık denizin kayalıklarında karşılaşabileceğiniz bu rastlantı bakın nasıl bir şeydir:
Kurşunimsi bir şekil suyun içinde dalgalanır. Kol kalınlığındadır, yarım arşın kadar uzunluğu vardır. Bu bir paçavradır; sapsız, kapalı bir şemsiyeye benzer. Bu paçavra azar azar size doğru ilerler. Birdenbire açılır, iki gözü olan bir yüzün çevresinde sekiz kol birden uzanıverir. Bu kollar canlıdır; dalgalanmalarında alevlenmeler vardır. Bu bir çeşit tekerlektir; açık haldeyken bir buçuk metre çapındadır. Korkunç açılma. Bu korkunç şey üzerinize atılır.
Deniz ejderi insanı zıpkınlar.
Bu hayvan avının üzerine yapışır, onu örter, uzun şeritleriyle bağlayıp düğümler. Hayvanın altı sarımtıraktır, üstü toprak rengi. Bu anlatılamaz toz rengini hiçbir şey tanımlayamaz; suda yaşayan, külden yapılmış bir hayvan sanırsınız. Biçim bakımından örümcekgillerdendir, renk bakımından da bukalemun. Öfkelenince mosmor olur Korkunç şey:
Yumuşaktır da.
Onun düğümleri insanı sımsıkı bağlar; inme inmiş gibi olursunuz.
Görünüşü iskorbütü, kangreni andırır. Canavarlık biçimine girmiş hastalıktır o.
Onu çekip koparamazsınız. Avına sıkı sıkıya yapışır. Nasıl? Boşlukla. Başlangıçta geniş olan sekiz kol giderek incelir, iğne gibi sona erer. Her birinin altında, birbiri yanı sıra, gitgide ufalan kabarcıklar uzanır; büyükler başa yakındır, küçükler uçtadır. Bunlar iki sıradır, her sırada da yirmi beş kabarcık vardır. Demek ki her kolda elli, bütün hayvanda da dört yüz kabarcık. Bu kabarcıklar vantuzlardır.
Bu vantuzlar boru biçiminde, kıvrık, morumsu kıkırdaklardır. Büyüklerde bunlar beş franklık madeni paranın çapından bir mercimek büyüklüğüne kadar küçülerek gider. Bu boru parçaları hayvandan çıkar, geri döner.
Bunlar avın içine iki, üç santim saplanabilirler. Bu emme aracında bir kalevyenin bütün inceliği vardır. Doğrulur, sonra kaçar. Hayvanın en ufak isteklerini yerine getirir. En ince duyarlılıklar bile hayvanın iç hareketleriyle dış olayları ayarlayan bu vantuzların büzülebilme yeteneğine erişemez. Bu ejderha duygulu bir yaratıktır.
Denizcilerin "ahtapot", bilimin "kafadanbacaklı", efsanenin de "kraken" adını verdiği canavardır bu. ingiliz gemiciler ona devil-fish (şeytan-balık) derler. Blood-sucker {kan emici) adını da verirler. Manş Denizi adalarında "ahtapot" denir.
Ahtapot Guernesey'de pek seyrektir, Jersey'de çok küçüktür, Serk'teyse çok büyüktür, sık da rastlanır.
Buffon yayınlarından, Sonnini'nin yaptığı bir estamp bir savaş gemisini kollarında sıkan bir "ahtapof'u gösterir. Denis Montfort yukarı enlemlerde ahtapotun bir gemiyi gerçekten batırabilecek güçte olduğunu söyler. Bory Saint-Vincent bunu yalanlar ama, bizim bölgelerimizde insana saldırdığını kabul eder. Serk'e gidin, Brecq-Hou yakınında, bir ahtapotun, birkaç yıl önce, bir İstakoz avcısını yakalayıp boğduğu kaya çukurunu size gösterirler. Ahtapotun yüzgeçleri olmadığı için yüzemeyeceğini sanmakla Peronla Lamarck aldanıyorlar.
Bu satırların yazarı Serk'te bir mağarada bir ahtapotun yüze yüze bir yüzücüyü kovaladığını kendi gözleriyle gördü. Öldürüldükten sonra onu ölçtüler, bir boydan bir boya bir buçuk metreydi, dört yüz de emici vardı. Hayvan, can çekişirken, kıvrana kıvrana onları dışarıya doğru itiyordu.
Yüksek derecedeki içgüdüsünün büyücülüğe kadar indirdiği ya da çıkardığı o gözlemcilerden birine, Denis Montfort'a göre ahtapotta aşağı yukarı insanların bütün tutkuları vardı. Bu arada, ahtapot nefret eder. Gerçekten de, salt düşüncede, iğrenç olmak nefret etmek demektir.
Biçimsiz, çirkin olan bir şey yok etme gereksinimiyle çırpınır ki bu da onu düşman haline getirir.
Yüzen ahtapot, denebilir ki, kılıfın içinde durur. Bütün kıvrımlarını sıkı sıkı kapatarak yüzer. İçinde bir yumruk olarak dikilen bir elbise kolunu gözlerinizin önüne getirin. Hayvanın başı olan bu yumruk sıvıyı iter, belirsiz bir dalgalanmayla ilerler, iki gözü, büyük olmakla birlikte su renginde oldukları için, pek belirli değildirler.
Ahtapot avlanırken ya da pusuda yatarken, göze görünmez; küçülür, toparlanır; en basit haline gelir. Alacakaranlıkla karışır. Dalganın bir kıvrımına benzer. Canlı bir şeyden başka bir şeye benzer.
Ahtapot ikiyüzlüdür. Ona aldırış edilmez; birden, açılıverir. istenci olan bir yapışkanlık, bundan daha dehşet verici ne olabilir! Kinle yoğrulan ökse.
Denizin bu obur iğrenç yıldızı berrak suyun en güzel mavisinde birdenbire ortaya çıkıverir. Yaklaşması yoktur; işte bu korkunçtur. Hemen hemen daima insan onu gördüğü anda yakalanır.
Yalnız, gece, özellikle de çiftleşme mevsiminde, ahtapot yakamozlanır.
Bu korkunç şeyin aşkları da vardır. Evlenmeyi bekler. Kendini güzelleştirir, yanar, aydınlanır, sonra da bir kayanın tepesinden, onun aşağıda, kapkara derinliklerde soluk bir ışıldamayla, hayalet güneş gibi, yayıldığı görülür.
Ahtapot yüzer; yürür de. Ahtapot bir parça balıktır, bu onun bir parça da sürüngen olmasına engel değildir. Denizin dibinde sürünür. Yürürken sekiz ayağını da kullanır, tırtıl gibi sürüklenir.
Ahtapotun kemiği yoktur, kanı yoktur, eti yoktur. Gevşektir, içinde hiçbir şey yoktur. Bir deridir. Sekiz kolu da bir eldivenin parmakları gibi içten dışa çevrilebilir.
Gövdesinin ortasında bir delik vardır. Bu tek boşluk anüs mudur, ağız mıdır? Aynı zamanda her ikisidir.
Aynı delik iki işi de yerine getirir. Hem giriş, hem çıkıştır. Hayvan baştan başa soğuktur.
Bu Akdeniz etoburu iğrençtir. Yüzücüyü saran, ellerin içine battığı, tırnakların içine göçtüğü, öldüremeden yırtılan, çıkaramadan koparılan, parmaklarınızın arasından geçen bu kaygan, yapışkan yaratıktan, şu canlı jelatinden dokunması daha iğrenç bir şey olamaz; hiçbir korku, şaşkınlık sekiz yılanın hizmet ettiği şu Medusa'nın, ahtapotun birdenbire ortaya çıkıverişine şu eşit olamaz.
Ahtapotun kucaklamasına benzer şaşırtıcı, heyecan verici bir kucaklama daha yoktur.
Size saldıran bir hava makinesidir. Ayakları olan boşlukla uğraşmak zorundasınız. Ne tırnak ne diş, anlatılamaz bir hacamat. Isırma korkunçtur ama, emilme kadar değil. Vantuzun yanında bir pençe hiçtir. Pençede, etinize giren palvandır; vantuzda hayvanın içine giren sizsiniz. Kaslarınız şişer, lifleriniz kıvrılır, deriniz iğrenç bir ağırlığın altında çatlar, kanınız fışkırır, korkunç bir şekilde yumuşakçanın akkanına karışır. Hayvan binlerce iğrenç ağzıyla sizin üzerinize gelir. Deniz ejderi insanla tek vücut olur; insan deniz ejderine karışır. Artık ikiniz bir teksinizdir. Bu hayal sizin üzerinizdedir. Kaplan ancak sizi yiyebilir; ahtapotsa -korkunç- sizi soluğuyla içine çeker. Sizi kendine, içine çeker; siz de, bağlı, ökseye tutulmuş, güçsüz-kuvvetsiz, yavaş yavaş bu korkunç çantanın içine boşalır gibi olursunuz; bu çanta bir canavardır.
Diri diri yenme korkunçtur; bunun da ötesinde anlatılamaz derecede diri diri içilmek vardır.
Aşırı ihtiyat alışkanlığıyla bilim önce bu hayvanları kabul etmez, hatta olaylar karşısında bile; sonra da onları incelemeye karar verir; onları kesip biçer, sınıflandırır, kataloglara geçirir, üzerlerine birer etiket yapıştırır; onları müzelerde cam altına yerleştirir; terimler sözlüğüne girerler; bilim onları yumuşakçalar, omurgasızlar, ışınlılar diye niteler; yakınlarını bulur; mürekkepbalıklarının biraz ötesinde, sepia'ların biraz berisinde.
Bilim bu tuzlu su ejderlerine tatlı suda bir benzer bulur; su örümceği. Onları büyük, orta, küçük türler diye böler; büyüğüne karşılık küçük türü daha kolaylıkla kabul eder, bu da zaten bütün dallarda bilimin eğilimidir. Bilim teleskobik olmaktan çok mikroskobiktir. Onların yapılışına bakar, "kafadanbacaklılar" adını verir, dokunaçlarını sayar, "sekizayaklılar" adını verir. Bunu yaptıktan sonra, onları orada bırakıverir. Bilimin bıraktığı yerden onları felsefe alır.
Felsefe de bu yaratıkları inceler. Bilimden hem daha yakına, hem daha uzağa gider. Felsefe onları teşrih masasına ya-tırmaz; onları düşünür. Neşterin çalıştığı yerlere varsayımları sokar. Son nedeni araştırır. Düşünürün derin tasası. Bu yaratıklar onu hemen hemen yaratıcı üzerinde kaygıya düşürür. Bu hayvanlar beklenmedik, iğrenç şeylerdir.
Düşünceye dalanın oyun bozanlarıdır. Düşünen çılgınca onları görür. Onlar kötülüğün istenilen biçimleridir.
Yaradılışın bu kendi kendine olan küfürleri önünde ne hale gelmeli?
Kime kızmalı?
Olabilirlik korkunç bir dölyatağıdır. Bilmece canavarlar halinde somutlaşır. Bu kütleden, parça parça karanlıklar çıkar; ölümsüzlük. Bunlar birbirini yırtar, birbirinden ayrılır, yuvarlanır, yüzer, yoğunlaşır, çevredeki karanlıktan borçlar alır, bilinmez kutuplanmalara uğrar, hayat bulur, karanlıkta bilinmez hangi biçime girer, miyazmayla da bilinmez hangi ruha bürünürler; ölü ruhlar olarak, canlılığın içinde dolaşırlar. Bu, hayvan haline gelmiş koyu karanlıklar gibi bir şeydir. Ne yararı var? Bu ne işe yarar? Sonsuz soru.
Bu hayvanlar canavar oldukları kadar hayalettirler de. Onlar hem kanıtlanmıştır, hem de olasılık dışıdırlar. Var olmak onların gerçeğidir, olmamak onların hakkıdır.
Ölümün iki can; İdaridir. Onların mantıksızlıkları varlıklarını zorlaştırır. Akıl sınırının yakınındadırlar, hayal sınırını doldururlar. Siz "Vampir yoktur" diyorsunuz, ahtapot ortaya çıkıyor. Onların kaynaşması bizim güvenimizi şaşırtan bir gerçektir. Bununla birlikte, gerçek olan iyimserlik onların karşısında hemen hemen ne yapacağını şaşırır. Onlar kara dairelerin görülen uçlarıdır. Bizim gerçeğimizden bir başkasına olan geçici işaretlerdir. Düşünürün gecenin bodrum penceresinden belli belirsiz fark ettiği o korkunç yaratıklar başlangıcına aitmiş gibidirler.
Önce görülmezin içinde, sonra da olabilirin içinde, bu canavarları büyücülerle filozofların kendinden geçmeleri, sabit bakışları seçer gibi olmuş, belki de görmüştür.
Cehennem diye bir yerin bulunabileceği düşüncesi işte bundan gelir. Şeytan görünmezin kaplanıdır.
Ruhların yırtıcı, vahşi hayvanını insanlara iki hayalci açıkladı; birinin adı Yuhanna, ötekinin adı Dante Gerçekten de karanlık çemberleri sonsuzluğa kadar sürüp gidiyorsa bir halkadan sonra bir başka halka geliyorsa, bu hep böyle sınırsız bir ilerlemeyle sürüyorsa, bizim şüphe etmeye kararlı olduğumuz bu zincir gerçekte varsa, şurası kesindir ki bir uçtaki ahtapot öbür uçtaki Şeytan'ı kanıtlar. Bir uçtaki kötünün öbür uçtaki kötülüğü kanıtladığı bir gerçektir.
Her kötü hayvan, bozuk ahlaklı her zekâ gibi, bir sfenkstir. Korkunç bilmeceyi soran korkunç sfenks.
Kötülüğün bilmecesi.
Büyük düşünürleri çifte tanrıya doğru Manes mezhebinde-kilerin korkunç ikiyüzlülüğüne doğru eğen işte kötülüğün bu mükemmelliği, kusursuzluğudur.
Son savaşta, Çin imparatorunun sarayından çalınan bir Çin ipeklisi, tırtılı yiyen kırlangıcı, kırlangıcı yiyen kartalı, kartalı yiyen yılanı, yılanı yiyen timsahı, timsahı yiyen köpekbalığını temsil eder.
Gözlerimizin önündeki bütün doğa hem yer, hem yenir. Avlar birbirini ısırır.
Bununla birlikte, bilginler, aynı zamanda filozof olan, böylelikle de yaradılışa karşı iyi niyet sahibi olan bilginler açıklamayı bulurlar ya da bulduklarını sanırlar. Hele son hedef, daha sonraları Geoffroy Saint-Hilaire'in Cuvier'ye karşı olduğu gibi, Buffon'a karşı olan şu gizemli düşünürü, Bonnet De Gene-ve'i pek şaşırtmıştır. Açıklama şu olabilir: Ölüm her yerde olduğu için her yerde bir şeylerin gömülmesini istiyor. Yırtıcılar gö-mücülerdir.
Bütün yaratıklar birbirinin içine girer. Çürüme besindir. Yeryuvarlağının korkunç temizlenmesi. Et yiyici olan insan da bir gömücüdür. Hayatımız ölümden meydana gelmiştir. Korkunç yasa böyledir. B
Bizler mezarız.
Bizim alacakaranlık dünyamızda düzenin bu kaçınılmazlığı canavarları oluşturur. Siz: "Neye yarar?" dersiniz. Bu böyledir. Bu bir açıklama mıdır? Bu, sorunun karşılığı mıdır? Peki öyleyse, neden başka bir düzen yok? Soru yeniden ortaya çıkıyor. Yaşayalım! iyi, hoş ama, çalışıp çabalayalım da ölüm bize ilerleme olsun. Daha az karanlık dünyalar isteyelim.
Bizi oraya götüren bilincin ardından gidelim. Çünkü şunu asla unutmayalım ki iyi, ancak iyiyle bulunur."
-
Hugo'nun Deniz İşçilerini babamı kaybettiğim 1975 haziranında orijinal dilinden okumuştum.
Gilliatt'ın çabasını 20 yaşında değerlendirmek ile sonraki okumalarda, belki 40'lı ve en son 6o'lı yaşlarda okumak arasında devasa farklar oldu.
Deniz İşçileri her denizcinin okuması gereken bir kitap ama her "insan"ın da okuması gerektiğine inandığım bir "baş yapıt"
Bu arada, tabii, biz ahtapotlara artık Hugo'nun karasal gözünden bakmıyoruz. :) :)
-
Bu arada, tabii, biz ahtapotlara artık Hugo'nun karasal gözünden bakmıyoruz. :) :)
Zuzaylılar ;D
-
Latin ve antik Yunan edebiyatını seviyor musunuz ?
Tüm eserlerin orjinal ve ingilizce olmak üzere yayınları. Bir sayfada orjinalini görüntülerken diğer sayfada ingilizcesini okuyabilirsiniz.
Aklınızda bulunsun, her yerde bulamazsınız.
https://ryanfb.github.io/loebolus/
-
Üfff çok değerli bir külliyat, teşekkürler. Gerçi greklerin, işin esasını Mısır’dan aldıktan sonra özellikle teolojik ve felsefi konuları helenleştirmek adına içine epeyi ettiklerini biliyoruz, ama yine de çok değerli. Teşekkürler
BALIM SY
-
Öğlen molanızda, plazalarda ki masalarınızın başında, kahvenizi yudumlarken sizi iş yükünden kurtaracak bir kaç satıra hazır mısınız?
VICTOR HUGO Deniz İşçileri
Abi naptın ya. Zaten burada yaptığın paylaşımları tam okuyamamışken, benim hayal dünyamın eserini paylaşmışsın. Bu yüzden gerçek ahtapotu görene kadar ahtapottan tırsmışımdır yıllarca.
Deniz İşçileri her denizcinin okuması gereken bir kitap ama her "insan"ın da okuması gerektiğine inandığım bir "baş yapıt"
Cem Abi çok doğru bir tespit.
-
KAYIKEVİ, HEPİNİZE İYİ YILLAR DİLER.
YENİ YIL HEDİYESİ OLARAK, VIRGINIA WOOLF KİTAPLIĞI HİZMETİNİZDEDİR.
https://yadi.sk/d/kzE_j3PF3NZj4C
-
KAYIKEVİ, HEPİNİZE İYİ YILLAR DİLER.
YENİ YIL HEDİYESİ OLARAK, VIRGINIA WOOLF KİTAPLIĞI HİZMETİNİZDEDİR.
https://yadi.sk/d/kzE_j3PF3NZj4C
Aşırı doz uyguluyosun. Cemaat yetişmekte zorlanıyor. :)
Bu arada Kayıkevinin Reisine de iyi yıllar, paylaşımların için çek teşekkürler eline emeğine sağlık.
-
Rica ederim, :)
Bu yıl, umarım herkesin bacası böyle olur ama bakalım artık, 2019'a daha var ;D
(https://i.hizliresim.com/nJvP0g.jpg) (https://hizliresim.com/nJvP0g)
-
Issız Bir Adada 4 Yıl Hayatta Kalan Gerçek Robinson, Alexander Selkirk
(https://i.hizliresim.com/qJgrqZ.jpg) (https://hizliresim.com/qJgrqZ)
Daniel Defoe, yazdığı Robinson Crusoe kitabında, Alexander Selkirk‘in hayat hikayesinden ilham almıştır. Hepimizin bilinç altında bir şekide olmuş bir hikayedir, ıssız bir adada yaşayan adam. Çoğumuz bunu duysa da hiçbirimiz böyle birşeye ihtimal vermemiştir. Aslında bunun gerçek bir hikaye olduğunu duyduğumda bende çok şaşırdım. İskoçyalı Selkirk, 4 yılını bir adada tek başına geçirmiştir. Hikayesi ise şöyledir;
(https://i.hizliresim.com/MazrYM.jpg) (https://hizliresim.com/MazrYM)
Korsanlığa Başlangıç
1676 yılında Birleşik Krallığa bağlı Lower Largo şehrinde doğan Selkirk, esnaf bir ailenin çocuğudur. Çevresinde onunla anlaşan insanların, parmakla sayılacak kadar az oldukları söylenir. Başı beladan kurtulmayan ve çevre ile geçinemeyen Selkirk, o dönemlerin en büyük macerası olan ‘Privateer‘ yani korsanlığın Kraliyet izni ile yapılan türüdür hevesine kapılır ve Güney denizleri olarak anılan Ekvator‘un güneyindeki denizlere yelken açan gemilerden birisine adını yazdırır.
(https://i.hizliresim.com/Qpk9Xj.jpg) (https://hizliresim.com/Qpk9Xj)
Güçlü Düşman
Pasifik’te efsane bir macera’ya açılırlar. Cinque Ports adlı gemide kendisini sevdirmeyi başaran Selkirk, kısa zamanda geminin baş yelkencisi olur. Pasifikte yoğun korsan savaşları ile geçen günlerden birisinde, meşhur Dampier’in gemileri ile çatışırlar, savaş iyice zorlu bir hal almaya başlayınca, Cinque Ports diğer savaş gemilerinin yanından ayrılır ve Más a Tierra adasına, erzak ve su ihtiyacını karşılamak için yanaşır.
(https://i.hizliresim.com/XEn5W5.jpg) (https://hizliresim.com/XEn5W5)
Selkirka ıssız Más a Tierra Adası
Maceraya Başlangıç
Selkirk, belki rakibin korkusundan belki de gemideki mürettabatın durumundan olsa gerek, gemide kalmanın güvenli olmadığını iddia eder ve adada kalmanın daha iyi olabileceği fikrini ortaya atar. Arkadaşlarının çoğu orada başka bir gemiyi beklemeyi saçma bulur ve gemide kalmanın adaya göre daha güvenli olduğunu iddia ederler. Geminin kaptanı durumun farkına varır ve mürettabatının yanında yüksek bir ses tonu ile “Biz gemiye döneceğiz, istersen sen burada kalabilirsin.” diyerek gemiye döner. Mürettabat da risk almaz ve kaptan ile gemiye döner. Selkirk’i ise adada bırakırlar.
(https://i.hizliresim.com/bLOW8m.jpg) (https://hizliresim.com/bLOW8m)
Korkularla Yüzleşmek
Aslında o kadar da cesur bir denizci olmayan Alexander Selkirk, kendisine bırakılan, silah, barut, marangoz aletleri, kıyafetler ve bir de çakı ile sahilin ortasında kalır. Sonradan çok pişman olup geminin peşinden yalvarırcasına bağırsa da, kaptan ve arkadaşları arkalarına bile bakmadan ufukta kaybolup giderler. Selkirk, küçük bir mağarada yaşamaya başlar. İlk başlarda biraz korkunç gelse de adaya alışmaya başlar, daha doğrusu korku bir süre sonra yerini cesarete bırakır.
(https://i.hizliresim.com/d76Rjp.png) (https://hizliresim.com/d76Rjp)
Vahşi Hayvanları Evcilleştirmek
Bir süre sonra deniz aslanları eş bulmak için karaya çıktıklarında, onlardan çok korkar ve adanın derinliklerine kaçar. Pimento ağaçlarından kendisine güzel bir klübe yapar ve elindeki malzemeleri iyi kullanır ve el becerilerini geliştirir. Adanın derinliklerinde, kıyıya göre daha fazla besin kaynağı mevcuttur. Silahı ile keçi avlayarak etinden, sütünden ve postundan faydalanır. Adadaki yabani fareler bir süre sonra Selkirk’i ufak ufak kemirmeye başlarlar. Selkirk, bu durumdan kurtulmanın yolunu adadaki vahşi kedileri evcilleştirmekte bulur. Öyle ki bir aile gibi yaşamaya başlarlar.
(https://i.hizliresim.com/5GAB95.jpg) (https://hizliresim.com/5GAB95)
Kurtulma Şansını Tepmek
Yıllarca el becerilerini kullanarak, elindeki her türlü materyali işe yarar bir araca çevirmeye başlar. Yıllardır hasretle bir geminin yaklaşmasını beklediği adaya iki İspanyol gemisi yanaşır. Selkirk, gemileri görünce saklanır. Çünkü İspanyollar, İskoçları sevmezler ve bunca zaman hayatta kalmayı başardıktan sonra öldürülmeyi veya köle olarak yaşamayı göze alamaz. Selkirk bu kararı ile de şanslıdır. Geldiği gemideki tüm mürettabat hayatını kaybetmiştir. Adada kalması onun birinci şanslı kararıdır. İkinci şansı ise İspanyollar’dan yardım istememektir.
(https://i.hizliresim.com/Ayop2B.jpg) (https://hizliresim.com/Ayop2B)
Kurtuluşu
Sonunda beklenen gün gelir tarih 2 Şubat 1709’u gösterdiğinde, ufukta bir gemi belirir. Bu gemi Dampier’in gemisidir. Erzak toplamak ve ihtiyaçlarını karşılamak için adaya yanaşırlar. Artık Selkirk, kürk’e sarılı, saçı sakalı birbirine karışmış, konuşma yeteneğini kaybetmeye başlamış birisi olarak karşılarına çıkar. Selkirk’i gemiye alıp ona Adanın Valisi adını verirler. Gazeteci Richard Steel, Selkirk ile bir röportaj yapar ve (The Englishman) adıyla gazetede yayınlar. Selkirk memleketi Lower Largo’ya dönüp bir süre yaşadığında dayanamaz ve tekrar denizlere açılır. Teğmen olarak Kraliyet gemisinde çalışmaya başlar ve 13 Aralık 1721’de Sarı Humma hastalığı olduğu düşünülen bir sebepten dolayı hayatını kaybetmiştir.
(https://i.hizliresim.com/0GPQVY.jpg) (https://hizliresim.com/0GPQVY)
Lower Largo’da Alexander Selkirk Anıtı
Ölümünden Sonra
1966’da Selkirk’in düştüğü ada, Robinson Crusoe Adası olarak isimlendirilir. Juan Fernández Adaları’nın en batısındaki ada ise Alejandro Selkirk Adası adını alır. Şimdilerde ise adaya turlar ile gidilip gezilebiliyor. Ve bunca yıl verdiği mücadeleden sonra herkesin bildiği Robinson Crusoe efsanesine dönüşüyor..
Kampbros/Fatih
-
Kaan reis ,
Teşekkürler ilginçmiş
-
Teşekkürler...
-
(https://i.hizliresim.com/Ygv8Pl.jpg) (https://hizliresim.com/Ygv8Pl)
Evet, evet. Hepimiz biliyoruz sanırım bu eseri ama ya daha okumamış olanlar, genç arkadaşlarımız. Belki bir kişiyi daha hayal alemlerine götürürüz diyerek tanıtımını paylaşayım istedim.
"Jack London ile elden bırakılamayan bir doğa macerası daha. Bu kez denizdeyiz daha doğrusu okyanusta. Berbat bir Kurt kaptanımız var. Yine Kurt var yani ama bu kez iki ayaklı. Nasıl bittiğini bilemeyeceğiniz, sürükleyici, etkileyici ve yaşanılası bir kitaptır Deniz Kurdu.
Jack London en ama enler arasında en iyi yerde yer bulur kendine. Benim gözümde tabi. Kitaplarını sadece okumaz, yaşarım, o dünyada o karakterlerin yaşadığı tüm macerayı bende yaşarım. O kadar içten bir üslup ile anlatır ki bana anlatacağını, sanki gözümün önündeymiş her şey gibi yaşarım pardon okurum. O denli dolu ve yoğundur ki yaşattığı hisler, sanki beynimde canlanır tüm detayları ile bir zamanlar Jack London’ın kitabı kaleme alırken kafasında canlandırdığı anlar.
Deniz Kurdu ile yine bir zor zamandayız. Doğa ile baş başa sayılırız. Bu kez zorluklara zorluk ekleyen doğa ana deniz olarak karşımıza çıkar. İnsanlar yetmiyormuş gibi bir de deniz ile boğuşuruz. Tam kurtulduk sanırken bir anda daha da bir belaya batarız gelen gemi ile. Fok avlayan gemi, bir anda karakterimizin yaşamını ve hayallerini de avlar. Tanıştığımız bu gemi personelinin kaptanı Kurt Larsen adı gibi kurt değildir. Aslında kurttur ama vahşi yaşamda o kadar kötü bir kurt yaşamaz diye düşünürüz. Bazen hak veririz Kurt’a bazen öldürmek isteriz. Kafamız karışık devam eder Kurt ile ilgili.
Sonra bir yolcu daha gelir. Ama bu kez güzel bir kadın çıkarır karşımıza denizler. Karışık olan kafamızı daha da karıştırır. Sadece bizim değil, gemide ki tüm kafalar karışır. Sonra bu karışan kafalardan farklı sesler, farklı düşünceler çıkmaya başlar. İsyan bayrağının çekilmesine çok az kalmıştır artık. Taraflar zaten bellidir. Geriye bir tek kıvılcım kalmıştır. O kıvılcımın çıkmasına ramak kalmıştır. "
(https://i.hizliresim.com/oOAqzm.jpg) (https://hizliresim.com/oOAqzm)
CPT. WOLF LARSEN
Jack London’un Sea-Wolf romanında ki, “Ghost” adlı fok avlama Uskunasının kaptanı. Bir kaza sonucunda “Ghost” tarafından kurtarılan ve gemide yaşamak zorunda bırakılan Amerikalı Beyefendi Humphrey Van Weyden’in ağzından anlatılan hikâyede Kurt Larsen, gaddar, alaycı, gemisinde ki otoriteyi, büyük fiziksel gücü ile korkutarak ve kaba kuvvet kullanarak sağlayan biridir. Bireyci, Hedonist ve Materyalist, ruhun ölümsüzlüğüne ve insan hayatının kutsallığına inanmayan düşüncelere sahiptir. Vücut hatları düzgün, kas yapısı gelişkin ve yakışıklıdır. Bütün hayatı denizlerde geçmiş, gemilerde çalışmaya ilk olarak 12 yaşında kamarotluk yaparak başlamış, 16sında gemici ve 17sinde usta gemici olmuştur. Aynı zamanda son derece zeki ve entelektüeldir. Eğitim alma imkânı olmamasına karşı O,Navigasyon, Matematik, Edebiyat ve Filozofi alanlarında kendi kendini geliştirmiş ve sonunda kendi gemisinin Kaptanı olmuştur.
Romanda çok zalim gibi gözükse de, aslında hayatın gerçeklerini yansıtan bir kişilik. İnsanların yalanlar ile süslediği yaşamı, gerçekliği ile yüzümüze vuruyor hikâyede.
Bir tartışmada Kurt Larsen, Van weyden’e:
“Sen, insan yaşamını kastederek konuşuyorsun. Peki, eti için hayatlarını aldığın hayvanlar, kuşlar, balıklar… En az benim kadar yapmışsındır bunu. İnsan yaşamı da bundan farklı değil işte. Sen farklı olduğunu düşünüyorsun ama değil. Neden bu ucuz ve değersiz hayatlar için hasisice davranayım? Denizdeki gemilerin sayısından çok daha fazla tayfa var, yada fabrikaların sayısından çok çok daha fazla işçi var. Neden siz kara insanları, yoksullarınızı, sefillerinizi kenar mahallelerdeki virane evlerde yaşatıyorsunuz? Neden açlığı ve salgın hastalıkları onların üzerine salıyorsunuz? Bir dilim ekmek, bir parça et için ölebilecek binlerce yoksul var. Bunlar için ne yapılabileceğini bilmiyorsunuz. Yıkım mı demiştin? Bu yaşamın yıkımı değil mi sence? Sen hiç Londralı denizcilerin gemide çalışabilme şansı elde edebilmek için vahşi hayvanlar gibi kavga edişlerine tanık oldun mu?
Biliyor musun? Yaşamın değeri, onun kendisine verdiği değer kadardır. Tabii, kendi lehine karar verme isteğinden dolayı, hep hak edilenden fazlası biçilir...”
-
Ağır vurmuş Jack amca bu paragrafta (çalayım ben bunu)
-
Ağır vurmuş Jack amca bu paragrafta (çalayım ben bunu)
İyi yapmış zaten bay van weyden ide hiç sevmezdim . Ben bir daha okuyayım şunu unutmuşum.
-
Hani merak ederseniz ...
https://www.youtube.com/watch?v=pZ5MZSXXDSM (https://www.youtube.com/watch?v=pZ5MZSXXDSM)
-
ATALARINIZ BİZİM GİBİ UYUMUYORLARDI…
Belki büyükbabanız sizin gibi uyudu, veya daha daha büyükbabanız da. Ama ya ondan öncesi…
1800’lü yıllara geri gitme şansınız olsa, insanların çok farklı bir uyku rutinine sahip olduklarını görecekseniz. Belki de bugün düşündüğümüzde bize çok garip gelecek bir alışkanlığa…Atalarınız sizin gibi uyumuyorlardı
(https://i.hizliresim.com/MdEP2k.png) (https://hizliresim.com/MdEP2k)
Virginia Tech Üniversitesinden tarihçi Roger Ekirch, yazdığı “At Day’s Close: Night in Times Past” (Gün Batarken: Geçmiş Zamanlarda Gece) adlı kitabında ilk olarak bahsetti bizlere “iki blok halinde uyku” kavramından.
Homeros’un Odysseia‘sından, Nijerya’daki modern kabileler üzerindeki antropolojik incelemelere kadar çok çeşitli edebî ve bilimsel eseri, günceleri, mahkeme tutanaklarını elden geçiren Ekirch, 500’ü aşkın yerde “bölünmüş uyku düzeni”nden söz edildiğini görmüştü.
Araştırmasına göre insanlar bir zamanlar şimdi olduğu gibi 8 saat uyumuyorlardı bunun yerine gün batımından hemen sonra 2-3 saatlik bir uykuya yatıyorlar, ardından 2-3 saat uyanık kalıyorlar sonrasında gene uykuya yatıp sabah kadar uyuyorlardı.
Sanılanın aksine bu uyku düzeni sadece bir kaç kişi tarafından değil tüm toplum tarafından normal kabul ediliyordu üstelik.
Bu iki uyku arasında yaşanan uyanıklık dönemi de aslında insanların en üretken oldukları dönem olarak belirtiliyor kitapta. Uyanıklık döneminde insanlar rutin hayatlarına devam ediyorlar, hatta bazen komşu ziyaretlerine bile gittikleri gözleniyor. Çoğu kimse ise yataklarında kalıyor, kitap okuyor, yazıyor ve sık sık da dua ediyor. 15. Yüzyıl sonlarından kalma pek çok dua kitabında uyku arası saatler için yazılmış özel dualar bulunuyor.
16. yüzyıldan kalma bir Fransız doktoruna ait rehber kitapta, çiftlere tavsiyelerde bulunulurken, hamile kalmak için en iyi saatin, uzun ve yorucu bir günün sonundaki zaman değil, “ilk uykudan sonraki” anlar olduğu, bu saatlerde çiftin cinsel ilişkiden daha fazla zevk alacağı ve “daha iyi sonuç elde edeceği” anlatılıyor.
Tarihçi Roger Ekirch, “birinci ve ikinci uyku”ya ilişkin göndermelerin 17. yüzyılın sonlarında kaybolmaya başladığını saptamış. Kuzey Avrupa’daki kentli sınıflarda gözlenen bu değişim, daha sonraki 200 yıl boyunca tüm Batı toplumlarına yayılmış. 1920’lerle birlikte tamamen insanın sosyal bilincinden çıkmış.
Ekirch, ilk değişimi sokak ışıklandırmasındaki gelişmelere, ev içinde aydınlatmanın başlamasına ve bazıları sabahlara kadar açık kalan kahvehanelerin yayılmasına bağlıyor. Geceler, meşru faaliyetlerde bulunulabilen bir zaman dilimine dönüştükçe ve gece faaliyetleri de arttıkça, insanların dinlenmeye ayırdıkları zaman azalıyor.
Tarihçi Craig Koslofsky, “Evening’s Empire” (Gecenin İmparatorluğu) adlı kitabında bunun nasıl olduğunu anlatıyor.
“17. yüzyıldan önce geceyle ilişkimiz iyi değildi. Geceler, adı kötüye çıkmış insanlar, suçlular, fahişeler ve ayyaşlarla dolu zamanlardı. Mum alacak parası olan zenginler bile, paralarını başka şeyler için harcamayı yeğlerdi. Gece boyunca ayakta kalmak saygın birşey değildi , toplum içinde değer görmezdi.
Bu, Reformasyon ve karşı-Reformasyon sırasında değişti. Protestanlar ve Katolikler zulme uğradıkları dönemlerde geceleri gizli ayinler düzenlemeye başladılar. Daha önceleri ‘ahlaksızlar’a ait olan gecelerde, artık ‘saygın insanlar’ da, karanlık saatleri kullanmaya alışıyordu.
Bu eğilim toplumsal ortama da yansıdı. Ama yalnızca mali durumları mum ışığında yaşamaya karşılayabilecek durumda olanlar için geçerliydi bu. Fakat sokak ışıklandırmasının gelişmesiyle, bütün sosyal sınıflar, geceden yararlanmaya başladı.”
Toplumda değişen tutuma ilişkin güçlü ipuçlarından biri, 1829’dan kalma bir tıp dergisi. Dergide, anne babalara, çocuklarını “birinci ve ikinci uyku düzeni”nden çıkmaya zorlamaları tavsiye ediliyor; çocukların, bir hastalıkları yoksa, ilk uykularından sonra yeniden uykuya dalmalarına gerek olmadığı vurgulanıyor.
Günümüzde çoğu insan günde 8 saat uyumaya alışmış görünüyor. Ama Roger Ekirch, uykuyla bağlantılı pekçok sorunun, insan vücudunun doğal olarak bölümler halinde uyumayı tercih etmesinden ve her yerde suni ışık bulunmasından kaynaklandığını düşünüyor.
1990’ların başlarında Thomas Wehr adlı psikiyatr, bir ay boyunca her gün 14 saat süreyle karanlıkta tutulan bir grup insan üzerinde araştırma yürüttü. Amacı bu uyku rutininin tekrar oluşturulup oluşturulamayacağını gözlemlemekti.
(https://i.hizliresim.com/gO54Db.jpg) (https://hizliresim.com/gO54Db)
Deneklerin uykularının düzene girmesi biraz zaman aldı ama dördüncü haftada tüm deneklerde belli bir uyku düzeni oluşmuştu. Önce dört saat uyuyorlar, sonra bir iki saatliğine uyanıyorlar, ardından ikinci kez dört saatlik uykularına dalıyorlardı. Üstelik arada uyanık oldukları kısmı tamamen stresten arınmış bir süreçti.
Uyku uzmanı bilim adamları bu çalışmayı etkileyici bulduysa da, genel olarak benimsenen “kesintisiz 8 saat uyumak şart” inancı pek değişmedi.
Oxford’da Nörobilim alanında, vücut saati konusunda uzman olan Prof. Russell Foster da benzer görüşte.
“Birçok insan gece uyanınca paniğe kapılıyor. Onlara, aslında bu yaşadıklarının, iki devreli uyku düzenine dönüş olduğunu söylüyorum.” diyor.
Uyku psikoloğu Gregg Jacobs ise “Günümüzde, böyle şeyler yapmaya daha az zaman ayırıyoruz. Modern yaşamda anksiyete, stres, depresyon, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı yaşadıklarını bildiren insan sayısının artması bir tesadüf değil.” diye görüşünü bildiriyor.
O halde bu gece, gecenin herhangi bir saatinde uyanıverirseniz, sanayi devriminden önceki insanları düşünün ve sakinleşin. Gece, uyumadan da olsa, bir yatakta sadece yatıyor olmak, size yarar sağlayabilir…
Gece uyanıp bir daha uykuya dalamayan insanların yaşadığı sorunun kökeninde de muhtemel bu yatmakta. Sonuçta iki bölüm halinde uyku genlerimize kodlanmış durumda.
Sibel Çağlar
Meraklısına Not: Leonardo da Vinci'nin de en verimli zamanlarının bölünmüş uyku rejiminde olduğu biliniyor.
-
Demek ben 16. yy insanıyım.
-
British Museum'dan bir gravür. Jan Saenredam yapmış. Birinci uyku ve ikinci uykuyu anlatıyormuş. Geceleri normal bir yaşamın devam ettiğinin yansıması olarak bakılıyormuş.
Yıl 1595
(https://i.hizliresim.com/Z9DAGa.jpg) (https://hizliresim.com/Z9DAGa)
-
HOMEROS'UN ELYAZISI
I. İhtiyar Deniz
Sonra birden yanımızda bulduk denizi. Uzun uzun Gittiğimiz denizi.
0 zaman en eski kentleri düşündüm en eski denizleri En eski deniz diye geçiyor Ege En eski betiklerde.
Ve eski gökbilimciler gibi sessiz yaşamış Ve gizli tutmuş Kendi tarihini.
0 zamandı ölü kentleri andık.
Gecede gitti geldi gövdelerimiz
Gidip gelir gibi bir yıkıntıda
Bir yıkıntıda hep bir başına yaşamış gibi ölümü
En eski bir suda.
En eski ölüleri andık sonra Egeli
En eski ölüleri.
Ve bir batığı
Şimdi simgesi bir dirimin Çok ihtiyar bir denizde Ki hâlâ dolaşırmış ruhu Odysseus'un içyağ dumanlarıyla dolu bir gökte
"Biz Troya'dan dönen Akhalarız Yitirdik yolumuzu.”
Ve neden bilmem o yaz gününü düşündüm ben Uzun uzun çalkandığımız o yaz gününü ’ Neopolis'i dönünce
Ve bir kadının hiç düşmeden kolunun havada kalışını Gecenin karnında Kıl kala ölüme.
Aynı şeyi düşünmüş gibi irkiliyor ihtiyar denizci Avcunun içi gibi bilen Akdenizi Ve ölü kentleri.
İskandil burnundayızl diyor uykusunda Geçen deniz kuşlarına kaldırıp elini
Ve biraz daha büzülüp olduğu yerde iskandil burnuna eğiyor sonra başını.
Ve kat kat bir ses
Açık deniz! diyor Kendi dilinde
Gezdirip ıslanmış tütününü yüzümüzde. Uzun bıyıklar bırakan Bir denize
Uzun bıyıklar ve sakal.
II.Duru Su
Ve yedik içtik bir uzun gün
Güneşin tutulduğu günün hesabına geçtik sonra
Gevşetip serenleri.
Ve bütün gece rotasında gittik suyun. Duru Suyun.
Yankılandı gök.
Sonunda ağardı sabah. Yürüdü otlar. Karabatak. Döndü durdu bir balıkçıl yaralı toprakta Ve çok ağızlı denizde.
Hiçbir şeye benzemiyor bir kentin yalnızlığı Ne küle ne kemiğe
ölüme ne de.
Neden sonra bir kartal süzüldü çizdi yerini Dolaştı karabasanında göğün Düşürdü gölgesini üstümüze.
Ve yeniden duyduk :
Böylece dövdük küreklerimizle suları Köpürttük denizi.
Geride bıraktık geriye akıp duran suları Savaş artıklarını, kısır ölümü ve kuşları.” Diyen sesm!
Çok çekmiş çok yalnız Odysseus'un.
Hâlâ denizlerde gidip gelen gövdesi Sucuk gibi zıbını. güzel silâhları.
Baktım denizin durmadan buruştu yüzü Dövdü kımıltısız burnu. Karinasını
bir teknenin. Dürttü sonra toprağı En eski mermeri.
Anladım denizdi burda en eski Dorlu en eski yüz Pas ve kemik.
Ill. Ölü Kent Koruyucusu
Yıkıntı. Yıkıntı. Yıkıntı.
Ve delta çiçekleri.
Zaman çünkü
durur bir yerde Değişene bırakır her şey yerini. Deniz
böler çünkü batm.ış kenti Sessizce.
Ve paraların yüzüne çıkar toprak Ve iner Girit sığırı. Bulandırır
Burnuyla kusursuz denizi.
Kırışır alnı rüzgârın. Ve çıkar Düz terasalara.
Çıkar işaretlerim o zaman toprağı İslak silâhları Ve eski tarihleri açarım Ve sevmem.
Sevmem ölümün bu kadar ağır basışını Ve taşları.
Yıkıntı. Yıkıntı. Yıkıntı. Ölümün Budur burda adı. Onun için Ben de uzattım saçlarımı.
Böyle konuştu ölü kent koruyucusu Bıraktı sonra çay ve çivit tecimeni Babasını anlattı. İzmir'de Elinden tutup dolaştığı babasını Simdi uzak deniz kaptanlığı yapan Ve bilmeyen yüzmeyi.
Bıraktı paslandı sonra elleri.
IV. Yaralı Toprak
"Yel
Arşınlar ölü denizi
Bulur Kykladlarda kendini. Köpüklü Kykladlarda Bakar kalırız biz."
Bir köpekbalığı omuzladı denizi, döndü yarımadayı Ve indirdi yavaşça sonra omuzunu. Kokladım
Havayı. Daha kokuları yazmadım dedim Demek daha ölüm üstüne çalışmadım.
Anlamış gibi devirdi gözlerini kara Açtı üstünü ölülerinin. Yırttı gömleklerini.
Halikarnassos zeytinyağları Atina'da biliniyordu Diyordu dün akşam tanıdığımız adam. Bu sabah
Uzun uzun yüzünü yıkadı attı sonra ağını Tabak gibi denize.
El salladı sonra elli yaşına. Belki de bize. Bizim Aylak yaşlarimıza ve çok ünlü denize.
"Sonunda geçtik kayaları. Kurtulduk Skylla'dan da, sirenlerden de
Hâlâ duyarım ama seslerini."
Eğildik sonra yerdeki bir yazıya Anadolulu çok eski bir elin yazdığı
Ve hiç görmediğimiz elyazısına benzettiğimiz Homeros'un.
Ve yaralandık yeniden yaralı toprakla Tuncla ve.
Su aldık sonra ağlarımızı topladık Gittik geldik bir yıkıntıda.
Kapandık sonunda yavaş yavaş içimize. içimizdeki evlere Ve uğultusuna suyun.
V.Etin çağırısı
O zaman kentler de ölür dedim. Kalır Kemik.
Ama bilir Çekip gittiğini etin.
Diri etin.
Gerindi çok kayalı burun ve düştü Böldü sonra kenti Ve kendini.
Ölümün upuzun uzanışıydı kent Taş ve kemik halinde.
Yazgılı ölümün.
Bir dal çatırdadı ağdı yukarıda Hep birlikte dönmüş gibi ölüler oldukları yerde Ve bir tütsüyle geçmiş gibi kendilerinden Uzattılar daha bir boylarmı.
O zamandı gördük ölümün kent kılığında dolaştığını Ve sevdiğini geçtiği yerleri "Peki,
Görmeyecek miyim Geniş hisarlı ithake'yi?
Çalkanıp duracak mıyım yoksa Ordan oraya Ölümün elinde.
Yine de duydum etin çığlığını Oydu yeni vergiler koyan ipeğe ve bakıra
Yatak ve hazine ve silâh odalarını dolaşıp
Durup tapım yerlerinde
İç ve dış avlularda kös vurup
Suyunu koyan ölümün
Asıp şapkasını yüksekçe bir yere
Bir akarsu görünümünde soğuk ve dağlık.
Oydu bu en eski kentlerde Bir deniz Lordu gibi Bir forsa çalışmasından dönen Saygılı bir yeryüzü adamı halinde
İlhan Berk
-
Pazar okuması, Salah Birsel'in "Boğaziçi Şıngır Mıngır" kitabından. :)
Türk Kırmızısı Kayıklar
Boğaziçi koy ve demir yeridir.
Haritanıza bakın.
Bu aşna-fişneli yol üzerinde bir sürü burun vardır ki, onları bilmeden Boğaz’a girilmez.
Yukarı Boğaz’da, Rumelifeneri’nin güneyinde Papaz Burnu, onun aşağısında Karibçe Burnu, onun aşağısında Çalı Burnu, Rumelikavağı’nın altında Tellitabya Burnu, Sarıyer’de Mesar Burnu, Tarabya’nın altında Lanet Burnu, Baltalimanı’nın güneyinde Şeytan Burnu, Kuruçeşme ile Ortaköy arasında Defterdar Burnu Boğaz’ ın meraklısına hemen ense traşlarını gösterir. Anadolukavağı ’nın kuzeyinde ise Poyraz Burnu, Fil Burnu, Çilingir Burnu, Yeros Burnu yer alır. Kavak’ın güneyine gelince, Macar Burnu, onun aşağısında Servi Burnu, Beykoz’da Karaca Burun, Paşabahçe ile Çubuklu arasında Burunbahçe Burnu bir düziye silistre çalar.
(Ah, bu silistre seslerine kulak verin. Onlar, bir hengameda, bizim sersemsepet Salâh Birsel’i bıcır bıcır düşlere salmış, evrenin canı, insanlığın fincanı olan usum gel-git etmiştir).
Boğaz bir de kayık demektir.
1835 yılının son günlerinde İstanbul ’a gelen ve dokuz ay kadar kalan İngiliz yazarlarından Bayan Julia Pardoe, padişah kayıklarından tutun da, sölpük ve pejmürde kayıklara varınca, bütün sandallara tutulmuştur.
Kayıkların kalkık burunlarının akıntıya doğru batıp çıktığını gördükçe, onları, parlayan tüylerini duru suyun içinde dinlendiren deniz kuşlan sanır.
Théophile Gautier ise, Venedik gondolum,Türk kayığı yanında, kabasaba bir sandukaya benzetir. Goldolculara da, Türk kayıkçılarının tersine, “sefil serseriler” gözüyle bakar. Helmuth von moltke’ye gelince, o da Boğaz kayıklarından daha güzel bir şey olamayacağı inancındadır. Çokluk, Büyükdere’deki bir yalının penceresinden seyrettiği kayıklar şöyle anlatir:
Bunların hafif iskeletlerinin üstü, nice tahtalarla kaplanmış, içleri, dıştan ziftle kalafat edilmiştir. İç kısım ince beyaz tahta ile kaplıdır. Her vakit temiz tutulur ve yıkanır. Küreklerin baş tarafında, alt uçla denge sağlamak, böylece işi kolaylaştirmak için, kalın bir topaç vardır. Kayığın arka kısmı geniştir. Öne doğru gittikçe daralir ve keskin demir bir uçla son bulur. Eğer yolcu, doğrudan doğruya yere oturursa, çünkü ancak bilgisiz Frenkler arkadaki tahtaya oturur kayık tam denge halindedir. Kayıkçı, kayığın ağirlık merkezindedir. Onun elinin en küçük bir kımıltısıyla harekete getirir. En kötü havalarda bile, azgın dalgalan bu tüy gibi taşıtla yarıp geçmekten korkmazlar. Büyükdere’den İstanbul’a olan yol üç Alman milini aşkındır. Bir buçuk saatte alınır. Buna akıntı da yardım eder. Dönüş ise, en azından üç buçuk saat ister. Kayıkçılar hep iri-yarıdır. Giysileri de birbirine benzer: geniş bir pamuklu şalvar, yanm ipek bir gömlek. Traşlı başlarında da küçük kirmızı bir takke. Kışın bile böyle giyinirler. Bu adamlar, hiç durmamacasına 7-8 mil yol alırlar.
Moltke ile Pardoe’dan beş-altı yıl önce Türkiye’yi tanımış olan müşavir Paşa Adolphus Slade ise bu kayıkçıların ustalığını anlatmakla bitiremez. Bir, iki kürek şıpirtısıyla pek sıkışık ve pek meret yerlerden sıynlabilen kayıkçılar om kesik kurdelaya döndürmüşlerdir. müşavir Paşa ki Türk Donanması’nda da görev almıştir kayıkların süsü için de şunları söyler:
Kayıklar Türk oymacılık sanatının bir yüzünü yansıtır. Bordaları, küpeşteleri, yelkenleri bile pek ince süslerle bezenmiştir. Türklerin nakkaş adını verdikleri boyacılar, sonradan bu hatlan altın yaldızlar ve çeşitli boyalarla işlerler.
Doğrusu, o yıllarda kayıkçılik İstanbul’da sanattan da ileridir. Usta nakkaşlar, yalnız kürek üzerine çalışan kürekçiler, yaldızcılar ve piyadelere en büyülü boyutlar veren ustalar ibadullahtır.
Beyaz kayıklar daha çok son yüzyıllarda görünür. Tahin rengi kayıklarla, vernik sürülerek açık sarı ya da koyu sarıya dönüştürülen kayıklar da son yüzyılın işidir. Vernikli kayıkların özellikle de piyadelerin kenarlarına bir iki sıra koyu lacivert, mor, siyah, yeşil ya da som yaldız şeritler çekilir. Daha eski yüzyıllardaki kayıklar ise Türk kırmızısı ya da yeşil renktedir.
Ama gerçek süsü, siz gelin de padişah kayıklarında görün. Bunlar elvan boyalarla yaldızlanıp en iyi kumaşlarla döşenir. Kalafatlarına da çok önem verilir. Yılda on bir kez kalafat görenleri bile vardır. Padişah kayıklar köşklü ya da köşksüz olur. Köşklüler de kapalı ya da açık olmak üzere iki türlüdür. Açık olanların sadece üstleri örtülüdür. Köşkler kayıkların kıç tarafında bulunur. Ne ki, daha eski yıllarda, kayığın ortalık yerine oturtulmuş olanlarına da rastlanır. Kayıkların baş tarafında ise tahtadan ya da gümüşten bir kartal ya da bir deniz kuşu bulunur. Bunlara bu yüzden “Kuşlu Kayık”da denir. Bunların yelkenleri de olur. Çokluk da çift yelkenlidirler.
Sultan Mecit’in kayığı da perdeli-köşklüdür. Baş tarafında kanatlar açık, yaldızlı bir kartal yer almıştır. Kayığın dışı da meyve ve yaprak biçiminde süslerle çatıpuma edilmiştir. Şair Leyla Saz, bu kayığı bize şöyle betimleyecektir:
Kayık çok uzun, beyaza boyanmış, dış kenarlar güvez üzerine altın yaldızla süslüydü. Sekiz kişi alabilecek olan köşkün içi sırma saçaklarla süslü güvez atlasla döşeliydi. Tavanına da ışık saçaklar biçiminde büzülmüş güvez atlas geçirilmişti. Bumn ortası da yaldızlı bir güneşle mıhlanmıştı. Direkleri ve damının kenarındaki oyma parmaklık ve tepesindeki güneş par) par) yaldızlıydı. Kayığın taa bumuna yakın bir yerinde de yaldızlı bir kuş gördüm sanıyorum. Kayığın içi yaldızlanmış oymalı tahta ile süslüydü. Dışındaki güvez üzerine yaldızli kenar, buruna doğru incelerek, orada birleşip alta doğru kıvnlmıştı.
Leyla Saz, Abdiilmecit’in dördüncüi kızı münire Sultan’ın düğününe gitmek üzere bindiği bu kayığın kürekçilerini de şöyle tanımlar:
Güivez çuha üzerine, san sirma bükme ile çok sık işlenmiş cepkenli,mintanlı,bol dizlikli 14 çift kayıkçı, iki elleri bir kürekte, çift çift, hep birden çok düzenli olarak ayakta kürek çekiyor. 0 kılığın yeşil üzerine işlenmişini giyinmiş iki Reis de kendi yerlerinde, elleri dümenin yekesinde olduğu halde ayakta duruyorlardı.
Neşetâbâd Sarayı’nın iç süslemelerini yenileyen ve Sarayın yanına Avrupa uslûbunda yeni bir köşk konduran, Sarayın bahçesini de leylak, akasya ve giillerle yiiz aklığına kavuşturan mimar melling ise, III. Selim’in Boğaz’da padişah kayığı ile yaptığı bir geziyi en hurda ayrıntılarına değin saptamıştır.
Melling’e göre, içinde 150 bostancı bulunan altı büyük sandal, padişah kafilesine yol açar. Bunların sağ ve solundaki iki kayıkta Hasekiağaları vardır. Bostancıların gerisinden Padişahın sarık taşıyan “sarık sandalı” gelir. Bunun ardında ise altı kayık yürür. Her birinde bir mabeyinci etrafa hava atıyordur. Öyle oturuyorlardir ki sırtlarını Padişaha değil, halka dönük tutuyorlardır. Padişaha özgü kayıklar ise iki tanedir. İkisi de üç fenerli, kenarlan som gümüşten parmaklıklarla çevrilidir. III. Selim köşkiin içindeki sedire uzanmıştır. Köşk, som gümüş bir parmaklıkla ikiye bölünmüştür. Burayı üç önemli kişi doldurur ki, el ve ayak istifleri huzurda olduklarını bütün geleneğiyle belli eder.
Bostancıbaşıyı dikizlemek için de kayığın kıçına gelmek gerekir. Dümeni o tutar. İki sırabostancı ise, iki yanda kulluklannı tazeler. İki başçuhadar da tam ortalarındadır. Bunlardan birinin elinde bir iskemle vardır. Padişah, karaya çıktığı vakit, ata binmek için o iskemleye basacaktır.
İkinci padişah kayığında da III. Selim’in kılıcını taşıyan Silahtar Ağa yuvalanmıştır. Hünkâr dönüşte bu kayığa binecektir. Çünkü III. Selim, karadan denize her geçişinde kayık değiştirmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Kafileye katılan öteki kayıklara ise haremağalan doluşur. Bunların içinde Kızlarağası başı çeker ki, ortanca dağları ben yarattım gibilerde kurum kurum kurulur. Kızlarağasını ancak Kızkulesi ’nin önünden geçilirken atılan toplar kendine getirebilir. Ama, Kulenin dibine dizilen bostancılar Padişahı selamlamak için iki kat eğildiklerinde, bundan o da kendine bir pay çıkarmasını bilir.
Hünkârların çeşit çeşit kayıkları, piyadeleri ve filikalan vardır. Haluk Y. Şehsuvaroğlu, Abdülaziz’in 16 tane kayığı olduğum söyler. Bunlardan ikisi 13 çifte köşklüdür. İkisi yedi çifte, biri dört çifte, dördü de üç çiftedir. Ama o, çokluk beş çifteye biner. Yalnız, Fransa İmparatoriçesi Eugénie 1869 yılı sonbaharında büyük bir tantana ve taraka ile İstanbul’a geldiği vakit Sultan Aziz om 13 çifte ile karşılamıştır. Tahttan indirilip Topkapı Sarayı’na taşındığı gün ise üç çifteye bindirilecektir ki, sultanlığının gerçekten uçup gittiğini omnla daha iyi çakacaktır.
Abdülhamit, padişahlığının ilk aylarında birkaç kez, cuma selamlığına gitmek üzere sandala binmişse de sonralan kayıklara tümden arka döndüğünden omn ne kayığı, ne de mayığı vardır. Bir defasında Sultan Aziz’den kalma 13 çifteyi onartarak, İstanbul ’da konuk olarak bulunan Alman İmparatoru Wilhelm’e sunmayı düşünmüşse de, son anda bir ihban değerlendirerek bundan vazgeçmiştir. Buna karşılık Sultan Reşat, Boğaz’da boyuna sandallarla dolaşır. Çat Beylerbeyi ’nde, Çat Göksu’dadır. Halit Ziya onun köşklü kayığa bindiğini hiç anımsamadığını, ama yedi çifteye sık sık yüz verdiğini söyler.
Sadrazamın, valdesultanın, şehzadelerin, kadınefendilerin ve bütün uzun saç ve uzun sakalların kendilerine özgü kayıkları vardır. Herkes kendi göbeğine ve aşamasına uyacak çifte kullaır. Sadrazam ile şeyhülislam -en uzun sakal onlardır- yedi çifteye biner. mevsimine göre, vaşak ya da sincap kürk giyen, beline akva adı verilen som sırmalı ve köstekli bir bıçak takan ve Sultan Reşat çağına değin aşaması sadrazam ve şeyhülislamdan sonra gelen kızlarağası -darüssadeağası- da üç ya da beş çiftede kıpırdamaz olur.
Vezirler beşer, görevleri doruk noktada olanlar ve sırmalı uzun siyah setre ile geniş zırhlı pantalon giyenler ve de kılınç takanlar -bunlar bâlâ rütbesini cebe indirmiş kişilerdir- dörder, “Saadetlü Efendim Hazretleri” diye anılanlar -ulâlar- üçer, sadece “Saadetli Efendim”e yatanlarla (ulâ sanileri) göze girmiş keratalar -mümeyyizler- ise ikişer çifteyle seyrederler.
Kaplan Paşalar da “Kara Kancabaş” ya da “Yeşil Kancabaş” denilen yedi çiftelerde görünür. Karadeniz Boğazı Nazırı ’nın kayığı ise beş çiftedir. Bunların “kabanarin” diye özel bir adlar da vardır.
Elçilik kayıklarının kürek sayısını da Babıâli saptar. Elçiler beş çiftede balon kesilirler. Ne ki, İngiliz Amirali Nelson’un Brueys Kontu komutasındaki Fransız donanmasını 1798 ağustosunda İskenderiye’nin kuzeydoğusundaki Ebukir Körfezi’nde büyük bir yenilgiye uğratmasından sonra İngiliz Elçisi 7 çifte kullanmaya başlamıştır. Julia Pardoe onun göz kamaştırıcı bir yedi çiftede görmüştür. Elçi kayıkta gazete okuyordur. Başında da kendisini bütün öteki elçilerden hemen ayıran eflatun bir fes vardır.
Böyle bir öykünün ayaklarına 1860 yılında Fransız Elçisi marki de la Vallatte de yatar. Yedi çifte ile Boğaz’ı harmanlar ki, görenler padişahın geçtiğini sanır. Ne ki, o sıralar Paris’te Türk Elçisi olarak bulunan Ahmet Vefik Paşa buna bir karşılık olmak üzere Fransa İmparatoru Ill. Napoleon’un beyazboyalı arabasının tıpkısını yaptırmıştır. Bununla sokaklarda geziyor, Parisliler de İmparatorun arabası sanarak telaşa düşüyordur. B umn üzerine Fransa Hükümeti, Osmanh Hariciye Nazırlığı’na başvurarak, arabanın değiştirilmesinin Paşaya bildirilmesini rica eder. Hariciye Nazırlığı da durumu yazı ile Ahmet Vefik Paşa’ya aktarır. Paşa, durumunu hiç değiştirmez ve Hariciye Nazırliğı’na şu karşı1ık yazısını yollar:
Fransız Hariciye Nazırı kendi elçilerinin Boğaziçi ’nde bindiği kayığı görmüyor da Osmanlı elçisinin Paris’te gezdiği arabayı mı görüyor? Elçi o kayığı ortadan kaldırırsa, bu araba da kendiliğinden kalkar.
Çaresiz kalan Fransızlar marki de la Valette’e kayığı kaldırtır. Ahmet Vefik Paşa da arabasını siyaha boyatarak işi kapatır.
Saray kadınlarının bindiği kayıklar sadece bunlar değildir.
Bunlara bir de piyadeleri eklemek gerekir. Piyadeler daha çok gezintilerde kullanılır. iki, üç, dört ve beş çifte kürekli olurlar. Büyüklerine, dokuz oturaklı olanlarına zangoç denir. Piyadeler en ince yapılı kayıklardır. Uzun ve dardırlar.
Abdülhak Şinasi Hisar’a göre düş kurmak,düşüncelere dalmak için bunlardan daha uygun beşik yoktur. Bu beşikleri de hilali, pembezar gömlekli, ateş, al, vişne-çürüğü, kahverengi saltalı hamlacılar (birinci kürek), sigoryacılar (ikinci kürek) ve de mangacılar (üçüncü, dördüncü ve beşinci kürek) sallar.
Bu oynak ve tüy gibi kayıkların kenarına serilmiş olan ve hemen suya düşecek duygusum veren sirma saçaklı al çuha, Boğaz’ın bütün renklerini kendine çeker. XIX. yüzyılda İstanbul’da görev yapan Amerikan Elçisi Cox, piyadelere en uygun yolcuların Türk kadınları olduğu kanısındadır. Ona göre,Türk kadını oturduğu yerden hiç mi hiç kıpırdamaz. Kayığın dengesi de, böylece, hiçbir biçimde bozulmuş olmaz.
Piyadeler, kimi zaman, pereme adıyla da anılır. Ama bunlar daha çok kira kayıklardır. Piyadelerden de, az-biraz kabadır. Gelin görün ki, uzun mu uzun bir geçmişleri vardır. Taa Bizans’a değin dayanırlar. Bunların, gerektiğinde takılan bir direkleri, üçgen biçiminde de “huri” yeklenleri bulumr. Peremeler dolmuş olarak da kullarılır. Son yıllarda ise peremeler olsun, piyadeler olsun, yerlerini sandallara bırakmışlardır. Abdülhak Şinasi sandalların Sultan Hamit çağından sonra yaygınlık kazandığını söyleyecektir.
XIX. yüzyılda Boğaz’ı bir de yarış kikleri ya da futalar kaplar. Abdülmecit ve Abdülaziz çağlarında şehzadelerin bir sürü kayığı yanında bir de kik.leri vardır. Şehsuvaroğlu, amirallerin de kikleri bulunduğum belirtir. Kiklerin başomuzlarındaki yıldızlar onların akmalarını gösterir. Bir yıldız, tuğamiral; iki yıldız, tümamiral ve koramiral; üç yıldız, oramiraldir. Büyük amirallerin kiklerinde ayrıca, baştan kıça, bir pus eninde, Jal rengi bir tiriz, bir çota bulumr. Kiklerde bir de “yat küreği” çekilir. Yat denildi mi, bütün kürekçiler yatar, kürekleri öyle çekerler. Kıyıdan bakanlar da, kiklerin içinde, kimseleri göremeyerek şavullarlar.
Geçen yüzyılın sonlarında en iyi futalar da, Bebek’te şimdiler yıkılmış olan karakolun az ilersinde, denizden içerlek bir yalının altındaki işliğinde Corci Usta yapar. Corci Usta, mısırlı Halim Paşa’nın Londra’dan getirttiği bir kiki örnek alarak öyle futalar döktürmüştür ki, İstanbul’daki yabancılar bile bunların İngiliz futalarından daha üstün olduklarına kalıplarını basmışlardır.
Boğaz’daki bağ, bahçe ve bostanlarda yetişen sebze ve meyvalar, Boğaz dalyanlarında tutulan balıklar da şehre pazar kayıklar ile taşınır. Çünkü Boğaz vapurlar ancak 1854 yılından sonra işlemeye başlamıştır.
XVII. yüzyılın sonlarında Boğaziçi, Haliç ve marmara’daki kayık iskelelerinin sayısı pek kabarıktır. Bunlara borda eden pazar kayıklar da bin beş yüze yaklaşır. Bunlar Boğaz köyleri arasında yolcu da taşır. Her biri 50-60 kişi alır. Yolcular kayığın içindeki kilime otururlar. Ama kayığın bordasına oturup bacaklarını dışarı sarkıtan, ayaklarını kayığın dışına, boylu boyunca uzatılmış sırığa yaslayanlar da vardır. B u gibiler, 3-4 saat süren yolculuk için on para eksik verirler. Kayık içi yolcular ise, aynı yer için 30 para öder. Pazar kayıklar Saray için de yapılır. Saray eşyalar, saray dalkavuklar, saray atlar bir yerden bir yere taşınacaksa bunlarla taşınır. Saray mızıkası da bunlarla git-gel olur.
Pazar kayıklar 13 metre uzunluğunda ve 2,5 metre genişliğin- dedir. Baş ve şaşırtma diye anılan en uzun küreği 6,5 metredir. Ağırlığı da 80 kilodur. Allı hamlacı çeker ki, başlarına bir de reis çöker. A. Cabir Vada Boğaziçi Konuşuyor adlı yapıtında Sarıyer pazar kayığının tuzlu balık fıçılarını, Beykoz kayığının sepetçi çubuklarım, Yeniköy kayığının da balıkları İstanbul’a taşımakta başlıca araç olarak kullanıldığını yazar. Kanlıca kayığı da boşu 16-17 kilo, dolusu 60-70 kilo ya da boşu 8 kilo, dolusu 20kilo çeken fıçılarla Göztepe suyunu İstanbul’a uçurur.
Suyun soğukluğunu korumak için de fıçılar geceden doldurulur ve gün açılmaya başlamazdan iki saat önce kayıklar yola çıkarılır A. Cabir Vada işin bundan sonrasını da şöyle dile getirir:
Kayığın iskeleye (Haliç’teki iskelelerden biri) yanaşmasından sonra, fıçıların depolara taşınmasını üstlenmiş olan hammallar, ilkin bu fıçılara el atıp, yüzünü yeni yeni göstermeye koyulan güneşin sıcaklığından korumak için, onları sokakları gölgeli yanlarından iletirler. Kapaliçarşı'daki Kuyumcular Sokağı’na koşut sokaktaki sucu mihran, dükkânın bodrumuna yerleştirdiği küplerin desteğiyle, suların doğal soğukluğum akşama değin korumayı başarır. Bu dükkândan içilen su, kaynağındaki tadı taşıdığından pekçok müşteri çeker.
Pazar kayıkları, bağli bulunduğu köyün maldır. Oradaki caminin ya da kilisenin, ya da iyiliksever bir kişinin vakfıdır. Büyük dere'nin pazar kayığının 1761 yılında ölen ve Rumelihisarı ’na gömülen maliye kalemi hulefasından mustafa Efendi yaptırmıştır ki, nasıl olup da yüzyı1lara karşı koyduğu bilinmemektedir. Anadolu- hisan’nın pazar kayığı ise Yasemin adında iyiliksever bir hatunun vakfıdır. Kendisi Fatih Sultan Mehmet Camii karşısındaki okulun bahçesinde yatmaktadir ki, bu okulu da kendisi yaptırtmıştır.
Kanlıca’nın pazar kayığı ise caminin vakfıdır. Cami de Sultan Süleyman çağında Erzurum ve Bağdat valiliklerinde bulunan İskender Paşa’nn bir hayrıdır. Avlusunda oğlu Ahmet Paşa ile birlikte yatmaktadır. Sarıyer pazar kayığı da yine bir hatumn vakfıdır ve de cami vakfına bağlıdır. Camiyi sorarsamz, o da Ali Kethüda eliyle yaptırılmış ve 1720 yılında Kethüda mehmet Ağa ona onarım koydurmuş ve bir tuğla minare eklemiştir.
Ama biz, Boğaz’dakilerin kalbini İskender aynası eyleyen bu kayıklar bir an durduralım.
Gizliden gizliye silistre sesleri duyulmaya başlamıştır.
Boğaz kimi zaman, çevresine pek çaktirmasada silistrelere yatar.
Bir saatte 4 kez o silistreler kaçar yine gelir. Altı saat gider Boğaz sular kurur ve altı saat gelir, büyük kulak sevinçleri olur. Altı saatten sonraki üç saatte, az az gider, az az gelir. On altı saatten sonra 24 saat bütünleninceye değin kısıldıkça kısılır.
Yani Boğaz bir de belli belirsiz silistre sesleridir.
Not: Bazı yazım hataları, tarandıktan sonra, yazı formatına çevirmenin zorluğundan kaynaklanmaktadır. Gözümden kaçanlar olmuştur. Görmezden geliniz lütfen.
-
Ne iyi ettin de Salâh Birsel Amcanın Boğaz Kayıkları resmi geçitini burada bizimle paylaştın Kaan.
Şimdi değil ama o devirlerde gerçekten de içinden deniz geçen kent uzun zamandır yavaş yavaş ölüyor.
Halkının denizle iç içe yaşadığı " Bunlara bir de piyadeleri eklemek gerekir. Piyadeler daha çok gezintilerde kullanılır. iki, üç, dört ve beş çifte kürekli olurlar. Büyüklerine, dokuz oturaklı olanlarına zangoç denir. Piyadeler en ince yapılı kayıklardır. Uzun ve dardırlar. Abdülhak Şinasi Hisar’a göre düş kurmak,düşüncelere dalmak için bunlardan daha uygun beşik yoktur. Bu beşikleri de hilali, pembezar gömlekli, ateş, al, vişne-çürüğü, kahverengi saltalı hamlacılar (birinci kürek), sigoryacılar (ikinci kürek) ve de mangacılar (üçüncü, dördüncü ve beşinci kürek) sallar.Bu oynak ve tüy gibi kayıkların kenarına serilmiş olan ve hemen suya düşecek duygusum veren sirma saçaklı al çuha, Boğaz’ın bütün renklerini kendine çeker. " tasvirinde ne kadar belli.
-
Araya bir kitap sıkıştırayım.
Maalesef yine yabancı bir kaynak ama ;
Seân McGrail'in " Boats of the Word- from the stone age to medieval times "
Kitabını isteyebileceğinizi düşündüm.
https://yadi.sk/i/IbMOAbxO3SWZv7
-
Çok büyük ve önemli bir entelektüelimizdi.
-
Bakın ne buldum, bu konu başlığına çok yakışır. Boğaz kayıkları falan derken , resimin altını dolduralım bari. Bir zamanlar bir yerlerde konuşmuştuk bu konuyu.
(https://i.hizliresim.com/7669NL.jpg) (https://hizliresim.com/7669NL)
-
Maskara akıntısını yenebilmek için, burnu dönünceye kadar tekneyi karadan çeken denizciler. Boğaz konusu, Orkoz konusu geçen tüm başlıklarda mutlaka sohbeti geçer.
Not :
Resim, "İzzetâbâd Kasrı: Akıntıburnu'ndan Akıp Giden Zaman" kitabından, ki bende yok.
Bu tür kitaplara düşkün olanlar var ise, bilmeyenler için söyleyeyim, genellikle az sayıda oldukları için "mezat" usulü satılıyorlar. Özellikle Beyoğlu'nda ki kitap mezatçılarında deniz ve eski tekneler üzerine yazılmış eski eserlerin bulunabilmesi olası.
-
Hazır bu günlerde Rodos adası konuşulurken, okuyalım ;)
Rodos: İki Deniz Şövalyesi
Kaderin rüzgârını yelkenine dolduran nice tüccarı, fatihi, maceracıyı kendine çekti Rodos. Karialılara da ev sahipliği yaptı, St. Jean Şövalyeleri’nin mühendislik harikası surlarını aşmayı başaran Osmanlılara da. Ege ve Akdeniz kavşağında dev bir zümrüt gibi parlayan adada eski günlerin anısı hâlâ yaşatılıyor.
Yeşil çayırları, derin vadileri, ılık öğle sonralarında salınarak dolaşılan pazaryerleri ve taştan kentleriyle bir gün aniden lacivert sulara gömülen gizemli bir kıtadan artakalan son kara parçası sanki Rodos Adası. Kıraç Ege adalarının arasında zümrüt bir damla gibi. Bir tarafta St. Paul, Anthony Quinn, Ladiko gibi olağanüstü koylar, öbür tarafta meyve bahçeleri, nehirler, ormanlar, tarlalar… Rodos öylesine bitimsiz su kaynaklarıyla bezeli ki iç taraflardaki barajlar adanın yazın milyonlarla ifade edilen nüfusuna yetmekle kalmıyor, borularla aktarıldığı diğer adaların da su ihtiyacını karşılıyor. Her köşesinde kristal pınarların, akarsuların çağladığı, kekik, limon ve çam kokularının birbirine karıştığı, türkuvaz koylarla bezeli Rodos Adası faniler için değil de Tanrılar için yaratılmış adeta. Nitekim Yunan mitolojisi de adanın Zeus’un Güneş Tanrısı Helios’a hediyesi olduğunu anlatır bize.
Bir kentin ya da uygarlığın rüyasını önce su görür. Önce su vardır ve suya malum olur kalabalık agoralar, kıran kırana pazarlık eden tacirler, avluları mozaikli evler, tıka basa dolu ambarlar, Acem halılarının asıldığı duvarlar, kâhinler, tapınaklar… Rodos, birbirine doğru köpürerek koşan Ege ve Akdeniz’in yosun kokan bir gece gördükleri ortak rüyaları olmalı. Kısmetin rüzgârını arkasına almış tüccarlar, denizciler, şövalyeler, ordular Rodos’a yönelmişler tarih boyunca. Çünkü Rodos korsan olsun olmasın tüm haritalarda bir define olarak kayıtlıdır. Çünkü Rodos verimli toprakları, çağıl çağıl sularından başka doğuyla batı, kuzeyle güney arasındaki tüm denizyollarının ortasında yer alır, yedi denizin zenginliği köpüklü dalgalarla kıyılarına vurur. İÖ 2500’den itibaren Anadolulu Karialılar, Lübnanlı Fenikeliler, Akalar, Dorlar, Elenler, Büyük İskender, Romalılar, Persler, Araplar, St. Jean Şövalyeleri, Memlukler, Osmanlılar hep bu rüyanın peşine düşmüştür.
Bu zümrüt adanın başına kurulmuş taştan bir taçtır Rodos kenti. Zamana inat uzun sürmüş bir kahkahadır Akdeniz’de. İnsanlığın kâmil halidir Rodos. Yunanlıları, St. Jean Şövalyeleri’ni, Osmanlıları, İtalyanları, Yahudileri, Müslümanları, Hıristiyanları, yelkenlerine kaderin rüzgarını doldurup gelen tüccarları ve fatihleri, işgalciler yahut kendilerine bu adayı yurt edinenleri; ezcümle hepsini bir zenginlik olarak kuşanmış, sindirmiş, kendisinin kılmıştır. Hiçbirinin ayrıkotları gibi sökülüp atılmadığından olsa gerek, 700 yıllık evlerle çarşıların, çeşmelerin, kilise ve camilerin birbirine dolandığı bir tarih bahçesidir Rodos.
Deniz ve kara surları Rodos kentini kıskanç bir istiridye kabuğu gibi kavrar, çevreler. Ama kent, kale duvarları ve gösterişli kent kapılarının üzerinden taşar; limana girdiğinizde size kırmızı damları, ağaçları, çan kuleleri, kubbeleri ve zarif minareleriyle enfes bir göz ziyafeti sunar. Eski kent evleri, taş sokakları, surları, savunma sistemi ve kent kapılarıyla son derece iyi korunmuş bir ortaçağ kentidir. Bu özellikleriyle 1988 yılından bu yana UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yer alır ve değil fabrikasyon PVC pencereler takmak, kapı kulplarını değiştirmek bile sur içi Rodos’ta hayli cüretkâr bir eylem sayılır. Kale duvarlarının hemen dışına kurulan modern kent, 20. yüzyıl boyunca, vaktiyle kenti çevreleyen yerleşimleri, köyleri içine alarak büyümüş, özellikle İtalyanlar döneminde yeni kamu binaları ve meydanlarla süslenen Mandraki-Akvaryum bölgesine doğru serpilmiştir. Çoğu turistik otel bu bölgede yer alır.
Sur içi Rodos tüm Akdeniz kentleri gibi çok katmanlı. Yunan ve Bizans Rodos’u kentin kesintisiz iskânı nedeniyle şu anda ancak arkeolojik kazıların konusu. Sur içi Rodos’ta kalan birkaç Bizans kilisesi olsa da bu binalar Katolik şövalyeler ve Müslüman Osmanlılar dönemlerinde öyle çok değişikliğe uğramışlar ki dönem karakteristiklerini büsbütün kaybetmişler. Bugün bakıldığında görünen kent önce “şövalyeler”in, sonra Osmanlıların mimari mirası.
Rodos Şövalyeleri ya da diğer adlarıyla St. Jean/Hospitalier Şövalyeleri, Tapınak Şövalyeleri’yle birlikte Haçlı Seferleri sürecinin doğurduğu iki büyük organizasyondan biri. St. Jean Şövalyeleri önce bir hayır örgütü, sonra askeri bir yapılanmayken Rodos’u ele geçirdikleri 1309’dan itibaren ithalat-ihracat yapan, kale ve kentler inşa eden, kendi donanması ve idari mekanizmaları olan bir tür devlete dönüşür; bazen korsan, bazen tüccar, genellikle de hem tüccar hem korsan bir devlete. Çokuluslu bir güç olan şövalyeler, her grubun kendi temsilcisini gönderdiği bir komite ve bu komitenin seçtiği Büyük Üstad eliyle 200 kusür yıl boyunca Rodos’u ve çevre adaları yönetir.
Sur içi Rodos’un şövalyelerin, soyluların yaşadığı, kamu binalarının sıralandığı kısmı Kollakiyum adını taşıyor. Kollakiyum’un merkezinde günümüzden ortaçağa uzanan özel bir geçit duygusu yaratan Şövalyeler Caddesi (haritalardaki adıyla Ippoton) var. Cem Sultan’ın adada kaldığı beş hafta boyunca konuk edildiği ev de bu caddede.
Şövalyeler, sur içi Rodos’un fanilerin yani tacirlerin, sıradan insanların, Yunanlıların, Yahudilerin yaşadığı kısmına Burgus (ya da Hora) adını vermişti. Burgus bir anlamda, hem şövalyeler, hem de Osmanlı döneminde aslında kocaman bir pazaryeriydi. Yünlü, ipekli kumaşlar, Kırım limanlarından yüklenen kürkler, havyarlar, Afrika’dan yola koyulan köleler, Anadolu’nun kerestesi, tarım ürünleri, Asya ve Arabistan’ın incisi, mercanı, karabiberi, tarçın ve zerdaçalı burada birbirine kavuşmuş, adaların şarap, zeytinyağı ve süngeri, Rodos’taki kuyumcuların göz nurlarıyla birleşip tezgâhlarda yerlerini almıştı. Şövalyeler ve Osmanlı döneminin ana ticari arkları Sokratous Caddesi (ya da Türklerin verdikleri isimle Uzun Çarşı) ve caddenin sonundaki Hippokrates Meydanı (eski adıyla Musluk Meydanı) bugün de ortaçağdaki kadar canlı ve şen şakrak. Ve bugün de yedi denizin halkını barındırıyor.
Kentin ölümlü, sıradan insanlara mahsus kısmı ana ticari arkların dışında her biri kıvrılmış bir saç teli gibi uzanan sokaklarla bezeli. Sur içinin dar sokaklarında, özellikle de Aya Fanouriou’da göreceğiniz evleri karşılıklı birbirlerine bağlayan küçük kemerler, deprem bölgesinde yer alan kentte tahribatı azaltmayı amaçlayan dâhiyane ortaçağ buluşları. Sokaklar, caddeler Osmanlı döneminde pek değişmemişti, hatta evler için de -biraz ihtiyatla- benzer bir değişmemişlikten söz edilebilir. Kente 1522’de giren Osmanlılar ilk iş savaşın neden olduğu tahribatı onarmış ve karakteristiğini ağır taş bloklarda gösteren kent dokusunu hemen hemen hiç bozmadan yüzyıllarca kullanmıştı. Minik dokunuşlar dışında evlere eklenen ahşap cumbalar, bahçelere kondurulan hamamlar Osmanlı’nın mirası. Zamanla yıpranan eski evlerin temelleri ya da alt katları korunmuş, üzerine Osmanlı ev dokusunun özelliklerini taşıyan katlar çıkılmış; böylece farklı dönem ve üslupların birbirine dolandığı melez bir kent yapısı oluşmuş.
Şövalyeler Rodos’unun (özellikle Osmanlı saldırılarına karşı) inşa ettiği savunma sistemi, bugün ortaçağ askeri/savunma mimarisinin yaşayan en iyi örneği kabul ediliyor. Surlar ve kapılar öylesine muhkem ki kent yaklaşık 300 şövalye ve birkaç bin askerle Kanuni’in 1522 yılındaki kuşatmasına tam 4 buçuk ay direnmişti. Her biri bir mühendislik harikası olan savunma sistemleri, taştan dalgalar gibi birbiri arkasından yükselen sur duvarları, mazgallar, araya giren düşman askerlerini yok etmek için oluşturulmuş hendekler ve gizli geçitlerden oluşuyor. Rodos’un kara surları ve gösterişli kapıları her gezginin mutlak ziyaret etmesi gereken yerler.
Rodos kuşatması 20 Aralık 1522’de kentin teslim olmayı kabul etmesi ile sonlanır, Şövalyeler kenti Osmanlı gemileriyle terk eder. Yeni hâkimlerin Rodos siyaseti, kentin tüm ticari zenginliğini ve canlılığını korumaya dayalı olsa da Osmanlılar, Hıristiyanlara sur içi Rodos’ta yaşamayı yasaklayacaktır. Hıristiyanlar kentteki işyerlerine gündüz gelir, akşam olup da kent kapıları kapanmadan önce terk etmek zorunda kalır. Bu siyaset iki sonuç doğurur. İlki eski kentin etrafında maraş/varoş denilen, Hıristiyanların meskenlerinin bulunduğu yerleşim yerlerinin belirmesidir ki bunlar bugün modern Rodos dediğimiz oluşumun altında büyük oranda kaybolup gitmiştir. İkincisi ise sur içi Rodos’un Müslüman ve Yahudi mahallelerinden oluşmasıdır. Toplam dokuz mahalleden oluşan Eski Rodos’un iki mahallesinin Yahudilere yedi mahallesinin ise Türklere ait olduğunu söylüyor kaynaklar.
Rodos’un gösterişli kapılarından girip taş sokaklarında dolaşmaya başladığınızda, bu mahallelerin büyük kısmının 50, 60 yıl önce Türk mahalle ve çarşıları olduğunu bilerek göz atın etrafınıza. Belki biraz dikkat kesilirseniz penceredeki sardunyalara su veren Ziynet Hanım’ın silik gölgesini, Faralyalı Konağı’nda misafirlerini ağırlayan Hesna Hanım’ın zarif gülümsemesini görebilirsiniz; Alaiyeli Mustafa Nazif Efendi’nin bakkal dükkânından taşan sabun, pudra ve kahve kokularını, Yahudi mahallesine doğru ilerleyen ve neredeyse tüm Yahudi cemaatinin katıldığı gelin alayının şamatasını, Ali Hasan Efendi’nin Sıhhi Berber Salonu’ndan gelen dedikoduları, Dökmeci Ali Efendi’nin Bar Di Rodi’sinden yükselen nağmeleri duyabilir, Bastiyalı Mehmet Efendi’nin ürettiği “Ferah Rakısı”nın enfes kokusunu içinize çekebilirsiniz. Gözlerinizi günümüz Rodos’una çevirdiğinizde ise Uzun Çarşı’da, Musluk Meydanı’nda az sayıda da olsa, kâh Rodos dantelleri, kâh hediyelik eşyalar ya da gümüşler, nadide altın takılar satan Türklerin dükkânlarını fark edebilirsiniz.
Yahudilere gelince, İkinci Dünya Savaşı’nda adada öyle bir kırıma uğramışlar ki vaktiyle eski kentin şen şakrak iki mahallesini oluşturan bu cemaatten bugün geriye topu topu 20-25 kişi kalmış. Rodos, Yahudiler için kaybedilmiş ve çok uzaklarda kalmış bir güzelliğin adı.
Sur içi Rodos’ta Osmanlı döneminden kalma bir dizi ihtişamlı bina var. Kentin en canlı noktalarında yer alan Süleymaniye, (Pargalı) İbrahim Paşa, Mustafa Paşa, Recep Paşa Camileri, Şer’iye Mahkemesi, Büyük Üstad’ın Sarayı’nın karşısındaki gösterişli Türk Okulu ilk akla gelenler. Uzun süren restorasyonu yakınlarda bitmiş olsa da Süleymaniye sadece dini bayramlar gibi özel günlerde açılıyor. Türk azınlığın nikâh törenleri için kullanılan Mustafa Paşa Camii, mimarisi, meydanın ortasındaki muhteşem benjamin ağacı, karşısındaki hamam ve alandaki kafeleriyle kentin en güzel köşelerinden biri. İbrahim Paşa Camii ise kentte, hatta tüm adada ibadete açık tek cami.
Yaz aylarında Rodoslular eski kentten çekilir. Dükkân sahiplerinden ve çalışanlarından, kafanızı uzatıp içeri bakmaya cüret ettiğiniz evlerde görebileceğiniz bir iki yaşlıdan başka karşılaştığınız hemen hemen herkes turisttir. Sanki ani bir korsan saldırısına uğramaktan, yahut geniş karınlı bir tacir gemisinin İskenderiye’den veba getirme ihtimalinden korkan Rodoslular kırlara doğru kaçışmış ve tam da o sırada yedi düvelden oluşan bir turist ordusu bu ortaçağ kentini işgal etmiştir. Ama dini günlerde kentin kayıp halkı aniden ortaya çıkıverir. Çünkü dindar olsun ya da olmasın Rodoslular bu tip törenleri geniş katılımlı toplumsal etkinlikler olarak kutlar.
Yunan Ortodoks Hıristiyanlığı çok sayıda aziz ve azizeyi, onlara adanmış törenleri, mucizeleri, kerametleri, şefaat dileme ritüellerini içeriyor. Öyle ki sanki Olympos Tanrıları sisli bir gecede tebdil-i kıyafet eyleyip Yunan kilisesine sızmış. Rodos da Yunan Hıristiyanlığının bu zengin -bol aktörlü- durumundan nasibine düşeni almış doğal olarak. Gerek ada gerekse eski kent azizlere adanmış kiliseler, yortular, mucizenin yeryüzüne indiğine inanılan günler, kutsallık mekânlarıyla bezeli. Genellikle yaz aylarına sıkışan yortu günleri (ki bunlara panayırlar da eşlik ediyor), Rodos ve köylerinde ibadet-ticaret-eğlence karışımı etkinlikler. Kilisenin hemen önünde kurulan panayırın bir köşesinde tek, bilemedin iki üç gecelik bir lunapark bulunuyor: Dönme dolap, atlıkarınca, beş halka 1 avro keyfi, çarpışan otomobiller, diğer köşede oyuncakçılar, lokumcular, tatlıcılar, türlü mal satan çerçiler…
Piyasa yapan gençlerin, en güzel giysilerine bürünmüş yaşlıların, kol kola girmiş genç çiftlerin arasında baloncular, pamuk helvacılar dolanıyor. Kilisede törene katılıp panayır meydanında gezindikten sonra derme çatma kurulmuş kebapçılarda tıka basa karın doyurmak ve konser alanında orkestra eşliğinde halaya durmak panayırların olmazsa olmazı.
Eski kentin içerisinde de kutlanan yortular var. Örneğin Aya Pantaleymon Yortusu 27 Temmuz’da St. Catherine Kapısı yakınlarındaki kilisede, Aya Fanurios ise 27 Ağustos’ta Recep Paşa Camii’nin hemen yanındaki kilisede kutlanıyor. Aya Fanurios Yortusu’nu yakalayabilirseniz hem Recep Paşa Camii’nin avlusunda kurulan minik panayırı görmeniz mümkün olur hem de Rodoslu hanımların dileklerinin gerçekleşmesi için bin bir baharatla, illa ki tarçınla yaptığı ve gelene geçene dağıttığı leziz keklerini, fanariopitalarını tadabilirsiniz. Daha büyücek panayırları görmek isterseniz eski kentin 10-20 kilometre dışına, bir kısmını modern Rodos’un yuttuğu Kremasti, Soroni ya da Fanes gibi eski köy merkezlerine gitmeniz gerekli. Panayır günlerine ve mekânlarına ilişkin bilgilere turistik rehberler ya da şehrin dört köşesinde mevcut turizm danışma bürolarından ulaşmanız mümkün.
Ortodoksların türlü çeşitli yortu günleriyle rekabet edemese de Türklerin de kitlesel katılımla gerçekleştirdiği törenleri, dini günleri var. Bunlardan ilki hıdrellez. Mayıs ayında Rodos’a yolunuz düşerse eğer, eski adı ile Zümbüllü yeni adıyla Rodini Park’taki hıdrelleze katılmanızı öneririm. İkincisi ise Kadir Günü. Hafız Ahmet Paşa Kütüphanesi’ndeki 999 taneli Hicaz tespihinin saklandığı sandukadan çıkarılması ve cemaat tarafından kütüphanede çekilmesiyle Kadir Günü başlıyor. İkinci aşama yine kütüphanede kat kat ipek mendillerin arasında saklanan sakal-ı şerifin törenle çıkarılıp İbrahim Paşa Camii’ne getirilmesi. Ardından sakal-ı şerif teşhir ediliyor ve mevlit okunuyor.
Ekim ayında son güneşli günlerle birlikte son turistler de gidince ada kendi mütevazı ritmine döner. Rodos sokakları başıboş dolaşan sokak kedilerine, uzun yağmurlara, kasvetli sokak lambalarına, adanın bitmek bilmez rüzgârlarına, çamaşırlarını asmak için hava durumunu takip etmekten bitap düşen kadınlara teslim olur. Turistlerin şehri köşe bucak istila ettiği yaz aylarında Mandala’yı terk eden müdavimler bu günlerde geri döner: Karaya vurmuş denizciler, kentte yaşayan bir iki Avrupalı, 68 kuşağından üç beş Rodoslu, elinde bir bardak sumo ile kuzineye sırtını vererek oturan Vasilis Amca… Rebetiko gecelerinde Vasilis Amca sumo bardağını yere koyup kederle etrafında döner. Nuri Amca yitirdiği zamanın, dostların, komşuların, çocukluk hatıralarının peşinde bir kazazede gibi tek başına dolaştığı Rodos sokaklarını böyle soğuk havalarda terk eder, boş Alaiyeli Konağı’nın bir odasına çekilir. Ve rüzgârın taş sokaklarda türlü acayip sesler çıkararak delicesine estiği gecelerde, yorganlarının altına kıvrılmış Rodoslular eski kentin taştan bir gemi gibi palamarlarını gıcırtılarla koparıp adadan ayrıldığını; korsanların, Osmanlı leventlerinin, şövalyelerin çağrısına uyarak Akdeniz’e doğru ağır ağır sürüklenmeye başladığını rüyalarında görür irkilerek uyanır.
Yaz ayları geldiğindeyse Güneş Tanrısı Helios çift atlı arabasıyla kentin üzerinde tüm gün dolaşmaya, parlak ışığıyla kentin surlarını, kapılarını, meydanlarını yıkamaya, Demeter bereketli nefesini meyveye durmuş ağaçlara, çayırlara üflemeye başlar. Kış boyunca Akvaryum’un kıyılarını, Mandraki’deki mendireği dövüp duran Ege ve Akdeniz söz dinleyen uslu çocuklara döner. Tur gemileri ufukta görünmeye başlayınca Uzun Çarşı uykusundan yavaşça uyanır, sandukalar açılır, dükkânların demir kepenklerindeki çengellere danteller, örtüler, hediyelikler asılır. Ve Rodos artık uzun, sıcak, şenlikli bir yaza hazırdır.
Atlas Temmuz 2014 / Sayı 256 / Yazı: Esra Danacıoğlu
-
Ve elbet Girit adası... Yazılabilecek çok şey var aslında ama madem gezilecek ada, bence Girit yerine Matala'nın ilginç hikayesini okuyalım. Muhtemelen daha evvel bu hikayeden habersiz olanlarımız çoktur.
Yanıbaşımızdaki Girit Adası’nda Aşk ve Özgürlük Kokulu Bir Hippi Hikayesi: Matala
Yunanistan ve Türkiye arasında inci bir kolye gibi serpilidir adalar. Ege’nin ortasından başlar, sahile inen taş basamaklar gibi adım adım Akdeniz’e doğru uzanırlar. Dünyanın en güzel denizinin rüzgarları eser kıyılarında, o rüzgarlar kıyı insanlarının hayallerini, aşklarını ve umutlarını alır başka diyarlara taşır.
1960’ların sonunda dünyanın başka bir ucunda, başka bir kıyıda, başka rüzgarlar esmeye başlamıştı. Hippiler de hayallerini, aşklarını ve umutlarını başka diyarlara taşımak istiyorlardı. Başka kıtalardan gelip Akdeniz’in binlerce yıldır esen umut dolu rüzgarlarıyla buluştular. Bu kadarını onlar bile hayal edememişti ama kendilerini Girit’te buldular.
O dönemler Yunanistan’da askeri darbe yönetimi, Girit’te ise başka ülkelerden gelen “yarı çıplak” yabancılara pek de alışık olmayan dışa kapalı bir halk vardı. Yine de iki grup arasında uzunca bir süre unutulmayan maceralar yaşandı. Hatta Rolling Stones’un dünyanın en iyi müzisyenleri arasında gösterdiği Joni Mitchell da buranın uzun süreli konukları arasındaydı.
Girit’in bir balıkçı köyü olan Matala’dayız burası hippilerin cennet kıyıları
(https://i.hizliresim.com/y06Nmj.jpg) (https://hizliresim.com/y06Nmj)
Zamanın sadece insanlar istediğinde aktığı bir yer. Yerlisi bugün bile kendini Yunanlıdan önce Giritli olarak tanımlıyor. Ana karaya en uzak adalardan biri. Ege’nin ve Akdeniz’in en sert fırtınalarıyla yaşıyorlar. Mesafeli, sert mizaçlı ve dışa kapalılar. Nasıl açık olsunlar? Bir adadalar. Hem de dünya savaşının etkilerini hâlâ atlatamamış ve askeri darbelerle ayakta kalmaya çalışan Yunanistan’un uzak bir adası.
Günlerden bir gün dünyanın en çatlak tiplerinin yolu kendi halindeki bu adaya düşer
Yatacak yer, yiyecek, sıcak duş, kılık kıyafet? Bu soruların hiçbirinin cevabı yok, çünkü hiç sorulmuyor. Sırt çantalarına ne sıkıştırıldıysa o. Örneğin Matala köyündeki konaklama Neolitik çağlardan kalma kaya mağaraları, oyuklar ve mezarlar. Nasıl? Kulağa hayli “butik” geliyor değil mi?
Köyün yerlileri bırakın Hippiyi daha önce turist görmemişler
Tam bizimkilerin ortamı. Dünyanın uzak bir köşesinin, en uzak ucu. Girit ve Matala. Ada üstündeyken bile karadan ulaşım zor. Barınmak için doğal kayalıklar, kayaların hemen önünde dünyanın en güzel denizi, gece olunca belki de evrenin en güzel gökyüzü. Adanın bulundukları yerinden en yakın yapay ışık kaynağı Afrika kıtasında. Issızlığı hayal edin. Biraz Taylor Camp‘ı da andırmıyor değil.
Yıllarca dillerden düşmeyen şarkılar bu kıyılarda yazıldı
(https://i.hizliresim.com/p6bXRr.jpg) (https://hizliresim.com/p6bXRr)
Bahsi geçen büyülü gökyüzü Joni Mitchell’in tüm müzikal kariyerinde belirleyeci olmuş. Ünlü “Under a starry dome…beneath the Matala Moon” parçası burada yazılmış. “Yıldızlı bir gök kubbenin altında Matala Ayı’nın yanında” demek için bundan güzel yer mi olur?
Bu köy taş devrinden beri böyle eğlence görmedi
(https://i.hizliresim.com/Rnr1Y7.jpg) (https://hizliresim.com/Rnr1Y7)
Otel olarak kullanılan kayalardaki oyukların tarihi taş devrine uzanıyor. Kayalar daha sonra Romalılar tarafından mezar olarak kullanılmış. Kim derdi ki yüzyıllar sonra bir gün gelecek ve bu ıssız kıyılar hippilerin aşk yuvası olacak? Gerçi başka seçenekleri de yok. Parasını verip otelde kalacak olsalar bölgede otel yok. Ha olsa kalırlar mıydı, ayrı konu.
O günlerin Matalasını Joni Mitchell’ın bir röportajından dinleyelim…
(https://i.hizliresim.com/dOv82p.jpg) (https://hizliresim.com/dOv82p)
Yakın çevrede ev yoktu sadece iki bakkal, kendi yoğurdunu da yapan bir fırın ve bölgedeki tek telefonun bulunduğu bir dükkan daha. İki Cafe vardı; ama bunlar da hippiler geldikten sonra açılmıştı.
Mitchell’ın anlattıkları neredeyse bizim Sultanahmet’deki Lale Pastanesi misali.
Atina’ya indiğimizde herkes bana bir tuhaf bakıyordu
(https://i.hizliresim.com/BLav4L.jpg) (https://hizliresim.com/BLav4L)
Aslında gayet normal gözüksem de Yunanlılar arkamdan bişeyler söyleyip duruyorlardı. ‘Sheepy, sheepy Matala, Matala’ laflarını tekrarlıyorlardı. Daha sonradan bunların “Hipi hipi, yallah Girit’e Matala”ya demek olduğunu öğrendim. Tamam, Hippiye benzediğim ve Yunanlıya benzemediğim aşikardı. Daha çok erkekler arkamdan bağırıyorlardı. Galiba uzun sarı saçlarım onları biraz etkilemişti.
Gelir gelmez aşk adeta bomba gibi patlar
Yanımda arkadaşım Penelope vardı, bir feribota bindik ve Matala’ya geldik. Yanında haşhaş tarlası olan ufak bir kulübe kiraladık. Hemen plaja indim ve tam o anda büyük bir patlama oldu. Beyaz pantolonlu, kafasında beyaz türbanlı, kırmızı sakallı bir adam kapıdan dışarı uçtu. İşte Cary hayatıma böyle girdi.
Joni Mitchell’ın o dönemlerde çok etkilendiği ve kuşağını derinden etkileyen “Carey” parçasını yazmasını sağlayan abi
(https://i.hizliresim.com/4aj187.jpg) (https://hizliresim.com/4aj187)
Cary, Amerikalı bir hippiydi ve sahildeki Cafe’de aşçılık yapıyordu. Ocağı açtığı anda bir patlama olunca kapıdan uçmuştu. Mitchell o anı gördüğünde aklından “bu adamla mutlaka tanışmalıyım” diye geçirmiş. Sanatçının daha sonradan Matala günleri için yazdığı “Carey” adlı parçası milyonlarca kere dinlendi, dinlenmeye de devam ediyor. Parça artık bir klasik.
Şarkının sözlerinde geçen Mermaid Cafe de, Matala gecelerindeki yıldızlar ve ayaklara yapışan deniz kumları kadar gerçekti
Fakat bir de hayatın gerçekleri. Hippilerin gelişi adanın tutucu kısmını rahatsız etmişti. Giritli gençler bir yandan, bu sarışın güzel kızlarla birlikte olabilmek için can atarken diğer yandan ahlak elden gidiyor “cık cık cık” diye söylenti çıkarıyorlardı. Giritli kızlar da durumdan şikayetçiydi. Erkekler evlenmek için bakire kız ararken, her gece Matala’ya gitmekten de geri durmuyorlardı. Kilise duruma el koymaya hazırlanıyordu ama ondan önce ordu vardı.
Askeri cuntayla Hippi kampında rakı keyfi
(https://i.hizliresim.com/lOq3rg.jpg) (https://hizliresim.com/lOq3rg)
Konaklanılan mağaraların “penceresinden” bir görünüm
Başlık tam olarak gerçek bir olaydan alıntıdır. Joni Mitchell röportajına geri dönelim ve hadiseyi ünlü sanatçının ağzından dinleyelim: Matala’ya geldikten sonraki gece ben, Carey ve Penelope, Mermaid Cafe’ye gittik. Ortamda 7-8 başka hippi ve askerler içiyorlardı. Birisi Rakı isminde bir şey getirdi, bi çeşit Türk likörüymüş. 3 kadeh içtim. Sonraki sabah Carey’nin kaldığı kaya oyuğunda uyandım.
Rakı bu Joni abla, Türk likörü falan dersen çarpar tabi
(https://i.hizliresim.com/Pl1nP8.jpg) (https://hizliresim.com/Pl1nP8)
Mağaraların içinden görünüm
Mitchell o geceyi hatırlamıyor. Sabah kalktığında çizmesinin topuğunu kırılmış, kıyafetlerini toz toprak halde bulmuş. Anlayacağınız o kafayla kayalıklara tırmanırken üstünü başını pert etmiş. İşin asker kısmına geri dönelim. Askerler işlerine geldiğinde hippilerin ortamında takılmaktan içip eğlenmekten kendilerini sakınmıyorlar. Ama bir yandan da varlıklarındaki asıl sebep buradaki hayatı çekilmez kılmak.
Yasaklar hissedilmeye başlanır
(https://i.hizliresim.com/8YaPZW.jpg) (https://hizliresim.com/8YaPZW)
Mermaid Cafe’nin sahibi ve hippilerin arkadaşı olan Yunanlı Stelios Xagorarakis sudan bir sebepten tutuklanır ve cezaevinde işkenceye uğrar. 1969 yılı için gayet normal bir durumdur bu. Stelios’un ellerinde ve ayaklarında sigaralar söndürülür. Sahilde hayatın sonu bu gibi olaylardan sonra tatsızlaşmaya başlayacaktır. Aynı günlerde Mitchell’ın arkadaşı Penelope de bir gece sahilde tanıştığı askerlerle takılır ve kendisinden bir daha haber alınamaz.
Bu olay genç şarkıcıyı derinden etkiler
(https://i.hizliresim.com/76a7vP.jpg) (https://hizliresim.com/76a7vP)
Joni Mitchell, Mermaid Cafe’de
Zaten duygusal olarak pek sağlam olmayan Mitchell, Penelope’nin ortalıktan kayboluşundan hayli etkilenir. Taştan mağaralarda uyumaktadır. Altlarında sadece yumuşak olması için deniz kumu ve çevredeki otlar vardır. Bazen de arkadaşlarından ödünç aldıkları şilteler de uyurlar. Çevre baskısı da artmaktadır.
Çıplaklık ve özgür cinsellik her geçen gün daha da tepki çekmeye başlar
Aslında sahilde değişen çok bir şey yoktur. Tek değişken Matala’nın artık keşfedilmiş olmasıdır. Hem büyük hippi grupları hem de meraklı halk bölgeden çıkmaz olur. Nüfus kalabalıklaşır ve başlarda doğanın bakirliği içinde hiç dikkat çekmeyen bu yaşam tarzı için artık “bu kadarı da fazla” denilmeye başlanır. Joni Mitchell o günleri adeta taş devrine dönüştü diyerek anımsıyor. Mağaralar, deniz ve çıplak gezen insanlar…
Aslında her şey yalnız gezen bir Almanın adaya gelişiyle başlamış
Yerel halkın anlattığına göre ilk gelen bir Alman genciymiş. Köylülerden biri bu arkadaşa yiyecek vermiş ve ücreti ödemeye kalktığında “para istemez” karşılığını vermiş. Yerel halkla yapılan söyleşilere göre sonraki senelerde bir kişi yanında dört kişiyle gelmiş, sonra 20 ve sonradan 100 olmuşlar. En sonunda Matala’da bir komün oluşmuş.
60’lar dünya savaşından sadece 20 yıl sonrası ve Almanlar Avrupa’nın hiçbir köşesinde sevilmiyor.
Yunanistan’da ise Almanlara karşı herhangi bir ön yargı yok. Avrupa’dan soyut kalmış olan Yunanistan’ın pek de bir şey umurunda değil. Girit ise iyice unutulmuş köşe. Gelen o ilk Almandan sonra bölgenin çekim merkezi olmaya başlaması pek de şaşırtıcı değil. Alman gezginlerin uğrak noktası olmaya başlayan Matala’nın, barışın ve aşkın çocukları hippiler tarafından keşfedilmesinde bir savaşın izlerinin olması da manidar. Hippiler savaş karşıtı, Almanlar II.Dünya Savaşından dolayı sevilmiyor, bu yüzden Girit’i buluyorlar ve ortam zamanla bir hippi komününe dönüşüyor.
Joni Mitchell için dönüş vakti
(https://i.hizliresim.com/lOq33E.jpg) (https://hizliresim.com/lOq33E)
Genç yıldız Matala’dan tanıdığı Hippi arkadaşlarının oynadığı bir gösteriyi izlemek için Atina’ya gider ve bir daha köye geri dönmez. Bir süre sonra da asker ve polis bölgeyi dağıtır ve giriş çıkışı yasaklar. Cunta, Matala’daki uyuşturucu kullanımı ve çıplaklık ortamına son verir.
Bugün Matala
(https://i.hizliresim.com/EPmrgq.jpg) (https://hizliresim.com/EPmrgq)
Birçok Yunan adasında olduğu gibi Matala’da da turizm en büyük gelir. Hippilerin kaldığı bölge ve mağaralar ise tellerle çevrili ve girilmesi yasak. Bölge tarihi kalıntılardan dolayı arkeolojik alan ilan edilmiş ve korunuyor. Dönemin 68’lileri artık gerçekten de 68’li ve 70’li yaşlarda o günleri hayatlarının en önemli deneyimi olarak hatırlıyorlar.
6.İstanbul Belgesel Günleri’nde de gösterilen bir de Hippie Hippie Matala filmi vardır. Seyretmek isteyen için hatırlatayım.
ListeList / Engin Özer
-
Evet, denizcilikle alakası yok belki ama işlenmemiş ve çok nadir karşılaşabileceğiniz, hikayeleri ile birlikte, fotoğraflardan oluşmuş bir tarihi geçit diyebiliriz.
http://www.historyinorbit.com/these-photos-have-not-been-edited-rare-historic-photos/?src=facebook&utm_source=facebook&utm_medium=Josh_HIO-Desk-WW-1-94Hist-9BLP3
Ayrıca, Ana sayfada onlarcasına ulaşabileceğiniz özel hikayeler var.
http://www.historyinorbit.com/
-
Kayıklar, denizciliğin temeli. Kayıklardan devam edelim ;
Kayıklar ve Sandallar Yan Yana
O zamanlarda Boğaziçi'nin her köyünde bulunan Pazar kayıkları fakir ahalinin pek ziyade işine yaradığından köyün -bugün zenginleri diyeceğimiz- o vakitki tabirle "eşraf"ının himayeleri altında olması da Boğaziçi ananelerinden biriydi. "Mehtap"ı tertip eden kimsenin, saz takımı için, oturduğu köyün Pazar kayığını kiralaması da bu anane iktizasıydı.
Bu kayıkların arka taraflarındaki düz ve hayli uzunca kısımları hanende ve sazendelerin oturmalarına, saz aletlerinin, bir de işret tepsilerinin konmasına pek elverişliydi. Bu kayıkta saz sahibinin bir adamı bulunur; o, her şeyin efendisinin istediği yolda gitmesini temin ederdi. Yalnız bu kayıkta, hanende ve sazendelerin kuvvetlerini tazelemek ve neşelerini arttırmak için Erdek rakısı, Umurca rakısı gibi o limanın en iyi rakıları, mastikaları ve muhtelif cins taze balıklar, siyah ve sarı havyarlar, Gelibolu sardalyası, Tirilye zeytini, balık yumurtası, türlü türlü peynirler, çeşit çeşit salatalar, turşular, zamanın en makbul mezeleri, üzüm, şeftali, elma, kavun, erik gibi meyveler, bir de karlıklar içinde buzlu sular bulundurulurdu.
Zevk için dolaşan bütün öteki kayık ve sandallar yalnız ay ışığıyla aydınlanırken hizmetteki Pazar kayığı mumları yanmış üç dört fener taşıyarak gelir ve o geceki saz sahibinin yalısından, mesela Valde Paşa'nın Bebek'teki veya Sait Halim Paşa'nın Yeniköy'deki, yahut Suphi Paşazade Sami Bey'in Kanlıca'daki yalısından hanende ve sazendeleri alır, açılır, giderdi. Daha tek başına gittiği sırada sazın, hafif tertip akortlar yaparak kendi kendine mırıldandığı ve sazendelerin meşketmesi kabilinden çalındığı olurdu. Fakat böyle yalnızca giderken yolda çalınan bu hayal meyal saza pek kulak aşılmazdı. Sazın asıl toplantı yerinin Kalenderin önü olması da bir Boğaziçi ananesiydi.
Boğaz'ın hemen her köyünden yavaş yavaş buraya gelen kayıklar ve sandallar saz kayığının etrafında, ışığın çevresinde dolaşan ve ondan ayrılamayan pervaneler gibi dolaşmaya başlar, onu kuşatarak ve ona adeta yapışarak teşkil ettikleri kafile su üstünde yekpare büyük bir sal gibi bir kütle olurdu. Hele asıl saz kayığının en yakınında bulunan kayıkçılar ellerini biraz uzatarak yanlarındaki sandal veya kayığın kenarlarını tutmakla bunları birbirlerine tamamen yapıştırmış ve adeta kenetlemiş olurlardı ve bu sıralarda sandallarını yerlerinde tutabilmek için bir teviye siya ederlerdi.
O zamanlarda, gerçi eski, büyük teşrifat kayıkları ortadan kalkmışsa da yine iki, hatta, daha nadir olarak, üç çifte kayıklara rast gelinirdi. Vernik sürülmüş tahtadan bu kayıklar hep açık veya koyu sarı veya tahini renkte görünür ve kenarları bir iki sıra koyu lacivert, mor, siyah veya yeşil yahut som yaldız şeritli olurdu. Hanımların bindiklerinin arka taraflarında kadifeli, sırmalı ve uçları sulara doğru sarkan bir ihram serilirdi. Valde Paşa'nın üç çifte kayığındaki gümüş kafes örmeli ve kenarları balık şeklinde yine gümüş saçaklı ihramı meşhurdu.
Herkesin çömelerek alçakta oturmaya alışkın olduğu bir zamanın mahsulü olan, insanı derinliğinde ta suların hizasında ve biraz yaslanarak oturmaya mecbur eden bu kayıklar kadar suları, gökyüzünü, sahilleri, mehtabı seyretmeye, gözlerle gönüllere, avlamaya müsait ve münasip bir vasıta olamaz. Hele dört kişiyi karşı karşıya ve dördünü de yanlarından suyu iyice görecekleri vaziyette oturtuşuyla kayık elbette etrafı seyretmek için hem daha rahat, hem daha muvafıktı. O yavaş yavaş yol aldıkça, suya bakarak maviliğinde yüzer gibi olur, havaya bakarak maviliğine girer gibi olur, mehtaba bakarak ışığını sürükler gibi olurdunuz. Hayal kurmak, hulyalara dalmak için bunlardan daha uygun beşikler bulunamazdı.
Kayıklar, Sultan Hamid devrine kadar, Boğaziçi'nde tamamen rakipsiz hakim olmuşlar. Kayık, sandalın ilk bulunmuş şekliydi. Bunun için elbette daha iptidai ve safiyane bir şeydir. Meziyetleri ve taraftar olunacak cihetleri vardı. Sandal daha ağırdır. Arka tarafında yan yana oturabilen iki kişi müstesna olmak üzere, diğerlerini arkasını sahillerin birine dönmüş olarak oturmaya mecbur eder. Fakat suya incecik kayıklardan ziyade dayanarak onlar kadar çabuk eskimez. Dört kişi yerine daha fazla adam alır. Girilip çıkılışı, oturulup kalkılışı daha kolaydır. Hele, daha kurnazdır: dümeni vardır! Bu sayede daha çabuk döner, yanaşır, ayrılır. Eski usta hamlacıları bulmak gittikçe güçleşirken daha az maharetli bir sandalcı tarafından kullanılabilir. Bu bakımlardan bu mahluk ötekini herhalde yenecekti. Nasıl ki yendi.
O zamanlarda, ezeli eskilik-yenilik davası bir de kayık veya sandal taraftarlığı şeklinde sürüp gidiyordu. Kayık taraftarlarının bütün hissedip söyledikleri sözler ve bulup ileri sürdükleri düşünceler onun varlığını kurtarmaya yarayamayacaktı. Fakat, Boğaziçi'nde bütün bu sözler söylenmeden, bu düşünceler ortaya atılmadan kalamazdı. Zaten o zamanın insanları daha az muhakemeci, daha az inatçı ve hayata karşı daha ziyade uysaldırlar. Ekserisi bir tarafı iltizam etmezler ve bazen rahat bir kayığa binerek kayık taraftarlarına, bazen narin bir kike binerek sandal taraftarlarına hak verirler ve böylece tabii seyrini takip eden istihaleleri kolaylaştırırlardı.
Sultan Hamid devrinden sonra türeyen sandallar çoğalırken bu devrin ortasına doğru, daha alafranga olarak, bir de binek ve yarış kikleri meydana çıkınışlı. Hep maun renginde, kenarları birer ikişer zıh düz VL'ya nakışlı yaldız şeritli, daha ince ve uzun ve bilhassa oturulacak yerleri kayıklarınki gibi karşılıklı olan bu sandallar hem daha rahat, hem daha hafif, hem daha kullanışlıydı. Öyle ki Boğaziçi iskelelerinde kira sandalları kira kayıklarından daha ziyadeleştiği gibi yalıların da eskiyen kayıkları yerine kikleri çoğalıyordu. Bundan dolayıdır ki, bu mehtap toplantılarında ekseriyet sandallarda olurdu. Kayık ve sandalı olanlar bu gecelere çıkmak için muhakkak daha kolay idare edilen sandalı tercih ederlerdi.
Venedik gondollarından hem daha makul, hem daha cesur, hem daha hafif, hem daha zarif olan bu İstanbul kayık ve sandallarında, yalılar gibi, büyük hususiyetleri vardı ve biçimlerinden, efendilerinden hamlacılarına kadar, Boğaziçi medeniyetinin birer icmali, birer hulasası gibiydiler. Halis Boğaziçililerin Boğaz'ın binbir inceliğini birden sezen gözleri bir bakışta, bunların yalnız kimin olduklarını değil, hem de, hangi ustanın yapısı olduklarını keşfederdi.
Bu kayık ve sandallar yalnız Boğaziçi medeniyetini icmal etmez, o zamanki bizim çocuk gözlerimizin hassaslığı, bunların mensup oldukları kocaman yalıların kayıkhanelerinden tıpkı vücutlarından ayrılır gibi çıkarak, sularda dolaşan küçücük yavrularıymış gibi, üstlerinde o yalıların hayatlarını, huylarını, kokularını ve sahiplerinin edalarını, manalarını sezip duymasını bilirdi. Server Paşa'nınkilerin kayıklarında Server Paşa yalısının ağır perdeli, biraz loş ve o zamanki tabirle, kûhi odalarının kibar, rahat, kendi âlemine çekilmiş ve durmuş halini, Kıbrıslıların zarif olmaktan ziyade sağlam yapılı, yayvan karınlı, rahat ve babayani kayıklarında da geniş sofalı, geniş odalı yalılarının yayvanlığını ve serinliğini duyardım.
Bu, belki yarısına yakını hususi ve yarısından fazlası da kira kayık ve sandalları beşer onar gelerek saz kayığının etrafını saran kafileye katılırlar ve onun etrafını yeni bir halka ile kuşatırlardı. Bu arada hemen bütün bu kayık ve sandallar yer buldukça ve imkan nispetinde saz kayığına yaklaşmaya çalışırlardı. Yine, daha sonra gelen kayık ve sandallar bu halkaya sokulurlar, fakat onun kenarlarında her zaman biraz daha aralık kalan bir nevi etek teşkil ederlerdi. Kütle, son kenarlarına doğru, böyle mutlaka daha gevşek kalan bir toplantı olurdu. Sazı taşıyan Pazar kayığının etrafındaki bu halka muttasıl büyür, gittikçe genişler, yavaş yavaş gelip yer alan, toplanan sandal ve kayıkların sayısı gitgide artarak yüz, iki yüz, bazen, sırasına, gecenin güzelliğine ve sazın ehemmiyetine göre, üç yüzü geçen bir kafile olurdu. Ay ışığında görülen bu manzara ihtişamlıydı. Bütün bu sandal ve kayıklar denizin büyük bir kısmını kaplardı. Bunlar hemen merkezi bir vaziyet alan saz kayığının etrafında dönerek daima biraz değişici bir şekilde, daima yer değiştiren bir kütle teşkil ederlerdi.
Bütün bu kayıklar ve sandallar büyük ve yüksek saz kayığının etrafında, güya onun, analarının geldiğini görerek yuvalarında gagalarını açan yavruları gibi, sanki kapışmak için dağıtacağı yemleri yani ondan gelecek sesleri bekleşirlerdi. İnsanın acıkınca yemeğe, susayınca suya ihtiyacı olduğu gibi, bu son dakikalarda, bütün bu ruhların da çalgıyı bekleyişleri, adeta böyle bir ihtiyaca dönüyordu. Hepsi, tıpkı karanlıkları dağıtarak ruhlara ışık salacak bir ayın doğuşunu bekler gibi, hepsi de mehtap içinde başlayacak ve ruhlara ahengini salacak bir musikînin füsununu tatmaya hazırlanıyorlar, onun doğmasını bekleşiyorlardı.
Abdülhak Şinasi Hisar- Boğaziçi mehtapları - 1942
-
" Kıbrıslıların zarif olmaktan ziyade sağlam yapılı, yayvan karınlı, rahat ve babayani kayıklarında da geniş sofalı, geniş odalı yalılarının yayvanlığını ve serinliğini duyardım. "
Süleyman Amca (Dırvana)nın Seddülbahr'inden belli.
-
Anmadan geçmeyelim o zaman
-
Sait Faik ile öğlen kahvesi
BİR VAPUR
Dün, ona, Galata rıhtımında rastladım. Çelik ve demir vücuduyle hassas bir sporcuya benziyordu. Çıplak ayaklı bir küçük serserinin yanı başındaydı. Halatlarının bağlandığı demirlerden birine ayağımı dayadım ve elimi çeneme koyarak onu seyrettim. Beni alıp götüren, beni alıp getiren mahlûku doya doya sevdim. Bu vapur, «Tadla», yeni Türk vapurlarından «T» vapurudur.
Fransa'ya tahsile gitmiş talebeden «Tadla» yı tanımayan kim vardı? Kim bu vapurun üçüncü mevki güvertesini yıldızlı temmuz geceleri adımlamamıştır ‘?
«Parnas» dağının güneşli, altınlı ve karlı ebedi zirvesini, Stromboli'nin eteklerindeki beyaz kasabalar, Vezüv'ün kızıllığı altmda gülen beyaz şehri, mavi Mesina'yı, vahşi Korsika'yı ve nihayet kahpe Marsilya'yı bati seyri ve ağır vücuduyle, bize gösteren «Tadla» olmadı mı?
Şaşı gözlü, kaptan tavırlı metrdotelin limanlara yaklaşırken gösterdiği tevazuu, sevimliliği unuttunuz mu?
Ben, bu gemide Korsikalı muslar tanımıştım ki, güverteyi silerlerken karalarının güzelliğine ve lisanlarının çevikliğine hayran kalmıştım.
Gemiciler tamdım ki, gece yarısından sonra kopmuş fırtınaların ve uzak, esrarengiz Çin şehirlerinin ışıklarını güvertelere yaydılar.
Birinci mevkiden üçüncü mevkideki sevgililerini görmeye gelen anormal prensesler, on altı yaşında rüya kadar güzel çocuklarının gözü önünde flört yapan Rum kadınları gördüm. Ben bu vapurda cömert Yahudilere, dost Ermenilere, laubali şen ingilizlere, ciddi Fransızlara rastladım.
Marsilya limanından kalkıp Pire'ye gelinceye kadar geçen beş gün zarfında, tam bir arkadaşlıkla bağlandığım küçük bir çocuğu, beş gün sonra elem ve hüzünle terkettim. Beş günde, iptidai tahsilini beraber yapmışız gibi, bin bir çocukça hatıra ile ayrıldım. Tesadüf bir gün bizi karşı karşıya getirirse; onu çocukluk arkadaşlarımdan hiç' ayırmadan:
— Sizinle - diyeceğim -, hangi mektepte beraber okumuştuk ?
Yine bu vapurda bir kız tanıdım. Bir delikanlı seviyordu, buna:
— Ne eşek şey o -diyordu.- Ben onu o kadar sevdiğim halde, bir sabah gelip de «bonjur» demiyor, yanıma tesadüfen gelse bir kelime konuşmuyor.
Ben, o kıza:
— Ben varım ya - diyordum.
— Ah -diyordu-, sen çirkinsin.
Yıldızlı ve karanlık güvertede başbaşa oturuyorduk. Elini tutuyordum. Gözlerini kapayıp delikanlıyı tahayyül ederek elimi sıkıyordu.
Yavaşça kulağının dibine:
— Hepsi bir değil mi? -diyordum -. Karanlık gecede, hepsi, hepimiz bir değil miyiz? Yalnız, kadın ve erkek olsun. Gözlerini kapa, tahayyül et.
O, karanlıklar içinde giizel çocuğu tahayyül ederek ince duman vücuduyle vücuduma yaslanıyordu.
Yine vapurda tanıdığım bir papaz, bir dostu bir limanda bıraktığım ve perişan bir halde düşiindüğüm zaman, yanıma yaklaşıp bana:
— Zevk -demişti-, en uçucu şeydir. En hurdebini delikten kaçan bir gazdır. Onun için değil midir ki, zevki mütemadiyen değiştirmek lâzımdır. Fakat her değiştirişin sonundaki bu melale, hüzne, ıztıraba tahammül edilir mi'? Evlâdım, yegane saadet Allahtır.
Sonra karanlıktan ve kimsesizlikten beklediğim teselliyi bir papazdan aldığım için, kızardım.
Fakat geceydi. Kocaman gökler ve yıldızlar vardı. Seren mütemadiyen parlak bir yıldızı gösteriyordu. Samanyolu berrak ve şeffaftı. Gözlerimi göğe kaldırdım. Boşluğun içine saklanmış, düşüne düşüne yarattığım Allaha güvenerek gözlerimi kapamış ve o gece, «Tadla» nın güvertesinde müsterih bir çocuk uykusuyle uyumuştum.
-
Yelkencilerin bilmesi gereken rüzgar tanrıları
Rüzgarlar belki de denizden daha elzemdir yelkenciler için, zira olmasalardı deniz üzerinde bir kütükten fazlasına da ihtiyaç olmazdı.
Yunan mitolojisinde tüm rüzgarların tanrısı Aeolus‘tu, belki hala öyledir kimbilir…Deniz tanrısı Poseidon’un oğlu olan Aeolus diğer adıyla Astraeus, tüm rüzgarlara hükmederdi ve tüm rüzgarları mistik bir ada olan Aeolia’daki mağaralarda tutardı. Mağaraları şekillendiren rüzgarlar olduğuna göre mağaralarda rüzgarları tutmak oldukça manalı olsa gerek.
Boreas (Kuzey Rüzgarı)
(https://i.hizliresim.com/QVzZrA.jpg) (https://hizliresim.com/QVzZrA)
Sakallı, kanatlı yaşlı bir adam olarak tasvir edilen Boreas Kuzeyden soğuk rüzgarları getiren Yunan tanrısı. Yabancı dillere “Poyraz” olarak geçen Boreas (kuzey,kuzeybatı), batı dillerinde “Bora” adıyla Türkçe’de ise “Poyraz” olarak bilinmekte. İkiz erkek çocuk bekleyen yelkenciler için Poyraz ve Bora isimleri belki ilgi çekici olabilir bu haliyle… Boreas’ın İstanbul Boğazı’nda mağarası olduğu ve poyrazlı günlerde mağarasını terk ederek estiği söylenir.
Mağarasının İstanbul Boğazında olmasına şaşmamak gerek, ne de olsa İstanbul için hâkim rüzgâr kuzeydoğu’dur ve yaz sıcağını hafifletir bu yüzden “lodos cehennemden, poyraz cennetten gelirmiş” denir.
Eurus (Doğu Rüzgarı)
(https://i.hizliresim.com/XP3LQo.jpg) (https://hizliresim.com/XP3LQo)
Roma mitolojisine Vulturnus adıyla geçen Eurus, doğudan eser, ılık hava ve yağış getirir. Bizde Gündoğusu adı verilen rüzgar soğuk ve kuru eser. Nedense Doğu rüzgarları pek sevilmez hatta Chris De Burg Doğu rüzgarı adlı şakısında der ki:
Eastern Wind (Doğu Rüzgarı)
Well my furrows are filled with corn,
I have my woman to keep me warm,
But there’s one thing that I do fear,
That eastern wind is getting near…
Sabanımın şeritleri mısırla dolu
Beni ısıtan kadınım yanımda
Fakat tek korktuğum
Yaklaşan doğu rüzgarları
Notus ( Güney ya da Güneybatı Rüzgarı)
(https://i.hizliresim.com/bBEJzY.jpg) (https://hizliresim.com/bBEJzY)
Bizdeki adıyla Lodos. İstanbul’un ikinci hâkim rüzgâr yönüdür güneybatı. Lodos sıcaklığın yükselmesine sebep olur ve balıkları sersemleştirip kolay yakalanmalarına neden olur. Sadece balıkları değil açgözlülüklerinden balıkların soyunu kurutan balıkçıları da sersemleştirse gerek…
Zephyrus (Batı Rüzgarı)
(https://i.hizliresim.com/dONkyZ.jpg) (https://hizliresim.com/dONkyZ)
Batıdan doğuya doğru esen yumuşak bir rüzgar olarak Batılıların en sevdiği rüzgarın tanrısı Zephyrus. Denizcilere yardım eder. Bir çok mitolojik öyküde yer alır. Hyacinthus adındaki bir ölümlüye aşık olur ve aynı kişiye aşık olan Apollon’dan kıskanır ve Hyacinthus’un ölümüne sabep olur. Hyacinthus’un öldüğü yerde sümbül biter ve sümbül bugün hala Anadolu’da aşkın sembolü; beyaz sümbül sadakatı temsil eder, mor sümbül de aşkı…
Belki bu tanrılar hala içimizdeler,
keyiflerince rüzgar üflüyorlar
belki de külliyen hikayeler
Ama hikayeden kim ölmüş ki:)
Marina Kedisi.com'dan alıntıdır
-
Öbür yaka nasıl söylüyor ?
(http://i.hizliresim.com/EPArrn.png) (http://hizliresim.com/EPArrn)
-
Tüm Ülkelerden Bağımsız Ve Tamamen Özgür Düşünceyi Savunan Dünyanın İlk Su Üstü Ülkesi Kuruluyor
Seasteading Enstitüsü, iki yıl içinde yepyeni bir ülke inşa etmeye başlayacağını açıkladı. İleride düşünce özgürlüğünü savunan binlerce insanın deniz yoluyla taşınan buna benzer ülkelerde yaşamak isteyeceğini düşünmekteler.
Seastanding Enstitüsü, 2019 yılında, deniz yoluyla taşınan bir platform üzerine dev bir şehir kurmayı planlıyor.
(https://i.hizliresim.com/nOdPA5.jpg) (https://hizliresim.com/nOdPA5)
Adanın nasıl inşa edileceğine dair ufak bir görüntü
Bu konuda atılan adımlar sadece sözde değil ve oldukça ciddi. ABD’li şirket, PayPal’ın kurucularından Peter Thiel’in öncülüğünde, Fransız Polinezyası hükümeti ile bir antlaşma imzaladı. Buna göre 2019 yılında Fransız Polinezyası açıklarına yeni bir yüzen ülkenin temelleri atılmaya başlanacak. Seasteading Enstitüsü başkanı Joe Quirk, binlerce yüzen ülkenin kendi kurallarını belirleyeceğini ve beceriksiz patronlardan, boş politikacılardan ve bürokratlardan özgür olarak yaşamak isteyen insanlar tarafından doldurulacağını ve 2050 yılına kadar buna benzer yüzen deniz ülkelerinin çok daha fazla yaygınlaşacağını düşünüyor.
(https://i.hizliresim.com/vjGzgm.jpg) (https://hizliresim.com/vjGzgm)
Jon Quirk, New York Times’a yaptığı açıklamada “Dünya genelinde hükümetlerinin yönetim şeklinden memnun olmayan ve topluma yüksek katkı sağlayabileceği halde potansiyelinin altında kalan yüzbinlerce insan var. Bu insanların kendi gibi düşünen insanlarla yaşama isteğinden daha doğal birşey olamaz.” diyor.
(https://i.hizliresim.com/1JbPYY.jpg) (https://hizliresim.com/1JbPYY)
Seasteading Enstitüsündeki inşaat uzmanları, “denizde yüzen, kalıcı, yenilikçi ve doğayla bütünleşik yüzen şehirleri mükemmel bir biçimde dizayn edebilmek için tam beş yıl harcadılar. Bu konuda Fransız Polinezyasının seçilmesinin altında ise oldukça realist bir sebep yatıyor. Fransız Polinezyasını oluşturan 118 ada küresel ısınma sebebiyle yükselen deniz seviyesinin altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Fransız Polinezyasınla anlaşan Seasteading Enstitüsü şuan planın ekonomik, çevresel ve yasal etkileri ile ilgili daha ayrıntılı araştırmalar yapmaka.
(https://i.hizliresim.com/LbMPpa.jpg) (https://hizliresim.com/LbMPpa)
Enstitünün yönetici direktörü Randolph Hencken;” Toplumsal seçim ile ilgileniyoruz ve daha önceden denenmeyen şeyleri deneyebileceğimiz ve özgür olabileceğimiz bir lokasyona sahip olacağız. Korunaklı sular arıyoruz, açık okyanusa açılmak istemiyoruz- teknolojik olarak bu durum şuanda mümkün görünse bile ekonomik olarak çok zorlayıcı olacağından ilk etaptaki şehirleri sığ sulara kuracağız.” şeklinde durumu özetliyor.
(https://i.hizliresim.com/rO4LgV.jpg) (https://hizliresim.com/rO4LgV)
Yani ilk yüzen şehirler muhtemelen korunakları ve sığ sularda kurulacak. Hencken şöyle devam ediyor; “Eğer resif bir kopmanın arkasında durursak, bu suların üstünde yüzebilecek platformları sanılandan çok daha makul fiyatlara tasarlayabiliriz.”
(https://i.hizliresim.com/76JmoP.jpg) (https://hizliresim.com/76JmoP)
Randolph bu güvenli projenin tüm insanlık için yeni bir umut ışığı olduğu gibi, ilk etapta Fransız Polinezyası gibi küresel ısınma sebebiyle sular altında kalma tehlikesi ile karşı karşıya olan küçük bir ülkeye de fayda sağlayacağını ekliyor ve kısa vadede ülkenin turizmine yeni bir soluk getireceğini söylüyor.
Ebru Kabacık/Filoloji
-
Ksanthos'un Hikayesi - Ateşle Dejavu
Tan kızıldı daha. Uykudaki şehrimin taş sokaklarını adımlıyordum koşar gibi. Ufuklar ağarmaktaydı usulca. Gittikçe artan ve her adımda zorlaşan soluklarım kesilecek gibiydi. Sahile varmak üzere çıkmıştım evden kimseyi uyandırmadan. Korktuğumun başıma gelmesinden korkarak yürüyordum kıyıya doğru hızla. Sabahın sakinliğinde yavaşça akan Ksanthos çayı gibi ben de akıyordum kıyıya doğru. Uzunca süredir biriken kötülük gökte karanlık dev bir bulut olmuş kımıldamadan duruyordu. Ufuklardan gelen kızıllar buluta vuruyor, kızıl bir karanlık şehri yakıyor gibi yansıyordu taş sokaklara, duvarlara…
İçimde çıkmak üzere olan yangının kıvılcımları üzerimdeki bu kara bulutun içerisindeydi sanki. Ve ben masumca uyuyan karım, oğlum ve kızımın yüzlerini görür gibi taşların gölgelerinde, kıyıya ulaşmaya çalışıyordum erken bir sabah vakti. Bir taraftan bir an önce varmayı istiyor, öte yandan olası göreceklerimi asla görmek istemiyordum.
Dün nehir kenarında kamp yerindeki o uğursuz konuşmaya tanık olan belki de tek kişiydim. Eğer doğruysa bir felaketin başlangıcını görmeye gidiyordum sabahın bu soğuk saatinde, karanlıklar içindeki sahile. Ve kimsenin olacaklardan haberi yokken henüz.
Roma’dan gelen bu adamı hiç birimiz sevememiştik. Bir asi, başkaldıran bir komutandı. Sezar’a kumpası kuran, onu arkadan hançerleyen bir haindi o. İmparatorluğu karıştırmış, ardından kaçarak şehrimize, Likya’nın başkentine ayak basmıştı. Onun o sefil amacı bizim sonumuz olacaktı. Likya topraklarından kendine bir ordu ve servet çıkarmaya çabalıyordu Roma’ya baş kaldırmak için. Beraberindeki askerleri ile kamp kurduğu Ksanthos nehri kıyısında, geceleri bizi felakete sürükleyecek planlarını yapar, karanlık varlığını üzerimizde an be an hissettirirdi.
Erk ve şan peşine düşmüş bir iblisti adeta. Vatanımızı ve evlatlarımızı harcayarak hem de. Likya’nın koca başkentinde bir şeytan dolaşmaktaydı artık. Hem de fütursuz isteklerle. Koca Likya baş eğer miydi oysa? Bilmiyordu bizi, geçmişimizi, yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı…
Nereden bilebilirdim bu kara trajedinin, bu büyük felaketin benim başıma da geleceğini? Acı ve kederle öğrendiğimiz 500 yıl önce yaşananları, kuşaktan kuşağa elem ve üzüntü ile aktarılanları.
Çocuktum ilk dinlediğimde. Uzak bir öykü, bir masal gibiydi benim için. Atalarımın maruz kaldığı korkunç bir olay. Üzerinden yüzlerce yıl akıp gitmiş, zihinlerimizde kabullenemediğimiz bir kötü hatıra olarak yer etmişti. Biraz hayretle, biraz gururla ama çokça elemle ve derin acılarla öğrendiğimiz şeylerin bazen nasıl olabildiğine şaşardım. Perslerin buralara ilk varışlarında olan biteni, Pers Kralı Sarpedon’un atalarıma yaptıklarını asla unutmamıştık.
Ardından Atina ile, Sparta ve Rodos’la girişilen mücadeleyi, Dorlarla boğazlaşmayı. Hepsinin üstesinden gelmiştik. Ama şimdi karşımıza dikilen Koca Romanın askerleriydi. Akdeniz’i alevlere atan, her yeri ezip geçen o büyük güç üstümüze çullanmaya gelmişti bu sabah.
Son tepeyi de aşıp düzlüğe çıkınca içime dolan korkuyu anlatamam.
Görünen manzara kapısı açılmamış cehennemin uykudaki haliydi. Denizin üzeri biraz sonra ölüm kusacak savaş gemileri ile doluydu. Zalim Kartaca donanmasını Sicilya’da yakıp yıkan o kara Roma donanmasının tamamı karşımdaydı işte. Hiçbiri kımıldamıyor, hareket dahi etmiyordu. İçlerinde ne bir ışık ne bir nefes. Ama aynı zamanda ne bir insaf ne de bir vicdan… Birbirine beşer onar metre ara ile kıpırdamadan duran onlarca katil. İçlerinde buraları yutmayı bekleyen uyuyan sinsi düşman.
Buradan bakınca bu kıpırdamadan duran onca gemiye, Ksanthos’tan hızlı aktı kanım damarlarımdan. Roma ordusunun denizden gelenleri ülkeme ulaşmış, sahillerine demir atmış, şafağın sökmesini beklemekteydi. Bizi buralardan söküp atmak için şafağın sökmesini bekliyorlardı. Nefes nefese kalmış bir halde bu ölüm havasını soluyordum içime.
Deniz sanki taş olmuş öylesine çaresiz duruyordu. Ne rüzgar, ne ses, ne bir hareket vardı. Birazdan olacakları biliyor gibi mateme bürünmüştü Ksanthos. O tepeden denizin üzerindeki bu Azraillere ne kadar bakakaldığımı anımsamıyorum. Sonra aniden koşmaya ve koşarken de her yanından geçtiğim evin kapılarına vurarak, bağırarak uyandırmaya çalıştım arkadaşlarımı, dostlarımı. Ksanthosluları.
Kızıl bir karanlığın içerisinde ölümle burun buruna olduğumuzu haykırarak yollardan evime doğru koşarak gidiyordum bu kez o sabah…
500 sene evvel yuvamız, yurdumuz koca Ege’yi istilaya gelen Persler, Harpagos’un cellatları saldırmış, koca Ksanthos’u yerle bir etmişlerdi. Çok uzun süre savaşmıştı atalarım. Kaybedeceklerini anladıklarında ise tüm sevdiklerini şehrin büyük kalesine topluca sokup ateşe vermişler, ardından son savaşçı kalana dek çarpışmışlardı Perslerle. Tamamı yok edilmiş, şehir düşmüştü. Persler Ege’nin halklarını açtıkları onarılmaz yaralar ve geriye döndürülmez kayıplarla perişan etmişlerdi. Ama bu çok önceleri diye düşünüyor ve herkesi uyandırmayı başararak yollardan koşmaya devam ediyordum. Aklım inliyor, olanlara inanamayarak arşınlıyordum loş sokakları. Uyananlar zaten az çok beklenilen sonun bu sabah kapıyı çaldığını anlayarak kaygılara düşüyor ve umutsuzca hazırlanıyorlardı çarpışmaya.
Aynı akıbeti yaşayacak olamazdık. Benzer bir son bizi mi bekliyordu yoksa? Buna inanmak öyle zordu ki? Eve vardığımda o hain günün ilk ışıkları bahçemizdeki incir ağacına vurmaya yeni başlamıştı. Şehir ayaklanmış olanı biteni kavramıştı. Oğlumun odasına daldım önce. Henüz adımı söyleyebilen, beni gördüğünde kucağımdan inmeyen oğlum mahsunca uyuyordu yatağında. Kızımın yanına gittim sonra. Odasında kıvrılmış öylece duruyordu. Birden arkamda kadınımı gördüm. Konuşmadan bir süre bakıştık sadece. Onları güvenli bir yere saklayıp, savaşmalıydım bir an önce. Evlatlarımı kadınıma, onu da tanrıya emanet ettim. Ve o uğursuz günün sabahı evimden ikinci kez çıktım. 500 yıl önce yaşananı yaşamamak, evlatlarıma yaşatmamak için. Atalarımın rahatsız ruhlarını utandırmamak, yenik ve boynu bükük tarihimizin kaderini tersine çevirmek için. Güç ve talan için yaşayanlara, özgürlük ve onuru öğretmek için. Ufuktaki kızıllığa ve tepemdeki karanlığa bakıp kılıcımı kinine sokup, aileme son kez bakıp tarihi tersine döndürmeye yola çıktım o sabah. 500 yıl önce Perslerin yaptıklarına 500 yıl sonra Romalıların yapmasına izin vermemek, aynı kaderi bir daha yaşamamak için…
-
Devamı;
Agoraya vardığımda savaşçıların hepsinin toplandığını gördüm. Henüz güneş kendini göstermeden mevzilere ulaşıp, savaş düzeni almalıydık.
Ksanthos (Eşen) nehri Sidyma, Pınara ve Letoon gibi bizim şehrimizin de tam kalbinden geçip gidiyordu. Nehrin kuzey tarafına geçmelerine müsaade etmemeli, gemilerinde, olmadı sahile çıktıkları yerde durdurmalıydık Romalıları. Onları buraya çeken adam, Brütüs ise yanındakilerle beraber kamp kurdukları yerde uyumaktaydı muhtemelen.
Sayımız azdı ve gafil avlanmıştık. Buraya ölüm kusmaya gelen Roma ya karşı koymak halkımızı ve şehrimizi savunmak zorundaydık. Mevzilere ulaştık. Sessiz ve donuk bakışlarla denizin üzerini kaplayan onlarca gemiye bakıyor ve öylece bekliyorduk olacakları.
Alacakaranlık daha dağılmamışken Romalılar başladılar yağmur gibi yağmaya sahile. Tepelerinde çocuklarımızla yiyip içtiğimiz, denizleri seyre daldığımız, her birimizin anılarında güzel şeyler olan bu sahiller şimdi bize ölüm getirenlerin istilası altındaydı işte. Göz açıp kapayan kadar yanımızda bittiler. Her biri bir cellatmışçasına yüklendi üzerimize. Öyle fazla ve gaddardılar ki, vahşi bir savaş içinde bulduk kendimizi. Yine de alt olmadık önceleri. Sparta savaşçılarından az kalmadık Romalılar karşısında. Geçemediler mevzileri. Geleni indiriyor, safları yardırmıyorduk. Ortalık iyiden kızışmış, kılıçlardan çıkan çelik sesleri tüm şehri doldurmuştu. Şehirde bizden başka dayanacakları olmayan binlerce kadın ve evlatlarımız uzaklarda bizim için dua ediyor olmalılardı. Aklımızdan onları hiç çıkarmadan, var gücümüzle karşı koyuyorduk dalga dalga gelen Azraillere. Yıkılanın yerini hemen yeni bir Roma askeri alıyor, hiç azalmıyor hiç bitmiyor gibi geliyorlardı bulunduğumuz tepelere. Saatlerce dövüştük bu can alıcılarla.
Güneş tepeye vardığında bizi alt edemeyeceklerini anlamışlardı. Kısa bir süre duraksadılar. Ve arkasından yavaşça geriye çekildiler. Biraz nefes almıştık ki nehrin ağzına, biraz daha güneye yöneldiklerini gördük dehşet içinde. Orada ona bağlı kuvvetleri ile Brütüs vardı. Aylardır halkımızı arkasına almak, birlikte olmak için dil döken Brütüs. Ona hiç güvenmiyordum. Bize yardım etmeyeceğinden emindim. Tüm kuvvetimizle nehir ağzına doğru akmaya başladık. Nehrin bu tarafına geçerlerse her şey bitecekti. Tek şansımız biz varana dek Brütüs ve adamlarının direnmesiydi. Bizi yanına katarak alt etmeyi planladığı Romaya karşı biz ona yardıma gelene dek direnmesiydi umudumuz
Nehre yaklaştığımızda Romalıların nehri geçtiğini gördük. Brütüs ne direnmiş ne de karşı koymuştu. Yapayalnızdık artık. Arkamızı yaslayıp savunabileceğimiz bir mevzimiz de yoktu. Açık alanda tarifsiz bir kıyıma uğradık. Arkadaşlarım birer birer düşüyordu. Sayımız azalıyor, savunma direncimiz kırılıyordu. Geriye çekilmek ve saklanmak zorunda kalana dek vuruştuk. Gün bitmek üzereyken de zorla geri çekildik. Yarımızdan çoğu yok edilmiş, geri kalanımız da bitap düşmüş haldeydi. Brütüs ortalarda görünmüyordu. Şehir Romanın eline geçmiş gibiydi. Ama son bir saldırı daha yapacaklarını ve geride kalanlarımızı da kılıçlarının altında yok edeceklerini hepimiz biliyorduk. Gece çöktüğünde kadın ve çocuklarımızın olduğu yere ulaştık. Halimizi gördüklerinde sarsılıp olduklara yere yığıldılar. Bu gece son gecemizdi biliyorduk. Ya korkakça kaçacak ve Romalıların bizi buluncaya dek kovalanacaktık. Ya da…
O kara bulut daha da kararmış, yerinden hiç kıpırdamadan tam Ksanthosun üzerinde asılı kalmıştı. Gecenin zifirinde yerimizi bulmasınlar diye ateş de yakamadan bir arada hiç konuşmadan duruyorduk. Evlatlarıma sarılmış, başını omzuma koyan eşimin yanında yarın olabilecekleri düşünüp çaresizce duruyordum. Savaşırsak bu kadar üstün sayı güçleri ile erkekleri yok edecek, ardından kadınlarımızın ırzına geçecek ve çocuklarımızı köle edeceklerdi. Bunların olmasına mani olacak bir yol bulmalıydık.
Dağlardaki kanyonlara saklayabilirdik kadınlarımızı, çocuklarımızı. Öncüler kanyon tarafının Brütüs’ün kuvvetlerince kesildiğini ve arkamızın da çevrildiğini söylediler.O gece Brütüs bizi arkamızdan vurmuş, Sezar gibi bizi de düşmeye mahkum etmişti sonunda.
Roma çemberinin ortasında kapandaki aslan misali kaldık öylece.
Karanlık bastığında yanan ateşlerin aydınlattığı Ksanthos semalarının rehberliğinde sessiz ve yavaşça yürüdük taş yollardan kaleye. Her adımda ıstırap, her adımda acı çeke çeke. Durup ardımıza baka baka yürüdük ağır ağır kaleye. Yüz yıllar evvel yaşananların hatıraları zihnimizde dolanıp dura dura arşınladık taşlı yolu. Koca bir ağ içinde tuzağa düşmüş balıklar gibi çırpına çırpına adımladık yamaçlardaki bu uzun yolu. Ksanthos ovasından yükselen sarı kızıl alevler yüzümüze vura vura tepemizdeki kara bulutlar peşi sıra geçip gittik son kez bu taş yolu sırtımızda ölümün fısıldayan hain sesleri ile.
Artık koca şehirde tek kişi kalmamış, hepimiz kaleye sığınmıştık.
Sabah olunca ben ve diğer savaşçılar Hadesin şom karanlıklarına kavuşana dek vuruşacaktık Romayla.
Ama önce yapmamız gereken son bir şey vardı.
Sadece yüreklerinde söndürülemez özgürlük alevini taşıyanlar, bağımsızlık tutkusunu yaşama arzusundan üstün tutanlar yapabilirdi bunu.
Sadece güneşten sıcak, lavlardan kor bir yüreğe ve onura sahip olanların becerebileceği bir şey.
Tartaros’tan ( cehennemler diyarı ) korkmayan, ruhlarının yeniden buluşacağına inanan cesur insanların yapacağı bir şey.
Boyun eğmeyi tüm tarihleri boyunca reddedenlerin kabullenebileceği…
Ve asla alt edilemeyecek olanların altından kalkabileceği bir şey.
Kaleyi ateşe verdiğimizde kadınlarımızın evlatlarımıza sarıldıklarını ve gözlerimizin içine ateşler gibi baktıklarını gördük biz Ksanthosun çocukları. Kadınlarımızın gözlerinden boşalan yaşlar, etraflarını saran alevleri de içimizdeki yangını da söndüremeden akıp gittiler.
Çocuklarımızın feryatları kaleden yükselen alevlerden de sıcak yakıp kül etti varlığımızı. Alevler turuncuya çalınıp haykırışlar arttığında, biz geride kalan Likyanın askerleri, gökleri dolduran feryat ve naralarla akmaya başladık kül olan kayıplarımızın kabullenilmeyen acısı ile beraber aşağılara. Gücümüz İda kadar, yüreğimiz Ege kadar oldu delicesine koşarken koca nehir Ksanthosun koynuna.
Sonra ne zaman bittik Romanın şeytanlarının yanında, kaçının canını aldık oracıkta ellerimizdeki koca labrislerle ( iki ucu da keskin Anadolu baltası) hatırlamıyorum. Savaş alanı yapraklar gibi yerlere düşen, canlarını almakla kalmayıp ruhlarını dahi paramparça ettiğimiz Roma askerleri ile dolup taştı. Kaleden yükselen alevler göklere çıktıkça bir umut günlerdir asılı duran karanlık bulutun yağmur olup yağmasıydı içimizde. Yağıp kaledeki ateşi bastırması…
Yağmadı. Yukarıdan felaketimizi seyretti, kıpırdamadan.
Kaledeki sesler ve alevler söndüğünde, yayılan dumanın içinde, o gün o son saatlerimizde, sevdiğimiz canlarımıza başka bir yerde kavuşmaya gitmeden hemen önce yüzlerce iblisi yere çaldık biz Ksanthosun askerleri.
Onurunu ve özgürlüğünü kaybetmeden, kaybettiğimiz o son savaşta…
İnsan bedenini pislik olarak gören ve ondan kurtulmak gerektiğini söyleyen Sokrates’in Atinalılarının, Egede emperyal olmaya çalışan tarihin ilk kölecilerinden biri olan Spartalıların, Akdeniz’e kan kusturan istilacı Perslerin ve ata yurdu ezmeye gelen gaddar Romanın karşısında belki 4000 yıldır hep Anadolu oldu.
Troya’yı istila etmeye yola çıkacak olan Akha gemilerini engelleyen Karayel dursun diye Agamemnon kızı İphigeneia’nın tanrılara kurban etmek için boğazını keserken, Ay ve güneş tutulmasını hesaplayan Thales’in büyük dedeleri Anadolu’da yaşıyordu.
Pers imparatoru Siyaksares ile Lidya kralı Alyattesin orduları savaşırken Thales güneş tutulacak demiş ve dediği gün güneş tutulunca savaş sona ermiş ve barış olmuştu. Barıştıranlar da Kilikyalı Siyennesis işe Babilli Labinetus du. Anadolu’nun birlik ikliminin başlangıcıydı bu belki de.
Atina filozofları aklı ve bilimi küçük görüp icatları reddederken, Anadolu uygarlık yaratma peşine çoktan düşmüştü bile. Kahinler ve Büyücülerle devlet idare eden ve ettiren Atina ve Spartanın karşısında tarihi yazan Bodrumlu Heredot, geometrinin üstadı Thales ve destanlar sahibi İzmirli Homeros vardı.
Tıbbı, matematiği günlük hayata uygulamayı reddeden ve bunu bir aşağılama sayan Pluton ve Aristotalese inat Anadolu topraklarının evlatları Miletoslu Leucippos atomu tarifliyor ve “madde hem akar hem canlıdır” diyor, Pitagoras ve Hekateos maddenin üç halinden dem vuruyor, Demokritos, İyonya başta Anadolu çocuklarının hür düşüncesinden bahsediyordu. Anaksimandros, Anaksimenes gibi fen ile uğraşanların karşısına, Sokrates gibi, Pluton gibi tanrılara karşı çıkanı ölümle cezalandıran bir çürük filozofi akımla çıkıyordu Atina.
Grek ( eski çağda İtalya’da bir kavimin adı) oligarklar ne alet ne de makine olsun istiyordu. Kölelik düzeni devam etmeli, biraz kafasını kaldıranı önce filozofların çoğu uyuyanı uyutmaya dönük kocaman boş lafları ile uyutmalı, olmazsa tanrılara hakaretten kafası uçurulmalıydı. Batının yere göğe koyamadığı yüce! Sokrates Oligarkların has adamıydı o zamanlar.
Atinalılar dışındaki her ırkı ve insanı ikinci sınıf ve köle sayan bir zihniyet, insanlığın yükselmesini yüzlerce yıl geciktirmiştir. Bu yüzden ayı ve güneşi tanrı değil de kütleye sahip birer madde sayan İyonyalı Anaksagorası idama mahkum etti Helenler. Anadolulu Sinoplu Diogenes Atinada gündüz vakti fenerle neden adam aradı sanıyorsunuz ?
Akdeniz’in her tarafı Atina ve Spartanın klerukları ( ufak sömürgeleri ) ile doluydu. Buna bir tek Anadolu direnmişti. Atinalı Helenler Anadolu’ya ancak Persler geldiğinde, Sparta ve Perslerin katılımı ile oluşturdukları şeytan üçgeni sayesinde girebilmişlerdi.
Atina ve Sparta kentlerinde halk hacetlerini ulu orta sokaklarda giderip, lağımlar caddelerden gürül gürül akar ve millet hastalıktan kırılırken ve bu hastalıkları tanrılar gönderdi diye bakire kızlar kurban edilirken Olimposlu tanrılara, Miletoslu Hippodamos urbanizmi ( şehircilik ) Anadolu kentlerinde hayata geçiriyordu. İlk yer altı kanalizasyon şebekesi ve şehir planlamaları Bergama gibi Anadolu kentlerindedir. Bugün Anadolu’nun ne yanını kazsanız antik evler, yapılar bulursunuz. Oysa Atina’da tek bir ev bile yoktur o dönemlerden kalan. Ahali Megaron
( mağara ) dedikleri yerlerde yaşamaktaydı çünkü.
Anadolu’nun çocukları İyonlar kendilerini hiçbir zaman Filozof demediler.
Filozof helence ( Filo-zofos ) hikmet sever yani adeta bulutlar üzerinde lir eşliğinde yer yüzündeki zavallı insanlara boş konuşmalar ile sanal moral pompalayan ve metafizik inciler döken insan üstü varlıklar demektir.
Oysa Anadolu düşünürleri kendilerine Fusiologos diyorlardı. Yani doğa bilimcileri. ( Fusis: doğa ve logos: bilgi). Kelimelerin telaffuz benzerliği çok yakın olduğundan günümüzde topuna Filozof deyip geçiyoruz ne yazık ki.
Anadolu önce büyü ve sonra da din çağını yavaşça aşmaya başlayıp fen çağına doğru pupa yelken giderken, Egenin öte yanı hala Olimpos’daki görünmez tanrılarla meşguldü. Hikayelerinde bin bir entrika, insanları hor görme ve sınırsız şatafat ve büyük bir acımasızlık olan garip tanrılarla.
Ya Sparta? Atina’dan farklımıydı Sparta? Savaşta yendikleri Massenyalıların tamamını helot ( köle ) yapan ve belli aralıklarla nüfusları çoğalınca binlercesini sebepsiz öldüren hunhar Sparta, Helen emperyalizmi ile yarışıyordu. Bu yolda Perslerle işbirliği yapacak kadar da gözü dönmüştü.
Ne dilleri, ne akılları, ne yaşamları Atina’ya benzemeyen Anadolu şehirleri Miletos, Bergama,Efes, Halikarnossos, Ddyma, Troya ve bu toprakların hükümranları Girit, İyonya, Lidya, Minoen, Frigya ve Likya asla Helen olmadılar, değillerdi.
Ama Batı, bu müthiş Anadolu uygarlık karışımını dünyaya Helen diye yutturdu durdu.
Velhasıl Atina günümüz Hristiyan inancının hamuru sayılan gövdenin ruhun hapishanesi olduğunu ve dünyevi zevklerle ve akılla uğraşmanın düşük bir şey olduğunu esas olanın ruhun bu pis bedenden ayrılıp tanrılara ulaşmasını olduğunu söylerken, Anadolu’daki atalarımız geometrinin, biyolojinin ve matematiğin peşindeydiler. Efes tapınağı gibi mimarinin yanındaydılar. Görüşleri yüzünden ne idam edilen vardı ne ayıplanan.
Ama batı bugün Hititlerden, Lidya uygarlığından, Likyalılardan, Bilge İyonya’dan ya da sonraları bu uygarlıklara katkı yapmış olan Selçuklulardan değil Atina’dan yana tavır takınır. Ve Anadolu’ya ait ne varsa tamamını Helen’e bağlar aklı sıra. Geriye kalan ufak tefek şeyleri de küçümser durur. Oysa tarih böyle yazmaz.Ksanthos bu tarihin trajik ufak bir parçasıdır.
Saldırgan Helen’e, Roma’ya, Sparta’ya karşı koyan, Persleri geri püskürten Anadolu’nun dev tarihi. Büyük Heredot’un yazdığı gibi.
Bu büyük Anadolu karışımında Kıpçak, Peçenek, Hazar, Oğuz, Kayı, Selçuk, Osmanlı derken yerini alan ve yüzlerce yıldan beri Anadolu çocuklarına karışan biz Türkler ne yazık ki Anadolu uygarlıklarına sahip çıkmayıp, öteki muamelesi yapınca Batı üzerine atlayıp Helen’e yamayıverdi işte.
Oysa kimimiz İyon kimimiz Likyalı, kimimiz Hitit kimimiz Oğuzuz sonuçta. Sümerlerden başlayan ve Mezopotamya’dan yola çıkan bu muhteşem karışım bir kültür ve coğrafya çorbası olmuş bize sunulmuş adeta.
Bu karışımın adı Anadolu’dur. Bizler öylesine karışmışız ki hepimiz Anadolu’nun evlatları olmuşuz. Bu muhteşem kültürü ve mirası elimizin tersi ile itmenin manası ne? Homeros’un yazdıklarını okuyup anlayabilen ne Grek ne Helen ne de Spartalı vardı ? Çünkü o İyonca yazmıştı.
Öz be öz Anadolu lisanı.
Belki de atalarımdan bazılarının konuşup anladığı o İyoncaya ben değil de Atinalı mı sahip çıkacak? İzmirli Homeros’a ben değil de Yunan mı kucak açacak? Fezayla uğraşan aritmetikle boğuşan Thales bizden değil de onlardan mı?
M.Ö 1200 deki Troya savaşında, MÖ.42 de Ksanthosda ve MS. 1920 lerde ki Kurtuluş savaşında olan aslında hep aynı şeydir.
Atina – Anadolu kapışması.
Bir tarafta Zeus ve Hera’nın öteki yanda Apollon’un, Kybele’nin evlatları.
Anadoluda anaların anası diye bilinen ve anaerkil Anadolu halklarının baş tanrıçası Kybele nin bir kutsal heykeli günün birinde Kutsal mekan Kabeye de götürülünce o gün bu gün kendini Müslüman sayan ve yazık ki artık ataerkil toplumların içinde yaşamak zorunda kalan insanlar namaz kılarken Kıbleye ( Kybele’ye ) dönerler de bilmezler hiç.
Bu gün Atina’nın hemen arkasına bakarsanız orada Batıyı görürsünüz. Anadolu ise neredeyse 10,000 yıldır iç içe geçmiş dev uygarlıklar ve türlü çeşit kavimlerle bir koca yurttur bize işte.
Mezapotamya’nın torunları, Troya’nın evlatları, Anadolu’nun çocuklarıyız biz.
Cenk Şahin
-
Orhan Veli 104. yılında
Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş
Mavilerde sefer etmek!
Bir sahilden çözülüp gitmek
Düşünceler gibi başıboş.
Açsam rüzgara yelkenimi;
Dolaşsam ben de deniz deniz
Ve bir sabah vakti, kimsesiz
Bir limanda bulsam kendimi.
Bir limanda, büyük ve beyaz...
Mercan adalarda bir liman..
Beyaz bulutların ardından
Gelse altın ışıklı bir yaz.
Doldursa içimi orada
Baygın kokusu iğdelerin.
Bilmese tadını kederin
Bu her alemden uzak ada.
Konsa rüya dolu köşkümün
Çiçekli dalına serçeler.
Renklerle çözülse geceler,
Nar bahçelerinde geçse gün.
Her gün aheste mavnaların
Görsem açıktan geçişini
Ve her akşam dizilişini
Ufukta mermer adaların.
Ne hoş. ey Tanrım, ne hoş,
İller, göller, kıtalar aşmak.
Ne hoş deniz deniz dolaşmak
Düşünceler gibi başıboş.
Versem kendimi bütün bütün
Bir yelkenli olup engine;
Kansam bir an güzelliğine
Kuşlar gibi serseri ömrün.
-
Bu kadar olur Kaan,
Telekanizi mi deniyor böylesi durumlara.
Senden beş dakka önce Orhan veli 104 yaşında demişim.
Senin gibi değerli bir araştırmacı/paylaşımcıya beş dakka haber atlattım bu keyf bana yeter. 0/_/ 0/_/
Demek ki gönüller, düşler bir imiş.
Var olasın paylaşımınla.
-
DENİZLERİN KANUNU: DENİZCİ YASALARI
(https://resmim.net/f/2q0wHF.png)
Antik çağlardan beri deniz ticaretinden önemli bir gelir sağlayan tüccarlar, elde ettikleri kârın belli bir oranını vermek şartıyla gemi sahibi kaptanlarla el sıkışarak anlaşıyorlardı. Çoğunlukla tüccarların da katıldıkları bu seferlerin sonunda ödemeyi alan kaptanlar, geminin masraflarını ve kendi paylarını düştükten sonra kalan parayı mürettebat arasında paylaştırırlardı. Bu durum ortaçağa kadar bu şekilde devam etti.
Yelken çağına gelindiğinde gemi inşa tekniklerinde yaşanan gelişmeler artık okyanus ötesi yolculuklar yapabilen daha büyük gemilerin inşa edilmesine neden olmuştu. Yeni keşiflerin yapılması ve yeni gemilerin inşası, yolculuk sürelerinin uzaması ve mürettebat sayısının artması anlamına geliyordu; ancak aylar boyunca süren uzun seferler sırasında denizciler arasında düzeni ve disiplini sağlamak büyük bir sorundu.
O devirlerde boylam bilinmediği için gemiler mevkiilerini de belirleyemiyorlardı ve bu durum yolculuk sürelerini daha da uzatıyordu; ayrıca yeni bulunan ticaret yolları da pek çok tehlikeyle doluydu. Aniden çıkan bir fırtınada gemi kayalıklara çarpıp batabilir veya salgın hastalık sonucu mürettebatın büyük bir bölümü ölebilirdi. Kısacası denizin kendine özgü değişmez kuralları vardı ve hatayı asla kabul etmezdi, dolayısıyla denizde seyir güvenliğini sağlamak için de bir takım kurallara ihtiyaç vardı. Yeni ticaret yollarının keşfinin ardından deniz ticaretinde büyük bir artış meydana gelecek; bundan sonra taraflar arasında yapılan anlaşmalar karşılıklı sözleşmelerle imza altına alınmaya başlanacaktı.
(https://resmim.net/f/pBPBOs.jpg)
17. YÜZYIL LİMANI
Kayıtlı ilk denizci yasaları, gemi sahiplerinin mürettebatla yaptıkları sözleşmelerin hükümlerine dayanıyordu. Bu açıdan bakıldığında denizci yasaları aslında mürettebat ve kaptan arasında yapılan iş akdi gibiydi. Gemilerde disiplinin sağlanması, ücretlerin ödenmesi, erzak dağıtımı, verilecek cezalar ve tazminatlar hep bu kurallara göre belirlenirdi.
Denizci yasaları genel hatlarıyla şu maddelerden oluşuyordu:
• Gemide uyulacak genel disiplin kuralları ve uymayanlara verilecek cezalar,
• Savaş, hastalık ve kıtlık gibi olağanüstü durumlarda uyulacak kurallar,
• Ganimetin mürettebat arasında nasıl bölüştürüleceği, kimin ne kadar pay alacağı,
• Çatışmada sakatlanan denizcilere hangi durumlarda ne kadar tazminat verileceği.
(https://resmim.net/f/L0MnN5.jpg)
BİR NAVLUN SÖZLEŞMESİ ÖRNEĞİ
Deniz ticaretinin artışı yeni bir tehlikenin daha ortaya çıkmasına neden olmuştu; bu tehlike ticaret gemilerine saldıran korsan gemileriydi. Korsan yasaları, düşmanlara saldırmaya izinli özel ticaret gemilerinin yasalarıyla hemen hemen aynıydı ve birçok madde bunlardan türemişti. Hükümet adına çalışan bu gemilerin bazıları zaman zaman korsanlığa geçtiği için bu normaldi. Aynı dönemlerde sıradan ticaret gemilerinin de ücretleri ve kuralları belirleyen özel yasaları vardı. Custom of the Coast (Kıyı Geleneği), Jamaica Discipline (Jamaika Disiplini), Charter Party veya Chasse-Partie (Navlun Sözleşmesi) gibi isimlerle anılan bu yasalar, çoğunlukla korsanlar arasında Articles of Agreement (Sözleşme Hükümleri) olarak bilinirdi.
Korsan yasalarının bilinen en eski örneği Portekizli korsan Bartolomeu Português tarafından XVII. yy. ortalarında oluşturulmuş, Karayiplerde İspanyol gemilerine ve limanlara saldıran korsanlar arasında kısa sürede popüler olmuştu. Gemilerde disiplinin sağlanması, ganimetin mürettebat arasında adil bir şekilde paylaştırılması, yaralanan mürettebata verilecek tazminatlar gibi konuları hükme bağlayan sözleşme maddeleri, daha sonraki dönemlerde Henry Morgan, Henry Avery, Edward Thatch ve Bartholomew Roberts gibi diğer ünlü korsanlar tarafından da kullanılacaktı.
Korsan yasaları genel hükümleri itibariyle üç aşağı beş yukarı benzer maddelerden oluşuyordu, bu maddeler genel olarak tüm korsanlar tarafından kabul görmekteydi. Genel hükümlere ilaveten her kaptan yasaya kendi özel maddelerini eklemekte de serbestti, bu nedenle korsan yasaları kaptandan kaptana farklılık gösterebiliyordu. Bazen aynı kaptanın farklı seferleri arasında dahi bazı yasa hükümlerinde farklılıklar olabilirdi, bazı kaptanlar bu yasalara müzakere hakkını da (right of parley) koyarlardı
(https://resmim.net/f/k1WbxQ.png)
Korsan Yasası
Sözleşme niteliğindeki bu maddeler mürettebat tarafından denize açılmadan önce imzalanıyordu. Mürettebata katılacak her bir denizci yazılı kuralların altına imzasını attıktan sonra şerefi üzerine bu kurallara uyacağına dair yemin ederdi. Efsaneler korsanların çapraz tabanca, çapraz kılıç, kurukafa veya bir top üzerine ata biner gibi yemin ettiklerini öne sürse de yeminler çoğunlukla Kitab-ı Mukaddes üzerine edilirdi.
Akınlarda ele geçirilen gemilerden alınan esirler de korsanlara katıldıklarında bu kuralları imzalamak zorundaydılar. Bunlar bazen gönüllü olarak bazen de zorla korsanlara katılıyorlardı. Marangoz ve seyrüseferci gibi meslek sahibi denizciler, genellikle fikirleri sorulmadan müretebata katılmaya zorlanırlardı. Gönüllüler bazen korsanların şahitler önünde kendilerini imzaya zorlamalarını istiyorlardı, böylece yakalandıkları zaman zorla korsan yapıldıklarını iddia edebiliyorlardı. Korsanlar yakalanmadan veya teslim olmadan önce imzaladıkları belgeleri genellikle yakıyorlardı, çünkü kuralları imzalamayan denizcilerin yakalandıklarında mahkeme tarafından aklanma şansları daha yüksekti. Bu nedenle yazılı yasaların birçoğu yok olmuş, bunlardan pek azı günümüze ulaşmıştır.
Charles Johnson’un 1724 tarihli A General History of the Pyrates isimli kitabı, XVIII. yüzyıldaki korsan yasaları hakkında detaylı bilgiler vermektedir. Döneminin ünlü korsanlarının (Barholomew Roberts, John Phillips, Edward Low, George Lowther ve John Gow) yasalarını aktaran kitap, o dönemlerde denizcilerin hayatı hakkında da önemli ipuçları veriyordu.
(https://resmim.net/f/5pcW7C.png)
Bu yasaların genel hükümleri çoğunlukla aşağıdaki gibiydi:
Korsan olan her tayfa kendi kurallarını kendileri seçerdi ve gemiyi ilgilendiren konularda herkesin eşit oy hakkı vardı. Her korsan kaptanın emirlerine uymak zorundaydı ve kurallara uymayanlar cezalandırılırdı.
Gemilerde genellikle denizciler arasında kavgalara neden olduğu için kumar oynamak yasaktı, aynı nedenle güvertede kadın bulunması da yasaktı. Bu yasağa uymayan denizcilere ölüm cezası verilirdi.
Her denizcinin kendisine verilen tabanca, tüfek ve kılıçları her an temiz ve göreve hazır tutması gerekiyordu. Buna özen göstermeyen ve görevini yerine getirmeyen denizcilerin payından kesilirdi.
Arkadaşına firar etmeyi teklif eden veya mürtettebattan birşey saklayanlar, yanlarına bir şişe barut, bir şişe su, küçük bir tabanca ve tek bir mermi verilerek ıssız bir yerde karaya bırakılırlardı. Savaşta gemiyi ve mevkiini terketmenin cezası da çoğunlukla ıssız bir yerde karaya bırakılmaktı.
(https://resmim.net/f/orK4SA.jpg)
ISSIZ BİR KIYIYA TERKEDİLMİŞ KORSAN
Güvertede bir denizcinin diğerine vurması yasaktı, bu yasağa uymayan Musa’nın Yasasına göre biri eksik olmak üzere 40 kırbaç cezasına çarptırılır ve sırtından 39 kere kırbaçlanırdı. O dönemlerde 40 kırbacın bir insanı öldürebildiğine inanılıyordu.
Denizciler arasındaki anlaşmazlıklar taraflar uzlaşamadığı takdirde karada düelloyla çözülürdü. Serdümen gözetiminde sırt sırta veren rakipler belli bir mesafeye kadar adım atar, verilen komutun ardından dönerek birbirlerine tabancayla tek el ateş ederlerdi. İki taraf da ıskalarsa kılıç dövüşüne geçilir, ilk kanı akıtan galip sayılırdı.
Ganimet dağıtımı geminin varsa borçları ödendikten sonra herkese yasalar tarafından belirlenen oranlarda yapılırdı. Ganimetten çoğunlukla kaptan 2; ikinci kaptan ve serdümen 1½; lostromo ve vasıflı denizciler ( topçu, marangoz, doktor … vs.) 1¼, diğer denizciler ise 1 oranında pay alırlardı. Ele geçirilen taze gıda ve içkiden ise gemide kıtlık olmadığı sürece herkesin eşit pay alma hakkı vardı.
Ganimetten kendi payına düşenden fazlasını alarak arkadaşlarını dolandıranlar ıssız bir yerde karaya bırakılırdı. Hırsızlık sözkonusuysa suçluların kulakları ve burnunları kesilerek ilk yerleşim yerinde indiriliyorlardı. Dolandırıcılık ve hırsızlık suçlarında ceza verilmesi için çalınan malın değerinin gümüş bir İspanyol dolarından fazla olması gerekiyordu. Yaklaşık 930 ayar gümüşten kesilen 38 mm çapında ve 27,47 gram ağırlığındaki İspanyol dolarları, 8 reale karşılık geldiği için denizciler arasında sekizlik (piece-of-eight) veya peso (peso de ocho reales) olarak bilinirdi.
Çatışmada bir uzvunu kaybeden veya görev sırasında sakatlanan denizciler 800 pesoya kadar (2016’nın parasıyla yaklaşık 40.000$) tazminat alırlardı ve bu para o dönemde sıradan bir denizcinin 8 yılda kazanabileceğinden çok daha fazlaydı. Daha küçük yaralanmalarda ödenen tazminat miktarı, sakatlanma derecesine göre tespit edilirdi. 1000 pound kazanmadan hiçkimse mürettebattan ayrılamazdı, bu da yaklaşık 110 kg gümüş veya 8 kg altın anlamına geliyordu. XVII. yüzyılda 1 pound İspanyol parasıyla ortalama 4 – 4,5 peso ediyordu ve buna göre 1 peso yaklaşık 4,5 – 5 şilindi. (1 pound = 20 şilin)
(https://resmim.net/f/HTH445.jpg)
İSPANYOL HAZİNESİ - 1715
1715 yılında batan İspanyol hazine filosundan çıkarılan peso ve escudolar. 3,4 gramlık altın bir escudo 16 real değerinde 2 gümüş pesoya eşitti.
Genel olarak tüm korsanlarca kabul edilen bu kuralların yanısıra birtakım özel kurallar da vardı. Örneğin Kaptan John Phillips’in kurallarında mürettebatından iffetli bir kadına tecavüz etmeye kalkışanın cezası ölümdü. Ayrıca yangın riski olduğundan mürettebatın çatışma dışında silahlarını ateşlemeleri, fener dışında mum taşımaları yada ambar yakınında tütün içmeleri de yasaktı. Barholomew Roberts’da benzer şekilde akşam saat 8’den sonra kapalı güvertelerde mum ve fener yakılmasını yasaklamıştı. Bu davranışlarda bulunanlar yine yasalara göre 39 defa kırbaçlanırdı.
O dönemlerdeki geleneksel Avrupa toplumlarının aksine, Karayiplerdeki korsanlar arasında kuvvetler ayrılığına dayanan sınırlı bir demokrasi mevcuttu. XVII. yüzyılda korsan gemilerinin çoğu, dönemine göre oldukça adil yasalarla yönetiliyordu ve kaptanların yetkileri yasalar çerçevesinde sınırlandırılmıştı. Adalet dağılımı tüm korsanlar tarafından benimsenen temel ilkeydi, korsanlar bu fikirlerini ele geçirdikleri gemilerin mürettabatına da aşılıyorlardı. Esir edilen denizcilere öncelikle kaptanları tarafından herhangi bir haksızlığa veya şiddete maruz kalıp kalmadıkları sorulurdu. Mürettabatına eziyet eden kaptanlar çoğunlukla cezalandırılır, hatta öldürülürdü; buna karşın mürettebatı tarafından sevilen ve saygı duyulan kaptanlar ise genellikle serbest bırakılıyordu. Korsanlar mürettebatları tarafından ıssız bir yerde ölüme terk edilmiş bir denizci bulduklarında onu kendi yasalarına göre yeniden yargılarlardı.
XVIII. yüzyılın başlarında Karayiplerde Altın Çağını yaşayan korsanlık, merkantilist deniz ticareti sistemine karşı artık büyük bir tehdit haline gelmişti. Çok kültürlü ve çok uluslu yeni bir sosyal düzen oluşturarak Bahamalardaki New Providence Adasını kendilerine merkez haline getiren korsanlar, 1706 yılında Nassau şehrinde bir Korsan Cumhuriyeti kurdular. Seçilmiş kaptanların oluşturduğu bir korsan hükümeti tarafından korsan yasalarıyla yönetilen bu devlet, Britanya Kraliyet Donanması tarafından 1718 yılında güç bela ortadan kaldırılabilmişti. Takip eden yıllarda Karayiplerde büyük bir korsan avı başlayacak ve 1730’lara gelindiğinde Karayiplerde korsanlığın Altın Çağı tamamen kapanacaktı.
(https://resmim.net/f/qYW1zT.jpg)
KORSANLAR
Günümüzde modern denizcilik yasaları elbette eski denizcilerin yasalarından oldukça farklı, neyse ki artık kırbaçlanma ve ıssız yerde karaya bırakma gibi cezalar yok. Peki, halihazırdaki uluslararası denizcilik kanunlarının kökeninin XVII. yüzyıla uzandığını biliyor muydunuz? 1609 yılında Felemenk hukuk adamı ve düşünür Hugo Grotius’un öne sürdüğü Mare Liberum (Özgür Deniz) konsepti, günümüzdeki uluslararası karasuları kavramının ana fikri olarak kabul edilmektedir. Yine Felemenk bir hukukçu olan ve XVIII. yüzyılda yaşayan Cornellius van Brynkershoek ise, Grotius’un fikrini geliştirerek ulusal karasularının bir top atışı mesafesi olarak tanımladığı 3 deniz miliyle (5.6 km) sınırlandırmış; bunun dışında kalan denizlerin tüm uluslara açık olmasını önermiştir. O dönemlerde bir çok denizci ulus tarafından benimsenen ve yakın zamana kadar uygulanan bu kural, bazı ulusların 3 denizmilinin ötesindeki karasularında hak iddia etme talepleri üzerine tartışmalara neden olmuş; 1982 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ile ulusal karasuları tanımı yeniden düzenlenerek 12 mile çıkarılmıştır.
Sabri Çağrı Sezgin
Yararlanılan Kaynaklar:
Johnson, Charles; A General History of the Pyrates, Londra 1724
Little, Benerson; The Sea Rover’s Practice: Pirate Tactics and Techniques, 1630-1730; Potomac Books, Inc., Washington 2005; ISBN:1574889117
-
korsanlarda bile demokrasi varmış az da olsa.. :) Süper bir yazı her zamani gibi.. Tşekkürler ..
-
Hani demokrasinin azı, fazlası olmaz dı ? :P
-
yok ben yazıda öyle dediği için dedim.. 8)
-
YELKEN ÇAĞINDA DENİZDE YAŞAM
(https://i.hizliresim.com/oOo07Q.png) (https://hizliresim.com/oOo07Q)
Yelken Çağında denizde yaşam bin bir zorlukla doluydu, bu dönem denizcilerinin bazen aylarca hatta yıllarca kara yaşamından uzak kaldıkları olurdu. Yolculuk süresince denizciler, salgın hastalıklar ve kötü hava koşulları gibi kendilerini bekleyen tehlikelerin üstesinden gelmek zorundaydılar. Aslında bu durum yüzlerce yıldır böyleydi, Keşifler Çağının başından XIX. yüzyıl başlarına kadar denizciler hep benzer tecrübeleri paylaşacaklardı.
XV. ve XVI. yüzyıllarda okyanus aşırı seferlerin en tipik gemileri Karavela ve Karak’lardı. 2-3 direkli karavelalar hızlı ve kolay dümen tutan alçak draftlı gemilerdi; sığ sular için oldukça elverişliydiler ancak kargo kapasiteleri düşüktü. 3-4 direkli olan karaklar ise karavelalara göre daha büyük ve dayanıklıydılar; kargo kapasiteleri daha yüksekti ancak manevra kabiliyetleri bakımından hantallardı. Her iki tip gemide de kargo ve erzak kapalı güvertede depolanırdı, bu nedenle denizcilere kalan yaşam alanı oldukça sınırlıydı. Bazı gemilerde kaptan ve görevliler için küçük kamaralar olurdu, ancak sıradan denizciler açık güvertede uyumak zorundaydılar. Genellikle çıplak bir kalas ya da halat rodası üzerinde buldukları yere kıvrılıp yatan denizciler rahat uyuyamadıkları için yeteri kadar dinlenemezlerdi.
(https://i.hizliresim.com/lOm31B.png) (https://hizliresim.com/lOm31B)
XV. ve XVI. yüzyıllarda değişik karavela, karak ve kalyon tipleri
Kristof Kolomb’un keşiflerinde kullandığı Niña ve Pinta gemileri 15-20 metre boyunda küçük karavelalardı, sancak gemisi Santa Maria ise 17,7 m boyunda orta boylu bir karaktı. Macellan’ın dünya turunda kullandığı gemilerin tümü ise karaklardan oluşuyordu. XVI. yüzyıl başlarında karakların tasarımı karavelaların hızı ve manevra kabiliyetiyle birleştirilecek; 3 ambarlı 3 direkli ve çok güverteli kalyonlar geliştirilecekti.
Kalyonların geliştirilmesi, deniz ticareti hacminde olağanüstü bir artışı da beraberinde getirmiş ve okyanus aşırı kolonilerin süratle gelişmesine neden olmuştu; ancak her geçen gün sayısı artan gemilerde denizci ihtiyacını karşılamak da büyük bir sorun haline gelmişti. Bu durum özellikle savaş zamanlarında gemilerin mürettebat açığını kapatmayı oldukça zor hale getiriyordu. Denizcilik doğası gereği zaten zor bir meslekti, buna bir de kötü beslenme, ağır çalışma koşulları ve düşük ücretler eklendiğinde kimse gönüllü olarak bir mürettebata katılmayı istemiyordu. Gönüllü toplamanın en etkili yolu denizcilere ele geçirilecek ganimetten pay vaad etmekti. Bu yöntem özellikle korsanlar ve korsan avcıları arasında tercih ediliyordu; ticaret gemilerinde ve donanmada ise durum farklıydı. Mürettebat ihtiyacını karşılamak için çoğu zaman yasadışı yöntemlere başvurulduğu bile oluyordu; özellikle İngiltere’de denizci olabilecek nitelikteki gençlerin press-gang denilen çeteler tarafından kaçırılması oldukça yaygın bir uygulamaydı. Kaçırılan bu insanlar, gemileri korsanlar tarafından ele geçirildiğinde gönüllü olarak onlara katılıyorlardı.
(https://i.hizliresim.com/VrmPYy.jpg) (https://hizliresim.com/VrmPYy)
XVIII. yüzyılda İngiltere’de hayli yaygın olan press-gang uygulamasını gösteren bir illüstrasyon
Mürettebat arasında sıkı bir hiyerarşi vardı ve her denizcinin görevi yeteneklerine göre belirlenirdi. Hiyerarşinin en alt basamağında acemi oğlanlar bulunurdu, bunlar yaşları 8 ila 15 arasında değişen köylü çocuklarıydı. Güverteyi ovalamak, yerleri fırçalamak, yemeklerden sonra ortalığı toparlamak ve bunun gibi bayağı işler oğlanların göreviydi. Bu çocuklar çoğu zaman cinsel tacize ve şiddete de maruz kalırlardı.
Bazı gemilerde denizcilikte kariyer sahibi olmaları için aileleri tarafından gemi görevlilerine emanet edilen imtiyazlı çocuklar da olurdu. Varlıklı ailelerden gelen bu çocuklara geminin boylamını belirlemede son derece önemli olan kum saatini her saat başı çevirmek gibi daha nitelikli görevler verilirdi.
Acemilerden sonra yaşları 17 ila 20 arasında değişen miçolar (grumetes) gelirdi; bunlar gemi mürettebatı arasında en zor ve tehlikeli işleri yaparlardı. Miçoların amacı, “marineros” denilen geminin asıl mürettebatı arasında girmeye hak kazanmaktı.
Sıradan denizciler olan marinerolar (marineros), yeteneklerine göre gemideki birtakım görevleri aralarında paylaşırlardı; biri gözcülük için çanaklığa çıkarken diğerleri nöbet tutmak, ırgat çevirmak, tulumba çekmak ve halat çekmek gibi sıradan görevleri yerine getirirlerdi. Mürettebat vardiyalara ayrılmıştı ve vardiyalar genellikle 4 saatte bir değişiyordu, çoğunlukla gece boyunca mürettebatın 3’te 1’i uyanık olurdu.
Gemi hiyerarşinde daha üst basamaklarda bilgi ve becerileriyle gemilerde saygın bir konuma sahip olan rahip, cerrah, topçu başı, marinel başı, marangoz ve serdümen gibi meslek sahibi denizciler gelirdi. Bunlar gemilerde meslekleri haricinde başka bir görev yapmazlardı. En üst basamakta ise geminin tartışmasız lideri olan kaptan bulunurdu ve bu görevde kendisine çoğunlukla II. ve III. kaptanlar eşlik ederdi.
(https://i.hizliresim.com/nOZjr5.png) (https://hizliresim.com/nOZjr5)
Kaptanlar gemilerinde düzeni sağlamak için sert tedbirler almak zorundaydılar. Kırbaçlama en sık verilen cezaydı, bu ceza tüm mürettebatın gözü önünde infaz edilirdi. “Cat o’ nine tails” adı verilen kamçının ucu dokuz kuyruklu olurdu. Bir diğer ceza da tüye ve katrana bulamaktı. Tüye ve katrana bulanan denizci bir halata bağlanır, güverteden atılır ve geminin altından geçirilirdi. İsyandan veya cinayetten suçlu bulunan denizciler seren cundasına asılırdı.
Sıradan denizciler arasında gabyarlar ve topçular gibi belli bir alanda uzmanlaşmış olanlar da vardı. Bunların hiyerarşide aslında diğerlerinden hiç bir farkı yoktu, ancak mürettebatın geri kalanından farklı pozisyonlarda çalıştıkları için kendilerini daha üstün görürlerdi. Özellikle günün büyük bir bölümünü serenlerde çalışarak geçiren gabyarlar, aşağı indiklerinde acemilerden ve diğer denizcilerden uzak durmayı tercih ederlerdi. Çoğunlukla güvertede kendi sofralarını kurar ve 8’li 10’lu gruplar halinde kendi aralarında yemek yerlerdi.
Denizcilerin temel besinleri salamura et, balık, peynir ve peksimetti; içki olarak ise şarap, rom veya bira verilirdi. Yemekler küçük porsiyonlar halinde 3 öğün olarak herkese dağıtılıyordu. Gıdalar rutubetten ve havalandırma problemlerinden dolayı sık sık kurtlanır veya küflenir, fıçılarda bekleyen suların içerisinde de genellikle bakteriler oluşurdu. Suları içilebilir hale getirmek için çoğu zaman içine rom ilave edilirdi, denizciler bu içkiye grog adını veriyorlardı. İçme suyu stoğu azaldığında yelkenlerde yağmur suyu toplanmaya çalışılır, karaya çıkıldığında tüm mürettebatın ilk işi içilebilir su kaynağı aramak olurdu. XVIII. yüzyılda 240 kişilik tipik bir donanma fırkateyninde 4 ay yetecek kadar erzak ve 100 tondan fazla içme suyu depolanabiliyordu.
(https://i.hizliresim.com/vjrX4m.png) (https://hizliresim.com/vjrX4m)
Kötü beslenme birçok ölümcül hastalığa davetiye çıkarıyordu; bunların başında da iskorbüt gelmekteydi. Yelken çağında iskorbütten ölen denizcilerin sayısı fırtınada ve çatışmalarda ölen denizcilerin toplamından daha fazlaydı. Bayat içme suları da sık sık tifo, kolera ve dizanteriden ölümlere yol açıyordu. Tropik yerlere yolculuk yapan denizciler sıtmaya tutuluyordu; mürettebat arasında ayrıca veba, sarı humma, tifüs, çiçek gibi bulaşıcı hastalıklardan ölümler de oldukça fazlaydı. Savaşlarda ve kazalarda yaralanan denizcilerin çoğu hijyenik olmayan gemi koşullarında kangren veya enfeksiyon sonucu ölüyorlardı.
Gemilerde isyana neden olmamak için denizcilerin moralini her zaman yüksek tutmak gerekiyordu, ancak günlük angaryalar haricinde güverte yaşamı sınırlı bir takım aktivitelerden ibaretti. Dinlenme zamanlarında denizciler birbirlerine genellikle ilginç hikayeler anlatırlar ya da geçmiş tecrübelerinden bahsederlerdi. İçki içmek, kağıt oynamak ve zar atmak denizcilerin en büyük eğlencelerinin başında geliyordu. Aslında gemilerde kumar oynamak yasaktı ancak çoğu zaman buna göz yumulurdu. Güvertede içerken bazı denizciler çeşitli müzik aletleri çalar, bazıları oyun oynar, bazıları da bir köşede bıçakla ahşaptan küçük objeler oyardı. Çalışma ve dinlenme zamanlarında hep beraber söylenen değişik denizci şarkıları (heyamolalar) vardı.
XVII. yüzyılın sonunda askeri gemilerdeki denizciler ticaret gemilerindeki denizcilerden daha düşük ücret alıyordu. 1685’te Britanya Donanmasında bir denizcinin aylık maaşı 40 şilindi ve o zamanki kura göre bu para yaklaşık 9 pesoya denk geliyordu. (2016’nın parasıyla yaklaşık 450$) O tarihlerde 1 peso, İngiliz parasıyla ortalama 4 şilin 6 peni ediyordu; 12 peni 1 şilin, 20 şilin ise 1 pound’du.
(https://i.hizliresim.com/1JqVdY.jpg) (https://hizliresim.com/1JqVdY)
8 real değerindeki gümüş İspanyol doları çoğu zaman 8 eşit parçaya bölünerek kullanılırdı. Bu paralara sekizlik ismi bu yüzden verilmişti.
Donanma mensubu denizciler, maaşlarının yanısıra ele geçirilen düşman gemilerinin ganimetinden de bir miktar pay alma hakkına sahiplerdi; korsanlar ise onlardan çok daha fazla kazanıyorlardı. Örnek vermek gerekirse İspanyol hazine gemilerinde tipik bir hazine sandığı 2000 peso alabilirdi, kraliyet hazine sandıkları ise 3000 peso alıyordu. 2000 peso, 55 kg ağırlığında 930 ayar gümüşe eşitti ve bir korsan başarılı bir hazine gemisi yağmasından 700 peso kazanabilirdi. Bu para, o tarihlerde İngiltere’de bir çiftçinin 10 yıllık kazancına denk geliyordu.
Peki korsanlar kazandıkları parayla neler alabilirlerdi? 1685’te Jamaika’da 1 fıçı tuzlu deniz kaplumbağası 4-6 peso, 45 kg domuz pastırması ise 3 pesoydu. Havana’da bir kardinal kuşu 6-10 pesodan satılırken 5 pesoya bir korsan tabancası veya papağan satın alınabilirdi; aynı dönemde Londra’da çakmaklı bir tabancanın fiyatı 1 pound (4,5 peso) idi. Santa Domingo iyi bir atın fiyatı 6-8 peso arasında değişiyordu, sığır ise 4-5 pesoydu. Zenci köleler 118 pesodan 58 pesoya kadar alıcı buluyordu, İspanyollar her köle başına 200 peso veriyordu. Tavernalarda fiyatlar korsanların başarılı akınlarının ardından artıyordu; Alexandre Exquemelin 1678 tarihli “De Americaensche Zee-Roovers” adlı kitabında, sarhoş bir korsanın tavernada bir kadına soyunması ve dans etmesi için 500 peso verdiğini aktarır. Karayipler 1730’lara kadar korsanların cazibe merkezi olarak kalacak, bu tarihten sonra bölgede korsan faaliyetleri azalacaktır.
(https://i.hizliresim.com/LbmZ3a.jpg) (https://hizliresim.com/LbmZ3a)
XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanan gelişmeler denizcilik alanında bir çok sıkıntıyı ortadan kaldıracak, buna karşın denizde yaşam genel itibariyle XIX. yüzyıl ortalarına kadar fazla değişmeyecekti. 1700’lerin sonlarında yaşanan en büyük devrim kuşkusuz sağlık alanındaydı: İskorbüt hastalığının C vitamini eksikliğinden olduğu anlaşılmış; denizcilerin diyetine eklenen lahana turşusu ve limon gibi vitamin yönünden zengin besinler iskorbütten ölümleri ortadan kaldırmıştı. Aynı tarihlerde yaşanan bir başka gelişme de deniz yolculuklarından etkilenmeyen cep kronometrelerinin geliştirilmesiydi. Kronometreler boylamların ufak bir hata payıyla tespit edilmesini ve böylelikle ayrıntılı deniz haritalarının hazırlanmasını sağladı; artık deniz kazaları riski azalırken yolculuk süreleri de oldukça kısalmıştı. XIX. yüzyıl başlarında başlayan konserve gıda üretimi denizcilerin yetersiz beslenme sorununu çözdü, artık her türlü yiyeceğin ambarlarda uzun süre saklanması mümkün hale gelmişti. Sanayi devriminin ardından gemilerde beden gücünü yavaş yavaş makina gücü almaya başlayacak, ilerleyen dönemlerde geliştirilen yeni teknolojilerin gemilere girmesiyle denizcilerin yaşamı çok daha kolaylaşacaktı.
Sabri Çağrı Sezgin
Yararlanılan Kaynaklar:
Tauss Marine, Little, Benerson; The Buccaneer’s Realm: Pirate Life on the Spanish Main, 1674-1688; 2007 ; Potomac Books, Inc., Washington 2007; ISBN:9781597971010
-
Kaan'ın girdiği sokağa biz de adım atalım...
Bakalım bu az aydınlık, daracık, rutubetli, çok köşeli sokakta neler var?
Hersey kuyruklu bir yalanla-basladi
http://egeiou.blogspot.com.tr/2014/02/her-sey-kuyruklu-bir-yalanla-basladi.html (http://egeiou.blogspot.com.tr/2014/02/her-sey-kuyruklu-bir-yalanla-basladi.html)
Gemiler-kadinlari.
http://egeiou.blogspot.com.tr/2014/02/gemiler-kadinlari.html (http://egeiou.blogspot.com.tr/2014/02/gemiler-kadinlari.html)
Heeeeaaads-ya-da-kafalara-dikkaaat.!!
http://egeiou.blogspot.com.tr/2014/02/heeeeaaads-ya-da-kafalara-dikkaaat.html (http://egeiou.blogspot.com.tr/2014/02/heeeeaaads-ya-da-kafalara-dikkaaat.html)
Hayalini kurduğumuz çekilmez hayat !!
http://egeiou.blogspot.com.tr/2014/02/hayalini-kurdugumuz-cekilmez-hayat.html (http://egeiou.blogspot.com.tr/2014/02/hayalini-kurdugumuz-cekilmez-hayat.html)
Barut maymunları
http://egeiou.blogspot.com.tr/2014/02/barut-maymunlari.html (http://egeiou.blogspot.com.tr/2014/02/barut-maymunlari.html)
-
Hepsini bir den fazla kez okumuştum, bir sürü şey öğrendim bu yazılardan.
Geçenlerde şu, Heeeaads mevzu oldu. Anlattım ikna olmadılar, en son bu linki verdim, ahanda buradan okuyun diye ;D
-
Bu kayıkevi başlığı beni çok heyecandırıyor
Tan bir şey yazmış işte isem asla okumuyorum .
Evi bekliyorum sessiz sakin Çay ile keyif ile okuyorum
Forumun yıldız başlığı bence
Her türlü iltifata tabi
Çok teşekür ederim ...
-
Rica ederim, ben teşekkür ederim.
Bir şey yaptığım yok, her yerde denk gelmeyecek, okuyacak bir şeyler görünce paylaşıyorum sadece. :)
-
ESRARENGİZ GEMİ OLAYLARI
AÇIKLANAMAYAN AMA KAYITLARA GEÇEN BAZI DENİZCİLİK OLAYLARINDAN DERLENMİŞTİR.
I
1840 da bir Fransız Gemisi Rosalie akdenizde bütün yelkenleri basılı , malları anbarda dokunulmamış ve hiçbir hasar görmeden 4 ay bomboş dolaşmıştı. Mürettebatından hiçbir zaman haber alınamadı
1850 Seabird adlı gemi Newport limanının yakınında sadece içinde bir köpekle bulundu. Kahve daha fincanlarda sıcak ve bütün geminin makineleri işler vaziyette idi. Kabinlere giden koridorlarda tütün kokusu vardı. Ama Tayfalar yok olmuştu. Haber alınamadı
1883 de J.C. Cousins adlı yelkenli Amerika kıyılarına karaya vuruyor. Gemi de kimse yok. Mutfakta yemekler ocakta pişmekte sofra kurulmuş. Geminin seyrüsefer defteri sabah yazılmış ama hiç tuhaf bir olaydan bahis edilmiyor
Bunun gibi deniz tarihinde olmuş binlerce olay var muhtelif limanların olay defterlerine geçmiş olarak . Bunların hepsinin belli bir esrarlı hadiseye bağlamak doğru olmaz. Fakat bu insanların gemilerden hiçbir dövüş izi, isyan ve kaza olayı olmadan yok olmaları bu gün halen devam etmektedir. Her sene liman kayıtlarına dünya çapına en az 11 olay olmaktadır. Daha hiç birinin sebebini ve tayfalarının ne olduğu anlaşılamamıştır.
Hayalet Gemiler arasında en tanınmış olanı muhakkak ki Uçan Hollandalı Adlı Gemidir.
Gemi o kadar tanınmıştır ki Alman bestekar Wagner onun şanına bir opera bile bestelemiştir. The Flying Dutchman .
İngiltere Kralı York Dükü George V , daha 16 yaşında iken Bacchante adlı gemide stajyer denizci olarak görevliydi. 11 Temmuz 1881 gecesi gemi Avustralya açıklarındayken karanlıkta bir şey belirdi , nereden peyda olduğu belli olmayan bir
ışıktı. Gemiye doğru yaklaşmakta idi. 300 metre kadar yaklaştığında bir yelkenlinin şekli belli oldu. Yelkenli sisli ışık halesiyle çevrelenmişti.
Bacchante gemisinin seyir defterinde bu karşılaşma şu şekilde kayıt altına alınmıştır
“ Sabahın 04. de ön tarafımızdan büyük bir yelkenli geçti. Yelkenli bizden tahmini 300 metre mesafedeydi ve rotası bizim üzerimize doğruydu. Ana direğinde güvertesinde ve yelkenlerinde tuhaf bir kırmızı ışık parlıyordu.
Bizim geminin ikinci kaptanı ve öndeki gözetleyici ikisi de gemiyi bildirdiler. Bir stajyer subay ana direğimizdeki gözetleme yerine gönderildi. Gözetleme yerine giden subay hiçbir şey görmediğini bildirdi. Etrafımızda hiçbir gemi yoktu. Bu görüntüye 12 mürettebat şahit olduklarına dair imzalı yazı vermişlerdir.Gece aydınlık ve deniz sakindi. “ Le Tourmaline “ ve “ Le Cleoptra “ adlı bizimle beraber seyir eden gemilerimiz bize yanımızdan geçen kırmızı ışıkla çevrelenmiş gemiyi görüp görmediğimizi sordular , onlarda bu olayı görmüşlerdi.
Deniz kıyısı bölgelerde herkes denizde seyreden hayalet veya ölüleri taşıyan gemiler hakkındaki değişik hikayeleri bilirler.
Bunlardan bir tanesi Alman – Skandinav ( baltık ) kıyılarında herkesin bildiği Naglafar gemisidir . Bunların bazıları efsane gibidirler. Naglafar inanışa göre ölülerin tırnaklarından inşa edilmiş ve Dev Hrym tarafından kaptanlığı yapılmaktaydı. Bu bilhassa VI yüzyıl Selt’ler tarafından anlatılırdı. Tarihçi Procope
( Gotların Savaşı ) adlı tarih kitabında cilt 1 bölüm IV s.20 ) yazmıştır.
“ Britanya adası karşı sahili Galya da oturan balıkçılar karşı tarafa “ ruhları “ geçirmeğe yükümlüdürler ve bunun için hiçbir vergi ödemeyeceklerdir. Gecenin ortasında kapılarına vurulduğunu duyarlar., kalkarlar ve deniz kıyısında yabancı kayıklar görürler fakat bu kayıklarda kimseler yoktur. Ancak kayıkların görüntüsü sanki ağzına kadar dolu imiş intibaını vermektedir. Zira kenarlarına kadar suya batıktırlar. Bu kayıkları karşı tarafa geçirmek sadece bir saatlerini alır. Halbuki kendi gemileri ile bu bir gece sürmektedir “
Bu inanç ki başlangıcı Galya savaşlarından eskiye dayandığı tahmin edilmektedir XX asrın başına kadar devam etmiştir. Treguier kıyılarında ölmüş veya boğulmuş insanların ruhlarını bilinmeyen adalara doğru götüren bir kayığın olduğuna inanılırdı.
11 temmuz 1861 de “ l’ınconstant “ Kraliyet Donanması Gemisi Pasifik okyanusunda yol alıyordu. Sabahın 04 de San Fransisko dan Çin’e doğru yol alan bir Hayalet bir gemiyle karşılaştı. Mürettebat tuhaf beyaz bir ışıkla çevrelenmiş üç direkli eski bir yelkenli gördü . Gemi onlara iki yüz metre mesafedeydi . Sanki birden karanlıklardan ortaya çıkmıştı. Gemi çok kuvvetli bir rüzgar olmasına ve denizde de yüksek dalgalar bulunmasına rağmen bütün yelkenleri fora edilmiş ( açılmış ) ama o hiç sarsılmadan denizin üzerinde kaymaktaydı sessizce. Gemi onlara iyice yaklaştı üzerinde ve dümende görünürde kimse yoktu. Fakat sanki dümeni gayet usta bir denizci tarafından idare edilmekteymiş gibi yalpalamadan yol almaktaydı. Biraz ileride ortadan kayboldu.
1934 senesi Ekiminde Mary Ann Adlı yat Kaptan Hampson’un idaresinde açık denizde yol almaktaydı. Birden bir sis tabakasının içine daldı ve karşısında sol ön tarafında eski bir yelkenli vardı ve ona doğru yaklaşıyordu. Kaptan Hampson derhal dümeni sola kırdı , ama çok geç kalmıştı. Mary Ann yata soldan bodoslamadan bindirdi. Fakat ilginç olan hiçbir gürültü kırılan tahta sesi gibi sesler duyulmadı. Yat sadece kuvvetli bir sarsıntı geçirdi öbür gemi ona takılmış şekilde geniş bir kavis çizdi. Kaptan o sırada karşısındaki gemiyi inceledi ve şaşkınlığından dona kaldı. Gemide kimse yoktu. Ortalıkta hiçbir ses duyulmuyordu. Yelkenlinin yırtık yelkenleri rüzgarla dolmuş bir halde en küçük bir ses , ne su sesi nede gemiden bir ses duyulmuyordu tam bir sessizlik içinde gemi pupa yelken yola devam etmekteydi. Geminin iplerinden ve diğer aksamından da hiçbir ses yoktu. Gemi sessizce yoluna devam edip gözden kayboldu. O kadar ani olmuştu ki Kaptan Hampson geminin ismini bile okuyamamıştı.
Kaptan şaşkınlığından rotasına da devam edemedi ve teknesini durdurdu. Biraz sonra sis yok oldu. Etrafta ufukta hiçbir gemi yoktu sadece bir romorkör tam onun eski rotasının üzerinde arkasında iki tane kütük dolu mavnayı çekip gidiyordu.
“ Kaptan bunu görünce bir şok daha geçirdi zira römorkör ve çektiği mavnalar tam onun yolunun üstündeydiler. Eğer o Hayalet gemi ile karşılaşmasaydı sisin içinde bütün hızıyla o mavnalarla çarpışmış olacaktı. Ancak Yelkenlinin ona çarpması neticesi gemisinin yaptığı kavis onu ve gemisini kurtarmıştı. “
5 Ocak 1937 de saat 17 civarı,” Khorson “ adlı gemi çok kuvvetli bir yağmur altında düdüğünü iki dakika da bir öttürerek dikkatli bir şekilde yol alıyordu. Birden başka bir düdük sesi duyuldu sağ tarafta ve 200 metreden daha yakın bir mesafeden bir gemi göründü ve geçti. Mürettebat gayet rahatlıkla Geminin ismini okuyabildiler. “ Tricoleur “ birkaç dakika sonra yağmur durdu . Görüş yedi mil kadar genişledi. İki geminin yaptıkları hıza göre birbirlerinden 3 mil den fazla uzaklaşmış olamazlardı. Fakat “ Tricoleur “ yok olmuştu. İkinci Kaptan Robinson yeni olarak mevkii tespiti yapmıştı . Kaptanı Harita odasına götürdü. Orada büyük bir haritanın üzerinde şu not okunuyordu. “ MS Tricoleur bu noktada 5 ocak 1931 tarihinde saat 17 de patlayıp batmıştır “
1939 senesinde Güney Afrikanın bir plajında yüze yakın insan Cap ( kap ) burnundan güneye doğru bütün yelkenleri fora edilmiş bir geminin hiçbir rüzgar olmadığı halde son süratle geçip gözden kaybolduğunu gözlemişlerdir.
-
II
1942 senesinde Amerikan Bahriyesine ait Kennison destroyeri San Fransisko körfezinin ağzında nöbet gezisi yapıyordu. Vazifesi oralarda bulunabilecek Japon denizatlılarını gözlemekti. Koyu sis yüzünden radar kontrolünde seyir etmekteydi. Her şey sakindi . Birden iki gözcü geminin az önünde sisler içinde seyir eden ve radar da görünmeyen eski iki direkli bir yelkenli gördüler. Gemi Destroyerin sürtünürcesine yakın bir mesafesinden hiçbir ses çıkarmadan geçti. İki gemici alarm vermek için interfona koştular fakat gemi ortadan kaybolmuştu.Bir sonraki ilk baharda Kennison destroyeri bu kere Kaliforniya kıyılarında San Diego körfezinde nöbet gezisindeydi. Yıldızlı ve sakin bir gece nöbet vardiyasındaki iki subay birden geminin önünde onlara doğru yaklaşan bir kargo gemisi gördüler. Hemen alarm verdiler fakat radar başındaki subay radarda hiçbir belirti olmadığını söyledi. Karşıdan gelen gemi 10 km kadar yaklaşmıştı ve rotası tam destroyerin üzerine doğruydu. Nöbetçi kaptan ve mürettebat güverteden çıplak gözle gayet rahatlıkla kargoyu seçebiliyorlardı. Gemide güvertede hiçbir hareket yoktu. Ayrıca gemide yanan bir ışık bile yoktu. Geminin motorlarının sesi veya pervanenin suya çarpışı gibi sesler de duyulmuyordu. Gemi iyice yaklaştı mesafe 4 km kadar indi . Destroyerdekiler hiçbir şey yapmadan şaşkınlıkla olayı seyir ediyorlardı. Çarpışma artık garanti ve an meselesiydi..
Fakat ansızın herkesi daha büyük bir şaşkınlığa düşüren olay gerçekleşti. Destroyerdeki tahmini 100 kişinin gözleri önünde gemi birden yok oldu. Deniz bomboş ve gayet sakindi.
İşin bir başka ilginç tarafı da son ana kadar radarda gemi görülmemişti.
Amerika Merigomish köyünde Yeni – İskoçya vilayetinde aşağıda anlatacağımız olay aynı gün ve saatte binlerce kişinin gözü önünde beş sene tekrarlandı. Ekim 11 de her sene Kuzeyden gelen arkası kare üç direkli yelkenli kıyıya doğru seyir eder. Direklerinde yelkenleri fora edilmiş direk tepelerinde kırmızı fenerleri yanan kamaralarında ve güvertelerinde lambaların yandığı gemi kıyıya epey yaklaşınca hep aynı noktada sanki kayalara çarpmış gibi sarsılarak duraklar. Bir an sonra gemiden alevler yükselir. Bu alevler ilk önce güverteyi sonra direkleri ve yelkenlere sıçrar ve bütün gemi yanmağa başlar. Bu arada bu alevlerin arasından kurtulmaya çalışan insana benzeyen gölgeler koşuşur bir kısmı suya atlarlar bir kısmı ise alevlerin arasında yanarlar. Daha sonra gemi su alır ve bir müddet sonra batar. Hiçbir iz bırakmadan.
Bu 5 sene aynı şeklide cereyan eder 6 cı sene yetkililer geminin gelme zamanında oraya bir gemi gönderiler ve inceleme yapılması için önlem alırlar. Gemi yine aynı gün ve saate gelir fakat bu kere herkesin şakın bakışları arasında orada olduğu tahmin edilen fakat görülmeyen kayalara çarpmadan yoluna devam eder ve biraz ilerde onu gözetleyen gemi onu takip etmeye yeltenince de herkesin gözleri önünde yok olur hiç iz bırakmadan.
Daha yakın bir tarihte . Ocak ve Şubat 1960 senesinde Arjantinin Nuevo körfezinde sonarla denizaltılar tespit edilmiştir , Arjantin ordusunun destroyerleri tarafından. Hemen destroyerler körfezin çıkışını kapatırlar. Denizatlılara kendilerini tanıtmalarını bildirirler. Ancak hiçbir cevap alamazlar. Bunu üzerine denizatlıları batırma kararı alınır. Ama batırmak imkansızdır. Gönderdikleri bütün torpiller gemilere dokunmadan yanlarından altlarından geçiyordu. Sanki bir şey torpillerin menzil rotalarını bozuyordu. En sonunda iki torpil bir denizaltına tam ortadan arka arkaya vurdu. Büyük bir gürültü oldu duman dağıldığında denizaltının hiçbir yara almadığını ve her üçünün sağlam bir vaziyette orda durduklarını tespit ettiler ama biraz sonra daha ilginç bir olay oldu üç denizaltı görüldükleri noktada yok oldular.
Bu olay aynı körfezde aynı şekilde az çok 4 hafta devam etti haftada 2 günden. Artık sonunda Arjantin donanması gemilere torpil göndermiyor sadece onları izliyordu.
Bir ay sonra bir gün deniz altılar yok olmuşlardı. Onların blokajdaki körfezden nasıl çıktıkları anlaşılamadı.
Avustralya açıklarında bulunan, motoru çalışır halde, masanın üzerinde servise hazır durumda yemek ve açık bir diz üstü bilgisayar bulunan ancak mürettebatın ortalarda görünmediği 'hayalet gemi'nin gizemi çözülmeye çalışılıyor.
Avustralya'nın batı sahiline gitmek üzere Queensland'dan pazar günü yola çıkan 12 metre uzunluğundaki katamaranın, kuzeydoğu sahilindeki Townsville açıklarında bulunduğu belirtildi.
Queensland'daki acil durum yetkililerinden Jon Hall, 'Her şey normal göründüğü helde mürettebata dair iz olmaması hayli garip' dedi.
Hall, teknenin motorunun çalışır halde olduğunu, masada yemek bulunduğunu ve diz üstü bilgisayarın açık olduğunu söyledi. Teknenin yelkenlerinin açık, ancak birinin parçalanmış olduğunu belirten Hall, can yeleklerinin, işaret fenerinin ve diğer acil durum malzemelerinin teknede bulunduğunu, ancak botların olmadığını anlattı.
KAZ 11 adlı teknenin çarşamba günü görüldüğü ve kurtarma ekiplerinin bugün tekneye çıktığı, 3 kişilik mürettebatın akıbetini belirlemek için teknenin seyrini kaydeden GPS cihazının incelemeye alındığı bildirildi.
Yetkililer olayı, 1872'de Portekiz açıklarında bulunan 'hayalet gemi' Mary Celeste'nin durumuna benzetti. Mary Celeste'nin mürettebatından hiç haber alınamamıştı.
Peki Mary Celeste olayı nedir ?
Bir anlatıma göre;
5 Aralık 1872 de İngiliz Dei Gratia ( Tanrıya Şükür ) adlı gemi kuzey Atlantik Okyanusunda Açores (Asor)
adaları ile Portekiz arasında yarı yolda bir yelkenli gemiyle karşılaştı.
Yelkenli sağa sola yalpa yapmaktaydı , bunakarşın bütün yelkenleri çekili idi. Yük gemisinin Kaptanı David Moorehouse şaşkınlıkla bunun MARY CELESTE olduğunu gördü.
Bir ay evvel Mary Celeste’in kaptanı Benjamin Spooner Briggs ‘le gemide yemek yemişlerdi. Birkaç gün sonra da Mary Celeste ambarlarında 1700 adet saf alkol fıçıları ile İtalya’nın Genova Limanına hareket etmişti.
Gemide 7 adet tayfaya ilaveten Kaptanın karısı ve iki yaşındaki kızı da bulunmaktaydı.
Gemi ona gönderilen hiçbir işarete cevap vermeyince Kaptan Moorehouse üç tayfasıyla beraber Mary Celeste çıkmağa karar verdi. Gemi kontrolde bomboş ve yardım filikaları da yerinde olmadığı tespit edilir. Ambarlarda yüklediği malları ve 6 ay yetecek kadar tayfa için yiyecek maddesi de vardır.
Diğer bir anlatım ;
5 Aralık 1872′ de Kaptan David Dead Morehouse komutasındaki Dei Gratai adlı İngiliz gemisi New York ile Cebelitarık boğazı arasında seyrederken, tuhaf ve başıboş bir şekilde hareket eden bir gemi gördüler. Gemiye yanaştılar, seslendiler kimse cevap vermedi, Kaptan adamlarına sandalları indirip, ne olduğuna bakmalarını emretti, adamlar gemiye çıktılar, görünüşe göre gemide kimse yoktu..kamaradaki altı pencere tahtalarla kapatılmıştı, elbiseler kuruydu ve jiletler paslanmamıştı, belli ki gemi su almamıştı, bir dikiş makinası yağı kutusu dikey olarak duruyordu, bu da gösteriyor ki, gemi dalgalarla sarsılmamıştı yeterli yiyecek ve su vardı, bir kamaradaki masada, ‘sevgili eşim Fanny….” diye başlayan bir mektup kağıdı duruyordu…
Saat bozulmuş, pusula kırılmıştı, cankurtaran sandalları yoktu, sekstant ve kronometre kayıptı, yerde bir kadın elbisesi ve bir çocuk oyuncağı vardı, sanki herkes çok aceleyle gemiyi terketmiş gibiydi, ayrıca esrarengiz kan lekeleri vardı, en tuhafı da Kaptan’ın yatağının altına kanlı bir kılıç gizlenmişti, seyir defteri hariç tüm belgeler, konşimento kayıptı, enson 24 Kasım’da tutulan gemi seyir defterinde, enlem, boylamlarla, Kaptan’ın Benjamin Briggs olduğu ve gemide eşi ve bebekleri ile ayrıca yedi kişilik bir mürettebatın olduğu yazıyordu, peki geminin terk edilişinden bulunuşuna kadar geçen on gün içerisinde ne olmuştu?
Bu ilginç olayla ilgili hepsi birbirinden ilginç teoriler ortaya atıldı: Korsanlar, Bermuda Şeytan Üçgeni, isyan, UFO’lar vs. ve bu konuda romanlar yazıldı, filmler çekildi. Ama gemi Bermuda Şeytan Üçgeni’nin bölgesinde seyretmemişti, korsanlar da gemiyi kargosuyla bırakıp kaçacak kadar aptal olamazlardı, isyan içinse sebep yoktu, çok ilginç bir başka teori gemideki gizli bir yolcuyla ilgili. Olay gerçekten çok esrarengiz…
YETERSİZ DELİLLER
Moorehouse Kaptanın kamarasında ki karmakarışıklığa şaşırmıştır. Buna karşın tayfa salonunda her şey yerli yerindedir. Gemi kullanma aletleri, pergel pusula , haritalar gibi ya kayıptırlar yada kırılmışlardır.
Seyrüsefer defteri son düşülen not 25 Kasım tarihini taşımaktadır. Buna göre gemi iki aydır başıboş olarak dolaşmakta ve 500 mil yol almıştır.
MARY CELESTE GEMİSİ
Gemide karşılaşılan avaryalar birinci derece önemli değildir, İki kapak hasar görmüş ve ambara 1 metre kadar su dolmuştur. Alkol Fıçılarından birisi parçalanmış. Merdivenlerin birinde Balta ile yapılmış bir iz var.
Kaptanın en acayibine giden geminin arkasındaki kamaraların altı penceresi tahta ve kalın kumaşla örülüp kapatılmıştır.
Bir cinayet işlenmiş olabileceğini şüphelendiren tek emare bir yatağın altına gizlenmiş paslanmış bir kılıçtı.
BİR KAYBOLUŞUN OTOPSİSİ
Kaptan Moorehouse Gemiyi Cebelitarık limanına götürür ve orada adli mercilere incelenmesi için teslim eder. Neticeler bir çıkmazdır. Kriminel bir olayın işlendiğini düşündürebilecek tek olgu yüzme hattının hizasında iki metre boyundaki gövdedeki yarıktır. Etrafta kan izi yoktur.
Yinede bu kadar az delil’le otoriteler cinayet hipotezini kabul ederler. Onlara göre bir içki alemi esnasında tayfalar Kaptan ve ailesini öldürüp ;filikalarla kaçarlar.
Kaptan Benjamin Briggs
Ancak Gemi sahipleri bu karara itiraz ederler ve Kaptanın bütün tayfaları tarafından çok sevildiğini hürmet edilip her sözünün dinlendiğini öne sürerler , ayrıca gemide huzur ve anlaşma olduğunu belirtirler.
Ayrıca fıçılardaki Alkol içilen cinsten değildir , çok kuvvetli karın ağrıları yapacağı gibi içenlerin gözlerinin kör olmasına da sebep olabilir. Bunu da bütün mürettebat bilmekteydi . Ayrıca Tayfa isyan ettiği zaman bütün özel eşyalarını ve yiyecek ve içecekleri bırakıp gitmez.
Mary Celeste’in bu esrarı bütün dünyaya dağılır ve satılmasına karar verilip satılır.
Bu olay sonra ilave olan olaylarla daha da kalın bir esrara bürünür . Gemi ilk defa gezildiği zaman geminin fırınında pişmekte olan iki tavuk ve fincanlar içinde dumanı çıkan kahve bulunmuştu.
Bu geminin başına gelenler için bir çok rivayet ortaya atılmıştır. Bu büyük bir ahtapotun gemiye hücum etmesinden Dünya dışı varlıkların saldırısına kadar çeşitliydi.
Bu olay o kadar ciddiye alındı ki ;
Bir teoriye göre, Kaptan Briggs, daha önce hiç böyle tehlikeli bir yük (alkol) taşımamıştı ve tedirgindi. Dokuz varilde sızıntı vardı, tarihç Conrad Bayers’e göre kaptan Briggs, ambara indi, alkol buharı ve kokusunu alınca, geminin infilak edeceğini sanarak, herkesin sandallara binmesi emrini verdi ama telaştan sandalları gemiye iyice bağlayamadı ve gemiden uzaklaştılar. Böylece ya battılar ya da açlık ve susuzluktan öldüler.
2005 yılında bu teorinin gelişmiş bir şeklini Alman tarihçi Eigel Weise ortaya attı ve teorisini denemek üzere bir Londra’da University College’de şöyle bir deney yapıldı: Alkol buharının alev alıp almayacağını denemek için, geminin ambarının benzeri küçük bir makedi inşa edildi. Yakıt olarak bütan ve varillerin yerine kağıt küpler kullanıldı. Ambar kapatıldı ve buhar tutuştu. Patlamanın şiddetiyle kapılar açıldı ve tabut büyüklüğündeki maket sarsıldı. Kağıt küplere ise bir zarar gelmedi. Belki ambardaki bu yangın mürettabatı sandallara indirtecek kadar korkutmuş olabilirdi. Geminin arkasındaki kopuk halat, mürettebatın gemiye bağlı olduğu teorisini doğruluyor. Gemi tam yol hızla giderken terkedilmişti ve az sonra da bir fırtına çıkmıştı. Bu durumda sandalları gemiye bağlayan halat kopmuş ve sandallar da fırtınaya dayanamamış olabilirdi.
Bu ve buna benzer olaylar ile ilgili, bazı denizci grupları, denize açılamadıkları kış gecelerinde ,teori üretebilmek için hep aynı Pub'larda biraraya gelir, koyu sohbetlere dalar, Denizden, Teknelerden hatta hayaletlerden konuşup başka da konulara girmez, mutlu mesut birlik içinde yaşarlarmış. ;)
-
III
Bu konular ne zaman açılsa hemen "Bermuda Şeytan Üçgeni" konusuna gelir.
Ama artık sır olmaktan çıkmıştır ve ;
"Bu bölge, Gulf Stream denilen sıcak su akıntısının da geçtiği yerdir. Tabanın bazen ısınması yüzünden, bu "tebeşir gazlar" erir ve sudan hafif oldukları için yüzeye doğru yükselirler. O anda, tabandan yüzeye kadar suyun yoğunluğu azalır. O sırada oradan geçen ne varsa, derin bir kuyuya düşer gibi hızla okyanusun dibini boylar. Çünkü, yoğunluğu düşen su, gemileri taşıyacak kaldırma kuvvetini oluşturamaz. Gazın yükselmesi sona erince yoğunluk tekrar eski haline döner ve geride hiçbir iz kalmadan kocaman gemiler kilometrelerce derine gömülmüş olurlar.
Uçakların düşerek kaybolması ise yine aynı sebeptendir. Yüzeye çıkan doğal gazlar, havadan da hafif oldukları için yükselmeye devam ederler. Bu kez yoğunluk azalması, bölgenin üzerindeki atmosferde oluşur. Oradan tesadüfen geçen bir uçak hemen irtifa kaybeder ve motorları durur. Çünkü, motorlardaki benzinin yanması için oksijene ihtiyaç vardır ve düşük yoğunluklu havanın içindeki oksijen miktarı motorların çalışması için yeterli değildir. Böylece uçak da, hızla okyanus tabanına doğru inişe geçer."
açıklaması vardır.
-
KÜREĞE MAHKUM BİR HAYAT: FORSALAR
(https://i.hizliresim.com/gO3LPb.jpg) (https://hizliresim.com/gO3LPb)
Ortaçağ Avrupa’sının denizci devletleri XV. yy’dan itibaren Doğu Akdeniz’deki güçlerini kaybetmeye başlamışlardı; başta İstanbul olmak üzere ticari öneme sahip birçok liman şehri Osmanlı hâkimiyetine geçmiş, doğuya giden kazançlı ticaret yollarının kontrolü hem karadan hem de denizden Türklerin kontrolüne girmişti. Türk Reisleri Akdeniz’de korku salıyorlar, hiç bir gemi onlarla borda bordaya savaşmayı göze almadan açık denize yelken açamıyordu. Dönemin süper güçleri Akdeniz’de hâkimiyet kurma peşindeydi ve bu durum aralarında kanlı deniz savaşlarının yaşanmasını kaçınılmaz hale getiriyordu; ama önce tersanelerde çok sayıda savaş gemisi inşa edilmeli, donanma mevcudu süratle arttırılmalıydı.
O dönemlerde donanmanın vurucu güçleri olarak hala kürekli kadırgalar tercih ediliyordu; ancak sayıları her geçen gün artan kadırgaların kürekçi ihtiyacını karşılamak büyük bir sorundu. Ortaçağ boyunca zaman zaman kadırgalarda mahkûmlar ve savaş esirlerinden faydalanılmıştı. Bu tip kürek mahkûmlarına İtalyanca “forzato” deniliyordu, kelimenin bizde kullanılan “forsa” şeklinde telaffuzu ise Fransızca “forçat” kelimesinden gelmektedir.
Peki, bu forsalar ilk nasıl ve ne zaman ortaya çıkmışlardı? Sanılanın aksine, Antik çağlarda mahkûmların zorla gemilerde çalıştırıldığını ya da kürekçilerin ayaklarından gemiye zincirlendiğini gösteren herhangi bir kanıt yoktur. Antik Yunan ve Roma gemilerinde kürekçiler genellikle özgür vatandaşlar arasından seçiliyorlar ve ücret karşılığı çalışıyorlardı; kölelerden yalnızca acil insan gücü gerektiren durumlarda nadiren faydalanılıyordu. O çağlarda kürekçilik çok zor ama oldukça kazançlı bir meslekti, kürekçiler liman işçilerinden daha fazla para kazanırlardı.
Gemilerde savaş esirlerinin kullanılması ilk defa Roma’nın İmparatorluk dönemlerine rastlar. Aslında Roma’nın ilk zamanlarında kürekçiler gönüllü askerler arasından seçiliyor, bunlar maaş karşılığı uzun yıllar Roma’ya hizmet ediyorlardı. Ancak imparatorluğun sınırlarının genişlemesi ve kürekçilerle duyulan ihtiyacın karşılanamaz duruma gelmesi üzerine Roma, savaş esirlerini küreklere zincirleyerek kullanmak gibi pratik bir çözüm geliştirmiş, imparatorluğun yıkılışına kadar bu uygulama devam etmiştir. Savaş esirlerini kullanma geleneği Roma’dan sonra Bizans’a, Araplara, İranlılara ve Osmanlılara da geçmişti, hem Hıristiyan hem de Müslüman devletler, karşıt dinlere mensup savaş esirlerini kürek mahkûmu olarak kullanıyorlardı.
İlk başlarda forsa olarak ayrılan esirler maaşlı kürekçilerle birlikte kullanıldı; zamanla forsaların sayısı arttığında kaçmamaları için ayaklarından zincirlenmeye başlanmış, güverte savaşlarında düşmana yardım etmemeleri için başlarına silahlı muhafızlar konmuştur. XV. yy’dan itibaren forsalar gemilerin demirbaşları haline gelir, artık insandan ziyade kadırgaların temel donanımları olarak görülmektedirler.
Venedikliler, savaş zamanı kürekçi ihtiyacını karşılamak için zorunlu askerlik hizmet sistemine benzer bir sistem geliştirmişlerdi; buna göre yurttaşlar bir süreliğine vatandaşlık görevi olarak Venedik kadırgalarında çalışmak zorundaydılar. XVI. yy’dan itibaren tecrübeli denizci eksikliği ve artan ücretler nedeniyle pek çok devlet gibi Venedikliler de bu sistemi terk ederek, kadırgalarda özgür vatandaşların yanı sıra forsa kullanma yoluna gitmişlerdir.
(https://i.hizliresim.com/Z9b15z.jpg) (https://hizliresim.com/Z9b15z)
XVI. yy’da Scappoli denilen Venedikli gönüllü asker ve forsa
Türk forsalar kullanan diğer denizci devletlerin aksine, Venedik kendi mahkûmlarını kullanmayı tercih etmiştir. Bunlar kadırgalarda kürekçilik yapma karşılığı borçlarını kapatıp aldıkları cezalarını azaltabiliyorlardı ve kendilerine forsaların aksine özgür insanlar gibi davranılıyordu. Savaş sırasında esnasında güvertede çarpışarak savunmaya yardımcı oluyorlardı, forsalara ise böyle bir hak tanınmıyordu ve savaş boyunca küreklere zincirli kalıyorlardı. Venedikliler forsalara güvenmiyorlar, gerek görmedikçe kadırgaları forsalardan oluşturmuyorlardı. İnebahtı savaşında Venedik donanmasında yalnız 12 kadırga forsalardan oluşturulmuştu; buna karşın savaş sonunda Osmanlı gemilerinden kurtarılan forsa sayısı 12000 civarındaydı.
Forsa kullanımı kadırgaların kürek sistemlerini değiştirmek gibi bir sorunu da beraberinde getirmişti. 1550’den önce standart bir kadırga 3 kat güverteye sahipti ve her güvertede iki taraflı 24 sıra oturak bulunuyordu. Kadırgayı her biri kendi küreğini çeken 144 kürekçi idare ediyordu. Bu kürek sistemine “alla sensile” deniliyordu; ancak bu sistem profesyonel denizciler gerektiriyordu ve forsalar için uygun değildi. Kadırgalarda forsa kullanımının yaygınlaşması üzerine tüm adamların tek bir küreği çektiği “alla scaloccio” sistemine geçildi; ancak Venedikliler tüm kadırgalarını yeterli sayıda Venedik vatandaşı ve Venedikli olmayan denizcilerden oluşturarak bir süre daha “alla sensile” sistemini sürdürmeye devam ettiler.
Bir dönem Akdeniz devletlerinin uyguladığı forsa sisteminden Osmanlı da yararlanmış, kürekçi ihtiyacının bir kısmı savaş esirlerinden ve suçlulardan karşılanmıştır. Halk arasında “çakal” denilen forsalar, kaçmamaları için ayaklarından birer zincirle alabandalara çakılırlardı ve başlarında bunları kontrol eden vardiyalar bulunurdu. Kadırgalarda güvenlik önlemi olarak forsalar, Türk kürekçilerle karışık olarak oturtulmaktaydı. Venedikliler gibi Türkler de forsalara güvenmiyorlardı; savaş sırasında kadırgalarda sadece forsa bulunursa, bunların düşman yararına çalışacağına ve kürekleri onların çıkarına kullanacaklarına dair hiç de haksız olmayan bir endişe mevcuttu.
(https://i.hizliresim.com/oODzdq.jpg) (https://hizliresim.com/oODzdq)
3 kat kürekli kadırgalarda alla sensile sistemi
Denizcilik alanında yaşanan gelişmelerin sonucu XVII. yy’dan itibaren kadırgaların yerini yavaş yavaş kalyonlar almaya başlar. Kalyonların yaygınlaşması savaş taktiklerinin değişmesini de beraberinde getirir; çünkü gemiler artık birbirlerini bordalayıp göğüs göğse güverte çatışmalarına girmek yerine, birbirlerini güçlü toplarla uzaktan dövebilmektedirler. Kadırgalar artık savaşlarda kullanılmaz olur; buna karşın kralların ve asillerin eğlence gemileri olarak hizmetlerine devam ederler ve bu sürede forsalara duyulan ihtiyaç daha da artar.
Mahkûmların bu şekilde kürek cezasına çarptırıldığı davalara ilk olarak Fransa’da rastlanır. Bu dönemde küreğe mahkûm olanların omuzlarına kadırga (galiere) kelimesinin ilk harfleri, yani “GAL” damgası vuruluyordu; asker kaçaklarına ise çok daha acımasızca davranılıyordu. Fransa’da bir dönem kürek mahkûmlarının yarısını asker kaçakları oluşturmaktaydı; bunların yüzlerine Fransızların milli sembolü olan zambak çiçeği (fleur de lys) damgası vurulduktan sonra burunları ve kulakları kesilerek alabandalara zincirleniyorlardı. Mahkûmlara günde 120 gram bezelye ya da bakla ile bir kilo peksimet veriliyor, kralın emriyle haftada dört gün bir tas şarap dağıtılıyordu. Küreğe mahkûm olan biri 2-3 yıl içerisinde mutlaka ölüyordu.
(https://i.hizliresim.com/lOazQp.jpg) (https://hizliresim.com/lOazQp)
XVIII. yy’ın başlarında Fransa’da bir forsa
Kadırga sayısı artıp küreğe mahkûm edilecek insan azalınca, Fransız mahkemeleri önlerine gelen her suçluyu küreğe mahkûm eder ve denizlerde korkunç bir insanlık dramı yaşanır. Kısa zamanda suçluları kürek cezasına mahkûm etmek tüm Avrupa’da bir moda haline gelir, atık her yerde gemilerde ayaklarına pranga vurulup kırbaçlanarak kürek cezasına çarptırılan bol miktarda mahkûma rastlanmaktadır. Bu durum XVIII. yy.’ın ortalarına kadar devam eder; sonunda 1748’de artık askeri açıdan hiçbir önemi kalmayan kadırgaların kullanımına resmen son verilir ve forsalık hafızalardaki acı anılarıyla tamamen tarihe karışır.
Kaynak : Tauusmarine, SabriÇağrıSezgin
-
Yaman Koray, Deniz İnsanları ve "Deniz Ağacı"
Deniz, insanlığın ekinsel birikiminde çok önemli bir olgudur. Uygarlıklar genellikle deniz kıyılarında kurulmuştur ya da onların denizle bir biçimde bağları, olanakları bulunur. Kişisel yönden de sanki insan soyunun bir yarısı denizdedir.
Türk yazınında, Türkçeye ve denize tutkusuyla dilimizin varsıllığını geliştiren, ancak üzerinde hak ettiği kadar durulmamış önemli yazarlardan biri daha vardır ki o güzel insan 6 Mart 2006 günü, bu kadar da olmaz dedirten bir kaza sonucunda yitirdiğimiz ve bu yazıda diğer romanları bağlamında, ilk romanı “Deniz Ağacı” üzerinde durulacak olan Yaman Koray’dır.
Erdek, Marmara ve çevresinden insan manzaraları, kuşlarıyla, derinlikleriyle, canlılarıyla, kayalıklarıyla, her şeyiyle deniz, balıkçılar; onların dürüst, alın teriyle kurulmuş tertemiz dünyaları; konuların geçtiği dönemlerin toplumsal koşulları çok kendine has bir yazar olarak Yaman Koray’ın yapıtlarını belirler. Deniz Ağacı (1962), Gelin Taşı (1963), Sığırcıklar (1967), Mola (1970), Büyük Orfoz (1979), Badanalı Yüzler (1983), Ne Cennet Şey Şu Deniz (2005), Kuyudaki Adam (2005), Bir Ömür Yetmez (2006), Annelerin En Güzeli Koray’ın en tanınan romanlarıdır. (Yayımlanmayı bekleyen öykülerinin, romanlarının da bulunduğu biliniyor).
Deniz Ağacı’nda Erdek yöresinde denizin ve deniz insanlarının zorlu, çatışmalı, inişli çıkışlı yaşamı güzel dille anlatılırken, dönemin Demokrat Parti izlencesiyle beslenen sınıfsal yapısı, insan-insan ilişkileri de yansıtılır. (Koray’ın kaleminde köylüler tipleştirilmeden, iç dünyalarıyla kişileştirilirler. Bu ayrıntı da ilgi çekicidir.) (Akın, 2008) Deniz Ağacı’nda özellikle ilk bölümlerde yer alan kılıç avı sahneleri az rastlanır üstünlüktedir.
Deniz Ağacı’nda yer, deniz ve Erdek yakınlarında bir köydür. Daha doğrusu adalarıyla, deniziyle tüm Marmara’dır. Hayırsız Adası, Fener Adası, Marmara Adası, Ekinlik Adası, Kapıdağ yer yer roman kişisi gibi gelir geçer olayların içinden. Geçim denizdendir, balıktandır. İlla da kılıç balığından… Kılıç büyük bir balıktır, değerlidir, saldırgandır. (Anlaşılıyor ki o dönemde Marmara’da boldur. Günümüzdeki durumu düşünmeden yapamıyor insan).
Ahmet, kılıç avının ustası, köyün gözdesi bir delikanlıdır. Daha dokuz yaşındayken babasını ve ağabeyini batan teknelerinde yitirmiştir. Anasıyla bir başlarına, kıt kanaat, balıktan kazandıklarıyla yaşarlar. Anası büyük acısını Ahmet’i büyütürken dindirmeye çalışır. Hele de ilk zamanlar bu hiç de kolay olmaz. Özüne kıymayı bile düşünür. Denizin acımasız olan yüzüdür bu, kötülüğüdür:
“Anası gelmiş, üstü başı, saçları rüzgârda dağıla savrula, Aba burnuna kadar yürümüş… sonra ağır ağır devam etmişti yoluna, denize doğru!
Ahmet, deli gibi koşup anasına sarıldığı zaman, yükselen dalgalar, kadının omzuna değiyor, sarsıp yıkmaya hazırlanıyordu onu.”(DA: 154)
Ahmet, Osman’ın Kaderim adlı teknesini çalıştırır Osman’la birlikte. Osman yeniyetmelik çağındadır. Gitgide yoksullaşmaktan elinde yalnızca Kaderim kalmıştır. Askerde geçirdiği kaza yüzünden yatalak kalan, günbegün eriyen ağabeyine ve ailesine de bakar, geçimlerini sağlar.
İnsan sevgisi Koray’ın belirleyici yanlarındandır. Özellikle Osman’ı, Ahmet’i anlattığı ayrıntılarda bu sevgi daha da belirgindir: “Alnında hafif bir ter belirmişti. Rengi kolay kolay değişmiyen, senenin her mevsimi yanık, o güzel, esmer yüzüne belli belirsiz bir pembelik yayıldı.” (DA: 10) diye yazar bir yerde.
Deniz Ağacı, ardından gelen romanların ipuçlarını verir. Hemen hemen bütün yapıtları deniz sevdasının verimleridir. Her sayfada denizin sesi duyulur. Her satır tuzdur, iyottur, gün ışığıdır, yakamozdur, mavidir, balıktır. Kitaba dokunan el ıslanacak gibidir. Denizsever okur için bu yapıtlar eşsiz önemdedir. Yazınsal anlatım güzelliği denizi betimlemelerinde doruğa çıkar. Şu bölüm yalnızca küçük bir örnek olarak verilebilir:
“Karşısında buluttan şapkasını başına sımsıkı geçirmiş Kapıdağ’la; üzerine vuran dalgaların, göğe doğru bembeyaz minareler halinde fırlayışı millerce geriden görülen simsiyah Voli kayaları arasında, Marmara adasını Anadolu topraklarından ayıran bu koca boğazda, ta İstanbul’dan kalkıp, hızlana hızlana, büyüye büyüye buralara kadar gelmiş deniz, bütün gücüyle şahlanıyor, kıvrım kıvrım, yumruk yumruk, kambur kambur oynuyordu.
Açıkta esen sert rüzgârın ‘kıvırmasiyle’ yarım dönüş yapan yakındaki dalgalar, tam poyraz istikametinde uzanan sahili yalayarak geçeceklerine, kudretlerini tatmin edecek bir toprak parçası bir toprak parçası bulmaktan memnun, doğrudan doğruya çakıla saldırıyor; öylece peşpeşe, birbirini iterek gümbür gümbür koşuyor, taşıdıkları yükten kurtulmanın, içlerindeki o sonsuz kavgayı bitirmenin rahatlığıyla kıyıya serilip kalıyor, köpük köpük binlerce göz şeklinde, yeni bir hayata açılıyorlardı.
Her gelen dalga sönüp, tekrar geri çekilirken, az evvel getirdiği bir kucak dolusu çakılı da ‘şakır şakır’ diye birbirine çarptırıp yuvarlayarak, kendisiyle beraber sürüklüyordu geldiği yere doğru... Asırlardan beri devam eden, hiç bitmeyecek bir alış-veriş; durmadan yenisi başlayan bir tükenişti bu.” (DA: 152)
“Altında, gölgesinde; çılgın bir deniz üstünde, çılgınca kaçmaya çalışan yüzlerce küçük tekne, yüzlerce kıymıkla alay eden ilk kahkahalar da duyulmakta gecikmedi. Trakya dağlarına düşen yıldırımlar, o eğilmek bilmez tepelerin deldiği bulutların öfkeli şimşekleri, birbirini kovalıyan çentik çentik aydınlıklar, peşpeşe patlayan gök gürültüleri halinde, bütün Orta Kanalı doldurdu.” (DA: 309)
Bu bağlamda Koray, “koşmak” sözcüğünü çok özgün bir söyleyişle kullanır. “Dalgalar geliyordu”, “Bulutlar uzaklaşıyordu” demez “Dalgalar, bulutlar, tekneler ‘koşuyordu’” der.
Yaşamın alın teri demek olduğu balıkçıların günleri kılış avıyla geçer. Köyün kahvesinde yeniden yeniden kılıç anıları anlatılır. Deniz Ağacı’ndaki kılıç avı sahneleri de çok etkileyicidir.
Av sahnelerinin ayrıntılarındaki zenginliğin yarattığı görsel güçtür ki sinema filmi için öneri almasını sağlar. Gerçekten de sinematografik nitelik çok yoğundur. Yaman Koray roman sanatını ayrıntıların var ettiğini iyi bilir. Böylesi satırlarda aktarılan ayrıntı varsıllığı Koray’ın sanatını belirler niteliklerdendir. O denli yoğundur.
Deniz Ağacı’nda Sınıfsal Vurgu ve 27 Mayıs Devrimi
Deniz Ağacı’nda bir köy ve çevresi uzamında, dönemin politik ve sınıfsal olayları da konu edilir. Fuat Reis, yörenin en güçlü adamlarındandır. Çok partili rejime geçilmesiyle iktidar olan Demokrat Parti, kendi tek parti rejimini kurmayı amaçlar. Fuat Reis DP’nin balyozudur. Parti olanaklarıyla devleti sömürdükçe, yoksulların tepesinde her şeyi yapmayı kendine hak gördükçe, acımasızlaştıkça varsıllaşır. Varsıllaştıkça Parti’deki gücü artar.
Bu sınıfsal çatışma ortamı bir aşk öyküsü üzerinden işlenir. Ahmet, Veli Reis’in yeğeni Meryem’le sevişir. Meryem, annesinin ardından, hapisteki babasını da yitirince iyi yürekli Veli Reis onu yanına alır. Ahmet’le Meryem evlenmeyi düşlerler.
İşte bu Fuat Reis’in oğlu Aziz de Meryem’in ardındadır. Meryem’in Ahmet’i deliler gibi sevmesine karşın, Aziz, gene babası gibi her yolu geçerli sayarak Meryem’le evlenmek ister. Babası da onun yanındadır. Fuat Reis banka müdürü üzerinden Veli Reis’in kredi borcunu tahsile sokar. Parasal yolla baskı kurar. Bir tertiple Veli Reis’i hapse attırırlar. Ahmet Veli Reis’e destek olmak, evlilik parasını sağlamak için daha çok avlanmak istedikçe, Aziz koca denizde onun peşinden ayrılmaz. Saldırarak avlanmasını önlemeğe çalışır. Her an önünü keser. Ahmet ve Osman uzun da sürse, yine de kılıç avlamayı başarırlar. Parayı denkleştirmek için son bir kılıç daha avlamak zorundadırlar. Ahmet ve Osman açık denizdedirler. Aziz hemen yetişmiştir. Son kılıcı kayığa almak üzerelerken Aziz teknesiyle Kaderim’e çarpar. Tüfeğiyle Ahmet’e ateş eder. Denizde kavgaya tutuşurlar. Ahmet ağır yaralıdır. Osman Ahmet’i güçlükle tekneye çeker ve kurtarmak üzere hızla köye doğru yol verir. Hasar gören Aziz’in teknesi su almaya başlamıştır. Adamları Aziz’i tam kayığa çekmek üzerelerken, avlanmasına engel olduğu kılıç olanca hızıyla saldırır, tam sırtından Aziz’i kayığa saplar, Aziz orada can verir. Ahmet ertesi gün başucunda Meryem, annesi, Osman olduğu halde kendine gelir. Başlayan gün 27 Mayıs 1960 günüdür. Dışarıdan sevinç sesleri gelir. Fuat Reis tutuklanır. Meğer iyice çaresiz kalması için Meryem’in hapisteki babasını da o öldürtmüştür. İnsanlar baskıdan, hukuksuz uygulamalardan, eziyetten, sahipsizlikten kurtulmuşlardır. Deniz de güneşli, pırıl pırıl bir güne uyanır. Kıyılarına mavi ışıklar saçar.
Deniz Ağacı’nın genelde özetlediğimiz akışının yanı sıra, onurlu insan balıkçı Aziz’in toplumsal baskının acımasızlığı, sürekli yüz yüze kaldığı iftiralar, yaşamı dar eden dedikodular, önyargılar karşısında özüne kıyışı; köye gelen kumpanyadaki genç kadınla Ahmet arasındaki cinsel gerilim, romana dengeli bir çeşitlilik, anlatı varsıllığı sağlar. Ayrıca dürüst insan Rıza Reis, Tonyalı, Tavşan Reis, Abduk gibi yan roman kişilerinin işlenişi, Osman’ın ağabeyinin sevda öyküsünün geçmişe dönüşle anlatılışı, Kaderim’in deniz çekildiğinde kuma oturuş olayı, sırrını veren balıkçı bölümü, öylesine bir Erdek yolculuğunda teknede rastlanılan mahkûmun ilginç ve karmaşık öyküsü yapıtı güçlendiren öğeler olarak belirginleşir. Köy kahvesinin bitişiğindeki deniz ağacı romanın adıyla kendiliğinden bütünleştirici bir sezgi oluşturur. Bu dengeli yan örüntü çalışması senfonik bir kurgu özelliği kazandırır, yazına yeni tatlar getirir. 1960’lı yıllarda bu düzeyde bir yapıtla yazına başlamak büyük bir başarıdır.
Senfonik bütünlük denilince, Deniz Ağacı’nda yer verilmese de Koray’ın romanlarında senfonik müzik felsefesel anlatım içinde özenle işlenir. Var olan derinliği artırıcı işlev görür. Büyük Orfoz’da ve Kuyudaki Adam’da açıklıkla görülür bu durum. Denizcilik alanındaki, müzikteki bilgi birikimini usturuplu, kuralına uygun biçimde sanatına katar. Onun üslubundaki doğal akışı hiçbir yerde bozmaz. Evet, çok doğal yazar. Adeta dönüp bir daha bakmazcasına, silmemecesine doğal yazar. Yine yaşamının sıradışılığından, renkliliğinden olacak, özyaşamsal unsurlar bu romanlarda hiç yadırganmayacak bir tarzda yer alır. (Akın, 2008)
Kendisiyle yapılan söyleşilerden birinde: “Bence, ben, sırf denize tutkun adamları değil; insanın kendi kendini tutsak ettiği, yaratılışına ve yaratılışa ters, bir yapma, uydurma, yalan, reklam, para, hırs dolu dünyayı boşlayıp araması, bulması gereken hemen yanıbaşındaki doğal dünyayı; doğayı (ve o arada elbette denizi de) keşfetmesi, ona dönmesi gerektiğini vurgulamaya çalışan bir budalayım. Bir Don Quichotte’um, ama elimde değil.” der. (Öztop, 2006) İyi ki tutkularının, gerçek aşkın ardına düşme yürekliliğini gösterdi, yaşamakla yetinmeyip o güzelim romanlara dönüştürdü, halkıyla buluştu.
Deniz, o gizemli, “sonsuz” su, o değin çekici bir izlek oluşturur ki ozanlar, yazarlar ilgisiz kalamamak bir yana, belki de en güzel şiirlerini, öykülerini, romanlarını onun etkisiyle yazdılar.
Yine deniz yazılıyor, yaşam güzelleniyor. Tersi olanaksız. Yazınımızın bugününde de çok düzeyli yapıtlar var denizle ilgili. Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Cemil Kavukçu, Nurduran Duman, anamadığımız bir dolu yazar, bir dolu yürek, denizin öyküsünü, şiirini yazıyor, yazacak. Ağırbaşlı, hırçın, dingin, değişken, delişmen, dost, düşman, acımasız öyküsünü…
Kaynak:
Akın, Hüseyin “Roman Yaşayan Adam”, Radikal, 18.01.2008
Koray, Yaman 1962, “Deniz Ağacı”, Remzi Kit. Yay,
SanattanYansımalar, Günay Güner
Öztop, Erdem “Yaman Koray’ın Ardından, Uğurlar Ola Kaptan!...”, Cumhuriyet Kitap, 30.3.2006
-
BİR DENİZCİNİN ARDINDAN…
(https://i.hizliresim.com/LbBGJa.png) (https://hizliresim.com/LbBGJa)
İnsanların ölüme verdiği tepkiler her çağda ve her kültürde aynı olmuştur: Giden geri gelmez, anılarda yaşar… Eski insanlar ölümün dönüşü olmayan bir yolculuk olduğuna inanıyorlardı ve her yolculuk da ayrılık anlamına gelmekteydi. İnsanlık tarihinin en eski geleneği olan cenaze merasimleri de işte bu yolculuk fikrinden doğmuş, tarih boyunca farklı inanç ve kültürlerin etkisinde şekillenerek dini bir takım ritüellere dönüşmüştü. Dini ritüeller, bir anlamda yolculuğa hazırlık aşamasıydı ve ölenlerin öbür dünyada yollarını bulabilmeleri için yapılıyordu; ancak pratikte önemli bir sorun vardı: Bir çok kültürde tapınaklar ve kutsal yerler karadaydı; peki uçsuz bucaksız denizin ortasında ölenlere ne yapılacaktı? Bu noktada denizdeki uygulama, karadaki uygulamalardan oldukça farklıydı; denizde ölen denizcilerin ardından özel cenaze merasimleri düzenlenirdi. Eski bir denizci geleneği olan bu merasimler, toplumdan topluma değişiklikler gösterse de hep aynı amaca hizmet ediyordu: Denizde ölen yoldaşları onurlandırmak…
Denizcilerin uyguladıkları cenaze merasimlerinin kökeni Antik Mısır, Yunan ve Roma uygarlıklarına kadar dayanmaktadır. Antik Mısır, Grek ve Roma uygarlıklarında geleneksel cenaze ritüellerinin yanı sıra denizde ölenler için özel merasimler de düzenlenmekteydi. Yunanlılar öldüklerinde Hades’in yeraltı dünyasına gittiklerine inanıyorlardı; buraya girmek içinse önce iki alemi ayıran Acheron Nehrinden geçmeleri gerekiyordu. Ölenleri karşıya Charon adında bir kayıkçı taşır, bu hizmeti için kendisine para ödenirdi; bu nedenle Yunanlılar ölülerini gömmeden önce gözlerine kayıkçıya verilmek üzere iki adet sikke yerleştirirlerdi. Deniz kazasında boğulan denizciler içinse kayıkçıya verebilmeleri için gemilerde ana yelkenin altında bir miktar para saklanıyordu.
Vikingler, ölen denizcilerin yanı sıra gemileri için de cenaze merasimi düzenlemekle ünlüydüler. Bu merasimler genellikle karada gerçekleştiriliyordu, ömrünü tamamlayan gemiler çoğunlukla yakılarak külleri denize saçılır veya bir höyüğün altına gömülürlerdi. Viking efsanelerinde de gemilerin tutuşturulup dalgalar ve alevler tarafından yok edilmesi için denize bırakıldığını anlatılmaktadır.
(https://i.hizliresim.com/rOAyqV.jpg) (https://hizliresim.com/rOAyqV)
Viking geleneklerine göre ölen bir şef gemisiyle birlikte yakılırdı. Gemiye şefin öbür tarafta ihtiyaç duyabileceği herşey; silahları, yiyecek, içecek ve kurbanlık hayvanlar da konuyordu.
Ortaçağda tek tanrılı dinlerin etkisiyle denizde gerçekleştirilen cenaze merasimlerine bazı kısıtlamalar ve düzenlemeler getirilmişti. Katolik Avrupa’da ölülerin yakılması ve küllerinin denize atılması kesinlikle yasaktı. Bu uygulama pagan inancıyla bağlantılı görülüyordu, ayrıca ölüye saygısızlık ve ruhun ölümsüzlüğüne inançsızlık olarak yorumlanıyordu. Kilise normal defin işlemlerini tercih ediyordu; cenazeler mümkünse karaya getirilmeli ve kilise mezarlığında gömülmeliydi. Ancak istisnai durumlarda küllerin gömülmesi koşuluyla cenazelerin yakılmasına, denizde boğulma durumunda ise ölünün tabutla denize atılmasına izin verilirdi.Fransız ve İspanyol denizciler dini kaygılardan dolayı yoldaşlarının cenazelerini karaya çıkana kadar geminin ambarında bekletmeyi tercih ediyorlardı; İngilizler ise denizde ölen denizciler için ayrıntılı cenaze ritüelleri geliştirmişlerdi.
Anglikan Kilisesi bu konuda daha esnekti: bir denizci öldüğünde gemi durdurulur, cenaze yelken bezine sarılarak dikilir ve uygun bir şekilde ağırlık bağlanarak denize atılırdı. Kraliyet donanmasında eski donanma personelinin külleri bir kap içerisinde denize atılıyordu, küllerin denize serpilmesi ise tercih edilmezdi. Birçok Protestan denizci denize gömülmeyi tercih ediyordu, bu amaçla din adamları tarafından küllerin saçılacağı kutsanmış deniz sahaları bile oluşturulmuştu.
(https://i.hizliresim.com/76lQOP.jpg) (https://hizliresim.com/76lQOP)
Yelken çağında denizde ölenlerin cenazeleri yelken bezine sarılarak dikilir ve ayaklarına ağırlıklar bağlanarak denize bırakılırdı.
Yahudi inancına göre ölen birinin hemen toprağa gömülmesi gerekiyordu ve denizin altındaki cesetler gömülmemiş kabul edilirdi. Bu yüzden denizde ölen denizcilerin cenazeleri karaya ulaşıncaya kadar saklanırdı; ancak cenazelerin saklanması mürettebatın sağlık açısından risk taşıyorsa, sonradan gerekli önlemleri alarak çıkarmak şartıyla denize bırakılabilirdi.
İslam inancında da ölülerin toprağa gömülmesi tercih edilirdi, ancak eğer kişi denizde ölür ve cesedinin çürümeden önce karaya getirilmesi mümkün olmazsa cenazenin denize bırakılmasına izin verilirdi. Ölünün ayaklarına ağırlık bağlanır ve cenaze denize atılırdı. Bu işlem için çoğunlukla ceset parçalarını leş yiyicilerin hemen yiyemeyeceği sular tercih edilirdi. Başka bir yöntemde de denizde ölen kişi cesedinin şişmesini önlemek için iki kalas arasına sıkıca bağlanır ve bu şekilde denize atılırdı. Bu şekilde sahile ulaşan cenaze, müslüman veya gayrimüslüm halk tarafından bulunur ve yüzü kıbleye dönük şekilde gömülürdü.
Yolculuklar uzadıkça denizde ölüm olaylarında da artış yaşanmaya başlanacaktı. Ölümlerin büyük bir çoğunluğunun nedeni C vitamini eksikliğinden kaynaklanan iskorbüt hastalığıydı; bunu veba, kolera, dizanteri, tifo, sarı humma gibi salgın hastalıklar takip ediyordu. Cenazeleri gemide bekletmek çoğu zaman ölümcül hastalıklara davetiye çıkarmak anlamına geliyordu, özellikle tropikal bölgelerde hızlı bir şekilde çürüyen bedenler mürettebatın sağlığı için ciddi bir tehlikeydi.
(https://i.hizliresim.com/PlyGR6.jpg) (https://hizliresim.com/PlyGR6)
Mir’at-ı Zafer ve Sirağ-ı Bahr-i Birik isimli fırkateynlerimizin 1850 yılında Britanya’yı ziyareti sırasında şehit olan 23 bahriyelilinin mezarları. Denizcilerimizin çoğu kolera salgınında şehit olmuştu. Mezarları Porstmouth’un batısındaki Gosport kasabasındadır.
Cenazeleri karaya ulaşana kadar bozulmadan saklamanın tek yolu cesedi özel karışımlarla tahnit etmekti. Tahnit yöntemleri antik çağlardan beri biliniyordu ancak oldukça zahmetliydi ve sıradan denizcilerin gündelik yaşamda bu yöntemi uygulayabilmesi mümkün değildi. XIX. yy ortalarında cenazeleri bozulmadan korumanın bir diğer yolu ise onları buz içinde saklamakla mümkündü, bu yöntem o dönemlerde buz ticareti yapan gemilerde sıklıkla kullanılmaktaydı.
Yelken çağında cenazeler, çoğunlukla bir kefen içerisine konarak dikililirdi, son dikişi cesedin burnundan geçirmek yaygın bir adetti. XIX. yy’da ölen bir denizcinin hamağı genellikle kefeni olarak kullanılıyordu. Kefen içine dikilen cenaze uygun bir şekilde batması ve yüzerek karaya ulaşmaması için kurşunla ağırlaştırılır; ardından ilk önce ayakları suya gelecek şekilde denize bırakılırdı. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Britanya kolonilerinde cenazeler, yelken bezine sarılarak top gülleleriyle ağırlaştırılıyordu. Savaş zamanlarında da barış zamanlarında olduğu gibi aynı prosedürler geçerliydi. Ancak çok özel durumlarda tahnit yöntemlerine başvurulduğu da oluyordu; mesela Trafalgar Deniz Savaşında ölen Lord Nelson’un bedeni 2 ay boyunca kafur ve mür karıştırılmış brendi ve şarap ispirtosu içinde bekletilmişti. Bu yöntem herhalde oldukça başarılı olmuştu ki, bedeninin İngiltere’ye getirildiğinde hala mükemmel durumda ve tamamen esnek olduğu söylenir.
Cenazenin denize bırakılmasından önce güvertede gemi kaptanının yönettiği bir dini tören yapılıyordu. Tekmil tayfanın merasim komutuyla toplanmasının ardından gemi durdurulur ve sancağı yarıya indirilirdi. Cenaze ayak tarafı denize gelecek şekilde uzun bir kalasa yerleştirilir, dini vecibelerin yerine getirilmesinin ardından kalas eğilerek ceset denize bırakılırdı. XVIII. yy’da yerliler tarafından öldürülen ünlü kaşif Kaptan Cook’un cenazesi de bu şekilde kefen içine dikilerek görkemli bir merasimle denize bırakılmıştı.
(https://i.hizliresim.com/gO7bNZ.jpg) (https://hizliresim.com/gO7bNZ)
15 Nisan 1912’de Titanic Faciasının ardından kurbanların cenazelerinden bir kısmı CS Mackay-Bennett gemisinden törenle denize bırakılmıştı.
XX. yy başlarında havacılığın gelişmesiyle birlikte ölen denizcilerin cenazelerini karaya nakletmek mümkün hale gelecek; ancak teknik yetersizliklerden dolayı bu uygulama uzun bir süre yaygınlık kazanmayacaktı. II. Dünya Savaşında denizde ölen donanma personelinin cenazeleri çoğunlukla güvertede gerçekleştirilen cenaze merasiminin ardından denize bırakılıyordu. O dönemlerdeki sınırlı imkanlardan dolayı cenazeler tabuta konmadan yelken bezleri içerisine dikilip taş veya top mermileriyle ağırlaştırılarak denize indirilirdi.
Cenazeler tabuta konmuşsa üstü sancakla sarılarak uzun bir kalasın üzerine yerleştirilir, komutla birlikte kalas eğildiğinde tabut sancağın altından kayarak denize inerdi. Cenazenin indirildiği yerde 3 pare top atışı yapılır ve borazanla ti sesi çalınarak saygı duruşunda bulunulurdu; bu merasimin ardından da gemi seyrine devam ederdi. Cenaze merasiminde kullanılan sancak katlanarak daha sonra ölen denizcinin ailesine veya yakınlarına verilmek üzere saklanıyordu. Bu gelenek, sonradan birçok ülkenin donanmasında uygulanan standart bir uygulama haline gelecekti.
(https://i.hizliresim.com/Z98nrk.jpg) (https://hizliresim.com/Z98nrk)
26 Kasım1944 tarihinde USS Intrepid’in güvertesinde gerçekleştirilen cenaze merasimi. II. Dünya Savaşı sırasında ölen denizcilerin cenazeleri kefenlere sarılarak denize bırakılmıştı
Günümüzde cenazelerin hava yoluyla karaya nakledilmesi veya soğuk hava depolarında muhafazası mümkün hale geldiğinden, cenazelerin denize bırakılması uygulaması artık bir zorunluluk haline gelmekten çıkmıştır. Bu özel uygulamaya ancak ölen kişinin vasiyeti veya cenaze sahiplerinin talebi halinde başvurulmaktadır; bir takım yönetmeliklerle belirlenen uygulamanın esasları ise ülkeden ülkeye farklılıklar gösterir:
– Avustralya karasularında çevre koruma yasasına göre denize cenaze bırakmak özel izinlere tabidir ve ölenlerin küllerini denize serpmek yasaktır. Cenaze tahnitlenmez ve tabuta konmaz, sadece ağırlık bağlanmış bir kefen içine dikilebilir.
– İngiltere’de ölen denizcinin külleri denize serpilebilir, ancak defin işlemi bir tabut içinde yapılmalıdır ve ancak yasalarla izin verilen üç mevkide gerçekleştirilebilir.
– ABD’de birçok eyalette cenazenin yakılarak küllerinin serpilmesi herhangi bir kurala tabi değildir, ancak tabut veya kefen içerisinde gerçekleştirilecek defin işlemleri karadan en az 3 deniz mili açıkta ve 600 feet derinlikte olmalıdır.
Bugün dünyanın dört bir yanında denizde ölen askeri ve sivil denizcilerin anısına düzenlenen özel merasimlerle denizciler, ebedi sonsuzluğa yelken açan yoldaşlarının aziz hatıralarını saygıyla anmaktadırlar. Kaybolan denizcilerin cenazelerine ulaşmanın mümkün olmadığı durumlarda ise olayın meydana geldiği mevki yakınlarına çiçekler bırakılması yaygın bir denizci geleneği haline gelmiştir.
Ülkemizde de görev başında şehit olan donanma personelinin cenazeleri, güvertede silah arkadaşları tarafından yapılan özel bir merasimin ardından memleketlerine nakledilerek askeri törenle şehitliklere defnedilmektedir. Naaşlarına ulaşılamayan şehitlerimizin anısına da her sene kazanın gerçekleştiği mevkiide (Dumlupınar Faciasının yaşandığı Nara Burnu açıklarında olduğu gibi) denize çelenk bırakılarak anma törenleri yapılmaktadır.
Kaynak : Tauusmarine, SabriÇağrıSezgin
-
Neden ecnebi memleketlerdeki eski şehitliklerimiz öz yurdumuzdakilere göre daha muntazamdır, anlamam.
-
bu ülke 1923 sonrasında din dil demeden her kezi bağırına bastı muntazamlık görsellik kısmında bakıyorsanız ayrı ama duygusal olarak ben TÜRKÜM bu toprakın parçasıyım diyen herkese açık olacak kadar samimmiyetli ve huzurlu
-
Neden ecnebi memleketlerdeki eski şehitliklerimiz öz yurdumuzdakilere göre daha muntazamdır, anlamam.
Adamların kendi şehitliklerine gösterdikleri özen yanında ayıp olmasın diye herhalde. :-\
-
Neden ecnebi memleketlerdeki eski şehitliklerimiz öz yurdumuzdakilere göre daha muntazamdır, anlamam.
Yaşayanın değerinin olmadığı bir ülkede fazla beklenti içine girmemek lazım. ???
-
EFSANEVİ DENİZ YARATIKLARI
(https://i.hizliresim.com/0zVDdR.png) (https://hizliresim.com/0zVDdR)
Eski dönem denizcileri için denizlerin dibinde neler saklandığı antik çağlardan beri her zaman bir merak konusu olmuştu. Denizcilerin bilinmezliğe karşı duydukları endişe ve korku o derece fazlaydı ki, içinde bulundukları ruh durumu çoğu zaman basit olaylardan bile gerçeküstü anlamlar çıkarmalarına neden olabiliyordu. O zamanlar henüz bilinmeyen gizemli su altı dünyası, canavarların ve deniz ruhlarının yaşadığı bambaşka bir âlem olarak hayal edilirdi.
Bundan beş asır önce, yani büyük keşifler çağı olarak bilinen 1400 ve 1500’lü yıllarda denizciler kelimenin tam anlamıyla bilinmeyen sulara yelken açıyorlardı. İletişim imkânlarının olmadığı bir dönemde kıyıdan yüzlerce mil açıkta hiç kimsenin bilmediği bir yere gitmek büyük bir cesaret işiydi. Uçsuz bucaksız denizin ortasında ufak bir gemiyle yolculuk eden denizcilerin kaygılanmaları için pek çok neden vardı; en büyük kâbusları ise okyanusların derinliklerinde yaşadığına inanılan efsanevi deniz canavarlarıyla karşılaşmaktı.
(https://i.hizliresim.com/4zml4p.png) (https://hizliresim.com/4zml4p)
Ortaçağda bilimsel konularda eski kaynaklara, çoğunlukla da Aristo ve Platon gibi Antik Yunan düşünürlerinin çalışmalarına başvurulurdu. Bu nedenle keşifler çağının ilk zamanlarında denizciler, gördükleri yaratıkları tanımlarken mitolojik kaynakları referans almaktaydılar. Antik çağdan beri varlığına inanılan deniz yaratıklarının en ünlüleri, denizaltı krallığında yaşayan ve yarı insan, yarı balık şeklinde tasvir edilen deniz insanlarıydı. Efsanelere konu olan ve güzellikleriyle denizcileri baştan çıkararak onları ölüme sürükleyen sirenler, bu efsanevi yaratıkların dişileriydi.
1493 seferinde Haiti yakınlarında 3 tane denizkızı gördüklerini söyleyen Kristof Kolomb, bunların hiç de tasvir edildiği kadar güzel olmadıklarını ve yüzlerinin erkeğe benzediğini belirtir. Kolomb herhalde bir anlığına uzaktan gördüğü bu yaratıkları efsanelerde anlatılan denizkızları sanmıştı, belki de bu yaratıklar o bölgede yaşayan ve daha önce kimsenin görmediği Karayip Manatilleriydi. Ünlü kâşif Henry Hudson da, 1608 yılında Norveç yakınlarında seyrederken mürettebatından birinin tanık olduğu bir olayı seyir defterine şu satırlarla kaydetmektedir:
“Bu sabah güverteden bakan bir yoldaşımız bir denizkızı gördü… Sırtı ve göğüsleri kadın gibiydi. Vücudu hemen hemen bizimki kadardı, teni çok beyazdı ve uzun siyah saçları arkasından dökülüyordu. Dalarken kuyruğunu gördüler, yunusa benzeyen kuyruğu orkinos gibi alacalıydı.”
Keşiflerin ardından Avrupa’ya birinci elden bilgiler ulaşmaya başladıkça, yeni keşfedilen hayvanlara ait gözleme dayanan çizimlerle mitolojik deniz yaratıklarına ait antik çizimler harmanlanarak beraber yayınlanmaya başlanacaktı. Ortaçağ Avrupası’nda XVI. ve XVII. yy’larda basılan doğa bilgisi kitaplarının çoğunda deniz canavarlarının ayrıntılı çizimlerine yer verilmişti; bu çizimlerin kaynağı ise daha önce hiç kimsenin görmediği okyanus hayvanlarını ilk defa gören denizcilerdi. Şüphesiz denizde karşılaştıkları her olayı insanüstü güçlere yoran denizciler, gördükleri bu ilginç yaratıkları da gerçeküstü tasvirlerle süsleyerek anlatmış, hikâyeleri kulaktan kulağa yayılırken de abartılı canavar hikâyelerine dönüşmüştü.
(https://i.hizliresim.com/JDL21W.jpg) (https://hizliresim.com/JDL21W)
Alman ansiklopedi yazarı Conrad Lykosthenes, 1557 yılında yayınladığı kitabında açık denizlerde denizcileri bekleyen korkunç canavarları gözler önüne seriyordu; bunlardan biri devasa anteniyle bir adamı mızraklayan dev bir ıstakozdu. İsviçreli doğabilimci Conrad Gesner’in 1563 tarihli kitabında ise at başlı bir balık çizimi bulunuyordu, bu o zamana kadar bilinmeyen denizatına ait ilk çizimlerdi. Andreas Velleius tarafından çizilen 1585 tarihli İzlanda haritasında da sulardan sıçrayan birkaç yaratık görülmekteydi; bunlar Latince “vaccae marinae” adı verilen denizinekleri ve at başlı balıklardı.
O tarihlerde popüler olan tezlere göre karada yaşayan her canlının okyanusta bir benzerinin olduğuna inanılıyordu, bu deniz yaratıklardan belki de en ilginci deniz keşişi ve deniz piskoposuydu. Söylendiğine göre Danimarka ve Almanya kıyılarında yakalanan bu efsanevi yaratıkları, Katolik din adamlarının giydikleri başlıklar ve cübbelere benzer uzuvlara sahipti. 1855 yılında Danimarkalı zoolog Japetus Steenstrup, ünlü deniz piskoposunun aslında dev bir kalamar türü olduğunu ileri sürecekti.
(https://i.hizliresim.com/OD2Mgz.jpg) (https://hizliresim.com/OD2Mgz)
Soldan sağa deniz keşişi, deniz piskoposu ve deniz adamı
Bu yaratıklar tamamen hayal ürünü olmakla birlikte gerçek hayvanlardan çok sayıda parça da içeriyordu. Hikâyelere konu olan canavarlar birtakım özelliklerini gerçek deniz yaratıklarından alıyorlardı; mesela devasa bir dokungaç denizcilerin hayal gücünde korkunç bir deniz yılanının parçası haline geliyordu. Dev bir ahtapotun dokungaçının bir bölümünü gören denizciler, hayvanın geri kalan parçalarını zihinlerinde canavar olarak tamamlıyorlardı. Bu hayali canavarların en ünlüsü “Kraken” adı verilen efsanevi bir yaratıktı.
Yüzlerce yıl önce Avrupalı denizciler uzun ve güçlü kollarıyla gemileri alabora eden Kraken adında bir deniz canavarından bahsediyorlardı; efasaneye göre bu devasa yaratık Norveç ve İzlanda arasındaki sularda yaşamaktaydı. Uzun kollarının gemi direklerini aştığına inanlılan Kraken’in boyu bazı hikâyelerde abartılı olarak yaklaşık 2,5 km olarak verilmektedir. Kraken denizin derinliklerinde yaşar ve insanlara nadiren saldırırdı, denizcilerin asıl korkusu bu canavarın su üstüne çıkmasıydı. Kraken’in su yüzeyine çıkıp tekrar daldığı zaman meydana getirdiği anaforların yakınından geçen gemileri batırdığına inanılıyordu; belki de denizciler bu hikâyeyi açık denizlerde meydana gelen anaforları açıklayamadıkları için uydurmuşlardı.
(https://i.hizliresim.com/zMR4XO.jpg) (https://hizliresim.com/zMR4XO)
Pierre Dénys de Montfort tarafından yapılan bir illustrasyonda bir gemiye saldıran dev ahtapot. 1810
Kraken‘in varlığına işaret eden kanıtlar da yok değildi; balina avcıları yakaladıkları balinaların midelerinde bu canavara ait olduğu sanılan vantuzlu dev kollar buluyorlardı, ayrıca bu balinaların gövdesinde sık sık dev vantuzların açtığı yara izlerine de rastlanıyordu. Efsanenin kaynağında büyük bir ihtimalle denizcilerin gördüğü gerçek bir yaratık yatıyordu; bu yaratığın türü ise XIX. yy ortalarına kadar hep bir gizem olarak kaldı. 1853 yılında dev bir kalamar Danimarka sahillerinde karaya vuracak ve bu olay Kraken efsanesine ilham veren Architeuthis isimli yeni bir türünün keşfedilmesini sağlayacaktı.
1873 yılında Kanadalı doğabilimci Moses Harvey, balıkçıların kendisine getirdiği 5,8 metre boyundaki dev bir kalamar kolu hakkında hayvanlar âlemindeki en nadir nesneye sahip olduğunu belirtiyor ve bunun varlığı yüzyıllardır doğabilimciler tarafından tartışma konusu olan efsanevi ahtapotun gerçek bir dokungacı olduğunu ekliyordu. Bu dev kalamar 20 metreye kadar büyüyebiliyordu ve yaşayan canlılar arasında en büyük göze sahip türdü. 1997 yılında Yeni Zelanda’da yakalanan dev kalamar standartlara göre oldukça küçüktü, bir kolu 2 metre uzunluğundaki bu kalamarın boyu sadece 7,5 metreydi. 2007 yılında daha büyük bir kalamar türü tespit edilecek, 14 metrelik bu devasa kalamara “Mesonychoteuthis” adı verilecekti.
Deniz canavarları arasında denizcilerin en çok gördüklerini iddia ettikleri bir diğer tür de efsanevi deniz yılanlarıydı. Daha sonraları Grönland Piskoposu olan Norveçli misyoner Hans Egede, 6 Haziran 1734 tarihinde Grönland açıklarında gördüğü dev bir deniz yılanını anlatırken, suya dalan bu yaratığın kuyruğunun bile geminin boyundan uzun olduğunu yazar. Eski haritalarda da tasvir edilen bu gizemli yaratıkların, 11 metreye kadar büyüyebilen bir tür olan dev kürek balığı (Regalecus glesne) olduğu tahmin edilmektedir; zira uzun bir yılan şeklinde olan bu balığın tepesinde de tıpkı çizimlerdeki gibi parlak kırmızı dikenler bulunmaktadır.
(https://i.hizliresim.com/GDnzVN.jpg) (https://hizliresim.com/GDnzVN)
1734 yılında Hans Egede tarafından Grönland açıklarında görülen deniz yılanının temsili çizimi.
Peki, o tarihlerde derin sualtı dalışları gerçekleştirmeleri mümkün olmayan denizciler, nasıl olmuştu da derin okyanus canlılarıyla karşılaşabilmişlerdi? Muhtemelen denizcilerin şahit oldukları birçok gözlem su üstünde yüzen ölmek üzere olan veya ölü hayvanlardı. O dönemlerde kıyıya vuran ve tanımlanamayan devasa kütleye sahip deniz canlıları halk arasında canavar olarak tanımlanıyordu; XX. yüzyıllın başlarına kadar görülen ünlü deniz canavarları şunlardı:
* Lusca – Karayiplerde Andross açıklarında görüldüğü iddia edilen Lusca’nın, bilinen Enteroctupus türü dev ahtapotlardan çok daha büyük bir tür olduğu sanılmaktadır. Bu gizemli türe ait olduğu düşünülen kalıntılar, 2011 yılında Bahama Adalarında kıyıya vurmuştur.
* Stronsay Canavarı – İskoçya’da, Stronsay Adasında 25 Eylül 1808’de meydana gelen fırtınanın ardından kıyıya vuran bu yaratık, görgü tanıklarının ifadesine göre 16,8 metre uzunluğundaydı.
* St. Augustine Canavarı – 30 Kasım 1896 yılında Florida sahillerinde kıyıya vuran bu çürümüş kütlenin hangi hayvana ait olduğu o dönem tanımlanamamıştı.
* Trunko – 25 Ekim 1924 tarihinde Güney Afrika kıyılarında görülen bu yaratık; görgü tanıklarına göre 14 metre boyunda devasa bir kutup ayısına benziyordu; ayrıca fil gibi hortumu ve ıstakoza benzer kuyruğu vardı.
Denizden çıkarılan deformasyona uğramış kalıntıların çoğu, aslında çürümüş köpekbalığı leşleri, balina kalıntıları veya denize düşen ve yosunla kaplanan büyük karayılanlarından başka bir şey değildi. Örneğin St. Augustine Canavarı adı verilen dev organik kütlenin, aslında ispermeçet balinasına ait kollajen bağdoku kalıntıları olduğu neredeyse bir asır sonra ortaya çıkacaktı. Diğer kalıntılar da muhtemelen çürümüş balina parçalarıydı.
(https://i.hizliresim.com/yqd4Q9.jpg) (https://hizliresim.com/yqd4Q9)
1896’da Florida kıyılarına vuran bu yaratığın daha sonradan ispermeçet balinası kalıntısı olduğu anlaşılacaktı.
Mitolojik deniz yaratıklarına duyulan bu yoğun ilgi karşısında elbette sahtekârlar da boş durmamışlardı; özellikle Doğu Hint Adalarında yapılan sahte denizkızı iskeletleri Avrupalı ve Amerikalı denizciler arasında çok iyi fiyatlardan alıcı buluyordu. Bu denizkızlarının en ünlüsü Amerikalı sirk sahibi P. T. Barnum tarafından satın alınarak New York’a getirilen “Feejee Denizkızı” idi. 1842 yılında New York’ta binlerce insan Fiji’de yakalandığı iddia edilen bu denizkızını görmek için para ödemişti. O dönemlerde halk arasında büyük merak ve dehşet yaratan bu yaratık, aslında balık kuyruğuna dikilmiş bir maymun gövdesi ve kafasından oluşmaktaydı.
Yapılan tüm mantıklı açıklamalara ve bilimsel keşiflere rağmen denizciler, XX. yy ortalarına kadar derin sularda yaşayan tehlikeli canavarların varlığına inanmayı sürdüreceklerdi. 1950’lerden itibaren geliştirilmeye başlanan yeni sualtı teknolojileri sayesinde, nihayet binlerce yıldır merak edilen gizemli sualtı dünyası kapılarını yeryüzüne açacaktı.
Yazımızı son olarak birçok halk kültürüne konu olan diğer efsanevi deniz yaratıklarından da kısaca bahsederek bitirelim:
* Leviathan – Eski Ahit’te bahsedilen ve dini efsanelere konu olan deniz canavarıdır. Bu isim modern İbranice’de balina anlamında kullanılmaktadır.
* Lasirn – Karayip Adalarında popüler olan çok güçlü bir su ruhudur. Avrupa söylencelerindeki denizkızları gibi bir elinde ayna diğer elinde ise bir tarakla tasvir edilir. Lasirn’in su altı dünyası, aynanın arkası olarak tanımlanır; aynası iki dünya arasındaki sınırı temsil eder. İsmi Fransızca La Sirèn kelimesinden gelir.
* Mami Wata – Afrikada popüler olan en güçlü su ruhudur. Çoğunlukla bir denizkızı olarak tasvir edilir. Hastalıkları tedavi eder ve kendisine inananlara iyi şans getirir, ona saygı gösterilmeyenler ise boğulur. İsmi İngilizce Mommy Water (deniz ana) kelimelerinden gelir.
* Sedna – Kanada’nın ve Grönland’ın kuzey kutup bölgelerinde yaşayan Inuit halkının efsanelerine konu olan denizkızıdır. İnuit kültüründe tüm deniz memelilerinin ve koruyucu ruhların anası kabul edilir.
* Yawkyawk – Avustralya’da Aborjin yerlileri tarafından inanılan ve denizkızlarına benzeyen kadim bir su ruhudur. Yawkyawklar yarı kadın yarı balık şeklindedir, uzun saçları deniz yosunlarına benzer. Su kuyularında yaşarlar, bitkilerin büyümesi için içme suyu ve yağmur sağlarlar.
* Sellö – Macar mitolojisinde yarı kadın yarı balık olarak tasvir edilen bu yaratık, şarkılar söyleyerek denizcileri kandırır ve suyun içine çeker.
* Kappa – Japonya’da çok popüler olan bir su ruhudur. Japon halk hikâyelerinde anlatılan Kappa genellikle su kenarına oturur. Çocuk taklidi yaparak insanları kendisiyle oyun oynamaya davet eder; ancak elini tutanları suya çeker ve onları yer.
* Ahuizotl – Aztek geleneğinde havuzların dibinde yaşadığına inandıkları köpek benzeri bir yaratıktır. Kolları ve bacakları maymuna benzer, kuyruğunda da bir el bulunur. Geceleri bebek gibi ağlayan Ahuizotl, insanlar yardım etmek için koştuklarında kuyruğuyla kollarından yakalayarak suya çeker. Kurbanların cesetleri birkaç gün sonra gözleri dişleri ve tırnakları kaybolmuş halde su yüzüne çıkar.
* Ejderha Kral – Çin geleneklerinde su kaynaklarında, nehirlerde ve denizlerde irili ufaklı birçok ejderha yaşadığına inanılır; tüm suların efendisi ise Ejderha Kraldır. Denizlerin altındaki sarayında yaşar ve tüm deniz canlıları onun hizmetindedir.
* Su İyesi – Türk mitolojisinde suların koruyucu ruhlarıdır. Her suyun bir iyesi vardır, bu varlıklar her zaman ak giysiler giyer ve renkleri maviye çalar. Kuş ve yılan kılığına girebilirler, bazıları denizkızları gibi balık kuyrukludur.
Kaynak :
Konrad Lykosthenes / Prodigiorum ac ostentorum chronicon - 1557
Andreas Velleius / İzlanda haritası 1585
Conrad Gesner / Historiae Animalium Liber IIII - 1575
Tauusmarine, SabriÇağrıSezgin
-
DENİZE SIĞINMAK
Sığıntı
Reisin kamarasındaki bilgisayardan baktığı hava tahmini, akşama doğru havanın bozacağını gösteriyor. Reis bunu gayet sıradan, günlük, önemsiz bir şey gibi söylüyor. Dalgın sanki, uzaklardaki denizle göğün birleştiği yerlere dikili bakışları. Dönmemiz gerekiyormuş Enez’e. Birkaç saate kadar iyi çalkalanacak deniz, diyor. İçimde bir yerler telaşlanıyor, görmezden, bilmezden gelmeye çalışıyorum.
Çağlar boyu birbirine komşu iki ada, Gökçeada ile Semendirek arasında bir yerlerdeyiz. İki koca karaltının gri, koyu mavimsi tepeleri görünüyor. Denizin üzeri hafif çalkantılı. Bom direğinin tepesinde dalgalanan bayraktaki rüzgâr kuzeybatı diyor. Hava serin. Vakit öğlen. Bir yarım saat önce bitmiş molanın koşturmaları, hengâmesi. Mola edilmiş, balık sarılmış, mavi denizin üzerinde sapsarı bir mantar şerdi, kıvrıla büküle, döküle döküle ucu kavuşmuş, sonra çelik halatlar koca vinçle sarılıp, altı toplanmış, bomdaki dev makaradan, sarılıp ağlar, sular seller arasında tekneye alınmış, istiflenip, bocilikten koca bir kepçe daldırılıp daldırılıp, orta güverteye bir balık seli dökülmüş, her yan titreşen oynaşan balık bedenlerinin üzerlerinde, harmanda, filenin ucunda havaya savrulan buğday misali pullar saçılmış, parça parça buzlar serpilmiş, haki çizmeli, muşambalı, bıyığı, sakalı, uzamış, suratları soğuktan kararmış adamlar, bir balık selinin arasında gezinmiş, küreklerle bu yerinde durmayan nesneyi kasalara doldurmuşlar. Aralarından çıkan denizyıldızları kenarda sarılı turunculu süs nesneleri gibi dağılmış, dumanlı grili bedenleri, uçları vantuzlu kollarıyla ortalıkta, ayakaltlarında irili ufaklı ahtapotlar gezinmiş. Kimi sardalyelerin, denizanalarının üzerine basılıp ezilmiş, bir telaşın işaretleri gibi durmuşlar. Kontrollü, alışkanlık sinmiş bir dağınıklık yaşanmış. Sonra nasıl olduysa hızla toparlanmış ortalık, koca bir hortumla yıkanmış balık hazneleri, orta güvertenin kıyı köşesi, kasalar istiflenmiş, üzerlerine suları süzülen örtüler atılmış, herkes, ait olmayan, eğreti, uygunsuz her şey bir anda kayboluvermiş ortadan. Aralarda gezinen birkaç martıya kalmış ortalık.
Alttaki genel kamaraya iniyorum. Niyetim akşama kalmaz havanın bozacağı haberini tayfaya vermek. Herkes yayılmış bir tarafa. Tıraşları, sakalları uzamış, yüzlerden yorgun suretler çoğaltılıyor. Grisi az beyazı baskın sakallı, yüzü buruşuk, zayıf birisi köşede dirseğini kırıp yanlamış, sigara içiyor. Ardındaki türkuaz boyalı kamara duvara asılı panoda, iri, büyük harflerle; BURADA CİGARA İÇİLMEZ. PARA CESASI VAR, yazılmış. Kamara duman içinde. Belli ki karada geçerli olan kurallar, kanunlar burada, denizin ortasında pek takılmıyor. Biraz yükselterek sesimi, haberi veriyorum. Birkaçı, Biliyoruz, az önce hava durumunda da söylendi, diyorlar. Reis’in umursamaz tavırları onlarda da var, enikonu gamsız herifler. Umursamıyorlar. Az sonra fırtına, bora patlayacakmış, dalgalar azacakmış, düşünmüyorlar bile. Hatta bir kısmının yüzünde bu haberin sevindirici esintilerini bile görür gibi oldum.
Şaban Reis kapıyı açıp, İki adam gelsin, diye seslendi. İki kişi doğruldu uzandığı yerden. Kalkıp, ardında takıldı. Camdan baktım, kalın bir brandayı balıkla dolu kasalara sarıp, kalın halatlarla kenardaki halkalara bağlıyorlar. Epey dalga bekleniyor sanırım. Bakalım, göreceğiz.
Küçük aralıktan dumanı tüten bir çay uzattı aşçı. Elden ele aktarıldı önüme kadar. Çıngıldattım kaşığını. Bardağın kenarlarına çarpan sesi iyi geldi. Duruldum birazca. Göz gezdirdim ortaya. Çavuş’a ilişti gözlerim. Çavuş’un alnı kırış kırış, her zamankinden. Kaşları titrek, sigara uçuca. Yanına sokuluyorum, çayımı da masanın üzerinde sürüyerek. Uğraşma benle, söyletme beni bakışı atıyor birkaç. Adını kullanmıyor kimse, Çavuş Abi git, Çavuş Abi gel. Hatta kimi kez küçüğü büyüğü için o sadece Çavuş. Tayfa ile Reis arasındaki arabulucu, görevleri ayarlayıcı kişi gibi bir konumu var. Gırgırlardaki eski balıkçılardan, yaşı geçkince, sessiz oturaklı tayfalardan seçiliyor. Ünvan gibi bir şey. Konuşkan olmasa da, günden geçmişten sorduklarımı ister istemez yanıtlaya yanıtlaya bir mesafeyi daraltmıştık. Özellikle bir dönem tayfa olarak gırgırlara sığınan kaçaklarla ilgili anlattıkları ilgimi çekmişti. Notlarımda şöyle yazıyor;
Eskiden daha çoktular. Hele o 12 Eylül sıraları. Yeni tayfa toparlıyorsun. Her sene aynı adamlar olmuyor tabi ki. Bir sene çalışıp, memnun olmayan, birisiyle, reisle takışan, atışan gelmiyor sonraki sene. Hep arada yeni, görmedik yüzler çıkıyor. Bir türlüsü var ki, hemen belli oluyor değişik, özel, ayrıksı durduğu. Ürkekliğinden, parkasından, dudaktakmaz bıyıklarından, kıç cebindeki ucu kırmızımtırak gazetesinden, kapağının bir yanında çoğusu bir yıldız,sıkılı yumruk resmedilmiş kitaplarından, kayığın hep kuytularına, kendi yalnızlıklarına kaçmalarından. Devrimci onlar. Öyle diyorlar biraz biraz dillenince. Elleri kitap tutmuş, defter, kalem tutmuş. Halat, mantar, çelik tel, kurşun yadırgıyor ellerini. Daha çok ezip, acıtıp, yaralıyor. Karada yakamadığı devrim ateşlerini, denizin ortasında, kıyılarda, koylarda seyir halindeyken, limanda, rıhtımda, ekşi şarap kokan meyhane diplerinde tayfanın, mapacının, botçunun içlerinde, bitmeyen, uzayan sözcüklerle tutuşturmaya çalışıyorlar. Gururlu, kendini beğenmiş değiller. Sevginin ne olduğunu biliyor ve esirgemiyorlar. Şiir dedikleri, iki üç laftan, gözleri yaşaranlarını gördüm. Hayret ettim. Ama hayat başka bir şey. Tüm bunlar halattan, kurşundan nasır bağlamış iki parmak etmiyor çoğusu. Ağızları kuruyup, sesler kısılıp, hafif bir boşuna debeleniyorum duygusu depreşince sanırım, koynundan kapağı kırış, yırtık bir kitap çıkarıp, kıça, ağların üzerine, baş tarafa, kalın halat yığınına çömelip, okuyorlar. Öyle bir huşuya dalar gibi kayboluyorlar ki kitabın içinde, bizim tayfa ürküyor yanına yaklaşmaya. Martılar bile uzak uçuyor sankilim.
Biri vardı. İnsanlardan hazzetmeyen, hep iş güç olmayınca kıçta başta kitap sayfası tırtıklayan. Gür bıyıklı, sarımsı keçisakallı, başı tuhaf kasketli, dalgın bakışlı, hep üşüyen, kimi kızarık, kimi mosmor kulaklı, burunlu biri; Çe Ahmet. Adını da Mertoğlu’ndan İslam söyledi. İstanbul’da, bilmem ne üniverstesinde, bilmem nenin kafa adamıdır dediydi. Bazen unuturdu bir yerde kitabını, karıştırırdım şöyle bir. Anlamadık laflar. Kitabın üstünde başında, arasında bakarsın ki incecik bir balık pulu yapışmış, kurumuş, ışıldar durur. O pul daha bildik, tanıdık gelir sözcüklerden. Kitaba daha bir korkusuz, çekincesiz dokunurum. Her neyse. Bu bizim yabani bir vakit sonra, hep kayığın peşinde dolanan, çoğu kıçta, ağların arasında dikelen, yatan, her nasıl olmuşsa zamanında bir ayağı kırılıp, eğrice kaynamış, belki de kırılmamış da bir nedenle eğrilmiş martıyı kestirdi gözüne. Molalardan irice balıklar ayırıp, martıyı beslemeye başladı. Niyeti onu kendine alıştırmak. Çe Amet adı. Biz Çe Amet dedikçe, bakıyorum Amet kısmına değil de lakabına daha çok allanıyor yüzü. Kendisi laf etmez pek demiştim, başka birisi anlatıyor kimmiş bu Çe, dünyanın dağlarında, elde mavzer, nasıl koşturmuş. Ağızlar hafif açık dinliyoruz tabi, denizin koyunları.
Birkaç beyaz bulut hızla çekilip aradan, meydanı önce gri, sonra koyulup kararan bulutlara bıraktı ortalığı. Rüzgar hızlandı. Kamaraların saçaklarında, çatlak cam aralarında, direklerde, gerili halatlarda, tellerde, iplerde uğuldamaya başladı. Kamarada konuşmalar, rüzgarın artan uğultusunu bastırmak istercesine üst perdeden çıkıyor. Kapıyı açıp çıkmaya yeltendim, birisi, Otur oturduğun yerde, nereye bakacaksan buradan bak, dedi. Ses çıkarmadım. Oturdum.
Fırtına- Pis bir hava
İri damlalar camları, kamaranın tahtalarını dövmeye başladı. Deniz tutmasını önleyen bir hap aldım. İkinci reis, burada, kamarada kalırsam, hapın da fayda etmeyeceğini, yarım saat çalkalandıktan sonra, içimde ne varsa dışarı çıkaracağımı söyledi. Peki ne olacak? Aslında pek olacak bir şey yok. Öfkeyle kabaran denize ne yapılır dayanmaktan, katlanmaktan başka? Beni sallantının daha az olduğu bir yere götürmeyi önerdi. Tekne, kabaran, dağ, uçurum ve köpük kesen denizin ortasında, sallanan küçücük bir fındıkkabuğu. Bu salıncakta daha az sallanan yer mi olurmuş? Yüzümdeki soran bakışları fark edince, anlattı, Dalgalar baş taraftan gırgırı kaldırmaya başladığında, en yüksek yeri, yani düz olmaktan en uzak noktası burnu olur. Burada olan birisiyle, ortasında olan birisi arasında, hem yükseklik hem de yatay farkı olur. Yanlara sallanırken de bu böyle. Gırgırın en ortasında bir bölge, en az sallanan yerdir. Nokta, yükseklik, yatay, daha da şaşaladım. Anlamadım. Fakat elimden bir şey gelmez, denemekten başka.
Tayfanın birkaçı yatmaya gitti. Genel kamaranın vaziyeti pek değişmedi. Sadece demlik, çay, şeker, kül tablaları kalktı ortadan. Gürültü çoğaldı. Cavit’e baktım. Sessizdi. Sigaradan bozarmış bıyıklarını çekiştirdi. “Pis bir hava, orta karar başladı, gittikçe de azıtıyor,” diye homurdandı. Pis hava tanımının içinde ne kadar, bu ve bunun gibi havaların yaşanmışlığı olduğunu düşündüm. Bir kestirimde bulunmak güçtü. Sanki her bir borayla, fırtınayla, öfkeli denizle başa çıkabilmek, en azından azami hasarla atlatabilmenin yolu, geçmiş deneyimlerden çok, yeni bilinmezlikleri içerdiği, her yeninin yaşayarak öğrenilecekleriyle geldiğinin bilgisi saklı gibiydi vurgusunda.
Çıktık. Ardımızdan rüzgâr kamara kapısını hızla çarptı. İçeriden bir “Oooha!” sesi eklendi ardına. Bir anda yağmurla karışık, sert rüzgâr ıslak bir bez gibi yapıştı yüzümde. Ne oluyoruz? Bu da nesi? Üst baş ıslandı bir anda. Yağmur, serpinti nereden belli değil. Tadı tuzlu. Direklerdeki, halatların uçlarındaki palangalar, makaralar sallanıyor, salınırken metal direklere her çarpışında tok sesler çıkıyor. İkinci reis gerisin geri kamaraya dönüp, kapıyı açıp bağırdı; “Veli’ye habar edin be! Palangalarda, makaralarda çok boşluk var. Kırılacaklar. Yazık. Boşluklarını alsın bomla, vinçle. Olmazsa indirsin küpeşteye, sağlamlasın. Yoksa bi sakatlık çıkacak.” Döndü yanıma. “Abi, önce yukarı, Reis’in yanına uğramamız lazım. Çıkabilecek misin merdivenleri?” dedi. “Çıkarım” derken, içimdeki bir, “Ya!...” belirsizliğini sustum. Çiviye asılmış haki bir muşamba aldı. Uzattı. “Giy şunu. Yoksa denize düşmüş kadar olacaksın,” dedi. Ayaklarımın altındaki zemin durmuyor ki durduğu yerde. Nasıl olacak bu. Zar zor giydim. Takıldım peşine. Demir basamaklar ıslak, kaygan. Sağa sola, yukarı aşağı sarsılıp, yalpalarken tekne, merdiven çıkmak kolay mı? Sıkı sıkı yapışıyorum yandaki tutamaklara. Metal borular soğuk, ıslak. Zar zor da olsa çıktık en üst kamaraya.
Etrafa bakınca daha iyi anladım ne halde olduğumuzu.
-
binnal
Biz kapıdan girerken, “Be ağalar, ne dolanırsınız bu havada orta yerde? Görmez misiniz yer gök girmiş birbirine. Otursanıza kıçınızın üstüne,” dedi koca reis. Dudaklarının, boz bıyıklarının etrafında koyulaşan gülümsemesiyle.
Kamaradan dışarı baktım. Ufuk, göğün derinliği diye bir şey kalmamış. Önümüz ardımız gri, kapkara bir koyuluk, bir duvar. Denizin her yanı bembeyaz, köpük kesmiş. Tepeleri kar sepeli gibi duran, kendi durmayan, yükselen, alçalan, kendi üzerine kıvrılan, kırılan, kudurmuş, gümbürtülerle, uğultularla, dörtnalı binnala evirmiş, üzerimize üzerimize gelen, artarda dalgalar. Bir hat üzerinde, düzenli bir sıraları yok. Her yan kaos, her yanda düzensiz uçurumlar, tepeler. Gelen dalga, baş tarafını yükseltip, yuvarlanan üçgen bir silindir gibi tekneyi arkasına doğru yükselte yükselte ilerliyor. Dalga ortayı geçince, baş taraf, değişen ağırlık noktasının etkisiyle, hızla düşüyor. Bazen o anda ardından gelen dalganın derin çukuruna, bazen de köpüklü, pençe şeklini almış, kendi üzerine katlanmak üzere olan bembeyaz köpükleri üzerine iniyor. Altı dar, üstü geniş yarım daire baş, suya çarpmanın etkisiyle dalgayı zerreciklerine ayırıp, rüzgârın savurtusuna katıyor. Baş tarafından, püsküren, dağılan zerrecikler, kamaraların camlarına, güvertelerin yanlarına öfkeli şarapnel parçaları gibi iniyor. Uğultuyla karışık bir gümbürtü çıkıyor bundan. Kulağa hiç hoş gelmeyen, can sıkan bir ses. Sesler. Bir bakıyorsun, bir sonraki dalga sancak tarafından baskın veriyor.
Reis iki eliyle yapışmış dümene. “Vay orospu!” diyor. Kime, neye dediği belirsiz. İkinci reise dönüp, artarda sıralıyor talimatlarını; “Herkes muşambalarını, kasık çizmelerini giysin, ben demedikçe çıkarmasın. Botçuyla palacı arada bir ambar kapaklarını kontrol etsinler. Ambarlardaki pompaların hepsi çalışsın. Makinis makina dairesinden ayrılmasın”
Aşağıda bir yerlere bağlı ses cihazının kırmızı düğmesine basıyor. Birkaç çıtırtı cızırtı. Ses aletine doğru eğiyor başını, “İsmail, n’aparsın be olum? Makina dairesine misin? Nasıl vaziyet oralarda.” İsmail’in metalik sesi çıkıyor, “İyi abi. Yok bir sıkıntı.” “Haaa! İyi, tamam, ayrılma sen oralardan. İkinci makinayı da hazır et.” “Hazır zaten abi. Daha bir saat önce soktum vaziyete.” “Öyle mi, hazır mı! Tamam. Helal olsun. Belli olmaz, bu hava daha da azacağa benzer. Belki iki motorla baş vermek gerekecek dalgaya. Sen uyanık ol, haber bekle.” Bana dönüyor. Yüzünde kararsız bir alaycılık sezer gibi oldum. “Görüyorsun halimizi, deniz bu, üç gün öyleyse, iki gün de babaöfkesi.” diyor. “Hadi eyvallah,” deyip, çıkıyoruz.
in
Aşağıya iniyoruz. Mutfağın kapısı sıkı sıkı örtülü. Hiç kapanmazdı diğer zamanlar. Kapıyı tıklattı İkinci Reis. Açıldı. Aşçının elindeki bıçak, gözle görülmeyecek bir hızla, doğrama tahtasının üzerindeki soğanı diliyor. Ortalık toparlanmış. Tezgahların, fırının, ocağın üzerinde hiçbir şey yok. Tüm tabak, çatal, kaşık, tencere tava girmiş bir yerlere. Dolaplardan, çekmecelerden irili ufaklı çarpışan metal edavat sesleri geliyor. Selam verdik. Gözlerini önündeki işten ayırmadan aldı selamı. “Sabahki kurunun suyunu döküp, bir torbaya doldurdum. Yarına kısmetse artık. Salata malta bir şeyler yapıyorum. Biraz da zeytin peynir, ne varsa artık. Yesin millet. Bu havada bunu bulduklarına şükretsinler.” Bu sallantıda, beşik gibi sallanan teknede yemek pişmez tabi ki. Tencerede, kazanda sulu şey durur mu? “Kolay gele,” deyip, çıktık.
Genel kamaranın arkasındaki sac bir kapağı kaldırdı. Dik bir merdivenden aşağıya indik. Başlar eğik, biraz yürüdüğümüzde boyasız, paslı bir kapı çıktı önümüze. Kulpuna asıldı reis, incecik bir iniltiyle açıldı kapı. Burası, teknenin ortasında, altındaki küçük mağara, in. Depo olarak kullanılıyor. Bir yer bulup oturdum. Her yan toz, kir, pas. Ağır, soluması güç bir havası var. İkinci reis, merdivenin son basamağını çıkıp, kayboldu. Bölmelerin sac duvarları, yanlardan, alttan delice patlayan dalgaların gümbürtülerini çoğaltıyor. Oturduğum yerin birkaç karış altında denizin köpüklerle, burgaçlarla, karışıp durduğunu bilmek, o kaostan beni ayıran iki karışın varlığı ürkütücü bir duygu. Tekne alabora olsa, bu demir tabuttan çıkmanın mümkünü olasılığı yok.
korku
Yanlarda patlayan dalgaların gümbürtüleri yankılanıyor bölmelerin çelik duvarlarında. İçimdeki ne coşku, ne heyecan, düpedüz kara korku. Batma, suya gömülme, boğulma, ölüm korkusu. Kapıya bakıyorum. Her an kapının yanlarından, altından içeri su dolacak, basınçlı su menteşelerini esneterek, kapıyı menteşelerinden koparıp atacak, içerisi göz açıp kapayana kadar suyla dolacak gibi geliyor bana. Soğuk bir ter ensemden aşağılarda iniyor. Ne olursa olsun diyerek çıktım bu dar yerden.
Kamarama döndüm. Yatağa uzanmayı gözüm kesmedi. yere battaniyeyi serip, oturdum. Bir şeyler okusam? İçimdeki ses; Bu havada? Yer gök, ne yeri, deniz gök birbirine girmişken mi? diyor. Zaten bu, gözün baktığı hiçbir şeyin durduğu yerde durmadığı, sıyrılıp aktığı zamanda okumanın da olanağı olmazdı ki. Yapacak tek şey var, düşünmemeye çalışmak.
Böyle bir zamanda ne düşünür insanlar? Ranzanın demirine bir eliyle sımsıkı tutunmaya çalışıp, sağa sola yalpalarken, kamarada, tahta oturakların latalarına sıkıca yapışırken, uzakta, başka bir dünyadaki kafası üç numara tıraşlanmış, burnu sümüklü, dizleri kabuk kabuk yara evladının istediği oyuncak arabayı alamayışını mı? Yoksa, sarı, yanlara dökük, püskül saçlı kızına mavi tarak, kelebekli saç tokası alamayışını mı? Keşke karıya öyle bağırmayaydım, ne olurdu da anama daha sık gideydim, pedere bayram seyran dışı, bir kere de, yokken bir şey, durduk yerde sarılaydım. Ne bileyim, iki gelincik görüp yol kenarında, geçmese, baksaydım. Zeytin dallarının arasında gezinen sarasmanın bet, çirkin sesini dinleyeydim az daha mı derdi kendi kendine? O batmak, suya gömülmek, ağzının, boğazının, ciğerlerinin suyla dolması, soluk alamamak. Dilsiz bir korku değil de neydi? Unutkan insanların rüya gibi, bitince, uyanınca silinen kefareti.
Bu tür şeyler çabuk bitmiyor. Saatler sürdü. Kolay olmadı. Arada bir, dışarıdan yağmurla dalgaların serpintisinin çarptığı, içten buğulu camları silip, dışarı, karanlığa baktım. Çantamdan şişeyi çıkarıp dibinde kalan şarabı içtim. Biraz iyi geldi. Bir meyhane havası olsa da dinlesem, diye geçti içimden. “Kaderimse çekerim” Yoksa kamyonların arkalarındaki yüksek kanon dahili edebiyat mıydı? Evet. Öyleydi galiba. Sonra karanlığın içinden göz kırpan ışıkları gördüm. İyice sildim camı. Evet. İnce ince ışıklar görünüp kayboluyordu camın ardında. İçimin durulduğunu, bedenimin her zerresini esir eden korkunun, üzerine koca bir kova su boca edilmiş kora döndüğünü hissettim. Uzun zamandır, farkında olmadan, soluğumun bir parçasını koy vermeyip, içimde tuttuğumu, derin derin, ciğerlerimdeki tüm havayı boşaltarak soluk alırken anladım. Bedenim, benim bilmediğim bir şey mi biliyordu? Saçmalama. Sırası mı şimdi.
sığınak
Koya girdiğimizde dalgaların şiddetiyle birlikte sallantı da azaldı. Kurtardık paçayı. Ne anlardı? Düşünmesi bile sıkıntı verici.
Az sonra, iki yanındaki biri yeşil, diğeri kırmızı, yağmurun arasından kesik kesik göz kırpan fenerlerin arasından sığınağa girdik. Bir anda salınım, çalkantı, nesnenin dengesiz konumu, uğultular, gümbürtüler, patlamalar bitti. Bardaktaki suyu üzerine dökmeden içebilmenin ne anlama geldiğini bilmediğimi düşünüyorum bir anlığına. Masanın üzerinde duran bardağın kıpırtısız, durgun yüzeyine bakıp bakıp sevinilebileceğini, bunun, bu güne kadar fark etmediğim bir dengenin, insanın ayakları altında durağan, sağlam bir yerin varlığının göstergesi olduğunu da...
Kamaradan çıktım. Sığınak rengârenk, ışıklar içinde. Kıpırtısız suda yansıları. Altta, kamaralarda gürültü çoğaldı. Motorun hızı düştü. İskeleye manevra yapıp, aborda ederken, yükselen birkaç homurtu geldi makineden. Pervane, iskelenin yanlarına ince, emanet köpükler sıvadı. Kalın palamarlar atıldı, iskele babalarına geçti kementler. Tıka basa, irili ufaklı tekneyle dolu ortalık. Kim olmak ister ki bu havada denizin ortasında. Buraya “sığınak” demişler. Adı üzerinde.
Kamyon yanaştı gırgıra. Elden ele kasaların aktarımı başladı. Aşağıya indim. Bozuk havanın birkaç gün devam edeceği haberi gezindi ortalıkta. O an, artık tasımı tusumu toplayıp, yola düşmenin vaktinin geldiğini anladım. Gitmek gerekiyordu, gitmeden de vedalaşmak. İşin en can acıtan yanı. Öylece, ayakkabısının bacığını bağlar, elmanın kabuğunu soyar, filtresine gelip dayanmış bir sigarayı tutup atar gibi çekip gidemiyor insan. Yaşamak bir sanat, diye yazıyor pek çok kitapta. Bu yaşama sanatından, gitmeye, onu, öylece yaşanan, sıradan, sızısız bir olaya sokacak bir pay düşürüp düşürmediğimiz geliyor aklıma. Bir tamlama uyduruyorum oracıkta: “Çekip Gitme Sanatı.” Okkalı laf. Hepsi gibi içi kovuk, boş.
veda
Önce reis. Kamarasındaydı. Uzanmış boyu bosunca. Girince hafif doğruldu. Yastığı sırtına destekledi. Yüzüne baktım. Gördüğüm, büyük bir harpten, utkuyla çıkmış komutanın gururlu yüzü değil, tüm gün kazmasıyla bayırda kök sökmüş, kırlık tarla çapalamış rençperin, keskisi balyozuyla koca kayaları kırmış, un ufak etmiş taş ustasının, günün güneşin alnında, saatlerce düven sürüp, harman yeri dönelmiş köylünün yorgun yüzüydü. Hafif bir keyif esintisi dolaşıyordu üzerinde. “Hayırdır abi, nedir bu halin? Telaşlısın?” dedi. Birkaç gün havanın bozuk gideceği tahmin edildiğini söyledim. Ardından buralarda, limanda kalmak istemediğime, zaten epeydir onlara yük olduğuma benzer şeyler geveledim. Çıkıştı. “Yok ağa! O nasıl laf. Memnun olduk geldiğine, olur mu öyle şey. Ne zaman istersen, atla gel. Kapımız hep açık.” Samimiydi söylediklerinde. Sözlerinin dökülüşüne, tınısına işlemişti bu samimi ton. Sarıldık, öpüştük, veda aldık verdik. Alta, genel kamaraya indim.
Tek tek tayfalarla, çavuşla, aşçıyla, İsmail’le, Nihat’la, Cavit’le, Adem’le, Veli’yle, herkesle vedalaştım. Sarılışıp, izin aldığım her yüzde, fırtınadan, yaşanan arbededen izler aradım. Bir şey göremedim. Birkaç öteberimi toparladım. Sırt çantama tıkıştırdım. Birkaç kitap, hırka, kazak, askıdaki palto. Kamaranın kapısını çekerken son bir kez içerinin dağınıklığına baktım. Gayet doğal geldi bana. Olması gerektiğince... İskeleye çıktım. Çantadaki boş şarap şişesini çöp bidonuna attım. Kamyona binmeden önce, uzun uzun balıkçı teknesine baktım. İnsanlarda göremediğim o küçük kıyametin ondaki izlerini aradım. Dalgaların tonlarca suyu koca tokmaklar gibi her yanına çarptığı fırtınanın. Reisin, tayfanınkinden bambaşka, gizlenmiş, saklanmış, kendini ele vermeyen bir yorgunluktu ondaki. Boydan boya sacının zerreciklerine, atomlarına, saçları, metal plakaları birleştiren köşebentlere, u bağlantılarına, putrellere, perçinlere, paslı vidalara sinmiş, sesi çıkmayan bir yorgunluk.
köpeköldüren
Şoför mahalline çıktım. Kontak açıldı, marşa basıldı, motor çalıştı. Debriyaj, vites, tekerlekler döndü. Müzik, “Uzaklarda aramam, Çünkü sen içimdesin, Taht kurmuşsun kalbime, En güzel yerindesin. Her an seni yanımda, Ruhumda duyuyorum...”
Küçük sahil kasabasının ölgün lambalı sokaklarından hızla geçtik. Birkaç köpek havladı arkamızdan. “Bak bakalım, açık bir yer bulabilecek miyiz?” Çok çabuk olmuştu her şey. Sığınak, vedalaşma, toparlanma, şimdi de bu rüzgar gibi karanlığı yaran kamyon. Aydınlık tabelasında tanıdık harfler, renkler, soğutucusunda boy boy şişeler, kutukutular olan bir büfemsi yerin önünde durdu. İndim, irisinden bir şişe “köpeköldüren” (hoşuma gidiyor bu laf) kapıp çıkıtım şoför mahalline. Kenan gaza yüklenirken, ardımda yarım bir şeylerin, tadına, ayrıksılığına doyamadığım bir şeylerin kaldığını biliyordum. Ucundaki ince, aliminyumsu muhafazayı sıyırıp attım. Bakındım, kapının üzerinde bir tornavida. Mantarını içeri bastırıp, diktim şişeyi. Kenan’a uzattım, görmezlikten geldi, görmedi belki. Bir daha dikitim. Kucağıma oturttum dibini. Şişenin içindeki mantar sallanıyor oraya buraya. “Birazdan, emdikçe şarabı, bulursun kafayı,” dedim mantara. Oralı olmadı
Dağ aralarından, düz ovada kıvrımsız uzayan yollarda vites büyütüp, küçültürken, motorun devri yükselip düşerken, arka perdeli bölüme geçtim. Tavan lambasını açtım. Not defterimi çıkardım. ÇAVUŞ başlığının altlarında, Çavuş’un devrilen devrimcilerle ilgili bir şeyler anlattığı bölümü buldum. Soluk sarı ışığın altında okudum.
Çe’nin öyküsünde final
“Sonra ne oldu Çe Ahmet’in martıyla arası?
Can bu tabi ki. O kadar ilgi, çeşidiyle balık, lüferi, uskumrusu, çinakopu, karidesi, kalamarı yedikçe şişti semirdi, peşinden ayrılmaz oldu. Hatta kimisi akşam limanda Çe’yi kahvenin, meyhanenin kapısına kadar götürüp, yakınında bir taşa, duvara, çatı kenarına ilişip, eğribacak havada, çıkmasını beklediklerini diyenler dahi oldu ya, inanmadım. Tayfa takımıdır, yalan atarlar bolca. Sebepsiz.
Bir gün moladayız. Dalga tepeler gibi. Ayakta durulmuyor. Biz ağ döküyoruz. Döktüğümüz ağ pervane suyunun beyazlığında kaybolup gidiyor. Yanbacak da oralarda. Martıya o ismi verdik. Sekiyor kıç taraflarında. Bizimkinin yakınında. Nasıl oldu anlayamadık, biri bağırdı, Aman kollayın, Yanbacak takıldı ağlara. Baktım, akan ağların arasında, ayağı ağa takılmış garibim martı debeleniyor. Bağırdım, Reis dur! Vira! Vira! Vira! Ama bağırmak ne fayda. Ağ akıyor, durur mu koca ağ seli öyle ha deyince. martı da onunla beraber, gidiyor denize. Çe kenardaki puntellere yaslanmış, denizde uzak bir noktaya bakıyor. Benim bağırmamla aydı. Gördü martıyı, akan ağ selini. Attı cigarayı, atladı ağın üzerine. Ağ kayarken martının ayağını kurtarmaya çalışıyor, bir yandan da ağla birlikte sürükleniyor. Yukarıdan gördü reis durumu, bağırdı; Bırak be andaval. Ne yaparsın sen? Geberecan. Olmadı. Kurtulmuyor ayak bir türlü. Sürüklenirken ağla, ayağı sıkıştı kenar demirine. Yana savrulurken gövdesi, ayağı, bileğin üzerinden, kibrit çöpü gibi kırılıverdi. Acılı bağırtısı geldi Çe’nin. Kıvrıldı, bir top oldu. Yanbacak martı ağla birlikte gömüldü suya.
Ardından hastane, doktor. Kırık bacağı yan kaynamış diye duyduk. Kırıp tekrar almışlar alçıya.”
MehmetSürücü/Uzunhikaye
-
Çok güzeldi.Teşekkür ederim.
-
Ben de keyifle okudum ; teşekkürler :)xx
-
Beğenerek okudum ben de Kaan.
-
Beğenmenize sevindim,
Zaman ayırıp okuduğunuz için ben teşekkür ederim.
-
Çok güzel. :) Teşekkürler.
-
"Ben(se) yine balığa çıkmaya, o garip haleti yeniden bulmaya can atıyordum. Hem korkmak, hem hülyaya dalmanın korkunç bir zevki vardı. Bu zevki bir daha tatmalıydım" Sait Faik - Ermeni Balıkçı ile Topal Martı'dan...
SM-G920F cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Çok güzeldi keyifle okudum, teşekkürler
-
Kayıkevi tatile mi girdi.
Özledik !
-
Müdavimlerden biri de benim.Forumu her açışta kayıkevi ni arıyor gözlerim.
-
Evet Kaan ? Kayıkevi tatile mi girdi ?
-
Sadece 14 ay içinde, 73 gün 22 saat online kalmışım,
Normal mesajları ve konu içlerinde yazdıklarımı tamamen bir kenara bırakırsak ;
En az iki paragraftan uzun olmak ve tamamen bağımsız bir konuyu işlemek kaydıyla, 400'ün üzerinde derleme, alıntı ve özgün yazı yazmışım.
Sanıyorum ki, en az bu kadar zaman, bir kelime bile yazmasam yine de en çok yazanlar arasında olurum.
Gördüm ki, aidiyet, sahipsiz sahiplik ve elini taşın altına koyma tanımlarımız bir çok kişiyle bir hayli farklıymış.
Saygı duyuyorum, katılmıyorum ama vardır bir bildikleri diyorum.
Bugüne kadar fikirlerimi, düşündüklerimi ve öngörülerimi yazdım. Artık, farklı ama saygı duyduğum diğer düşüncelere sahip kişilerin yazdıklarını okumak istiyorum.
Çiçek, böcek, pembe gözlük, maalesef hayat böyle değil. Belli ki forum'u fazlaca takip edip, yine fazlaca ciddiye almışım, ki farklı pencerelerden bakıyormuşuz.
Göremediğim şey ise, bir kaç gün hatta bir kaç haftada bir foruma girip, olan biteni takip etmeyen bir üye ile aynı olaylar örgüsüne bakışımızın farklı olacağı idi.
İki kelime yazmam ama yazan olursa okurum yoksa başka mahalle var zaten diyen, ciddiye almayan, kasmayııın, booşveeerr, olduğu yere kadar, diyen, kendini yada başka bir oluşumu buradan daha değerli gören birisi ile burası bizim mahalle, biz de değerliyiz, bu mahalleyi her hâlükarda el ve emek üstünde tutuyoruz diyenlerin oranının değmeyecek miktarda olduğunu, mavi boncuk dağıtmanın marifet ve denizciliğe fayda sayıldığını üzülerek görüyorum.
Benim düşünce ve beklentilerime kesinlikle uymayan bu tür yaklaşımlara, <elbette ki, kimseye aksini yapmasını söyleyeme hadsizliğini yapacak değilim>, saygı duymakla beraber katılmıyorum ve bu durum yokmuş gibi davranıp onay vermek istemiyorum. Benim düşünceme göre, foruma/verilen emeğe yapılan saygısızlıkları görmezden gelip, kabullenemiyorum.
Bu yüzden,
Şu sıralar, foruma giriyorum, bakıyorum, okunacak bir şeyler aranıyorum, fikir tartışması var mı diye bakıyorum.
Kişiler, acaba, sosyal aylaklığa devam edip, nasılsa görmüyorlar mı diyorlar, hiçbir sorumluluk hissetmeden mahalle gezisine mi çıkmışlar, bunca zaman okudum, artık iki satır yazmak diyetimdir mi diyorlar, yoksa gerçekten umurlarında değil mi diye bakıyorum.
Yoksa çıkıyorum.
Diğer yandan KAYIKEVİ benim mülkiyetimde değil. Çok severek katkıda bulunduğum bir başlık sadece.
Çizgisi belli, herkese açık, dileyen dilediği zaman, gönlünce yazabilir.
Her daim okumaya/bakmaya devam ediyorum, yazılarda buluşmak ümidi ile,
Selamlar.
-
Üstüme almam bisey. Sen yazmasam ben yazarım bu sayfaya, başın belaya girer.
-
Bu bakış açısı konusu önemli. Geçenlerde whatsup Kıbrıs gurubuna bir mesaj atmıştım. Oğuzhan şaka ile karışık bunları foruma yazsana demiş. Malum ben biraz ayağı yere basmayan yazılar yazıyorum. Okunuyorlar da. Buna rağmen bana dönüp böyle bir konuda yazı yazması bile takılma dahi olsa ağırıma gitti.
Farklı düşündüğümüz yer şu. Ben zaten bu yazıları çoğunlukla benim gibi potansiyel ve henüz poposuna tuzlu su kaçmamış olanlar için yazıyorum. Sen kimsin ? Diyenler olabilir. Varsın olsun. Dedim ya en son birilerine küstüğümde..
Her seyir yeni şeyler öğreniyor insan. Mesela bu seyir demirleme yerleri ile ilgili hiç bir yerde yazılmamış yaşanmışlıklar var. Demir ve zincirden çok daha önemli bir kriter var. Baktım Merem yazmış mı diye .. gördüğüm kadarı ile yok. 😀 iskandil gibi olmasın diye.. 😀
Keza çocuklar teknede nasıl sıkılmaz ile ilgili önerilerim var.
Diyeceğim sen gene yaz. Kızdıkların zaten tecrübeleri ile birlikte yitip gidecekler. Ama belki bir gün sen ben buralardan göçtükten sonra da bu yazılar duracak.. belki o zaman kıymetimiz anlaşılır..😀
-
Emeğe yapılan saygısızlık konusunda haklısın.Belki bireysel haksızlık ve saygısızlıkları ayıklar ve engelleyebiliriz.Ama fayda ve gurup ilkeleri amacıyla söylediğim denizci gurupların linklerinin paylaşılması ,diğer denizci guruplarda yönetici olanların burada da yönetici olabilmeleri fikrimin senin düşüncelerinle çatışması sonucu burada yazmama kararı almana sebep olursa üzülürüm.Yazılarını büyük bir keyifle okuyorum.Bir çok şey öğrenmenin dışında bildiğin mutlu oluyorum.Yazmanı ve bizi mahrum etmemeni dilerim.Sevgilerimle
-
Müdavimlerden biri de benim.Forumu her açışta kayıkevi ni arıyor gözlerim.
Bende öyle.
Uzun zamandır foruma gereken ilgiyi gösteremedim, geceler kısaldı, bilgisayar başında fazla vakit geçiremiyorum, bu yüzden kayıkevi ni merak ediyordum. Şimdi de Kaan mı bir şeye kırıldı diye düşünmedim değil. Görüşlerinin çoğuna katılmakla birlikte, burayı gerçekten çok çok önemsiyorum. Ama Kayıkevi ve senin yazıların sayesinde bir çok şeyi öğrenme fırsatı yakalıyorum, çoğu kişiyi bilmem ama benim için önemli. Yoksa Kurt Larsen'i kim hatırlatacaktı bize, yada Bay Van Veydeni.
Efenim Kayıkevi takipçilerine özel olarak tekrar iyi bayramlar.
-
Yazdıkların, saygı, saygısızlık, emek ve diğerleri konusunda söylenecek o kadar çok şey var ki.
Ama işte, bir tek damla bir dolu bardak suyu taşırıveriyor. O kadar yakın hissediyorum kendimi sana ve paylaştıklarına.
Belki pek çok konuda da "ana akımın" tersine yüzmeye, fikir öne sürmeye ve hatta savunmaya çabalıyoruz.
Gittikçe yaşadığımımız çevrelere yabancılaşıyoruz.
Sıkma canını.
-
Kayıkevi başlığı hem öksüz hem yetim kaldı gibi duruyor. Terkedilmiş durumda, kimse yüzüne bakmıyor. Tozlanmaya yüz tutmuş.
Yine de veritabanı tarihinde ki yerini koruyacak. Arada sırada bile olsa, kapağında ki tozları şöyle bir üflemekte fayda var.
Eh haliyle, yine sorumluluk hissi ağır bastı, bana ne oluyorsa, sanki forum sorumlusu benmişim gibi, şöyle bir tozunu alma zamanı geldi diye düşündüm.
Biraz da başlıkla ilgili hain planları olan bir iki kişi olduğunu öğrenince, büyük oyunu bozmalıydım ;)
Ne zamandır takip ettiğim, belgelerle ilginç sonuçlara ulaşılmış, hakkında çok ciddi araştırma kurumlarının bile peşine düştüğü bir tarihi olay hakkında bir şeyler karalayayım dedim. En azından bu çalışmalardan benim anlayabildiğim kadarını sizlerle paylaşmak istedim.
Dilim döndüğünce, elimden geldiğince yazıya dökmeye çalışacağım. Baştan belirteyim tarihten hoşlanmıyorsanız, ucu açık akıl yürütme gerektiren olaylar zincirlerini takip etmek size göre değilse hiç başlamayın. Çünkü bu yazacaklarım, belgelerle desteklenmiş olsa bile, bol miktarda yorum, akıl yürütme ve birazda kurgu içerir. J.R. Dossantos kitabının yorumlanması, tekrar anlatımı yada belgesel kıvamındadır. Ara ara ana konudan uzaklaşıp, farklı ilginç bilgilerde yine bu anlatıda olacaktır. Okuma parçası gözüyle bakılır. Bu yüzden edebi yönü yoktur. Bir tür beyin fırtınası, tarih, kurgu, kitap satırları ve yorumlama diyebiliriz.
Okuyacağınız satırlarda, tarih, kurgu, gerçek, belgelenmiş tarih, belgelenmiş ama sahte tarih, komplo teorileri, şüphe, birbirinin içine geçecektir.
Bu yolculukta bir de kahramanımız olacak. Adı Cessas. Kurgu kısmında yardımcı olacak.
Lütfen ayarlarınızla oynamayınız.
Uyarılarımı da yaptığıma göre, günah benden gitti;
Tarihin tozlu ama bir o kadar da gizemli sayfalarında ilginç bir gezintiye ne dersiniz ?
Hani bize, böyle oldu, böyle bilin, dedikleri tarihin esrarlı dünyasında, soru işaretleri ile dolu ama sorgulamadığımız bir sayfasına uzanalım.
Bakalım, herşeyin gayet net olduğunu düşünürken, acaba? soruları uçuşacak mı ?
Hadi başlayalım ;
İlkokul sıralarında öğrenmeye başladığımız ve neredeye herkesin tanıdığı, bildiği bir kişilik,
Kristof Kolomb.
Peki kimdir ?
Kristof Kolomb (Portekizce: Cristóvão Colombo, İtalyanca: Cristoforo Colombo, İspanyolca: Cristóbal Colón, Latince: Christopher Columbus)
Cenovalı kaşif, Gezgin.
Her ne kadar ne yaptıklarından bihaber, 11.yüzyılda vikingler ilk ulaşmış olsada, tarihe Amerika kıtasının kaşifi olarak geçmiştir.
1451 Cenova doğumludur.
Yoksul bir dokumacanın oğludur.
Katolik Hristiyandır. Katolik kralların himayesinde idi.
İtalyanca (ceneviz), ispanyolca, Portekizce, Latince, Yunanca konuşuyordu.
Bir çok ülkenin desteğini istemiş olsada (Belli bir tarihten önce), İspanyollar adına Hindistanı bulmak için yola çıkmıştır.
Nasıl ? Zaten biliyorsunuz değil mi ?
Ansiklopedik bilgi bu yönde. Kitaplar, kim kimdir yazıları, Google, bu ve benzer bilgilerle doludur. Hepsi üç aşağı beş yukarı birbirini teyid eder.
Peki ya size deseydim ki ;
Kristof Kolomb 'isimli' bir kaşif hiç olmadı,
Diğer isimleri, ülkelere göre söylenişi değil yada gördüğümüz ama hiç sorgulamadığımız tamamen farklı tarih ve yerler ile bağlantılı takma isimlerdir, üstelik bazıları gönderme içerir,
Amerikayı (Vikingleri saymazsak) ilk keşfeden o değildi,
Cenovalı değildir,
Dokumacının oğlu değildir,
Hristiyan değildir,
Aslında İspanyollar ona kişiye şans eseri destek vermemişler, aksine bir komploya kurban gitmişlerdir.
Ne derdiniz ?
Konu Amerika ve Brezilya olunca aynen o ülkelerin dizileri gibi bende parça parça yazacağım :P
Devam edecek...
-
Kayıkevi başlığı hem öksüz hem yetim kaldı gibi duruyor. Terkedilmiş durumda, kimse yüzüne bakmıyor. Tozlanmaya yüz tutmuş.
Yine de veritabanı tarihinde ki yerini koruyacak. Arada sırada bile olsa, kapağında ki tozları şöyle bir üflemekte fayda var.
Eh haliyle, yine sorumluluk hissi ağır bastı, bana ne oluyorsa, sanki forum sorumlusu benmişim gibi, şöyle bir tozunu alma zamanı geldi diye düşündüm.
Biraz da başlıkla ilgili hain planları olan bir iki kişi olduğunu öğrenince, büyük oyunu bozmalıydım ;)
Ne zamandır takip ettiğim, belgelerle ilginç sonuçlara ulaşılmış, hakkında çok ciddi araştırma kurumlarının bile peşine düştüğü bir tarihi olay hakkında bir şeyler karalayayım dedim. En azından bu çalışmalardan benim anlayabildiğim kadarını sizlerle paylaşmak istedim.
Dilim döndüğünce, elimden geldiğince yazıya dökmeye çalışacağım. Baştan belirteyim tarihten hoşlanmıyorsanız, ucu açık akıl yürütme gerektiren olaylar zincirlerini takip etmek size göre değilse hiç başlamayın. Çünkü bu yazacaklarım, belgelerle desteklenmiş olsa bile, bol miktarda yorum, akıl yürütme ve birazda kurgu içerir. J.R. Dossantos kitabının yorumlanması, tekrar anlatımı yada belgesel kıvamındadır. Ara ara ana konudan uzaklaşıp, farklı ilginç bilgilerde yine bu anlatıda olacaktır. Okuma parçası gözüyle bakılır. Bu yüzden edebi yönü yoktur. Bir tür beyin fırtınası, tarih, kurgu, kitap satırları ve yorumlama diyebiliriz.
Okuyacağınız satırlarda, tarih, kurgu, gerçek, belgelenmiş tarih, belgelenmiş ama sahte tarih, komplo teorileri, şüphe, birbirinin içine geçecektir.
Bu yolculukta bir de kahramanımız olacak. Adı Cessas. Kurgu kısmında yardımcı olacak.
Lütfen ayarlarınızla oynamayınız.
Uyarılarımı da yaptığıma göre, günah benden gitti;
Tarihin tozlu ama bir o kadar da gizemli sayfalarında ilginç bir gezintiye ne dersiniz ?
Hani bize, böyle oldu, böyle bilin, dedikleri tarihin esrarlı dünyasında, soru işaretleri ile dolu ama sorgulamadığımız bir sayfasına uzanalım.
Bakalım, herşeyin gayet net olduğunu düşünürken, acaba? soruları uçuşacak mı ?
Hadi başlayalım ;
İlkokul sıralarında öğrenmeye başladığımız ve neredeye herkesin tanıdığı, bildiği bir kişilik,
Kristof Kolomb.
Peki kimdir ?
Kristof Kolomb (Portekizce: Cristóvão Colombo, İtalyanca: Cristoforo Colombo, İspanyolca: Cristóbal Colón, Latince: Christopher Columbus)
Cenovalı kaşif, Gezgin.
Her ne kadar ne yaptıklarından bihaber, 11.yüzyılda vikingler ilk ulaşmış olsada, tarihe Amerika kıtasının kaşifi olarak geçmiştir.
1451 Cenova doğumludur.
Yoksul bir dokumacanın oğludur.
Katolik Hristiyandır. Katolik kralların himayesinde idi.
İtalyanca (ceneviz), ispanyolca, Portekizce, Latince, Yunanca konuşuyordu.
Bir çok ülkenin desteğini istemiş olsada (Belli bir tarihten önce), İspanyollar adına Hindistanı bulmak için yola çıkmıştır.
Nasıl ? Zaten biliyorsunuz değil mi ?
Ansiklopedik bilgi bu yönde. Kitaplar, kim kimdir yazıları, Google, bu ve benzer bilgilerle doludur. Hepsi üç aşağı beş yukarı birbirini teyid eder.
Peki ya size deseydim ki ;
Kristof Kolomb 'isimli' bir kaşif hiç olmadı,
Diğer isimleri, ülkelere göre söylenişi değil yada gördüğümüz ama hiç sorgulamadığımız tamamen farklı tarih ve yerler ile bağlantılı takma isimlerdir, üstelik bazıları gönderme içerir,
Amerikayı (Vikingleri saymazsak) ilk keşfeden o değildi,
Cenovalı değildir,
Dokumacının oğlu değildir,
Hristiyan değildir,
Aslında İspanyollar ona kişiye şans eseri destek vermemişler, aksine bir komploya kurban gitmişlerdir.
Ne derdiniz ?
Konu Amerika ve Brezilya olunca aynen o ülkelerin dizileri gibi bende parça parça yazacağım 
Devam edecek...
Ohh be..
SM-G920F cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Çok heyecanlandım,çok teşekkürler. Umarım Americo Vespucci yalanlarına kadar uzanırsınız :)xx :)
-
Ola grand capitan C:-)
Me alegro de que escribiste :)xx :)xx
-
Kayıkevine misafir olabileğiz artık..Çok sevindim.
-
Çok heyecanlandım,çok teşekkürler. Umarım Americo Vespucci yalanlarına kadar uzanırsınız :)xx :)
Umarım, hep beraber, tarihin bu yanıltıcı sayfalarının altından bir nebze gerçeklere ulaşırız.
Lütfen herkes, bilgisi dahilinde katkıda bulunsun. Yeni bir şeyler öğrenelim.
Ola grand capitan C:-)
Me alegro de que escribiste :)xx :)xx
Mio caro amico, grazie
Kayıkevine misafir olabileğiz artık..Çok sevindim.
Hepimiz hancıyız abi, ne misafirliği.
-
Hepinizin malumudur. Amerika bir çok konuda eleştirilebilir ve hatta tartışılabilir olmasına rağmen, yaptığı araştırmalar, destek verdiği kurum ve enstitülerin <altından hep gizli bir ajanda çıksa bile> sayısı küçümsenmemesi gereken miktardadır. Bu araştırmalardan birisi Amerikanın keşfidir. Bir çok kuruluş bunu en ince ayrıntısına kadar araştırmış ve düzenli olarak da kutlamalarla unutturmazlar.
Bir tarih enstitüsü, aynı şekilde Brezilyanın keşfi üzerine bir çalışma başlatır. Çünkü, Portekizli kaşif Pedro Alvares Cabral, Brezilya'yı kazara mı buldu yoksa ne yaptığını biliyor muydu? emin değillerdir. Tarihçiler, Portekizlilerin Brezilya'nın varlığından haberdar olduğunu ve Cabral'ın sadece bir formaliteyi yerine getirdiğinden kuşkulanıyor.
Baştan kabul etmemiz gereken bir nokta var ki, Portekiz'in tarih sayfalarında geçtiğinden çok daha fazla bir yeri vardır, tarihin ve o günün getirdiği zorlukların akışını değiştiren stratejik hamleler yaptığını ilerleyen zamanda göreceğiz. Günümüzde ortaya çıkan bir diğer gerçek ise çok iyi denizciler olan Portekizlilerin bir çok keşfi sır olarak saklamak gibi o zamanın şartlarına uygun bir politika izliyor olmasıdır.
Diğer ülkelere göre daha küçük ve daha sınırlı kaynaklara sahip bir ülke, diğerlerinin arasında yükselebilmesi ve yer edinebilmesi için bilginin dolaşıma girmemesi, Portekizin işine geliyordu. Kendileri için stratejik bir konum elde etmenin en önemli parçası olduğunu düşünüyorlardı.
Çünkü o sıralarda her bir ülke yaptıklarını titizlikle kayıt altına alıyor, okuyanlar yada kopyaları ile ve tabii ki halka açıklanan şekliyle, limanlardan sözlü olarak çabuk bir şekilde yayılıyor bu sayede hak sahibi olduğu tüm dünyaya duyuruluyordu.
İşte tam da bu sebeplerden dolayı tarihciler biliyor ki, sır olarak saklanması gerekenler yüzünden hazırlanan yanıltıcı belgeler ve hak sahibi olmak için diğer ülkelerle yarışan krallıklar, bunu da ünvan, şöhret ve servet isteyen üst düzey görevli ve yetkilileri de ekleyince ortaya çok fazla sayıda yanıltıcı belge ve olaylar örgüsü olduğu günümüz teknolojisi, yaş testleri, kağıt testleri gibi laboratuar destekli bilgi ile o zamanlar binlerce mil uzakta olan ülkelerin tarihi kayıtlarını bilgisayar programları ile karşılaştırıp onlarca uzman bir araya gelince, tarihin hiçte yazıldığı yada anlatıldığı gibi olmayabileceği ortaya çıkıyor.
İşte bu gerçekler ışığında araştırmacılar, 20 yıl öncesinde başlayan lakin 10 yıl öncesinde hızlanan hatta gerçeği ortaya çıkarma yarışına dönen, kıta keşifi ve Brezilya hakkında araştırmalar içinde kaybolmuşken ortaya çıkan, birbirini tetikleyen olaylar hiç beklenmeyen noktalara götürdü araştırmacıları.
İşte bu araştırmalar sürerken bu konuda çalışan ve değerli bilgilere sahip lakin hakkın rahmetine kavuşmuş bir profesörün notları arasından bir kağıt bulunur. Kağıtta, Moloc Ninundia Omatoos yazıyordu. Ne olduğu anlaşılmayan, hangi dilde olduğu bile belli olmayan bir cümle idi bu. sonradan bunun şifrelenmiş bir mesaj olduğu düşünüldü. Ve üzerinde çalışıldı.
Örneğin, Moloc.
Moloc, antik dinlerde bir tanrının adı idi. Moloc, Moloch yada Molek olarak çeşitli kaynaklarda adı geçiyor. sami dillerinde kral demek, Yahudiler, ibrani Molek'i yaratmak için Melech kelimesini kullandılar. Portekizce de kullanımı Moloc olarak daha yaygındır.
Molek oldukça zalim bir tanrıydı. Moab, Kenan, sur ve Kartaca halklarının taptığı, ilk doğan çucukların yakılarak kurban verildiği bir tanrı. Örneğin, eski ahitte Tanri, Musa peygamber aracılığı ile bunu yasaklamış, ve İsrail halkına, aranızdan kim ki Molek'e çocuğunu kurban verir, ülke halkı tarafından taşlanarak öldürülecek der. Gerçi bu yasak defaatle delinmiştir, üstelik eski ahitin kendisinde bile.
Bu şifreye biraz bakalım, Brezilyanın keşfi ile ilgili Fracanzano da Montalboddo'nun 1507' de yazdığı Paesi novamente retrovati et nova mondo kitabı tarihte Brezilya ile ilgili yazılmış ilk kitaptır. Waldseemüller'in Cosmographiae'sinde ise yine bilinen ilk haritaları mevcuttur, araştırmak isteyenler bu kitaplara bakabilirler diye araya bir de not ekleyeyim.
devam edecek.....
-
Moloc Ninundia Omatoss
Ninundia ve Omatoss kelimeleri hakkında hiç kimsenin bir fikri yoktu. Profesörün notları arasında çıkan ilk bakışta hiç bir anlam ifade etmeyen üçer kelimeden oluşmuş, kelimeleri oluşturan harfler arasında birbirine giden oklar vardı.
(https://i.hizliresim.com/2ab9MA.jpg) (https://hizliresim.com/2ab9MA)
Bunun bir anahtar olabileceğini düşünen kahramanımız Cessas, ( En sonunda sahneye teşrif etti) kelimeler üzerinde bu anahtarı kullanmaya başladı.
Ve voilaaa.
Moloc = Colom oluyordu.
Ninundia Omatoss ise,
(https://i.hizliresim.com/dBR7qp.jpg) (https://hizliresim.com/dBR7qp)
Nominasuntodioa
Kelimeye ilk baktığında anlamsız gözükse de, doğru yerleri boşluklar ile ayırınca karşına çıkan
Nomina sunt Odiosa
Yani Ovidius'dan bir alıntı idi. ( Ovidius, Roma imparatoru tarafında yaptıkları/yazdıkları yüzünden sürgüne gönderilen şairdir)
Biraz şifreye ara verelim ve elimizde ki bilgileri toparlayalım.
İlk keşifler çağında Portekiz’in gizlilik politikası yürüttüğünü biliyoruz. Elde edilen bilgiler, bir çok deniz seferini gizlilşk içinde yürüttüğünü ve kayıt altına almaktan imtina ettiği yönünde. Örneğin o zamanın Portekiz kayıtlarına bakıldığında, Bartolomeu Dias'ın Ümit Burnu'nu dolandığını ve Atlantik'ten Hint Okyanusu'na geçtiğini yazmaz. Dias döndüğü zaman Lizbon' da Kristof Kolomb'la karşılaşınca Kolomb onun bu başarı hikayesini dünyaya yaydı. Eğer Dias Portekiz'e vardığında Kolomb orada olmamış olsaydı Dias'ın keşifleri sonsuza kadar saklı kalabilirdi. Vasco da Gama'nın Ümit Burnu'nu dolaşan ilk kişi olduğunu sanabilirdik.
Bu bize, Portekiz tarihi, gün ışığına çıkmamış, Kristof Kolomb'larla karşılaşacak kadar şanslı olmayan Bartolomeu Diaz'larla dolu olabileceğini gösterir işaretlerden sadece bir tanesidir.
Bunların hepsi bu gizlilik politikasının seçici bir şekilde uygulandığını gösteriyor. Devletin çıkarlarını korumak için Portekiz'in birçok önemli keşfi gizli tuttuğu u götürmez bir gerçek.
Bu da araştırmacıları, Brezilyanın keşfine getiriyor.
Resmi belgelere göre Brezilya 1500 yılının 22 Nisan'ında Pedro Alvares Cabral'in filosu tarafından Hindistan'a giderken keşfedilmişti. Fırtına yüzünden yollarından sapınca karşılarına büyük, yuvarlak bir dağ çıkmış, onlar da bu dağa Monte Pascoal adını vermişlerdi. Brezilya'nın kıyısına varmışlardı aslında. Filo orada on gün boyunca kaldı. Yeni keşfettikleri kara parçasına Ilha de Santa Cruz ismini vererek onun hakkında bilgi topladılar, erzaklarını tazeleyip yerlilerle temas kurdular. 2 Mayıs'ta filo Hindistan'a doğru yola çıktıysa da küçük erzak gemilerinden biri Gaspar de Lemos'un yönetiminde Lizbon'a geri döndü. Gemide keşif hakkında Kral Manuel'e bilgi veren yirmi kadar mektup vardı. Bu mektupların arasında geminin memuru Pero Vaz de Caminha tarafından yazılmış muhteşem bir rapor da bulunuyordu.
Yani ;
Keşfin kazara yapılmadığı gösteren belirtilerden ilki Cabral'ın filosunda küçük bir erzak gemisi olması. Bu gemi Lizbon' dan Hindistan'a kadar sürecek yolculuğa dayanamayacak kadar narindi.
Gemicilik hakkında en ufak bilgisi olan birisi bu geminin o kadar yol gidemeyeceğini bilirdi, özellikle de gemiciler tarafından Fırtına Burnu adı verilen Ümit Burnu'nun tehlikeli sularından geçemeyeceğini. Portekizliler dünya üzerindeki en iyi denizcilerdi. O zaman neden büyük gemilerden oluşan bir filoya böylesine küçük bir gemiyi katmışlardı?
Mantıklı tek bir açıklama var. Daha yolculuğa çıkmadan bu geminin bütün yolu gitmeyeceğini biliyorlardı. Lizbon'a tekrar geri dönmeden önce Hindistan'a kadar olan yolun üçte birini gidip geri dönerek yeni kara parçasının keşif haberini başkente götüreceğinden haberdarlardı. Bir başka deyişle, daha yola çıkmadan orada bir toprak parçası olduğunu biliyorlardı. O yüzden küçük gemiyi filoya katmışlardı.
Bir varsayım mıdır ? evet. Ama son derce mantıklıdır.
ilginç olan ise, gemi Lizbon'a vardıktan sonra gemiciler ve saray Brezilya'nın keşfini kimseye yaymadı, ta ki Cabral'ın bütün filosu dönene kadar. Bu bütün operasyonun önceden planlandığına işaret eden çok sıra dışı bir olay olduğu konunda sanırım herkes hem fikirdir.
Tam da burada başka bir bulgu devreye giriyor. Kimliği bilinmeyen Portekizli bir kartograf tarafından Alberto Cantino'nun, Ferrara Dük'ü Hercules d'Este için yaptırdığı bir metreye iki metre bir haritadan ortaya çıkıyor. Kartografın ismini kimse bilmediği için şu anda İtalya Modena' daki bir kütüphanede duran bu devasa harita Cantino'nun haritası olarak bilinir. 1502 yılının 19 Kasım'ında yazdığı bir mektupta Cantino, kartografının haritayı çizerken resmi haritaları gizlice kopyaladığı bilgisini veriyor. Bu haritanın önemi Brezilya kıyısının önemli bir kısmını detaylı olarak resmetmesi.
Şimdi hesaplamalara başlayalım
Devam edecek…
-
Harita en geç 1502 yılının Kasım ayında Cantino'nun eline geçti. Bu da gösteriyor ki Cabral'ın keşfi ile haritanın İtalya'ya varması arasında iki yıldan biraz fazla bir süre var.
Kahramanımız Cessas bir işe yarasın ve bize yardım etsin. Bir kağıda yatay bir çizgi çizsin, soluna Cabral Nisan 1500, sağına ise, Cantina Kasım 1502 yazsın.
Sorun şu ki Cabral hiçbir zaman Brezilya kıyısının hatlarını detaylı bir şekilde çizmemişti. O yüzden bu haritanın yapılması sonraki keşifler sayesinde mümkün olmuştur.
Brezilya'ya ikinci resmi Portekiz seferiyse Joiio da Nova tarafından 1501 yılının Nisan ayında yapıldı, harita Cantino'ya ulaşmadan yaklaşık bir yıl önce. Fakat aklınızda bulunsun, Joao da Nova yolculuğu özellikle Brezilya kıyılarını incelemek için yapmadı. Cabral gibi Hindistan'a gittiği için kıyıların şeklini çizmeye vakti yoktu.
Hem Lizbon'a 1502 yılının ortalarına kadar dönmedi.
O yüzden Cantino'nun haritası için gerekli olan bilgi üçüncü seferle sağlanmış gibi görünüyor.
Bu sefer gerçekten Lizbon' dan Brezilya kıyısını incelemek ve oraları keşfetmek için çıkan bir filo vardı. Gonçalo Coelho'nun seferiydi bu. Filo Lizbon' dan Mayıs 1501' de çıkmıştı ve mürettebattakilerden biri Amerika kıtalarına ismini veren Floransalı seyir zabiti Amerigo Vespucci'ydi. Filo Brezilya'ya ağustos ortalarında vardı; bir yıldan uzunca bir süre kıyıları keşfe çıktılar. Büyük bir koy keşfedip oraya Rio de Janeiro ismini verdikten sonra Cananeia'ya kadar yollarına devam edip sonra Portekiz'e döndüler. Filonun üç karavelası Lizbon Limanı'na 22 Haziran 1502' de girdi.
Cessas, Cantino, Kasım 1502 yazdığı yerin üçte ikisine kadar gelerek, kağıda Gonçalo Coelho, Haziran 1502, yazsın.
Dananın kuyruğunun koptuğu yer burası, Hazirandan Kasıma kadar olan dört aylık süre zarfında Lizbon'un devlet için çalışan kartograflarının Gonçalo Coelho tarafından sağlanan bilgiyle haritalar çizmesi ve de Cantino tarafından tutulan kimliği belirsiz hain Portekizli kartografın bu haritaları kopyalayarak gizlice çizdiği haritayı el altından İtalya'ya gönderebilmesi mümkün mü?
Bu 4 ayda mümkün görünmüyor lakin akla şöyle bir soru geliyor, Alberto Cantino, o zamanda bilinmeyen detayları olan -eğer resmi kayıtlara güvenirsek- bir Portekiz haritasını nasıl satın alabildi? Bu bilgi nereden geldi ?
Sadece tek bir açıklaması var bu durumun. Cantino'nun haritası Brezilya'ya yapılan dört resmi seferle elde edilen bilgilere dayanarak çizilmemişti. Cabral'ın seferinden önce yapılan ve tarihe geçmemiş, Portekiz'in, yapılan keşiflere dair bilgileri gizleme politikası yüzünden hiçbir zaman ortaya çıkmamış seferlerin bilgileri kullanılarak çizilmişti.
Yine de tedbiri elden bırakmadan ve teorilere kapılmadan bunun 4 ayda çok ama çok zor olduğunu kabul etmekle birlikte imkansız dememek, araştırmaya devam etmek gerektiğini de bilmek lazım.
Bir diğer ilginç bilgi ise, yine farklı kaynakların karşılaştırılması sırasında ortaya çıkar.
Fransız Jean de Lery 1556' dan 1558'e kadar Brezilya' da bulunmuş. Orada en uzun süredir bulunan yerleşimcilere konuştuğunda yerleşimciler Brezilya'nın varlığının yaklaşık seksen yıl önceden beri Portekizliler tarafından bilindiğini söylemiş. Yaklaşık seksen yıl tabirini yetmiş beş ya da yetmiş altı yıl olarak düşünsek bile 1500' den daha önce bir tarih elde ediyoruz.
Aynı zamanda şu an Venezuela olarak bilinen Kastilya topraklarına izinsiz ayak bastığı için İspanyollar tarafından gözaltına alınmış Portekizli Estevao Frôis'in yazdığı bir mektup da var.
Mektubun tarihi 1514 ve Kral Manuel'e yazılmış. Mektupta toprakları işgal etmediğini söylemiş ve 'Ekselanslarının toprakları yirmi yıl yıl önce Lizbon'un komşusu Porta da Luz'lu Joao Coelho tarafından keşfedilmişti,' diye yazmış.
Hesaplayalım, 1514 eksi yirmi bir ... 1493.
Tekrar 1500'lerden önce bir tarih veriyor bize.
Daha da ilginç olan ise bilinen ve ortaya çıkan mektuplar sayesinde Brezilyanın Cabral'dan önce bilindiğine dair dört büyük kaşif var.
İspanyol Alonso de Ojeda' dan başlayabiliriz. Amerigo Vespucci ile beraber Haziran 1499' da büyük ihtimalle Guyana civarlarında ilk defa Güney Amerika'yı gördü. Sonra Haziran
1500' de bir başka İspanyol, Vicente Pinzôn, Cabral' dan üç ay önce Brezilya kıyılarına ulaştı.
Üçüncü kişi Duarte Pacheco Pereira, çağın büyük kaşiflerinden biri ama halkın çoğunluğu onu bilmez. Bir kaşif olmasının yanı sıra önemli bir asker ve bilim insanıydı. Bir dereceye denk düşen deniz millerini en hassas şekilde o bulmuş, yeterli aletler olmadan uzaklığı en iyi o hesaplamıştı. Pereira aynı zamanda yaşadığı dönemin en gizemli metinlerinden birini yazmıştı. Principio do Esmeraldo de Situ Orbis.
Esmeraldo'nun bir yerinde Kral Manuel'in onu 'batıyı keşfetmeye' yolladığını, kendisinin de gittiğini ve 'bin dört yüz doksan sekiz' de birçok adası olan büyük bir kara parçası bulundu ve keşfedildi,' yazmış.
Yani başka bir deyişle 1498' de başka bir Portekizli kaşif Avrupa'nın batısındaki kara parçasını keşfetti. Hem de Cabraldan iki yıl önce.
Ve 4. kaşif. Kolomb. Evet evet bizim Kolomb. Kolomb, Amerika kıtalarının ilk keşif yolculuğundan döndükten sonra Kral II. Joao'yla konuşmak için Lizbon'da durdu.
Sohbetlerinde Portekiz Kralı, Kolomb'a gittiği yerin güneyinde başka topraklar da olduğunu söylemiş. Haritaya bakarsak Güney Amerika'nın Karayipler'in tam güneyinde olduğunu görürüz. Bu görüşme 1493'te gerçekleşmiş. Demek ki ta o zamanlardan Portekizliler Brezilya'nın varlığını biliyorlardı.
Peki bunu nerden biliyoruz, Kolomb'un Yeni Dünya'ya yaptığı yolculukların üçüncüsünde Bartolome de Las Casas şöyle yazmış ;
'Amiral, Portekiz Kralı Joao'nun sahip olduğu yerleri görmek için güneye gitmek istiyor, orada değerli şeyler ve topraklar bulacağından emin.
Devam edecek...
-
Viya böyle, kış geldi dükkan sahipsiz kalmasın.
-
Bir kaç yerde daha okumuştum, öncesin de Güney Amerika'nın keşfinden bahsedildiğini. Ne kadar heyecan verici olsa gerek bilinmeze yolculuk.
-
Yeniden hoş geldin Kaan. BU köşe kıymetli. İyi bak.
-
Baştan belirteyim tarihten hoşlanmıyorsanız, ucu açık akıl yürütme gerektiren olaylar zincirlerini takip etmek size göre değilse hiç başlamayın. Çünkü bu yazacaklarım, belgelerle desteklenmiş olsa bile, bol miktarda yorum, akıl yürütme ve birazda kurgu içerir. J.R. Dossantos kitabının yorumlanması, tekrar anlatımı yada belgesel kıvamındadır. Ara ara ana konudan uzaklaşıp, farklı ilginç bilgilerde yine bu anlatıda olacaktır. Okuma parçası gözüyle bakılır. Bu yüzden edebi yönü yoktur. Bir tür beyin fırtınası, tarih, kurgu, kitap satırları ve yorumlama diyebiliriz.
Okuyacağınız satırlarda, tarih, kurgu, gerçek, belgelenmiş tarih, belgelenmiş ama sahte tarih, komplo teorileri, şüphe, birbirinin içine geçecektir.
Bu yolculukta bir de kahramanımız olacak. Adı Cessas. Kurgu kısmında yardımcı olacak.
Lütfen ayarlarınızla oynamayınız.
Uyarılarımı da yaptığıma göre, günah benden gitti;
[/i]
Bu kısmı tekrar hatırlatmakta fayda var. Yazılanların içerisinde en başta belirttiğim üzere, Dos santos'un, ki çok severek okuduğum bir yazardır, kitabından, onun yaptığı, gerçek belgelere dayalı bir araştırmanın, kaleme alınmış halidir. Kayıvevi'nde, 100 yıl önce yazılmış kitaplardan da, günümüz yazılarından da, mitoloji ve efanelere kadar bir çok konu işlenmiştir. Elbette ki, çok uzun alıntılar forum için problemdir. Bu yüzden, kitabın içinde ki kurgu ve araştırma, akıl yürütmeler, farklı kurgular ile harmanlanıp, foruma problem olmayacak düzeye indirilmiştir. Okuma parçası halinde, alıntı ve kurgular birbirinin içerisinde işlenmiştir.
Olay hakkında elbette ki bilginiz olması muhtemeldir. Vurgulanan olay değil, olayın farklı bir bakış açısı ile ayrıntıları, üstelik, tamamen gerçek belgeler üzerinden yapılan bir araştırmadır, ki bu sebeple seçtim. Üstelik bir araştırma, kitap yazarı tarafından farklı mekanları kullandığı için, seyahatlerimizde gidip gördüğümüz ama tarihçi gözüyle bakmadığımız için kaçırdığımız ayrıntıları, bir tarihçi gözünden anlama fırsatı buluyoruz.
Farklı bakış açıları ve farklı kaynaklarla desteklenmesi, hatta konu hakkında sizlerin okuduğunuz bildiğiniz şeyleri paylaşmanız, belki de daha önce hiç karşılaşmadığımız bir noktaya temas edebilecektir.
Küçüklüğüm bir dergâhın karşısında geçti. Orada biz mahalle çocuklarına bir şey öğrettiler. Her gün, kendin için dua edebilirsin ama en güzeli bir başkasının derdi için dua etmektir.
Ben de bugün, yüzümde buruk, acı bir gülümseme ile çok üzüldüğüm fıtrat'ı bozuk insanlara şifa ve selamet diliyorum. Ellerinde olmadığını, yaradılışları olduğunu biliyorum ama yinede de onların adına üzülmekten kendimi alıkoyamıyorum.
-
Yeniden hoş geldin Kaan. BU köşe kıymetli. İyi bak.
Bir yere gitmedim ki, baykuş gibi öyle bir kenardan seyrediyorum ;D
-
Kaldığımız yerden devam edelim
O zaman soru şu ;
Eğer Portekizliler Güney Amerika'nın varlığını önceden biliyorlarsa neden keşiflerini resmi hale getirmek için bu kadar beklediler? Neden daha önce değil de 1500' de bunu yaptılar?
Şu ana kadar elimizde ki verilerden şüphe uyandırmamak için, diye cevap verebiliriz. Portekizliler bütün stratejik bilgilerin saklanması gerektiğine inanıyorlardı. Kralları bu keşfedilen toprakların istenmeyen bir şekilde ilgi çekeceğini, aç gözlülükle insanların oraya hücum edeceğini biliyordu. Eğer diğer Avrupa ülkeleri bu toprakların varlığını bilmezse oraların keşfi için Portekizlilerle rekabet edemezlerdi.
Bu da yeni bir soru doğuruyor, ne oldu da fikirlerini değiştirip 1500 de açıkladılar ?
Muhtemel cevabı ; Kastilyalı İspanyollar yüzünden. 1499' da Ojeda, 1500' de
de Pinzon Güney Amerika kıyılarında dolanmaya başlayınca Portekiz için daha fazla sessiz kalmanın anlamı kalmamıştı, yoksa Portekizlilerin daha önce keşfettiği topraklara Kastilyalılar
sahip çıkıp oralara el koymaya çalışabilirlerdi. O yüzden Brezilya'nın keşfi resmi hale getirildi.
Bu da bizi çok önemli bir noktaya getiriyor ;
Tordesillas Antlaşması'na. Vatikan tarafından dünyanın yarısının Portekiz'e yarısının da İspanya'ya verilmesi hakkında yapılan anlaşma.
Bir anlamda küreselleşmeyi tarihte ilk defa bu antlaşmada gördüğümüzü söyleyebiliriz.
Bir anlamda iki süper güç arasında dünyayı bölüşmek doğru gelmiş onlara, çünkü Akdeniz'de kesin bir Osmanlı ve beraber çalıştığı Venedik hakimiyeti olsada, kendi çizdikleri alanların dışına çıkmamaları üstelik isteklide olmamaları dünyanın geri kalanı için isimlerinin geçmemesi için yeterliydi.
Müzakere aşamalarında iki ülkenin de kendine özel avantajları vardı. Portekizliler seyrüsefer teknolojilerinde, silahta ve deniz keşiflerinde üstünlerdi ama İspanyolların elinde daha değişik bir koz vardı. O zamanın papası İspanyol' du. Tıpkı bir futbol maçı gibiydi bu durum. Portekizliler en iyi oyunculara ve en iyi koça sahiplerdi fakat hakem sürekli İspanyollar lehine gereksiz penaltılar veriyordu sanki. Portekizliler çoktan Afrika'nın kıyılarını dolanıp Atlantik'te istedikleri gibi yolculuk yapabilirken, İspanyollar sadece Kanarya Adaları'nı kontrol ediyorlardı. Bu durum 1479' da Alcaçovas Antlaşması'yla resmiyete bağlandı. Antlaşmaya göre Kastilya, Portekiz'in Afrika kıyılarında ve Atlantik adalarındaki otoritesini kabul edecek, buna karşılık olarak da Portekiz Kanarya Adaları'nda İspanya'nın hakimiyetini kabul edecekti. Fakat sonraki yıl Toledo' da imzalanan bu anlaşma Batı Atlantik'i kapsamıyordu, bu yüzden Kristof Kolomb ilk keşif seferinden döndükten sonra bu sorun baş verdi. Antlaşmanın hiçbir maddesi bu yeni toprak parçalarından bahsetmediği için yeni bir anlaşmaya gerek duyulduğu ortaya çıkmıştı.
Tordesillas Antlaşması.
Lizbon, Kanarya Adaları'ndan dünyayı ikiye bölen bir çizgi çekilmesini, çizginin üzerindeki yerlerin Kastilya'ya güneyindekilerin ise Portekiz'e bırakılmasını teklif etti. Fakat zamanın papası VI. Alexander 1493'te iki papalık fetvası vererek Azorlar ve Yeşil Burun Adaları'nın 550 kilometre batısından geçen bir meridyen çizgisinden bölüm yapılmasını belirtti. Portekizliler bu durumdan pek de memnun kalmamışlardı, çizginin 2000 kilometre kadar Yeşil Burun Adaları'nın batısına çekilmesini istediler. Papa ve Kastilya bu isteğe herhangi bir itirazda bulunmak için sebep göremediklerinden kabul ettiler. Bu olay bir şeyi ortaya çıkarıyor.
Cessas bize bir Dünya haritası çizsin, Afrika, Avrupa ve iki Amerika kıtası görünsün. Afrika ve Güney Amerika arasından bir çizgi çekip altına 550 yazsın.
Papa ve Kastilyalılar bunu teklif etmişlerdi. Yeşil Burun Adaları'nın 550 kilometre batısı.
Sonra daha da sol tarafa bir çizgi daha çeksin. Bu çizgi Güney Amerika' dan geçsin. Altına 2000 yazsın. Bu da Portekizlilerin istediği çizgi. Yeşil Burun Adaları'nın 2000 kilometre batısı.
Bu iki çizgi arasında ki fark nedir ?
Cessas bağırdı ;
Birincisi sadece okyanustan geçiyor. İkincisi ise bir kara parçasından geçiyor.
Evet dostum doğru. Ama hangi kara parçası ? Elbette ki Brezilya!
Peki buyrun yeni soru ;
Portekizliler neden bu ikinci çizgi hakkında bu kadar ısrar etmişlerdir?
Bir dakika bir dakika dedi Cessas; Brezilya 1494'te daha keşfedilmemişse
Portekizliler nasıl oluyor da orada bir kara parçası olduğunu biliyorlar?
Evet dostum. Aynen öyle. Nereden bilebilirler ki ?
Devam edecek....
-
Baştan belirteyim tarihten hoşlanmıyorsanız, ucu açık akıl yürütme gerektiren olaylar zincirlerini takip etmek size göre değilse hiç başlamayın. Çünkü bu yazacaklarım, belgelerle desteklenmiş olsa bile, bol miktarda yorum, akıl yürütme ve birazda kurgu içerir. J.R. Dossantos kitabının yorumlanması, tekrar anlatımı yada belgesel kıvamındadır. Ara ara ana konudan uzaklaşıp, farklı ilginç bilgilerde yine bu anlatıda olacaktır. Okuma parçası gözüyle bakılır. Bu yüzden edebi yönü yoktur. Bir tür beyin fırtınası, tarih, kurgu, kitap satırları ve yorumlama diyebiliriz.
Okuyacağınız satırlarda, tarih, kurgu, gerçek, belgelenmiş tarih, belgelenmiş ama sahte tarih, komplo teorileri, şüphe, birbirinin içine geçecektir.
Bu yolculukta bir de kahramanımız olacak. Adı Cessas. Kurgu kısmında yardımcı olacak.
Lütfen ayarlarınızla oynamayınız.
Uyarılarımı da yaptığıma göre, günah benden gitti;
[/i]
Bu kısmı tekrar hatırlatmakta fayda var. Yazılanların içerisinde en başta belirttiğim üzere, Dos santos'un, ki çok severek okuduğum bir yazardır, kitabından, onun yaptığı, gerçek belgelere dayalı bir araştırmanın, kaleme alınmış halidir. Kayıvevi'nde, 100 yıl önce yazılmış kitaplardan da, günümüz yazılarından da, mitoloji ve efanelere kadar bir çok konu işlenmiştir. Elbette ki, çok uzun alıntılar forum için problemdir. Bu yüzden, kitabın içinde ki kurgu ve araştırma, akıl yürütmeler, farklı kurgular ile harmanlanıp, foruma problem olmayacak düzeye indirilmiştir. Okuma parçası halinde, alıntı ve kurgular birbirinin içerisinde işlenmiştir.
Olay hakkında elbette ki bilginiz olması muhtemeldir. Vurgulanan olay değil, olayın farklı bir bakış açısı ile ayrıntıları, üstelik, tamamen gerçek belgeler üzerinden yapılan bir araştırmadır, ki bu sebeple seçtim. Üstelik bir araştırma, kitap yazarı tarafından farklı mekanları kullandığı için, seyahatlerimizde gidip gördüğümüz ama tarihçi gözüyle bakmadığımız için kaçırdığımız ayrıntıları, bir tarihçi gözünden anlama fırsatı buluyoruz.
Farklı bakış açıları ve farklı kaynaklarla desteklenmesi, hatta konu hakkında sizlerin okuduğunuz bildiğiniz şeyleri paylaşmanız, belki de daha önce hiç karşılaşmadığımız bir noktaya temas edebilecektir.
Küçüklüğüm bir dergâhın karşısında geçti. Orada biz mahalle çocuklarına bir şey öğrettiler. Her gün, kendin için dua edebilirsin ama en güzeli bir başkasının derdi için dua etmektir.
Ben de bugün, yüzümde buruk, acı bir gülümseme ile çok üzüldüğüm fıtrat'ı bozuk insanlara şifa ve selamet diliyorum. Ellerinde olmadığını, yaradılışları olduğunu biliyorum ama yinede de onların adına üzülmekten kendimi alıkoyamıyorum.
Ben bile sıkılmadan okuyabiliyorum. ;)
Hayret ki ne hayret bir durum. ;D
Ama maalesef katkım olabileceğini düşünemiyorum. :-[
Son zamanlarda tebokan kullanmama rağmen unutkanlık hat safhada. :'(
-
Lizbon’da Jeranimos manastırı vardır. Portekiz keşiflerine adanmış bir yerdir. sütunlarında bile denizci halatları işlenmiştir. Balık, enginar, tropikal bitkiler ve hatta çay yaprağı. Tüm keşif gezilerinin izleri. Üstelik manastırın finansı, dünyanın her yerinden gelen gemilerde ki altın, değerli taşlar ve baharatlara uygulanan vergilerle sağlanıyordu. Portekizin meşhur biber vergisi budur.
Burada iki tane önemli lahit bulunur biri, Vasco da Gama ve diğeri Camoes. Oysa gerçekte Vaco da gama’nın bir kısm kemikleri gerçekten burada olsada Camoes kesinlikle burada değildir.
Aynı sevilla’da ki kolomb lahdinde kemiklerinin olmama ihtimalinin çok yüksek olduğu söyleyen tarihçilerin olduğu gibi.
Neyse, biz Kolomb'a dönelim.
Bildiğimiz üzere üzere Atlantik'te sefere çıkmak için on yıl kadar okyanusu inceledi. Madeira' da yaşadı. Porto Santo adasının ilk valisi ve aynı zamanda bir kaşif olan Bartolomeu Perestrello'nun kızı Filipa Moniz Perestrelo'yla evlendi.
O zamanlar Portekiz, bir çok konuda dünyadaki en gelişmiş ülkeydi. En iyi gemiler, en hassas aletler, en iyi silahlar ve en iyi yetişmiş elemanlar ondaydı. Portekiz monarşisinin planı Hindistan'a giden bir yol bularak Asya'yla olan baharat ticaretindeki Venedik tekelini yıkmaktı. Venedikliler Osmanlı İmparatorluğu'yla kapitülasyon anlaşmaları imzaladığı için ve bu anlaşmalardan sadece kendileri yararlandıkları için diğer İtalyan şehir devletleri, Cenevizliler ve Floransalılar, Portekizlilerin bu keşiflerini destekliyorlardı.
Bu bağlamda 1483'te Cenevizli Kolomb, Kral II. Joao'ya Afrika' dan dolanmak yerine Hindistan'a varana kadar batıya gideceğini söyledi. Sonuçta dünya yuvarlaktı. Portekiz Kralı dünyanın yuvarlak olduğunu biliyordu ama dünyanın Kolomb'un düşündüğünden daha büyük olduğunun da farkındaydı. Ayrıca yolculuğun Kolomb'un düşündüğünden daha uzun süreceğini de biliyordu. Şimdi onun haklı olduğunu biliyoruz. Hem Portekiz Kralı'ndan ilgi göremeyince hem de Portekizli karısı ölünce Kolomb, İspanya'ya gidip hizmetini Katolik Krallar'a sunmaya karar verdi.
O zamanlar İspanya, Kastilya Kraliçesi Isabel ve Aragon Kralı Fernando tarafından yönetildiği için iki krallık birleşmişti. Ülke, Arapları İber Yarımadası'ndan atmak için askeri seferler düzenliyordu o zamanlar. Kolomb, Dominik rahiplerinden oluşan bir komiteye projesini sunduğunda bu sözüm ona çok erdemli adamlar dört yıl düşündükten sonra Kolomb'un yolcuğunun gereksiz olduğunu söyleyip reddettiler. Çünkü onlara göre dünya düzdü. 1488' de Kolomb tekrar Portekiz'e dönünce karşısında daha anlayışlı bir hale gelmiş Kral il. Joao'yı buldu ve teklifini yineledi. "Lizbon' dayken Kolomb, Bartolomeu Dias'ın gelişine tanık oldu. Diaz, Ümit Burnu'ndan dolanarak Atlantik'ten Hint Okyanusu'na
bir yol bulmuş ve Hindistan'a uzanan ticaret yolunu keşfetmişti. Doğal olarak da Kolomb'un projesi tekrar çöpe atılmıştı. "Hayal kırıklığına uğramış bir şekilde Kolomb tekrar İspanyaya dönüp Beatriz de Arana'yla evlendi. 1492' de Araplar Granada'yı teslim edip bütün yarımada Hıristiyanların eline geçince zaferin de verdiği sarhoşlukla Kastilya Kraliçesi, Kolomb'a yeşil ışık yaktı ve Kolomb'un Amerika'yı keşfedeceği yolcuğunu finanse etti.
Bunları zaten tarih kitaplarında okuyoruz lakin resmi tam olarak görebilmek için bildiklerimizin üzerinden geçmemiz gerektiği için tekrarlıyorum. Çünkü Kolomb’un sadece Kastilya değil Portekizle ilişkileride önemli. Çünkü 15, yüzyılın ilişkili bütün kaynaklarına bakıldığında Portekiz yada Kastilya kaynaklarının birinde bile Kolomb adı geçmiyor. Tüm belgelerde tek bir isim var,
Colom
Devam edecek…
-
ilk bölümler harç hiç birini okumadım. Bunları gece Gökovanın bir ıssız bir koyunda , gaz lambası ışığında okuyacağım. Yanında da rom olacak elbette.
-
O zamanın belgelerine bakıldığında, Kolomb' dan Cristovam Colom ya da Colon diye bahsedildiğini görüyoruz. İlk ismini bile bazen Xpovam diye kısalttıkları oluyormuş. İspanya'ya gittiğinde İspanyollar ona Colomo demişler ama bu hemen Cristobal Colon'a dönüşmüş. Cristobal'ı da Xpoval diye kısaltmışlar.
Örneğin ; Medinaceli Dükü tarafından Mendoza Kardinali'ne 19 Mart 1493'te yazılmış bir mektup var. Şöyle yazıyor ;
Portekiz' den gelip Fransa Kralı'nın huzuruna çıkmak isteyen Cristobal Colomo'yu uzun süre evimde misafir ettim.
İşin en ilginç yanı ise, aynı mektubun ilerleyen satırlarında farklı bir isim kullanılmış.
Cristobal Guerra
Hemen diyebiliriz haklı olarak, elbette ki başka birisi bu lakin, mektupta, dük, Bu arada Pedro Alonsa Nifıo ve Cristobal Guerra keşfe çıktılar. Hojeda ve Juan de la Cosa'nın filosundaki birisi bildirdi bana diye yazmış.
Bugün biliyoruz ki, Nifıo, Hojeda ve Cosa ile beraber keşfe çıkan Cristobal, aslında Kolomb.
Peki bu yeterli mi aynı kişi olduğuna karar vermek için. Elbette yetmez, yazımda bir problem olabilir ancak, 1515'te basılmış Angheiralı Peter Martyr'in Legatio Babylonica'sına baktığımızda Kolomb'un, 'Colonus vero Guiarra' diye kaydedildiğini görüyoruz. İtalyancada vero 'gerçek' ya da 'doğru' demektir. O zaman Peter Martyr, Kolomb'un aslında Guiarra olduğunu söylüyordu.
Legatio Babylonica'nın 1530 tarihli Psalterium isimli ikinci baskısı. Bu kitapta soyadı
biraz değişmiş. Kolomb' dan 'Colonus vero Guerra' diye bahsediyor.
Simancas Arşivi'nden otuz altı numaralı, 28 Haziran 1500 tarihli belgeye bakıldığında, bu belge Afonso Alvares isimli birisine yazılmış. Belgede, 'Kralımız Xproval Guerra'ya yeni keşfedilmiş yerlere gitme emrini verdi,' yazıyor.
Yine aynı soy isim, Guerra.
İlginç, hem de çok. Üç belgede de Guerra diye geçiyor.
Bu da bizi bir çok isim kullanımı ile başbaşa bırakıyor.
Bildiğimiz üzere Portekiz' de geçirdiği zamandan bahseden hiçbir belge yok, çok ilginç bir durum bu. Fakat öğrendiğim kadarıyla Portekiz' de Colom ya da Colon olarak biliniyormuş. 1484' de İspanya'ya gidince onu Colomo diye çağırmaya başlamışlar. Sekiz yıl sonra ise Colon. Tam Sekiz yıl sonra. 1506' daki ölümünden sonra aksanlı o'nun yeri değişmiş ve soyadı Colon olmuş.
Cristobal Colon
Fakat unutmamak gerekir ki, bu ismin arkasında da bir hikaye var. Portekizliler ona Cristofom ya da Cristovam derken İtalyanlar ona Cristoforo diyorlardı. Anghieralı Peter Martyr'ın ondan bahsettiği yirmi iki mektupta hep Cristophom Colonus ya da Christophoro demesi ama hiç Cristoforo dememesi ilginç. Tordesillas Antlaşması müzakere edilirken Papa VI. Alexander, Intercaetera başlıklı iki tane papalık fetvası yayımlamıştı. 4 Mayıs 1493 tarihli fetvada ondan Cristofom Colon olarak bahsediyor. Aynı yılın 28 Haziran'ındaki fetvada ise Christoforu Colon. Bu değişim gerçekten ilginç, çünkü Christofom ya da Cristovam Portekizce.
Sonraki kullanım şekli olan Christoforu ise, Portekizce Cristovam ve İspanyolca Cristobal'ın türetildiği Latinceden.
Ya Guerra diyebiliriz.
O da başka bir gizem. Kolomb her yerde Cristofom ya da Cristovam olarak biliniyordu. Soyadıysa Colom ya da Colon' du. 1492' den sonra İspanyollar genelde onu Cristobal Colon olarak çağırırken ara sıra da Colorn dedikleri oluyordu.
Yeni Dünya'nın keşfiyle alakalı 1493 tarihli ilk mektuplardan birinin Latince çevirisinde yine Colorn ismi karşımıza çıkıyor.
Şimdi elimizde Guiarra, Guerra, Colonus, Colorn, Colorno, Colon ve Colon (Colon da birinde ilk o da diğerinde ikinci o da inceltme var)
İspanya doğumlu oğlu Hernando Colon babasının ismiyle alakalı önemli açıklamalarda bulunmuş.
Kitabında bir paragrafta Hernando, 'Colon soyadını babam yeniledi,' yazmış.
Bunu şöyle düşünebiliriz, o tarihlerde İsimlerin harflerinin o ismi taşıyan insanların görevleriyle alakalı olarak değiştiğini gördüğümüz birçok olay görebiliyoruz.
Yani Kolomb! soyadını bir kaç kez değiştirmiş.
Bir de Colombo ismi vardır, yetmiyormuş gibi.
Colombo ismi ilk defa 1494 yılında ortaya çıkıyor. Amerikanın keşfini açıklamasından bir yıl önce Lizbon' dan yazdığı bir mektupta başlıyor her şey.
Bu mektup birkaç yerde yayımlanmış. Basel'in 1494 baskısında İtalyan bir piskopos, Colom ismini Latinceleştiren bir epigram yazmış. 'merito referenda Columbo Gratia,' yazıyor metinde. Bu yeni versiyon Venedikli Sabellico tarafından 1498'de basılan Sabellici Enneades'te de kullanılmış.
O da Kolomb'a 'Christophorus cognomento Columbus,' demiş. Sabellico, Kolomb'u özel olarak tanımadığı için ünlü epigramdan esinlenmiştir. Sonra Venedikli Angelo Trevisani tarafından 1501 yılının Ağustos ayında yazılan bir mektup var. O mektup Angheiralı Peter Martyr'ın De Orbe Nova Decades'inden alıntı yapıyor ve yazarın 'Christophoro Colombo Zenoveze'nin iyi bir arkadaşı olduğunu yazıyor.
Sorun şu ki diğer mektuplarda Peter Martyr, Kolomb'u yakından tanımıyor gibi bir izlenim veriyor, ondan 'Cristovam Colon adında biri,' diye bahsediyordu. Görünüşe göre Trevisani, İtalyanlar daha rahat okusun diye Peter Martyr'ın metnindeki ismi İtalyancaya uyarlamış. Kolomb'dan Colombo diye bahseden en eski belge 1507' de basılan Montalboddo'nun Paesi novamente retrovati'si.
Kitap zamanında çok popülerdi, çok satan diyebiliriz. Brezilyanın Pedro Alvares Cabral tarafından ilk keşfini de anlatıyor. Yeni Dünya'nın Amerigo Vespucci tarafından keşfedildiğini iddia ederek ikici bir yalan daha ortaya atmış...
İkinci yalan ? :)
Evet, belli ki ilk yalanı Kolomb'a Colom demesi çünkü, Kritof Kolomb onun gerçek ismi değil.
Düşünsenize, adam her türlü belgeyi Colom yada Colon olarak imzalıyor ama biz ona ısrarla Kolomb diyoruz.
Yok canım demeyin çünkü, kendi elyazısı ile bilinen hiçbir belgede soyadını Kolomb diye imzalamamış.
İsminin Latince versiyonundan bile bahsetmemiş. Ceneviz kayıtlarında o isimde bir denizciden bahseden hiçbir belge yok. Kolomb'un kendinden bahsettiği ilk belge
1493'te Amerika'yı keşfinden sonra Katolik Kralları'na yazdığı bir mektup .. O mektupta kendisinden 'Christofori Colom,' diye bahsediyor. Sonunda m var, Colom. Vasiyetinde de Colom ailesinin mensubu olduğunu yazmış. Colom ailesinden 'milinage verdadero', yani 'benim gerçek soyum' diye bahsediyor.
Kolomb soyadının bir yanlış anlaşılma sonucu ortaya çıktığını söylersek abartmış olur muyuz acaba ?
Devam edecek.
Not: son 3 gönderi itibari ile kurgu kısımlarını es geçiyor ve sadece Kolomb ile ilgili olan araştırma yorumlarını paylaşıyorum. Mekan betimlemesi gibi bilgileri arada not olarak vereceğim
-
12,13 yaşımda iken babam tuğla kalınlığında " Colombus" isminde türkçe bir kitap okuyordu. Merakla okumak istediğimde " Sana göre değil. Daha çok erken " demişti.
Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Colon, Colom, Colombus her ne ise aslında Cenevizli bir Yahudi olduğu, sonradan finans desteği ve itibar sağmak amacıyla Hıristiyanlığa döndüğü yolunda. O nedenle ilk ismi Christoph, Kristof vs... Yani "Hıristiyan" Bir de çok makbul bir adam olmadığı.
Bütün bunlar için referans gösteremiyorum, sadece zamanında okuyup da beyin çekmecelerimden birine tıkıştırdıklarım oldukları için "kayda değer" kabul edemeyiz.
-
''Düşünsenize, adam her türlü belgeyi Colom yada Colon olarak imzalıyor ama biz ona ısrarla Kolomb diyoruz.
Yok canım demeyin çünkü, kendi elyazısı ile bilinen hiçbir belgede soyadını Kolomb diye imzalamamış. ''
Yani kral ve dükler dukalar her ne ise istediklerini diyorlar da biz neden diyemiyoruz. ;)
Sadece espri idi. ;D
-
12,13 yaşımda iken babam tuğla kalınlığında " Colombus" isminde türkçe bir kitap okuyordu. Merakla okumak istediğimde " Sana göre değil. Daha çok erken " demişti.
Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Colon, Colom, Colombus her ne ise aslında Cenevizli bir Yahudi olduğu, sonradan finans desteği ve itibar sağmak amacıyla Hıristiyanlığa döndüğü yolunda. O nedenle ilk ismi Christoph, Kristof vs... Yani "Hıristiyan" Bir de çok makbul bir adam olmadığı.
Bütün bunlar için referans gösteremiyorum, sadece zamanında okuyup da beyin çekmecelerimden birine tıkıştırdıklarım oldukları için "kayda değer" kabul edemeyiz.
Belki de sırf bu nedenle kayda değerdir.
-
12,13 yaşımda iken babam tuğla kalınlığında " Colombus" isminde türkçe bir kitap okuyordu. Merakla okumak istediğimde " Sana göre değil. Daha çok erken " demişti.
Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Colon, Colom, Colombus her ne ise aslında Cenevizli bir Yahudi olduğu, sonradan finans desteği ve itibar sağmak amacıyla Hıristiyanlığa döndüğü yolunda. O nedenle ilk ismi Christoph, Kristof vs... Yani "Hıristiyan" Bir de çok makbul bir adam olmadığı.
Bütün bunlar için referans gösteremiyorum, sadece zamanında okuyup da beyin çekmecelerimden birine tıkıştırdıklarım oldukları için "kayda değer" kabul edemeyiz.
Abi, o kadar çok konu edildi ki, ne doğru ne yanlış birbirinin içine girmiş. Övenler, sövenler. Bu konu ile ilgili hangi kaynak, kitap, komplo teorileri yada kurgu olursa olun, hepsinin içerisinde bir parça gerçeklik var. En azından, tarihler, belgeler, müzelerde, arşivlerde doğruluğu teyid edilebliecek bir sürü tarihi belge.
O zaman ki olaylara değişik bir bakış açısı bile binlerce satır arasından ayırt edilebilecek özelliğe sahip. Alıntılarda ki bakış açısı, daha önce gördüklerimden farklı bir yönden yaklaşıyor. Hangi noktaların gerçeklik hangi noktaların zorlama olup olmadığı zaten kendini belli ediyor.
Kocaman bir bütünün içerisinde gerekli olan kısımları kendi bilgilerimizle karşılaştırıp, başkasının aklını kiralamak yerine, karşılaştırmalı olarak, 10 tane gerçek noktaya ulaşabilsek bile okuduğumuz belki yüzlere satıra değer, bilmediğimiz ama gerçeklik süzgecinden geçmiş en ufak parçalar bile kârdır diye düşünüyorum.
En kötü senaryoda bile, en iyi yalanlar ve en iyi kurgular, içinde en çok gerçeklik barındırandır, sözünden hareketle okumak bile değer.
-
devam edelim...
Eğer öyleyse neden hala bu isimle anılıyor?
''Amerigo Vespucci'nin keşfetmediği topraklara neden hala Amerika diyorsak aynı sebepten. İlk hatanın tekrar tekrar yinelenmesi sonucu oluşan şeyler bunlar. Yazdığı bütün belgelerde
kendisinden Colom ya da Côlon diye bahsetmiş. Çağdaşları ya onun dediğine uydular ya da ona başka isimler verdiler. İtalyan bir piskopos Colom'un Latinceye Columbo diye çevrileceğini düşünmüş. Sonra da Sabellico gelip bu yanlış çeviriyi daha da değiştirerek ona Colombus demiş. Bir süre sonra başka bir İtalyan olan ve bahsettiği kişiyi tanımayan Montalboddo ise, Paesi novamente retrovati isimli kitabında ondan Colombo diye bahsederek kaşifin bu ismini yaygınlaştırdı. Paesi çok başarılı bir kitaptı, herkes okudu. Bu yüzden adamın soyadı Colombo kaldı.
Peki İtalyan piskoposun haklı olmadığını nereden biliyoruz ?
Çünkü Basel baskısında aynı sayfada 'Columbo' yazmış. Aynı zamanda ismi Colom olarak da geçiyor. Colom Katalancada 'güvercin' anlamına gelir.
Peki İtalyancada güvercin kelimesinin karşılığı nedir?
Colomba ya da Colombo
Latincede?
Colombus.
Bingo. Katalanca konuşan piskopos, Colom'un 'güvercin' anlamına geldiğini düşünmüş. İsmi de Latinceleştirmek istediğinden Columbo yazmış.
Peki problem nedir ? Problem şu ki, Colom ismi gerçekte güvercin anlamına gelmez, Kolomb'un oğlunun yazdıklarına göre, Colôn soyadının uygun bir soyadı olduğunu yazmış. Çünkü Yunancada colon "mensup" anlamına geliyor. Peki Yunanca da 'mensup' kelimesini nasıl söylenir. Kolon. k ile
'Aslında Hernando'nun kendisi Colôn soyadının Yunancadaki kolon kelimesinden geldiğini söylüyor. Sonra şöyle yazmış: 'Bu ismi Latince hale getirirsek Christophorus Colonus ismini elde ederiz.
Yani özetle adamın asıl ismi ne Kolomb ne de Colombus.
Nasıl yeterince karışıyor mu aklımız ? güzeel. Peki Colonu olabilir mi, ? Belki de kim bilir ? Oğlunun yazdığını unutmayın, İsimlerin harflerinin o ismi taşıyan insanların görevleriyle alakalı olarak değiştiğini gördüğümüz birçok olay sayabiliriz,' demişti.
Ortada bir gerçek var ki, Aslında Kolomb'un kimliği hakkındaki belgelerin neredeyse hiçbirine tam olarak güvenemeyiz. Orijinalleri kayıp ve kopyaları çıkaranların ne kadar dikkatli olduğunu bilmiyoruz. Belgelere müdahale bile etmiş olabilirler. Bazı durumlarda bazı belgeler sahte bile olabilir. Çoğu belgedeyse önemli noktalar değiştirilmiş bence. Bildiğin
üzere bazen bir virgülün yerinin değiştirilmesi bile anlamı tamamen değiştirmeye yeter.
1501'de Venedikli Angelo Trevisani arkadaşlarından birine, Peter Martyr'ın De Orbe Novo Decades isimli eserinin ilk baskının İtalyanca çevirisini yollamış. Bu kitapta Peter Martyr, kaşif "Christophoro Colombo Zenoveze" ile olan arkadaşlığından bahsederek, ilk defa kaşifin Ceneviz'le bağlantısı olduğunu ortaya koyuyor.
Sorun şu ki bu baskının bazı yerlerinin doğru olup olmadığından şüphe duyuluyor. Eser eğitimli İtalyan halkı için yazılmışa benzediğinden Peter Martyr'ın metninin güvenilirliğini
sorgulamış. De Orbe Novo, Amerigo Vespucci'nin Yeni Dünya hakkında yayımladığı belgeler gibi sansasyonel bir kitaptı sanki. Gerçeklerden bahsetmek yerine halkın istediklerini söylüyor gibi bir hali vardı kitabın. İtalyanlar da Amerika'yı keşfeden kişinin İtalyan olmasını istiyorlardı.
1516' da Kolomb'un ölümünden on yıl sonra Nebbio piskoposu olan Agostino Giustiniani isimli bir Ceneviz rahibi birkaç dilde yayımlanan bir metin kaleme aldı. Metnin başlığı Psalterium Hebraeum, Graecum, Arabicum, et Chaldaeum' du. Bu eser o ana kadar bilinmemiş şeylerin açığa çıkmasına yardımcı oldu. Giustiniani, Amerika'yı keşfeden adamın Christophorus Colombus'un 'patria Genuensis' olduğunu, yani Ceneviz doğumlu olduğunu, 'Vilibus ortus parentibus,' olduğunu yani soylu bir aileden gelmediğini ve babasının da 'carminatore' olduğunu yani pamuk hallacı olduğunu yazmıştı. Giustiniani'ye göre Kolomb'un kendisi de bir pamuk hallacıydı ve basit bir eğitim almıştı. Ölmeden önce gelirinin
onda birini Cenova' daki Saint George Bankası' na bırakmıştı. Giustiniani ikinci eseri Castigatissimi Annali di Genova' da aynı bilgiyi tekrarladı. Bu eserde sadece Christophorus'un mesleğini düzeltmişti. Artık pamuk hallacı değil de ipek dokumacısıydı Christophorus.
Bunlar bugün Kolomb hakkında ki genel bilgiyle uyuşuyor lakin, Agostino Giustiniani'nin eserleriyle alakalı bazı problemler vardı. Örneğin, Kolomb, Saint George bankasına gelirinin onda birini bırakmış olamaz çünkü beş parasız öldü. Sıfırın onda biri yine sıfırdır.
Bu sadece komik bir detay. Daha büyük bir sorun ise Kolomb'un eğitimsiz bir ipek dokumacısı olduğu iddiası çünkü kafada büyük soru işaretleri uyandırıyor. Eğer eğitimsiz bir adamsa ve ipek dokumacısıysa bilinmeyen denizlerde keşifler yapacak kozmografi ve seyrüsefer bilgisine nasıl sahip oldu? Krallar ona tek bir gemiyi değil de bütün filoyu
nasıl emanet edebildiler? Amiral unvanını nasıl elde edebildi?
Onun gibi halk tabakasından bir adam Filipa Moniz Perestrelo gibi Portekizli asil bir kadınla nasıl evlenebildi? Unutma ki karısı, Egas Moniz'in soyundan gelen General Nuno Alvares Pereira'nın akrabasıydı ve o zamanlar asilzadelerin sıradan insanlarla evlenmeleri imkansız bir şeydi. Böylesine eğitimsiz birisi nasıl oldu da Kral II. Joiio'nun, o zamanın süper gücüne hükümdarlık eden kralın huzuruna çıkabildi?
Ayrıca Giustiniani, Kolomb'u kişisel olarak tanımıyordu. Tek yaptığı ikinci elden gelen bilgileri aktarmaktı. Kolomb'un İspanyol oğlu Hernando, Giustiniani'yi yalancı bir tarihçi olmakla itham etti ve Cenevizli yazarın 'hakkında pek az şey bilinen konularda' yalan bilgiler yaydığını da ekledi. Hernando'nun kullandığı bu gizemli ifadede babasının kimliğinden bahsettiği düşünülüyor.
Şimdi Kolomb' dan sonra en güvenilir şahide bakalım.
Hernando. Amiralin ikinci oğlu. İspanyol Beatriz de Arana' dan doğan çocuğu. Amiral Kristof Kolomb'un Hayatı adlı kitabın yazarı.
Şüphesiz bu kitap bilgi konusunda bir altın madeni olmalı. Kimse Hernando'nun babasını tanımadığını iddia edemez. Kimsenin elde edemeyeceği bilgilere sahipti. Hernando kitabın başında başkalarının yazdığı yalan yanlış biyografileri çürütmek için bu kitabı kaleme aldığını açıklıyor.
Peki bu kitap, Hernando babasının Cenevizli olduğunu doğruluyor mu?
Sorun da orada işte. Babasının Cenevizli olduğunu kesin olarak açıklamıyor. Aksine, etrafta gezinen bilgilerin doğruluğunu test etmek için İtalya'ya üç defa 1516'da 1529'da ve 1530'da seyahat ettiğini yazmış. Akrabalarını aramış, soyadı Colombo olan insanları araştırmış, belediye kayıtlarına bakmış. Hiçbir şey bulamamış. Cenova'ya yaptığı bu üç ziyaretin hiçbirinde bir tane bile akrabaya rastlamamış. Fakat babasının Piacenza, İtalya' dan geldiğini gösteren kayıtlar bulmuş. Piacenza' da Colombo ismini taşıyan mezarlar görmüş. Ataları bir zamanlar çok şan şöhret sahibi olsalar da dedelerinin fakirleştiğini tespit etmiş. Babasının eğitimsiz olduğuna dair iddiaları da çizdiği haritaları ve yaptığı keşifleri göstererek reddetmiş. Amiral Kristof Kolomb'un Hayatı, aynı zamanda babasıın Portekiz'e gelişini de anlatıyor. Babasının Portekiz'e, ailesinin genç Colombo isimli çokça tanınan bir üyesi sebebiyle geldiğini anlatıyor. Denizdeki bir savaş sırasında, Lizbon ile Cabo de Sao Vicente arasındaki Algarve' da, Amiral bu genç yüzünden on kilometre açıktan denize atlamış,
bir küreğe tutunarak karaya kadar yüzmüş. Sonra da birçok 'Cenevizli soydaşının yaşadığı,' Lizbon'a gitmiş.
Kolomb'un kendi oğlundan muhteşem bir kanıt!!!...Olurdu şayet bu kitabın Hernando'nun kaleminden çıktığına emin oluna bilseydi.
Maalesef, metnin güvenilirliğine dair şüpheler. Hem de kitapta bazı ilginç çelişkiler ve tutarsızlıklar var.
İlk başta, el yazması ile başlayalım. Hernando kitabı bitirmiş ama yayımlamamış.
Soyunu devam ettiremeden öldüğü için el yazması Portekizli yarı kardeşi Diego'nun en büyük oğluna, yani Hernando'ın yeğeni Luis de Colôn'a geçmiş. 1569' da Baliano Fornari isimli Cenevizli bir beyefendi kitabı Latince, İspanyolca ve İtalyanca dillerinde bastırmak için Luis'yle bağlantı kurmuş. Hernando'nun yeğeni kabul edip elyazmasını adama vermiş. 1576' da Fornari kitabın İtalyanca çevirisini basmış çünkü 'Büyük kaşifin memleketi Cenova'nın herkesçe bilinmesini ve en çok onun adının duyulmasını,' istemiş. Diğer iki dilin çevirisini yayımlamamış ve el yazmasını da saklamış.
Yani diğer bir deyişle bu elimizdeki kitap İtalyancadan bir çeviri, o da Cenova'ya görkem kazandırmak isteyen bir adamın İspanyolcadan İtalyancaya çevirttirdiği bir kitaptan. Yani bu aslında ikinci el bir kaynak. Diğer yandan tutarsızlıklara bakıldığında Her şeyden önce Piacenza' daki aile mezarları. Şehir mezarlığını ziyaret edince mezarları görüyorsun evet ama soy isimleri Colonna. Cenevizli çevirmenin Colôn'u Colonus haline getirdiğini, Colombus haline getirmediğini hatırlayın. Bu yüzden mezarların onların ailesine ait olmaları mümkün değil.
Fakat Hernando babasının akrabası olan Genç Colombus yüzünden denize atladığını söylemedi mi? Akrabası Colombus işte diye düşünebilir ama o Genç Colombo, Nelson.
Kitap böyle diyor ama bu başka bir çelişki.
Genç Colombo, asıl ismi Colombo bile olmayan bir denizci. Asıl ismi Jorge Bissipat. İtalyanlar ona Genç Colombo demişler ki yaşlı Colombo ile ayırabilsinler. O da Guillaume de Casenove Coullon isminde bir Fransız.
Nasıl, her şey yeterince birbirine girmiş mi ?
Devam edecek...
-
Kesinlikle okumaya değer Kaan.
Zaten sen de derlerken kendi filitrenden geçiriyorsundur.
Önünde sonunda "tarih" dediğimiz muzafferlerin yazdığı. Tam ve katı gerçeğe ulaşmak çoğu zaman olası değil.
-
Son yazdığın bölümü de bitirince artık kesin olarak bu "Hıristiyan Güvercin" konusunda konusu 16. Yüzyıl Akdeniz'inde geçen tarihi bir "polisiye" roman yazılabileceğine kanaat getirdim.
En az Umberto Eco'nun "Baudolino" kadar sükse yapardı ;)
-
Zaten şu güvercine, semavi dinler başta olmak üzere ne kadar çok anlam yüklenmiş.
-
Zaten şu güvercine, semavi dinler başta olmak üzere ne kadar çok anlam yüklenmiş.
Aman ona girmeyelim, dipsiz kuyu, çıkamayız valla.
Hayvanın kendi de bir garip, evcil mi yaban mı, hem öyle hem böyle...
-
Zaten şu güvercine, semavi dinler başta olmak üzere ne kadar çok anlam yüklenmiş.
Aman ona girmeyelim, dipsiz kuyu, çıkamayız valla.
Hayvanın kendi de bir garip, evcil mi yaban mı, hem öyle hem böyle...
Doğru söylüyorsun :-X
-
Şimdi düşünelim, eğer denizci Colombo'nun ismi Colombo değil de başka bir isimse nasıl oluyor da Hernando'nun babasıyla akraba olabiliyorlar? Buradaki tek ihtimal çevirmenin kitaba müdahalede bulunup Kristof Kolomb ile denizci Genç Colombo arasında gerçekte olmayan bir bağlantı kurması.
Colonna ya da Colombo, Piacenza ya da Cenova, sonuçta Hernando babasının kimliğini İtalya'ya kadar takip etmiş.
Yine de emin olunamıyor çünkü Amiralin Hayatı'nda Piacenza'nın Kolomb'un gerçek memleketi olduğunu yazılınca Piacenza' dan gelenlerin kaşifin ailesi değil de Filipa Moniz Perestrelo'nun, yani Kolomb'un Portekizli karısının ataları olduğunu hatırlamak lazım. Orijinal metinde Hernando'nun Piacenza'yı Filipa'nın atalarının geldiği yer olarak yazmasına rağmen İtalyan çevirmenin bu bölümle oynayıp Filipa'yı Kristof yaptığını düşünülmüş. Hatta İtalyanca bir tabir olan 'traduttori, tradittori,' denmiş., kelimesi kelimesine 'çevirmen, hain,' demektir.
Diyebiliriniz ki, herşeye fazlaca şüpheyle yaklaşılıyor. Evet, Kolomb'un tüm hayatına kesinlikle şüpheyle yaklaşılmalı.
Mesela, Amiralin Hayatı'nda ya bakalım, şu karaya kadar yüzdükten sonra Lizbon'a gitme olayı. Cenevizli soydaşlarının bir çoğu orada yaşıyordu demiş Hernando, ama bir kaç sayfa öncesinde, Cenova'ya üç defa ziyarette bulunduğunu ve bir tane bile akrabasına rastlamadığını söylemedi mi? Babasının soyunun Piacenza' da olduğunu söyleyen de o. Neden bunları yazdıktan sonra babasının Cenova' dan olduğuna işaret edecek satırlar yazsın ki ?
''Aslında Amiralin Hayatı'nda o kadar çelişki var ki Hernando'nun eserini inceleyen Rahip Alejandro de la Torre y Velez de metnin birisi tarafından değiştirildiği kanısında.
Amiralin Hayatı'nda uydurma mı ? Hernando tarafından yazılmış, orası kesin ama basılan metinlerde o kadar fazla çelişki ve tutarsızlık var ki bunu sadece iki şekilde açıklayabiliriz.
Ya Hernando bu kitabı yazarken aklı başında değildi ya da İtalyan okuyucuları tatmin etmek için birisi el yazmasının üzerinde oynamış.
Luis' den el yazmalarını alıp eserin sadece İtalyanca çevrisini yayımlatan Cenevizli Baliano de Fornari' Eserin başına, 'Amerika'nın keşfinin görkemi Ceneviz'in olmalı' yazarak niyetini belli etmiş zaten.
Şimdi Kolomb'un bütün hayatını geçmişini saklayarak geçirdiğini biliyoruz. Biz ona Kolomb diyoruz ama kendisinden bu isimle bahsettiği tek bir belge bile yok. Günümüze ulaşan
belgelerde görüyoruz ki kendine her zaman Colom ya da Côlon demiş. Kendini hiçbir zaman Kristof Kolomb diye de tanıtmamış ve her zaman bilerek kendisiyle alakalı gerçekleri saklamaya çalışmış.
Kolomb her zaman kendisiyle ilgili bilgileri saklamakta çok ustaydı, sadece tek bir olay hariç.
Mayorazgo'sunda.
Mayorazgo, _yani devredilemez mülkü, bir çeşit vasiyet.
Kolomb, Yeni Dünya'ya doğru üçüncü yolculuğuna çıkmadan önce 22 Şubat 1498 tarihli vasiyetinde Portekizli oğlu Diego'nun haklarını belirledi. Bu belgede Kolomb, hükümdara ulusa yaptığı katkıları hatırlatıyor ve Katolik Krallar ile en büyük varis olan Prens Juan' dan kendi haklarının ve 'Haşmetmeap'ın çizilmesini emrettiği batıdaki farazi bir çizgiye kadar, yani Yeşil Burun Adaları'ından çok uzağa, Azorlar'ın beş yüz kilometre açığında bir uçtan öteki ucuna giderek kazandığı amiral rütbesinin' güvence altına alınmasını istiyordu. Kolomb ona tanınan hakların 'meşru ve atalarının soyadı olan Colôn soyadım taşıyan ilk doğan oğlu Diego'ya' aktarılmasını belirtiyordu. 'Eğer Diego, varis bırakmadan ölürse haklarının Diego'nun farklı anneden olan kardeşi Hernando'ya sonra Kolomb'un kardeşi Bartolomeu'ya, sonra da diğer ağabeyine, erkek varisler olduğu sürece de bu şekilde devam etmesine' karar vermiş.
Bu detay önemli. Dikkat edelim, 'Colombus soyadım taşıyan' demiyor. 'Colon soyadını taşıyan' diyor.
Aynı zamanda amiral kazancının bir kısmının da Saint George bankasına yatmasını istemiş ve varislerinin belgeleri nasıl imzalayacaklarını katı bir şekilde tasvir etmiş. Kolomb onların kendi soyadım kullanmalarını istemiyor, baş harfler ve noktalardan oluşan bir piramidin altına el Almirant diye imza atmalarını istiyordu.
Vasiyetinin bir bölümünde Kolomb ondan beklenmedik bir şey yazmış. Katolik Krallar'a Cenova' da doğmasına rağmen Kastilya'ya hizmet ettiğini hatırlatmış.
Vasiyetinin başka bir bölümünde varislerinin her zaman Cenova' da aynı soydan birisini bulundurmalarını istemiş. 'Çünkü ben orada doğdum ve oradan geldim,' demiş.
İşte bu belgeler ile bildiğimiz bellgeler oluşturulmuş lakin, şimdi her şey belgenin sahte olup olmadığına bakıyor. Bu vasiyetin kraliyet tarafından 1501' de onaylandığına dair bir belge 1925'te keşfedildi ve Simancas Genel Arşivi'nde saklanıyor.
Amiral'in torunu Don Diego'nun 1578 yılındaki ölümünden sonra meşru varisin kim olduğunu öğrenmek için yapılan Pleyto Sucessorio'nun, yani yargı soruşturmalarının merkezinde bunlar vardı. Mayorazgo'nun Colon soyadını da taşıyanların varis olabileceğini şart koştuğunu unutmayalım. Mahkeme ise Arniral'in bu kararını çiğneyerek Colombo
soyadının da geçerli olduğunu ilan etti. Kristof Kolornb'un Batı Hint Adaları'ndan geliri olduğu için Colombo soyadına sahip kişilerin varis ilan edileceği haberi İtalyanlar arasında çabuk yayıldı. İtalya' da çok fazla Cristoforo Colombo olunca mahkeme bütün varislerin Bartolomeo ve Jacobo adında amcalara ve Domenico adında bir babaya sahip olmalarını şart koştu. Cuccaro Monferratolu Baldassare Colombo isminde İtalyan bir varisin Columbus soyadına sahip İspanyol varislerle karşı karşıya geldiği durumlar oldu. Bu görüşmeler sürerken Verastegui isminde İspanyol bir avukat Prens Juan tarafından 22 Şubat 1498'te onaylanmış belgenin bir kopyasını çıkardı.
Prens Juan kimdir ?
Katolik kralların ilk doğan oğlu.
Problem şurada ki, Prens Jun 4 Ekim 1497 yılında öldü. Peki 1498 yılında bu belgeyi nasıl onayladı ?
Dahası da var,
Metinlerden başka bir alıntı, 'Aynı zamanda kral, kraliçe ve onların en büyük çocukları Prens Don Juan, lordumuz ..
'Aynı sıkıntı burada da var. Kolomb sanki hayattaymış gibi Prens Juan'a hitap ediyor. Halbuki metnin yazılmasından bir yıl önce, on dokuz yaşında öldü. O zamanlar bu o kadar büyük bir olay olmuştu ki devlete ve kişilere ait bütün kurumlar kırk gün boyunca kapatılmış, İspanyol şehirlerinin kapılarına ve duvarlarına yas sembolleri asılmıştı. Bu şartlar altında sence kraliyet ailesine, özellikle de kraliçeye bu kadar yakın olan Amiral'in prensin ölümünden haberinin olmaması mümkün mü?
Devam edecek.....
-
Yazılanları ve söz konusu belgelerdeki alıntılara bakınca Cenova kökeni yerine oturuyor da Yahudiliği oturmuyor. Mühtediliğini (Convertie) saklaması olanaksız. Çünkü sünnetli olması gerekir.
Oysa iki evliliği de dönemin bilinen soylu ve Hıristiyan ailelerinden. Tek bir olanak var o da evlendiği kadınların ailelerinin de mühtedi olmaları.
Olmayacak iş dememek gerek. Çağlar boyunca insanlar gerek politik, gerek ticari ve gerekse sosyal baskılar sonucu din değiştiriyorlar. Bu hâlâ da geçerli. […]İtalyan çevirmenin bu bölümle oynayıp Filipa'yı Kristof yaptığını düşünülmüş. Hatta İtalyanca bir tabir olan 'traduttori, tradittori,' denmiş, kelimesi kelimesine 'çevirmen, hain,' demektir. cümlesi şüphe uyandırıyor. Bilindiği gibi Hıristiyanlar İsa’yı çarmıha gerdikleri için Yahudileri uzun dönemler boyunca “hain” olarak gördüler.
Merakım o ki bu aşırı bulandırılmış suyun içinden Cenova’lı Côlon’un gerçek yaşamı gün yüzüne çıkabilecek mi? yoksa tarihin bize anlattığını hazır bir komprime olarak yutmaya devam mı edeceğiz.?
-
Biraz daha ilerlediğimizde, anlatılanlar ve elbette ki bakış açısına göre, mantıken bu olmalı denebilecek yerlerde yön bir anda değişiyor gibi.
Çok değil sadece bir, iki yıl öncesinde bile ortaya atılan iddialar var, ki bu kitapta işlenmemiş, köken konusunda işleri iyiden iyiye çetrefilli bir hale getirmiş, dna testleri istemeler, mezar açtırma istekleri, kemik incelemele istekleri vs.
Bunca hengâmenin içerisinde, benim en çok ilgilendiğim kısımlar ayrıntılar, standart tarih sayfalarında her zaman karşılaşmadığımız ama kitap satırları içerisine yerleştirilmiş gerçek parçalar. Ölüm tarihleri, dönem dilleri, pek bilinmeyen ilişkilerin ortaya çıkmış olması vs...
-
Eğer mühtediliği ortaya çıkarsa, buradan edineceğimiz bilgi, Yeni Kıta'nın Avrasya tarafından bilinmesi (keşfi) değil, insanlığın düşünüş şeklinin felaketi olur.
O nedenle dikkatle okuyorum.
-
Bir kaç bölüm sonrasında, yahudilik dönemi sürgünler, seyir defteri, keşif yolculuğu günlüklerinde pereşalardan yaptığı alıntılar var.
Bazı tarihlerin çakışmaları ise çok daha ilginç. :)
-
Bahsi geçen Don Diego ya da onun varisleri Haşmetmeap'ın çizilmesini emrettiği batıdaki farazi çizgiye kadar, yani Yeşil Burun Adaları'ndan çok uzağa, Azorlar'ın beş yüz kilometre açığında bir uçtan öteki ucuna giderek kazandığım amirallik rütbeme sahip olacaklar.
Bu kısa paragrafta bile birçok tutarsızlık var. Öncelikle Kristof Kolomb gibi büyük bir kaşif nasıl oldu da Yeşil Burun Adaları ile Azorlar'ı aynı meridyene koyabildi? Bu iki adayı da ziyaret eden, Amerika'yı keşfeden adam böyle bir hata yapabilir mi sizce ?
İkinci olarak bu beş yüz kilometre olayı ilk olarak 1493'te yayımlanan Alçavoras Antlaşması'nda kullanılan Papalık fetvası lnter caetera' da geçti. 1498' de mayorazgo imzalandığında Tordesillas Antlaşması yürürlükteydi. Kristof Kolomb nasıl olur da artık yürürlükte olmayan bir anlaşmanın dayandığı Papalık fetvasına atıfta bulunur?
Üçüncü olarak metinde 'Haşmetmeap'ın çizilmesini emrettiği batıdaki farazi çizgiye' ifadesini kullanılıyor. Bu metin yazılırken Kraliçe Isabel hala hayattaydı. Altı yıl sonra 1504'te
öldü. Kolomb, nasıl oldu da Katolik Krallar'a tekil şahısla hitap edebildi? Onu yok saydığını ima ederek kraliçeye hakaret mi etmek istedi? Yoksa bu belge 1504 yılından sonra dikkatsiz ve ülkeye yabancı birisi tarafından mı hazırlandı?
Hepsi bu kadar mı ? Değil elbet.
Kolomb'un Cenova'dan iki defa bahsetmesini incelememiz gerekli.
İki...
Bu satırlarda kesin olarak Cenova'nın doğduğu şehir olduğunu söylüyor. Kolomb hayatı boyunca nerede doğduğunu saklamaya çalıştı. Bu konuyla kafasını o kadar bozmuştu ki on dokuzuncu yüzyılın en ünlü kriminolojistlerinden Cesare Lombroso, onu paranoyak olarak nitelendirmişti. Kolomb ünlendikçe insanların doğum yerini ve ailesini bilmemesini o kadar fazla önemser olmuştu. Yıllar boyu doğum yerini sır olarak saklamak için uğraşıp didinen adam durup dururken neden fikrini değiştirip vasiyetinde Cenova'ya dair bir torba gönderme yapıp bir anda bütün emeklerini çöpe atsın? Akıl kârı geliyor mu size?
Bunlar sahtemiydi ? İspanyol mahkemesi bu karara vardı. Sonra da toprakları Nuno adında Kolomb'un soyundan gelen Portekizli bir varise verdiler.
Şu an tarihcilerin hem fikir olukları bir nokta var ki, ortada gerçekten bir vasiyet var ama kayboldu. İspanyol Salvador de Madariaga gibi tarihçiler vasiyetinin sahte olduğunu ama onun da şu an kayıp olan orijinale bakılarak hazırlandığını düşünülüyor.
Tarihçi Luis Ulloa da aynı fikirde. Hatta kendisi, avukat Verastegui tarafından sunulan sahte mayorazgo'nun bir evrede sahte belge düzenleyen Luis Buzon'un karısı Luisa de
Carvajal'ın elinde olduğunu ortaya çıkarmıştı.
Herkes Kolomb'un varisi olmak istiyordu. Ortada bu kadar para varken sahtekarların mantar gibi türemesi şaşılacak iş değil. Luis Buzon denen sahte belge düzenleyen adamın vasiyetin çoğu önemsiz noktalarını da doğru şekilde yansıtmış olma ihtimali var, belki de belgeyle çok oynamamıştır. ''Açıkçası bu vasiyetin Kolomb'un öldüğü yıl, yani 1506'da ortaya çıkmamış olmasındaki tuhaflığı kabul etmek gerekiyor. Bu belge 1578' de, yani yaklaşık yetmiş yıl sonra ortaya çıktı ve taraflı bir şekilde değiştirildiği belli.
Bu şartlar altında burada yazanlara nasıl güvenebiliriz ki?
sonradan yani 19,yüzyılda ortaya bir çok belge çıktı ama onlarda ki tutarsızlılklar incelemeye bile değmeyecek kadar çoktu.
1799' da Cenovalı Filippo Casoni, içinde Cristoforo Colombo'nun soy ağacının da olduğu Annali della repubblica di Genova adlı bir kitap yayımladı. Kaşifinin soy isminin Colom mu yoksa Colon mu olduğu bilinmediğinden o bu soruna hiç değinmedi ve Colombo'nun Colom'un değişik bir hali olduğunu düşündü. Bu cesur davranış bir çığ etkisi yarattı ve resmi metinlerin önünü açtı. En önemli keşifse 1904'te akademik dergi Giornale storico e letterario della Liguria' da yayımlandı. Dergide Cenovalı Albay Ugo Assereto'nun 21 Ağustos 1479 tarihine ait bir noter kaydı bulduğu belirtildi. Kayıtta Christophorus Columbus'un sonraki gün Lizbon'a gideceği yazıyordu. Şu an Assereto Belgesi olarak bilinen belgede Kolomb'un yaşı 'annorum viginti septem vel circa', yani yaklaşık yirmi yedi yaş olduğu belirtiliyor. O zaman da Kolomb 1451 yılında doğmuş olmalı.
İlk dikkat etmemiz gereken konu bu belgelerin neden bu kadar geç ortaya çıktığı. Notlarda Fransızca bir tabir kullanılmış ( le temps qui passe c'est l' evidence qui s'efface.)
Zaman geçtikçe kanıtlar da yok olur. Fakat bu sefer bu durum tam tersine işlemişe benziyor. Zaman geçtikçe ortaya daha fazla belge çıkıyor.
Kayıtlar Cenova' da Cristoforo Colombo isminde ipek dokumacısı birisinin olduğunu, Jacobo ve Bartolomeu isminde kardeşlerinin olduğunu ve babasının pamuk hallacı Domenico Colombo olduğunu ortaya koyuyor. Bu büyük ihtimalle doğru. Kimse bunu tartışmıyor. Kayıtların ortaya koyamadığı şey Cenova' da yaşayan bu adam ile Amerika'yı keşfeden adamın aynı adam olup olmadığı. Sadece tek bir kayıt bu bağlantıyı açık bir şekilde kuruyor.
O da Assereto Belgesi. Cenevizli Colombo ile İberli Colom arasındaki bağlantıyı, ipek dokumacısının Portekiz'e gitmek için yola -çıktığı gün de dahil detaylı bir şekilde kuran
bir belge bu.
Yine herşey birbirine giriyor. Beraber bütün resmi oluşturmaya çalışalım isterseniz.
Cenevizli Columbus hakkındaki belgelerin on dokuzuncu yüzyılda mantar gibi ortaya çıktığını da unutmayalım. Büyük kaşif Yeni Dünya'ya yaptığı ilk yolculuktan döndükten sonra
Barcelona' daki Ceneviz elçileri Francesco Marchesi ve Giovanni Grimaldi 1493'te bu keşfin haberlerini Cenova'ya gönderdiler ama ufak bir detayı atlamışlardı: keşfi gerçekleştiren amiralin onlarla aynı şehirden olduğunu. Cenova' daki kimse de onlara bu detayı hatırlatmamıştı. Buna bir anlam verebiliyor musunuz?
Dahası da var. 1492' de Amerika keşfedildiğinde ipek dokumacısı Cristoforo Colombo'nun babası hala hayattaydı. Fakat onun yada herhangi bir aile ferdinin, akrabanın ya da komşularından hiçbirinin Cristoforo'nun büyük başarısından söz etmediğini, bu keşfi kutlamadığını görüyoruz. Dahası resmi Ceneviz belgeleri Domenico'nun 1499' da fakir bir şekilde öldüğünü ve bütün mallarının ipotekte olduğunu gösteriyor. Kaşif, babası ölene kadar onun fakirliğine bir çare bulamamış. Hatta Domenico'nun borçlularından hiçbirisi babasının borçlarını oğlundan tahsil etmeye kalkışmamış. Daha da ilginç olan şey ise ünlü kaşifin mirasını paylaşmak için neredeyse her yerden varislerin türemesi.
Sizce Cenova' dan gelen kaç kişi vardı?
Sıfır,
Bu varislerden hiçbiri Cenova' dan gelmemişti.
Ta ki on dokuzuncu yüzyılda bir anda ortaya çıkan belgelere kadar. Fakat aklımızda tutmalıyız ki o zamanlardaki tarih araştırmalarına politik çıkarlar karışmıştı. İtalyanlar Liguryalı Giuseppe Garibaldi'nin önderliğinde ulusal bir birleşme ve değişme dönemi geçiriyorlardı.
Kolomb'un İtalyan olmadığına dair ilk teoriler o zaman ortaya atıldı. Bu durum yeni devlet için kabul edilemezdi. Cenevizli Kolomb anavatanlarındaki milyonlarca İtalyan için ve
Amerika'ya, Brezilya'ya ve Arjantin'e göçen İtalyanlar için hem bir gurur kaynağı hem de birleştirici bir güçtü. Bu yüzden tartışma şovenist bir hal aldı. Bu politik ve sosyal bağlamda Ceneviz teorisi sıkıntılarla karşılaşmıştı. Bir yandan o zamanlar şehirde Cristoforo, Domenico, Bartolomeo ve Jacobo isimli kişilerin yaşadığı kanıtlanmıştı, öbür yandansa bu kişilerin birbirleriyle yada kaşifle olan bağlantıları kurulamıyordu.
Böyle bir bağlantı kurulsa bile zaten saçma olurdu çünkü Cenevizli Kolomb eğitimsiz bir dokumacıydı. İberli Kolomb ise kozmografi, denizcilik, diller ve okuma yazma konusunda uzman bir amiraldi. O zamanın politik anlayışı ve İtalyan milliyetçiliği tarihsel araştırmaların tarafsız bir şekilde yapılmasını engelliyordu. Sonra ne hikmetse ortaya Assereto Belgesi çıktı ve gerekli kanıtı sundu. Bu belgenin en çok ihtiyaç duyulan anda ortaya çıkması bile şüphe verici.
Daha da şüphe uyandıran şey ise Albay Assereto'nun belgeyi teslim ettikten sonra hizmetlerinden dolayı general rütbesine terfi ettirilmesi.
devam edecek...
-
hala kasıyorum.. Okumuyorum.. Teknede okuyacağım..
-
Buraya kadar yazılanların tamamen gerçek olma ihtimali olması ile beraber elbette ki, belgelere dayalı yorum içeriyor. %100 doğru olamayacağı gibi, gözardı edilemeyecek şüphelerin olduğuda %100 gerçektir.
Örneğin, Assereto tarafından ortaya çıkarılan belgenin doğru olup olmadığının sorgulanmasını gerektirecek herhangi bir veri var mıdır ?
Evet vardır. Mesela Kolomb'un doğum tarihi.
1451
Ama bu önemlibir şahit tarafından yalanlanıyor olabilir.
Kolomb'un kendisi.
İlk yolculuğuna çıktığında 21 Aralık 1492' de günlüğüne, 'Yirmi üç yıldır denizden neredeyse hiç ayrı kalmadım,' diye yazmıştır. Bu beyana dayanarak matematik işlemi yapmamız gerekiyor sadece.Denizde geçen yirmi üç yıl artı Kastilya' da denize açılma izni almak için geçen sekiz yıl, on dört yıl da çocukluğu dersek kırk beş sayısını buluyoruz. Diğer bir deyişle Kolom 1492' de Amerika'yı keşfettiğinde kırk beş yaşındaydı. 1492'den de kırk beş çıkarırsak 1447'yi buluruz. Doğduğu yılı yani.
Sonra 1501 tarihli Hernando tarafından kopyalanan mektupta Kolomb, Katolik Krallar'a, 'Bu işle kırk yıldan fazla süredir uğraşıyorum,' diyor. İş dediği denizcilik.
Kırk üzerine çocukluğunun on dört yaşını eklersek elli dördü buluyoruz. Bu mektubu 1501' de elli dört yaşında yazmış. 1501' den elli dört çıkarırsak yine 1447'yi buluyoruz. İki belge de Kolomb'un 1447'de yani, 145l'den dört yıl önce doğduğunu gösteriyor. Kolomb'un kendisi Assereto Belgesi'ni yalanlıyor. Bu durum belgenin güvenilirliğinin aldığı çok büyük bir darbe. Dahası Assereto Belgesi açık konuşmak gerekirse sadece bir taslak. Herhangi bir noter ya da otorite tarafından imzalanmamış ve böyle belgelerde adet olduğu üzere bahsetmesi gerekirken Kolomb'un babasından bahsetmemiş.
Gelelim Kolomb'un Cenovalı kimliğine,
Önümüzde iki yol var. Ya Ceneviz belgelerini ve kayıtlarını tutarsızlıklarına rağmen kabul edeceğiz. Ya da sayısız belgede ki şüpheye bakarak onun Cenevizli olmadığına karar vereceğiz. Aslında Bu ikisinden daha mantıklı üçüncü bir hipotez var. Bu hipotez iki versiyonun da kısmen doğru olduğunu kabul ediyor ama ikisinde de yanlışlıklar ve tutarsızlıklar söz konusu.
Bu durumda ortada iki Kolomb var demek. İki Kolomb. İlki 1451 doğumlu Cristoforo Colombo, eğitimsiz Cenevizli ipek dokumacısı. Diğeri ise 1447 doğumlu Cristoviio Colom ya da Cristobal Colon, hangi milletten olduğu belli değil. Kozmografi ve doğal bilimler konusunda uzman, Latince biliyor, Amerika'yı keşfeden bir amiral.
Hipotez mi ? evet, elde ki verilerle mümkün mü ? evet.
İki ayrı Kolomb. Cenevizli dokumacı ve Yeni Dünyanın kaşifi.
Tarihin tek bir adam haline getirdiği iki adam.
Şorun şu ki ; Eğer Yeni Dünya'yı keşfeden Cenevizli dokumacı Cristoforo Colombo değilse, bu amiral kimdi?
İlk olarak Kolomb'un hangi milletten olduğunu bugünün devletlerine bakarak söyleyemeyiz. Onun zamanında bu devletler bizim bildiğimiz şekilde var olmuş değillerdi. Bütün İber Yarım Adası, İspanya sayılıyordu. Portekizliler kendilerini İspanyol olarak görüyor, Kastilya onlar için Portekiz ifadesini kullanınca itiraz ediyorlardı. Hem o zamanlar Portekiz kaşifleri diye bir şey de yoktu. Kaşifler ya Portekiz Kralı'nın ya da Kastilya Kraliçesi'nin emrinde oluyorlardı. Örneğin Portekizli deneyimli bir denizci olan Ferdinand Magellan, Kastilya donanmasıyla dünyaya yelken açıyordu. Bu yüzden de Kastilyalıydı.
İkinci önemli şeyse Kolomb'un kimliği hakkındaki tartışmaların 1892 civarlarında başladığıdır. O zamanlar milliyetçilik iyice yükselmeye başlamıştı. İspanyol tarihçiler
Ceneviz belgelerinde tutarsızlıklar bulmaya başlayınca ortaya iki hipotez attılar. Kolomb ya Galiçyalı ya da Katalan' dı. İtalyanlar o zamanın da etkisiyle yeni ülkelerini politik ve kültürel açıdan sağlam tutmak için böyle bir ihtimali şiddetle reddettiler. İki ülkede de sahte belgeler ortaya çıkmaya başladı.
Kolomb'un gerçek kimliği üzerine araştırma yapan Simon Wiesenthal adında bir adamın kitabı vardır. Wiesenthal, Soykırım' dan kurtulduktan sonra kaçak Nazileri avlıyordu. Wiesenthal, İtalyan bir tarihçiye Kolomb'un kimliğiyle ilgili bir soru sorunca ondan şu cevabı almış. 'Ne bulduğunun önemi yok. Önemli olan Kolomb'un bir İspanyol'a
dönüşmemesi." Başka bir deyişle tarihçi aslında gerçeklerle değil de Kolomb'un İtalyan kimliğini korumakla ilgileniyordu.
Peki, Kolomb'un İspanyol olma ihtimali var mı?
Şuan ki bilgiler ışındaki akıl yürütmeler olmadığı yönünde. Kolomb 'un Kastilya' da veya Aragon' da doğmadığına dair güçlü veriler var. İspanya' daki varlığına dair ilk
belge 5 Mayıs 1487 tarihli ve bu ödeme kaydında Kolomb'un ismi 'Cristôbal Colomo, yabancı,' olarak geçiyor. Dahası Kolomb'un yabancı uyruklu olduğu Portekizli oğlu Diego'nun kraliyete dava açmasıyla İspanyol mahkemeleri tarafından ortaya konmuştur.
Diego, Katolik Krallar ile babası arasında 1492 yıhnda imzalanan anlaşmaya uyulmadığı gerekçesiyle dava açmıştır. Duruşmada birkaç şahit, Kolomb'un İspanyolcayı aksanla konuştuğuna dair ifade vermiş. Mahkeme suçlamaların yersiz olduğunu, Krallar'ın İspanyol vatandaşı olmayan ve ülkede en az on sekiz yıl yaşamamış bir yabancıya böyle haklar veremeyeceğini söyleyerek davayı düşürdü.
Mahkeme'nin bulguları Madrid' deki El Escorial Kütüphanesi'nde Kodeks V.II. 17 adlı metinde bulunabilir. Bu belgede şöyle yazıyor.
Bahsi geçen Don Cristôbal yabancı uyrukludur, ne bir yerli ya da komşu ne de Krallığın bir vatandaşıdır.
Portekizli olma ihtimali var mı ? Bu hipotez de değerlendirilmeli.
İlk önemli ipucu on beşinci yüzyılın en önemli kozmograf ve jeologlarından birisi olan Floransalı Paolo Toscanelli tarafından ortaya atılmıştır. Bu ünlü bilim insanı, Lizbon Katedrali rahibi Fernam Martins ve Kolomb'un kendisiyle yazışmıştır. Özellikle önemli olan yazışmaysa 1474 tarihinde Lizbon'a kaşifin kendisine yolladığı Latince yazılmış mektuptur.
Toscanelli şöyle başlamış: Mektuplarınızı aldım. Sizin, bütün Portekizliler gibi çok cesur olduğunuzdan ve her zaman büyük işlere kalkışma isteğinizden şüphem olmadığı için böylesi zorlu bir yolculuğa çıkmak isteyeceğinizden eminim.
Bu mektupta birçok önemli şey ortaya çıkıyor! En azından dört önemli şeyi öğreniyoruz.
İlki, Kolomb zamanın en önemli bilim insanlarının biriyle mektuplaşmış.
Kolomb'un Cenevizli cahil bir ipek dokumacısı olduğuna göre!!!, Böyle bir insan Toscanelli'yle nasıl yazışabilir?
İkinci şeyse Toscanelli'nin 'bütün Portekizliler gibi' demesi, buradan belli oluyor ki Toscanelli onun Portekizli olduğunu düşünüyordu.
Üçüncü detay ise mektubun 1474 tarihinde yazılmış olması. iplik dokumacısı Cristoforo Colombo'nun Portekiz'e 1476' da vardığını söyleyen noter belgesi vardı ya hani? Kolomb şehre ayak basmadan iki yıl önce Toscanelli nasıl onunla yazışmış olabilir?
Tarihçi Bartolome de Las Casas, 1501' de Segovia' da Kolomb ile Kral Ferdinand arasında geçen bir konuşmayı aktarıyor. O konuşmada Amiral'in on dört yılını Portekiz kralını ikna etmekle geçirdiğini söylediğini belirtiyor. Şimdi eğer Kolomb Portekiz'i 1484'te terk etmişse ve 1484'ten on dört çıkarırsak 1470'i buluyoruz.
Kolomb'un 1470 yılında Lizbon' da olması gerekli. Dört yıl sonra da 1474'te Lizbon' da Toscanelli'nin mektubunu alıyor. Fakat Ceneviz belgelerine göre 1476'ya kadar Portekiz'e ayak basmıyor.
Bu nasıl mümkün olabilir o zaman?
Dördüncü tutarsızlığa gelince, Toscanelli'nin mektubunun Latince yazılmış olması. Toscanelli İtalyan' dı. Eğer ikisi de İtalyan olsa ölü bir dilde iletişim kurmak yerine İtalyanca yazışırlardı, değil mi?
Burada ki problem ise şu, o dönemde, iki italyanın latınce konuşması garip değildi ama faklı şehirlerden gelen bu inanların adece eğitimli olanları bu dili konuşabiliyordu. Dokumacının oğlunun bu eğitimi almış olması, o dönem için çok zor. Kendi kendine öğrenmiş olabilir mi ? Belki de ancak, Sadece Toscanelli'yle değil, Kolomb kimseyle İtalyanca yazışmamış. Yazdığı mektuplar ya İspanyolca ya da Latince.
Kolomb, bir mektubu İspanya' daki Ceneviz elçisi Nicolo Oderigo'ya 21 Mart 1502' de yazmış. Ceneviz arşivlerinde var bu mektup. Bilin bakalım hangi dilde yazılmış. İspanyolca. Oderigo'ya gene İspanyolca yazdığı cevapta Kolomb mektubu bir başka Cenevizli için çevirmesini rica etmiş. Başka bir İtalyan'a, Keşiş Gaspar Gorricio'ya yazdığı bir mektup. Yine, İspanyolca yazılmış.
İtalyanca, İspanyolca, Latince vs. Düşünülen şey şu ki, Kolomb'un günlüğü korunamadı, elimizdeki tek şey onun on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan elde yazılmış bir kopyası. Bartolome de Las Casas tarafından yazıldığına inanılıyor. Tabii bütün bu karışıklığın içerisinde birçok sahtesi ortaya çıktı. Bazı durumlarda kalpazanlar kendi teorilerini desteklemek için orijinal belgenin sadece küçük bir kısmını değiştirdiler. Diğer durumlardaysa belgelerin hepsi sahteydi. Bu sahte belgelerin ortaya çıkmasında iki sebep vardı genelde. Kolomb'un kendi milletlerinden olduğunu belirtmek ya da para kazanmak. Açık artırmalarda nadir eserleri kapmasını bilen, orijinal el yazmaları konusunda uzman kişilerle konuştum. Kolomb 'un kendi eliyle yazılmış ve orijinalliği kanıtlanmış bir el yazması ortaya çıkarsa paha biçilemez bir değerde olacağını söylediler. 'Bundan daha değerli bir belge Hz. İsa tarafından imzalanmış bir mektup olabilir sadece,' dediler. Böylesine astronomik sayıların döndüğü bir konuda elbette ortaya sahte belgelerin çıkması doğal. Şu an bu konuyla ilgilenenlere göre, Kolomb'un yazdığı düşünülen belgelerin ya bir kısmı ya da tamamı sahte. Cenevizli tanıdıklarına yazılanlar dahil.
Eğer gerçekten sahte ise İspanyolca yazılmasının bir anlamı kalmaz diye düşünebiliriz, lakin kalpazanlar bile mektupların güvenilirliğini azaltacağı için Kolomb'un mektuplarını
Tuscan' da yaşayan Cenevizlilere yazmaya cesaret edememişler. Bu da orijinallerin İspanyolca yazıldığını kanıtlıyor. Son olarak da Kolomb'u İtalyan yapmaya çalışan bir komplo olduğunu da kanıtlıyor olabilir.
İçinde Cenova kelimesinin geçtiği bir çok belge olduğu söyleniyor ama savonna ve cenova arşivlerinde ki noter belgeleri gerçek. Bu da şöyle bir durumu ortaya çıkarıyor olabilir. Cristoforo Colombo isminde bir dokumacı vardı gerçekten. Bu konuda şüphe yok. Bu sahtekarlıklar denizci Cristôbal Colôn'a dair bazı belgeleri değiştirmiş, Assereto Antlaşması ve Amiral tarafından Cenevizlilere yazılmış mektuplar gibi Colombo ile Colôn'u birbirine bağlamaya çalışan bütün çabaları da etkilemişti. Kolomb'a dair bildiğimiz her şey İtalyanlar ve İspanyollar tarafından yazılmış. Bazıları daha masum olsa da bazıları değil.
Şüphe götürmeyecek iki şey var sadece. İlki oğlu Diego'ya yazdığı mektuplar. Bu mektuplar kim olduğu kesin bilinen insanlar ve kurumlar tarafından korunup devredildiğinden hata payı olmadan takip edilebilir. İkincisiyse Kolomb'a ait kitaplardaki kendisinin kenarlara aldığı notlar. Bu kitaplar Kolomb'un İspanyol oğlu Hernando tarafından Sevilla' daki Columbine Kütüphanesi'ne bağışlanmıştır. Fakat bazı notların Kolomb'un kardeşi Bartolomeu tarafından yazıldığı da söyleniyor. Yine de bazılarını kesin olarak Amiral'in yazdığını biliyoruz. Bu notlar, genelde İspanyolca. Bazıları Latince, iki tane de İtalyanca. Bu İtalyanca notlardan sadece bir tanesi kesinlikle Kolomb'a ait.
Kolomb tarafından yazılan bütün metinlerde İspanyolca olsun, Latince ya da İtalyanca olsun hepsinde Portekizce yazım yanlışları var.
Kolomb'un mektupları Portekizce hatalarla telef edilmiş. Hatta İspanyolca bile yazmamış portanyolca denen Portekizce ve İspanyolca karışımı bir dilde yazmış. Eğer Madrid'e gidip, 'Necesito un carro para ir al palacio," dersem, bu "Saraya gitmek için bir araba istiyorum," demektir. Fakat bu cümleyi dediğimde benim Portekizli olduğumu anlarlar çünkü İspanyolcada 'carro' demezler. İspanyolcada arabaya karşılık gelen kelime 'coche' dir. Ve bu hatalar çok ciddi miktarda var.
Kesinlikle onun olduğuna inandığımız tek Toskana lehçesi yazma denemesi, Kehanetler Kitabı adlı kitabının kenarına Mezmurlar 2:2' den yazdığı bir not. Yaşlı Plinius'un Doğal Tarih adlı kitabının ondaki kopyasının kenarlarında yirmi üç not var. Bunların yirmisi İspanyolca, ikisi Latince, bir tanesi de Toskana lehçesi. Uzmanlar bu notun Kolomb tarafından mı yoksa kardeşi Bartolomeu tarafından mı yazıldığı konusundan emin değil. Toskana lehçesiyle yazılan iki metin de çok komik bir şekilde on beşinci yüzyıl İspanyolca ve Portekizcesindeki kelimelerle dolu. Genelde portanyolca yazılmış yani. Hatta İspanyol tarihçi Altolaguirre y Duvale, Kolornb'un lehçesini kesinlikle Portekizceden aldığını söyler. Kolornb hayatının yirmi dört yılını İtalya' da geçirmiş ama sonra bir anda hem Toskana lehçesini hem de anadili olan Ceneviz lehçesini unutmuş, öyle mi? Aynı Kolornb on yılını Portekiz' de geçirmiş ama hayatının sonuna kadar bu dili unutmayıp Portekizce yazıp çizmiş. İlginç, değil mi?
İspanyolca kelimelerdeki ie çift ünlüsünü ele alalım. Portekizce ve İspanyolcadaki çoğu kelime aşağı yukarı aynıdır. Tek fark İspanyolcada ie'yle Portekizcede ise sadece e'yle yazılırlar. Örneğin, Kolomb 'se entiende' yazacağına 'se entende' yazmış. Aynı şekilde 'quiero' yazacağına 'quero' yazmış. Aynı zamanda ie kullanmaması gereken İspanyolca kelimelerde ise yanlışlıkla kullanmış, tıpkı depende gibi, Kolornb depiende olarak yazmış. İspanyollar bilir ki sadece çat pat İspanyolca konuşan bir Portekizli koymaması gereken yere ie koyar.
Mesela Kolomb algun yazmış, 'biraz' için kullanılan İspanyolca kelime alguno ve İtalyanca kelime alcuno oysaki. Aynı zamanda ameaçaban diye yazmış. 'Tehdit ettiler' dernek için İspanyolca amenazaban, İtalyancada minacciiıvano kullanması gerekirdi. Portekizcede 'riskli' ya da 'tehlikeli' için kullanılan kelime arriscada İspanyolcada arriesgado, İtalyancada
rischiosa olarak yazılıyor.
Böyle bir çok örnek var. Cenova Devlet Arşivi'ndekiler o zamanlarda yurt dışında yaşayan İtalyanların birbirleriyle iletişim kurmak için Toskana lehçesini kullandığını söylüyorlar.
Peki o zaman Kolomb neden kullanmıyordu ? Belki de Ceneviz lehçesi biliyordu.
Yazılı kullanılmayan bir lehçe olabilir mi ?
Cenevizli bir dil profesörü bu lehçenin Orta Çağ' dan beri yazılı olarak kullanıldığını söyledi. Bu durumda karşımıza iki soru çıkıyor. İlki, Kolomb eğitim almadığı için Toskana lehçesi
konuşamıyordu ama sadece eğitimli insanların bildiği Latinceyi mi biliyordu? Hem bütün Cenevizliler tarafından konuşulan, eğitimliler tarafından yazılabilen Ceneviz lehçesinde yazmadı da Portekizce yanlışlarla dolu İspanyolca metinler mi yazdı? Dananın kuyruğu burada kopuyor. Neden sadece Kolomb'un herhangi bir İtalyan lehçesinde yazamadığını, bunun da en mantıklı açıklamasının hiçbirini bilmediği olduğunu kabul etmiyoruz?
Ayrıca herhangi bir İtalyanca lehçesini bilmiyorsa o zaman doğal olarak İtalyan olmadığı sonucuna ulaşılabilir, değil mi?
Pleyto con la Corona ve Pleyto de la Prioridad isimli duruşmalarda Kolomb'un başka bir ülkenin vatandaşı olduğu ortaya kondu. Amiral'i tanıyan tanıkların onun hakkında söylediği her şeyi okumadım fakat Siman Wiesenthal ve Salvador de Madariaga isimli iki tarihçinin araştırmalarını inceledim. Duruşmada verilen çok ilginç bazı ifadelere rastlamışlar. "Wiesenthal'a göre şahitlerden biri Kolomb'un çok iyi İspanyolca konuştuğunu ama Portekiz aksanı olduğunu söylemiş. Madariaga da, Kolomb'un her zaman Portekiz aksanlı bir İspanyolca konuştuğunu belirtmiş.
Devam edecek....
-
Kolomb hakkında bir şey kanıtlamayan ancak çok ilginç bir çok olay var. Örneğin, İspanya'ya büyük ihtimalle 1484'te geldiğinde ilk Portekizli Marchena isminde bir keşişle görüşmüş. Nedeni bilinmiyor.
Kolomb Cenevizliyse neden kimliğini saklamak için bu kadar çaba gösterdi? Sonuçta o zamanlar Kastilya ve Cenova arasındaki ilişkiler iyiydi. Hatta Cenevizli tanıdıklara sahip olmak prestij meselesiydi. Akdeniz' de Saint George'un Cenova bayrağıyla yelken açan İngilizler koruma altındaydılar. Beyaz zemin üzerindeki kırmızı haçtan oluşan bu bayrağı sonradan İngilizler kendi bayraklarına uyarladılar. Portekiz ve Kastilya arasındaki rekabeti düşünürsek bir Kastilya filosunu kumanda eden bir Portekizli sorun olurdu. Tam tersi de öyle. Portekizli kaşif Ferdinand Macellan'ın İspanyol filosunun dümenine geçip ilk defa yelken açtıklarında neler çektiğini hatırlayın.
Kolomb Cenevizli olsa kimliğini saklamak zorunda kalmazdı ama Portekizliyse?
Veragua Arşivleri'nde bulunan bir mektup vardır. Bu mektup öldükten sonra Kolomb'un kağıtları arasında bulundu. Bu mektup Mükemmel Prens lakaplı Portekiz Kralı il. Joao tarafından imzalanmıştı. Tordesillas Antlaşması'nı imzalayan, Kolomb'a batıya gitmek yerine Afrika' dan dolanmasının daha kısa olacağını söyleyen kral.
''Alıcı kişi olarak, 'Xpovam Collon' a, Sevilla' daki kıymetli dostumuza' diye belirtilmiş.
Mektup şöyle ;
Xpoval Colon. Ben Portekiz ve Algarves'in, Afrika'nın iki tarafındaki denizlerin kralı ve Gine Lordu Dom Joiio, size en yüksek takdirlerimi sunuyorum. Krallığımıza yazdığınız
mektup okundu ve bizim hizmetimizde olmaktan duyduğunuz onur ve iyi niyet fark edildi. Krallık içtenlikle teşekkürlerini sunar. Ziyaretinize gelince, belirttiğiniz sebepler ve daha
birçok konuda krallığımızın sizin yeteneklerinize ve zekanıza ihtiyacı olduğu aşikardır. Size en uygun olacak şekilde gelip huzura çıkmanızı arzu eder ve teşrif ederseniz memnuniyet duyarız. Gelmeniz halinde de size hizmetlerimizi sunmakta beis görmeyiz. Bazı taahhütlerden mütevellit bizim yargıçlarımızdan çekinirseniz bu belgeyle sizi temin ediyoruz ki burada kaldığınız süre boyunca herhangi bir sebepten dolayı ne tutuklanacaksınız ne de suçlanacaksınız, hiçbir şeyden hiçbir şekilde sorumlu tutulmayacaksınız. Bu belge mahkemelerimiz için bir hüküm niteliği taşımaktadır.
Bu yüzden tereddüt etmeden ivedilikle gelmenizi rica ederiz.
Size olan minnetimizin karşılığını bolca alacağınızdan şüpheniz olmasın.
Avis'te yazıldı. 12 Mart 1488. Kral
Görünüşe göre Kolomb, Kral II. Joao'ya bir mektup yollayıp onun hizmetine girmeyi teklif etmiş. Belli ki Kral'la mektuplaşırken Portekiz'in yargı sistemiyle başının belaya girebileceğine değinmiş.
Ama neden?
Portekiz' de bir şey yapmış demek ki. Unutma Kolomb Portekiz'i 1484'te, yani bu mektuplaşmalardan dört yıl önce alelacele terk etti. Kolomb ve oğlu Diego'nun İspanya'ya kaçmasına sebep olan bir şey yaşandı ama ne olduğunu bilmiyoruz. Amiral'i çevreleyen gizemlerden biri de Portekiz' deki hayatı hakkında belge olmaması. Sanki hayatının o dönemi bir kara deliğe düşmüş. Kolomb'un Kral Joao'ya yazdığı mektup hiçbir zaman Portekiz arşivlerinde bulunamadı.
Önemli bir detay, Kral Joao'nun Kolomb'a samimi bir şekilde hitap ederek ondan 'Sevilla' daki kıymetli dostumuz,' diye bahsetmesi. Bu mektup eğitimsiz bir ipek dokumacısı ile güçlü bir kral arasındaki resmi bir mektuplaşma değil, birbirini yakından tanıyan iki insanın mektuplaşması.
En azından bize Kral ile Kolomb'un birbirlerini bizim sandığımızdan çok daha yakından tanıdıklarını ve Kolomb'un Portekiz sarayının yabancısı olmadığını gösteriyor. Bu da onun bir asilzade olup olmadığını sorgulamamıza yol açıyor. Kolomb'un asilzade olması iki noktayı daha anlamlı bir hale getiriyor. Birincisi asilzade Filipa Moniz Perestrelo'yla evlenmesi. O dönemde halk tabakası ile asilzadeler arasında evlilik düşünülemezdi. Eğer Kolomb asilzadeyse bu evliliğin gerçekleşmesi mantıklı.
Kraliçe Katolik Isabel tarafından arma taşıma hakkı verilmiş mektuplar var. 20 Mayıs 1493'de verilmiş yine ilginç olan, armas vuestras que soliades tener' yani 'zaten sahip
olduğunuz armalar demiş olması.
Kolomb zaten armaya mı sahipti? Cenovalı bir ipek dokumacısının nasıl arması olsun ki?
Kolomb'un armasının son bölümündeki çapalar ile Portekiz kraliyet armasındaki detaylar birbirine çok benziyor. Portekiz kraliyet arması haç şekilde dizilmiş beş kalkandan oluşuyor, kalkanların içinde de tıpkı Kolomb'un çapalarının dizilişinde olduğu gibi beş nokta var. Bu kraliyet armasını hala Portekiz bayrağında görebilirsin. Kolomb'un arması Leon, Kastilya ve Portekiz sembolleriyle direkt olarak bağlantılıydı.
Pleyto de la Prioridad' da iki şahit söyledi. Hernan Camacho ve Alonso Belas isimli iki şahit Kolomb' dan 'Portekiz'in oğlu' diye bahsetmişler. Ne kadar doğrudur, bu da yanılmaca olabilir mi bilinmez.
Kolomb'un kökenleri hakkında İspanyol ve İtalyan tarihçilerin çekişmelerinin iyice kızıştığı bir ortamda İspanya Kraliyet Coğrafya Topluluğu'nun başkanı Ricardo Beltran y R6zpide şu esrarlı satırların olduğu bir metin kaleme almış. 'Amerika'yı keşfeden adam Cenova' da doğmamış, İber Yarımadası'nın batısından, Ortegal ve Saint Vincent burunlarının arasındaki yerden gelmiştir.
Ortegal Burnu Galiçya'da. Ama Saint Vincent Burnu, Portekiz'in en güneyindeki bir noktada.
Milliyetçiliğin tırmandığı bir ortamda İspanyol bir tarihçinin Kolomb'un Galiçyalı olduğunu söylemesi son derece doğal olacaktı. Fakat Amiral'in doğum yerini belirtmek için neden bütün Portekiz kıyısını içine alacak şekilde bir yer belirtti? Bu normal değil.
Tabii sakladığı bir şeyler varsa o ayrı...
Görünüşe göre sakladığı bir şeyler varmış. Beltran y Rôzpide'nin Afonso de Dornelas adında Portekizli bir arkadaşı vardı. Bu adam aynı zamanda ünlü tarihçi Armando Cortesao'nun da arkadaşıymış. Ölüm döşeğinde Beltran y Rôzpide arkadaşına Joao da Novanın Portekizde bulunan özel bir arşivdeki belgelerinde Kristof Kolomb'un kökenlerini
tamamen açıklayan bir ya da birkaç belge olduğunu söylemiş. Dornelas birkaç defa ona hangi özel arşivden bahsettiğini sorsa da Beltran y Rôzpide ona Kolomb'un kökenlerinin İspanya' da çok tartışılan bir konu olduğunu, eğer belgeler ortaya çıkarsa bir isyan bile çıkabileceğini söylemiş. Birkaç dakika sonra da ölerek sırrını mezara götürmüş.
Buraya kadar geldikten sonra birazda Kolomb'un yahudi olduğu iddialarına bakalım. Aynı zamanda o döneme elbet.
Sefaradlar İber Yarımadası'ndan Yahudi takvimiyle 5250' de sürüldüler. Miladi takvime göre de on beşinci yüzyılın sonunda. Sürülen Sefaradlar yaklaşık çeyrek milyon
kadardı. Kuzey Afrika'ya, Osmanlı İmparatorluğu'na, Güney Amerika'ya, İtalya'ya ve Hollanda'ya yerleştiler. Spinoza'nın ailesi Hollanda'ya kaçmıştı örneğin. Sefaradlar çok kültürlü insanlardı.O zamanın Yahudileri arasında en iyi eğitimliler onlardı belki de. Amerika'ya ilk giden de onlardır. Yahudilerin en prestijli koludurlar.
Portekiz'in yaptığı belki de en saçma işlerden biridir bu. İnsan hakları konusunda değil sadece. Gidişleri ülkenin de geriye gitmesine sebep oldu. Bir ülkenin zenginliği sadece parayla değil, bilgiyle de ölçülür. Keşifler Çağı'nda Portekiz' de neler oldu?
Ülke kendini bilgiye açtı. Prens Gemici Henry zamanının dahilerini, silah imalatçılarını, denizcilik aletlerini icat edenleri, gemi tasarlayan insanları, kartografide ilerleme kaydeden insanları Portekiz' de topladı. O zamanlar entelektüel zenginlik zirvedeydi. Bu toplanılan Portekizli ve yabancıların çoğu Hıristiyan' dı ama bazıları Yahudi'ydi. Çok önemli bazı Portekiz keşiflerine katkıda bulunan insanların bir bölümü Yahudi'ydi. Alanında liderdiler ve ülkeye yeni uzmanlık alanları kazandırdılar. Yeni kapılar açtılar, ilişkiler kurdular ve kaynak sağladılar.
İspanyollar Yahudileri sürdükçe Portekizliler onları ülkeye alıyor, Kral II. Joiio tarafından iyi muamele görüyorlardı. Onun yerine gelen I. Manuel bütün İber Yarımadası'nın hükümdarı olmak isteyince işler değişti. Lizbon'u başkent yaptı. Katolik Krallar'ı kandırmak için bir plan hazırladı. Bu planın önemli bir parçası onun Katolik Krallar' dan birinin kızıyla evlenmesini gerektiriyordu. Bu sayede iki hanedan birleşecekti ama gelin evliliğin meydana gelmesi için bazı şartlar öne sürdü.
Yahudilerin sürülmesini istedi daha gerçeği.
Portekiz' de Yahudi istemiyordu. Normal şartlar altında Kral Manuel geline ve Katolik Krallar'a anlaşmayı unutmalarını söylerdi ama o zamanda şartlar normal değildi.
Portekiz Kralı bütün İber Yarımadası'na hükmetmek istiyordu. Portekiz Kilisesi'nin baskısına ve gelinin şartlarına mukavemet gösteremeyen aptal Kral Manuel onların isteklerine boyun eğdi. Fakat bir hileye başvurdu. Yahudileri sürmek yerine onları zorla Hıristiyan yapmaya çalıştı. 1497' de büyük bir operasyon sonucu onları kendi rızaları haricinde vaftiz ederek yetmiş bin kadar Yahudi'yi Hıristiyan yaptı. Bunlara Yeni Hıristiyanlar dendi ama çoğu el altından Yahudi geleneklerini devam ettirdiler. Sonuç olarak Lizbon' da ilk Yahudi katliamı 1506' da meydana geldi. İki bin kişi ölmüştü. Bu tür eylemler İspanya' da çok yaygın olsa da Portekiz' de ilk defa yaşanıyordu.
Sonuç felaketti,Yahudiler ülkeden kaçmaya başladı. Beraberlerinde meraklarını, öğrenme aşklarını ve araştırmacı kişiliklerini de götürdüler. Bundan kırk yıl sonra 1540'larda
Portekiz' de Engizisyon kurularak felaketler zinciri tamamlanmaya başladı. Kral Manuel'in birleşik İspanya ve Portekiz rüyası gerçekleşiyordu ama İspanya kontrolünde. İspanya yobazlığın daha da radikal bir şeklini uygulamaya başladı. Portekiz dış etkilere ve bilgilere kapanmıştı. Bilimsel metinler yasaklanmış, eğitim sadece kilisenin tekeline geçmişti. Fanatik cahillik ülkede gemi azıya almıştı. Museviliğin yasaklanmasıyla Portekiz daha yeni yeni aşılan bir gerileme dönemine girdi.
Devam edecek....
-
Yahu Kaan, her gün ceridede tefrika bekler gibi bekliyorum yazdıklarını. "miptelâsı" oldum desem yalan olmaz billah. ;)
-
Yahu Kaan, her gün ceridede tefrika bekler gibi bekliyorum yazdıklarını. "miptelâsı" oldum desem yalan olmaz billah. ;)
;D
-
Mendes ailesi olarak tanınan lakin aslı Nassi olan aileyi herkes tanıyordur herhalde. Portekizin Marran denilen ailelerinden Mendes üyesi. Osmanlı tarihinde de yeri önemlidir. Örneğin Yasef Nasri. Hristiyan adı Joao Micas olan Yahudi banker.
Lizbon' da baskılar başladıktan sonra aile önce Hollanda'ya sonra da Osmanlı'ya kaçtı. Ailenin kadın reisi Gracia Nassi, Osmanlı Sultanı üzerindeki etkisini kullanarak ve ticari ilişkileri dolayısıyla edindiği birçok ahbabından yardım alarak Yeni Hıristiyanlar'ın Portekiz' den kaçırılmasını sağladı. Hatta Yahudileri sürgün eden ülkelere ticari ambargo uygulatmaya bile çalıştı.
Şair Samuel Usque Portekizce yazdığı kitaplardan birini ona ithaf etmiştir. Kitapta ona, Consolaçam as tribulaçôens de Israel, der, yani İsrail 'halkının yüreği.
Gracia'nın yeğeni Joseph de Lizbon' dan kaçıp, Konstantinopolis'e sığındı. Ünlü bir banker ve devlet adamı oldu. Avrupa krallarının arkadaşı ve Sultan Süleyman'ın da danışmanlarından biriydi. Hatta Sultan Süleyman onu paşa yaptı. Bugünün İsrail topraklarındaki Tiberya, o zamanlar Joseph ve Gracia'nın kontrolü altındaydı.
Diğer Yahudileri de gelip buraya yerleşmeye teşvik ettiler.
Bir açıdan bakıldığında, Orta Doğu'ya tekrar yerleşmelerini başlatan kişiler Portekizli ataları idi. Tabi onlar buna Vaad edilmiş topraklar gözüyle bakıyorlar.
Joseph Nassi inanılmaz zengin oldu ve bugün Yahudilerin Prensi olarak biliniyor. Hem Nassi kelimesi İbranice' de prens demektir.
Kudüs'e gidenleriniz varsa bilirler. Yahudi bölgesinde bir çok araştırma merkezi vardır. Yazar, bu konuları, oradaki araştırmacı bir hahamın gözünden aktarılan bilgilerle Kristof Kolomb hakkında ki görüşler verilmiş. Elbette, bu bölümde bir çok ayrıntıya girilmiş, sadece konuyla ilgili olan kısımlar toparlayınca şöyle oluyor.
Ve yine elbette ki, Kudüs'de ki bir haham'ın yahudilik iddiası ile yaklaşması doğaldır.
Kolomb'un Amerika'ya olan ilk yolculuğuna kaç yılında çıktı ?
3 Ağustos 1492' de Cadiz' deki Palas Limanı'ndan yola çıktıği düşünülüyor.
Peki, Katolik Krallar'ın Yahudileri İspanya' dan kovduğu tarih ?
Sefarad Yahudilerinin İspanya'yı terk etme hükmü 3 Ağustos 1492' de yürürlüğe girdi
Yani Kolomb'un ilk yolculuğuna çıktığı tarih. Aynı gün.
Kristof Kolomb'un Yahudilerin ülkeden kovulduğu gün yolculuğa çıkması tesadüf müdür?
Kolomb'un günlüklerin de ilk madde olarak şöyle yazıyor, "Yahudileri topraklarınızdan attıktan sonraki ocak ayında Haşmetmeapları bana yeterli silahlı kuvvetle
Hindistan'a gitmemi emrettiniz."
Aslına bakarsanız, bu cümle birkaç şey söylüyor. İlk olarak Bay Kolomb'u Hindistan'a yollama kararının Ocak 1492' de alındığını ortaya koyuyor. İkinci olarak da Yahudilerin 30 Mart'tan 3 Ağustos'a kadar ülkeyi terk etme hükmünün kararının aynı ocak ayında verildiğini söylüyor.
Günümüzde iki olayın birleştirildiği düşünülüyor. İlk yolcuğuna çıkmadan önce Kolomb'un bütün mürettebatının gece on birden önce gemilerde olmasını istiyor Kolomb.
O zamanlar erkenden gemiye gelmek denizcilerin hiç huyu değildi. Ama özellikle ısrar etti. Ama Kolomb'un dediği saat olan gece on birden sonra ne oldu bilin bakalım ?
Yahudilerin ülkeden sürülmesi hükmü yürürlüğe girdi, Mürettebatta Yahudiler de vardı.
Limandan ayrıldıktan sonra günlüğüne, 23 Eylül günü şöyle yazmış ;
"Şansım çok yaver gitti. Rüzgardan yana çok talihliydik. Musa'nın, Yahudileri Mısır' dan çıkarmasından beri deniz bu kadar uyumlu davranmamıştır sanırım."
Katolik birisinin Peraşalardan böylesine alıntı yapması, özellikle Mısır' dan Çıkış bölümünden, şaşılacak bir şey değil midir sizce de?
Kolomb'a ilk yolculuğuna çıkmadan önce Abraham Zacuto tarafından Portekiz Kralı için hazırlanan astronomi çizelgelerinden verilmiş. Kral II. Joao için yapılmış.
Bu çizelgelerden biri Sevilla' da sergilenmekte şu anda Daha ilginci, çizelgeler İbranice yazılmış. Kolomb ibraniceyi nereden biliyordu?
Özellikle eğitimsiz bir dokumacının oğlu için bu kaçıncı yabancı dil.
O zaman burada bir soru sormamız gerekiyor. Kral iL Joao tarafından Kolomb yola çıkmadan iki gün önce ona yollanılan çizelgelerde Portekiz'in çıkarlarının gözetilmemesi mümkün mü?
Burada ki gizem, Portekiz Kralı ile aralarında ki yakınlık.
Kraliçe Isabel'in günah çıkardığı rahibi Hernando de Talavera tarafından 1492' de yazılmış bir mektup var. Talavera, Katolik Kralları'na Bay Kolomb'un yolculuğuna olur veriip vermediklerini soruyor. Belgenin bir bölümünde Talavera, 'Colon'un bu gayrimeşru yolculuğu, Kutsal Topraklar'ın Yahudilerin olmasını nasıl sağlayacak' diye yazıyor."
Kutsal Topraklar'ı Yahudilere vermek mi? Kraliçe'nin günah çıkardığı rahip neden Kolomb ile Yahudiler arasında bağlantı kursun ki?
Dahası da var. Kolomb'un Kehanetler Kitabı'ndaki yazıları tamamen Peraşalardaki peygamberler olan Yeşeya'ya, Hezekiel'e, Yeremya'ya ve daha birçoğuna dayanır. Oğlu Hernando kitabında babasından, Kudüs'ün kraliyet soyundan gelen olarak bahsetmiştir.
Papa II. Pius'un yazdığı Historia rerum ubique gestarum kitabından bir sayfa. Bu kitap Kristof Kolomb'a aitti. Şimdi ise Sevilla' daki Kolomb Kütüphanesi'nde
Bunu yazanın Kolomb olduğu biliniyor. Kitapta kendi el yazısı ile bir not var. Bu notu düşerken miladi takvimi Yahudi takvimine çevirdiğini, 5241 yazıyor, ki bir hristiyanın yahudi takvimine göre notunu değiştirmesi ilginç.
Üstelik Kolomb, İkinci Tapınak'ın yıkılışından 'İkinci Ev'in yıkılışı olarak bahsediyor ve milattan sonra 68 yılında gerçekleştiğini yazıyor.
İlk olarak, Süleyman'ın Tapınağı'ndan ev olarak bahseden tek bir kavim vardır.
Yahudiler.
O zamanlar Hıristiyanlar o olaya, Kudüs'ün yıkımı derlerdi. Evi bırakın, tapınak bile demezlerdi. Aynı zamanda tapınağın yıkım tarihi hakkında tartışmalar vardır. Hristiyanlar
yıkımın 70 yılında yapıldığını söyleseler de Yahudiler 68 yılında gerçekleştiğini savunurlar. Sizce Kolomb'un tapınaktan ev diye bahsetmesi, 'Kudüs' ün yıkımı' demek yerine 'Ev'in yıkımı' demesi ve bu olayın 68' de gerçekleştiğini yazması kökenlerini ortaya çıkarmıyor mu?
Elbette burada Kudüs'de ki Haham'ın tamamen kendi görüşleri kurgulanmış. Bu bölümde Kolomb'un imzası üzerinde yapılan araştırma ve kabala sistemleri anlatılmış. Gog ve Mogog, tapınak şövalyeleri, daha önce bahsi geçen portanyolca örnekleri, akronimler ile imzadan 'yemaks şemi' ye ulaşırlar. Anlamı İsmim silinsin demektir. En başlarda ki isimler nefret uyandırır ile bağlantılı.
Haham, kitap akışı içinde elbette, şöyle anlatır.
Hıristiyanların İsa'yı tanrılaştırılması bazı Yahudilere göre putperestliktir. Bu da bizi' Kolomb'un imzasının yansımasındaki A.WX satırına götürüyor. İbranicede İsa'nın ismi Yeşua' dır. Yahudiler bu ismi sevmedikleri için son harfi çıkarıp Yeşu'yu bırakmışlardır. A.WX satırı da tam olarak bu şekilde okunur. Yeşu. Bu masum bir isim değil. Yeşu, 'yemaks şemi vezihro' anlamına gelir. Bu da 'anısı da ismi de yok olsun,' demektir.
On beşinci yüzyıl İberya'sında yaşandığını unutmayın. Eğer bütün verilerin gösterdiği gibi Yahudi'yse o zamanlarda ve Avrupa'nın o bölgesinde bir Sefarad için hayatın çok da kolay olmadığını bilmeniz gerekir. Bu da bizi onun ilk ismine götürüyor. Xpoferens Xpoferens? Xpo Yunanca' da Hristos'un ilk üç harfidir, İsa demektir. Ferens ise Latince fero fiilinin çekilmiş halidir, 'taşımak' ya da 'götürmek,' anlamına gelir. Xpoferens, Hristoferens demektir, yani İsa'yı taşıyan. Cristovao, Cristobal ve Cristoforo isimlerinin kökünde Hristo yani İsa vardır.
Hiçbir Yahudi o ismi kullanmaz.
İsa. İsrail' de kimse çocuğunun adını İsa koymaz. Peki, bir Yahudi olan Kolomb niye Cristovao ya da Cristobal ismini kullandı ve Cristoferens diye imza attı?"
Bunu yapabilecek sadece tek bir tür Yahudi vardır. Kendisini Hıristiyan olarak göstermeye çalışan ama içten içe asıl inancını yaşamak isteyen bir Yahudi. Böyle bir insan kendine İsa'nın ismini seçse de Tanrı'ya karşı mahcup olmamak için imzasında İsa'nın ismini ve anısını reddettiğini söyler. Yeşu.
Kolomb 'yemaks şemi', yani 'ismim silinsin" derken aslında İsa'nın ismini reddediyordu.
Elimizdeki bilgilere dayanarak size şunu söyleyebilirim ki bugün Kristof Kolomb diye bildiğimiz adam büyük olasılıkla bir Sefarad Yahudisiydi ve gerçek ismi başkaydı. Hıristiyan'mış gibi görünerek gerçek dinini sakladı ama Yeni Hıristiyan olmadı.
Onun gibilere Marrano derlerdi
Marrano, Portekizcede eski bir kelime...Domuz demek.
Portekiz' de ve İspanya' da, gizliden gizliye Yahudiliğinde ısrar eden Yeni Hıristiyanlara aşağılayıcı bir isim olan Marrano deniyordu. Bu ismin kullanılmasının nedeniyse
dinine bağlı Yahudilerin asla domuz eti yememesiydi. Domuzlar mundar sayılırdı, koşer değillerdi ve besin olarak tüketilmeleri Yahudiliğin dini kurallarına aykırıydı.
Cenevizli bir Marrano olabilir mi ?
Marrano' İber Yarımadasındaki bir Yahudi'ye deniyordu.Hem Yahudi olmasından dolayı Kolomb'un Cenevizli olmasının ihtimali yok. Çünkü, on ikinci yüzyılda Yahudilerin Cenova' da üç günden fazla kalması yasaklanmıştı. On beşinci yüzyılda Kolomb hayattayken bu yasak hala geçerliydi.
Bilinmesi gereken çok ilginç bir şey var. Garip bir Yahudi geleneğine göre, Cenevizli kelimesi on altıncı ve on beşinci yüzyıllarda Yahudiler için kullanılan bir hüsnütabirdi.
Birisinin Yahudi olduğunu belirtmek için ondan 'milletten,' diye bahsederlerdi. Yahudi milleti anlaşılırdı. Belli ki o zamanlar Yahudilere yapılan zulümler yüzünden Hıristiyanlar tarafından sorguya çekilen çoğu Yahudi, Cenevizli olduğunu söylemişti. Kendilerinin Yahudi olduğunu karşıdakine dikkat çekmeden anlatmanın bir yoluydu bu.
Sözlü gelenekte aktarılan bir şey bu, yazılı belge olarak bir kanıt yok. Fakat 1512' de Saint Jerome Tarikatı'ndan Keşiş Antônio de Aspa'nın Kastilya engizisyoncusuna gönderdiği bir mektup var. Mektubunda Aspa, Kolomb'un Yeni Dünya'ya yaptığı ilk seferde beraberinde 'Kırk Cenevizli' götürdüğünü yazmış. Şimdi biliyoruz ki bütün mürettebat İspanyol' du ama bazıları Yahudi'ydi, büyük ihtimalle de Marrano'ydu. Diğer bir deyişle Antônio de Aspa aslında engizisyona mürettebatın içerisinde kırk tane Yahudi olduğunu bildiriyordu.
İşte, yahudi olması ile ilgili hahamlardan alınan görüşlerin temelleri yaklaşık olarak bunlar.
Devam edecek...
-
Pazar bonusu ;D
Keşifler Çağı'nın büyük gizemlerini bir kenara bırakıp on beşinci yüzyıl Portekiz'indeki günlük olaylara bakalım. Gemici Henrique ve Kral V. Alfonso öldükten sonra başka biri deniz keşiflerinin kontrolünü ele aldı: Kral Alfonso'nun oğlu yeni kral il. Joao, ona Muhteşem Prens de deniyordu. Tahta geçtikten kısa bir süre sonra Kristof Kolomb'un kaderini tayin eden olay gerçekleşti.
"Kral Joao'u öldürmek için planlanan suikast."
1482'de kral il. Joao başkanlığında toplanan kraliyet divanı, kanunların doğru uygulanıp uygulanmadığının kontrol edilmesi için yargıçların derebeylerinin topraklarına girmesine
izin veren kanunu çıkardı. Bu karar o zamana kadar topraklarının mutlak hakimi olan soyluların gücüne doğrudan darbe vuruyordu. Bu soylulardan en güçlüsü Bragança Dükü ve kralın uzaktan akrabası olan il. Fernando'ydu. Dük topraklarının hakimiyetinin kendisine ve atalarına bahşedilmiş olduğunu gösteren belgeleri ortaya çıkarmaya karar verdi. Finans işleriyle ilgilenen Joiio Afonso'ya belgeleri kasadan alması emrini verdi. Fakat Joao Afonso kendisi gitmek yerine daha genç ve tecrübesiz olan oğlunu göndermeye karar verdi.
Oğlu belgeleri bulmak için kasaya bakarken Lopo de Figueiredo isminde bir katip oğlanın yanına gelip ona yardım etmeye çalıştı. Beraberce belgeyi aralarken Lopo de Figueiredo, Bragança Dükü ile Kastil ve Aragon Katolik Kralları arasında yazılmış bazı ilginç mektuplar gördü. Mektuplar dikkatini çekince onları çaktırmadan aşırdı ve Kral'la yaptığı gizli görüşmede mektupları Kral'a gösterdi. Mektupların bazılarında dükün kendi el yazısıyla yazılmış bazı gözlemler vardı. II. Joao ortaya çıkan bu mektupları inceledi ve kendisine karşı düzenlenen komployu açığa çıkardı. Portekiz'in Bragança Dükü Katolik Kralları'nın gizli bir ajanıydı ve onlara ülkeyi işgal etmelerinde yardım edecekti.
Mektuplar kraliçenin kardeşi, Viseu Dükü'nün ve onun annesinin de işin içinde olduğunu gösterdi. II. Joao belgelerin kopyasını çıkardı ve Lopo de Figueiredo'ya onları aldığı kasaya geri koymasını söyledi. Kral bir yıldan uzun bir süre boyunca komplonun nerelere kadar uzandığını ve bu işi tamamen nasıl çözeceğini düşündü. Suikastçıların onu nasıl idam etmeyi planladıklarını bile öğrendi. Sonra 1483 yılının Mayıs ayında bir gün Bragança Dükü tutuklandı ve yargılandı. Vatana ihanet suçundan yargılanan II. Fernando birkaç gün sonra Evora' da idam edildi. Fakat komplo, Kral Joao kesin bir şekilde bitirene kadar Videu Dükü tarafından 1484'e yılına kadar devam ettirildi. Kral, Dük'le bir görüşme ayarladı ve kısa bir konuşmadan sonra onu bıçaklayarak öldürdü. Komploya karışan diğer soylular ya zehirlendi ya kafaları kesildi. Kral'ın gazabından kurtulabilenler Kastilya'ya kaçtı. Bunların hepsi olurken ilginç bir olay meydana geldi. Kral Joao, Viseu Dükü'nün kardeşini çağırdı. Manuel idam edileceğinden korksa da geldi, sonuçta ağabeyi Kral tarafından aynı yerde idam edilmişti. Ancak sonuç tamamen bambaşka bir şey olmuştu. Kral Joao, Manuel'e ağabeyinin bütün topraklarını vermiş ve eğer kendi oğlu Afonso varis bırakmadan ölürse tahtın ona kalacağını söylemişti.
Durum böylece sona ermiş oldu.
soyluların geniş çapta kıyıma uğradığı yıl 1484. Kolomb o yılda Portekiz'i terk edip Kastilya'ya gitti.
Şu an tarihçiler, Kolomb'un bu komplonun bir parçası olduğu düşünüyorlar.
sorular belli, Kolomb'ın İspanya' da geçirdiği zaman hakkında bir sürü belge var da Portekiz' de geçirdiği zaman hakkında sadece koca bir boşluk bulunuyor? Hiçbir şey yok, bir tane bile belge yok. Bilinen tek tük şeyler de Hernando Kolomb, Las Casas ve Amiral'in kendisinin bıraktığı belgeler sayesinde. Başka hiçbir şey yok.
Neden olabilir ?
Çünkü Kolomb'un başka bir ismi vardı. Her belgede sürekli Colom ismini araştırıyoruz ama aslında başka bir ismi aramamız gerekli.
Bütün çabalara rağmen Kolomb'un gerçek ismi hala bir muamma. Nomina sunt odiosa. Önemli olan başka bir isminin olması. Soylu birinin ismi.
Kolomb, İsa Mesih Tarikatı'nın üyesi olan bir soyluydu. Gerçek hikayesi Tapınakçılar'ın sözlü tarihinde anlatılır. Bunu doğrulayabilecek birçok olgu da var.
Kral Joao'nun 1488'de
Kolomb'a gönderdiği mektup var.
Kral, Kolomb'a yargıçlardan çekinmemesini söylerken ne anlatmak istiyordu?
Kral şöyle yazmış: 'Bazı taahhütlerden mütevellit bizim yargıçlarımızdan çekinirseniz bu belgeyle sizi temin ediyoruz ki burada kaldığınız süre boyunca herhangi bir sebepten dolayı ne tutuklanacaksınız ne suçlanacaksınız hiçbir şeyden hiçbir şekilde sorumlu tutulmayacaksınız. Bu belge mahkemelerimiz için bir hüküm niteliği taşımaktadır.
Yani, Kolomb'un oğluyla beraber 1484'te İspanya'ya kaçmasına sebep olan suçlar neydi?"
Komplo.
Komplo, 1484'te ortaya çıktı. Birçok soylu o yıl ailesiyle birlikte İspanya'ya kaçtı. Bragança ve Viseu düklerinin hazırladığı komploya katılan herkes kaçtı.
Hatırlayın, Kolomb'un İspanyol oğlu Hernando babasının Kastilya'ya gelmesi hakkında aynı şeyi demişti.
Aynen şöyle ; 1484 yılının sonuna doğru küçük oğlu Diego'yla birlikte Kral'ın onu hapsetmesinden korkarak gizlice Portekiz'i terk etti.
Kolomb eğer gerçekten komploya karışmış olsaydı Kral onu affeder miydi ?
Duruma bağlı ama bildiklerimizi düşünürsek gayet mantıklı. Kolomb o işin arkasındaki adamlardan değildi, sadece bir piyondu. Ayrıca komplonun açığa çıkmasından dört yıl sonra, yani Kral artık tehdit altında olmadığında affedildi. Kral Joao'nun kendisi komploculardan birinin kardeşini tahtın varisi ilan etti. Eğer Kolomb'u çıkarları için kullanabilecekse onun gibi önemsiz bir piyonu affetmesi normal.
Kralın, 1488 tarihli mektupta Kolomb'a hitap şekline dikkat edilmelidir.
"Xpovam Collon'a, Sevilla' daki kıymetli dostumuza."
Kıymetli dost mu? Bu nasıl bir samimiyet böyle, yüce Portekiz Kralı'nın bir ipek dokumacısı ile böyle konuşması mümkün mü?
Kristof Kolomb Yahudi kökenli bir Portekiz soylusuydu. Viseu Dükü'nün ailesiyle ilişkisi vardı. Kral il. Joiio'ya karşı düzenlenen komploda küçük bir rol almıştı. Komplo sona erdiğinde o işle alakası olanlar İspanya'ya kaçmıştı. İlk kaçanlar komplonun asıl arkasında olan fikir babalarıydı, yardakçılar onları takip etmişti. Kolomb da onlardan biriydi. Eski ismini bıraktı ve Sevilla' da yeni bir hayata başladı. Portekiz' de edindiği denizcilik becerilerinden orada da faydalandı. Cristôbal Colon ismini kullandı ve geçmişini saklamaya karar verdi. Sadece İspanya' daki antisemitizmden dolayı da değil. Amerika'nın keşfinden sonra İtalyan yazarlar onun Cenevizli olduğunu iddia ettiler. Bu iddia Kolomb'un işine geldi ve ne yalanladı ne de kabul etti. Bu durum dikkatleri asıl kimliğinden uzaklaştırarak gerçekte kim olduğunu saklamasına da yardımcı oldu.
İspanyol oğlunun bile babasının gerçek kimliğini bilmediğini farkettiniz mi ? Hatta Hernando babasının Cenovalı olduğunu kanıtlamak için İtalya'ya gitti. Kolomb kendi öz oğluna bile nereli olduğunu söylememiş! Amiral'in sırrını saklamak için neler yaptığını hayal edebiliyor musunuz? Hernando kitabında yazdığı üzere Cenova'da babasıyla alakalı bir şey bulamamış, o yüzden babasının soyunu Portekizli karısının baba tarafınınkiyle karıştırarak babasının Piacenza' da doğduğu savını ortaya atmış. Amiral'in karısı Filipa Moniz Perestrelo gerçekten de İtalya' da doğmuştu.
Katolik Krallar bile onun kim olduğunu bilmiyorlar mıydı?
Onlar elbette biliyordu. Kolomb Portekiz tahtına karşı kurulan komploda rol oynadı.
Bragança'nın kasasında bulunan belgeler Katolik Krallar tarafından yollanmıştı. Kolomb da komploda yer aldığı için Katolik Krallar'ı uzaktan da olsa onu tanıyordu. Hatta Katolik Krallar'ın ona itibar etmelerinin tek açıklaması bu olabilir.
Kolomb'un Prens Juan'a yolladığı mektupta geçen önemli bir yer var.
'Ben ailemden çıkan ilk amiral değilim'
Kolomb ailesinden çıkan ilk amiral değil miymiş? Cenevizli eğitimsiz bir dokumacı olması
gerekmiyor muydu?
Diğer bir deyişle Amiral'in kendisi soylu ailesine bir atıfta bulunuyor. İspanyol Kraliyeti de bu durumun farkında. Eğer Kolomb gerçekten de halk tabakasından bir dokumacı olsaydı kraliyet onun bu muhatap alınma isteğine gülüp geçerdi. Portekiz ve İspanya arasındaki rekabeti düşünürsek İspanyol filosunun başındaki Amiral'in Portekizli, hatta ve hatta Yahudi kökenli olduğunu herkese duyurmak mantıklı bir hareket olmazdı. Kabul edilemeyecek bir şey olduğu için Kolomb'un gerçek kimliği saklandı. O kadar ki Hernando'nun kardeşi Diego'nun İspanyol vatandaşlığına geçmesi sırasında milliyetinden bahsedilmedi.
İspanyol kanunlarına göre vatandaşlığa geçen kişinin milliyeti kesinlikle gösterilmek zorundaydı. Diego bu kuralın tek istisnasıydı. Bu da krallığın, Amiral'in gerçek kimliğini saklamak için neler yapabileceğini gösteriyor. Eğer gerçekten Cenevizli olsaydı milliyetini saklamasına gerek kalmazdı. Kolomb'un İtalyan olduğu hakkındaki söylentilerin yayılması Katolik Krallar'ın işine gelmişti. Bu durum sessizlikler ve imalar yoluyla kaşif ve onun yandaşları tarafından beslendi. Böylece Kolomb'un gerçek kimliği hep belirsiz kaldı.
Devam edecek.
-
Bu gün ben de aklımdan geçiriyordum. Pazar günü de yazıp yayımlamaz Kaan diye.
Tam bonus oldu.
Teşekkür ederim.
-
Ama, Tapınakçıların Güzel Filip döneminde (1300'lü yılların başı) sonunun geldiği bilinir. Gerçi rivayet, onların İskoçya'da filan yeniden kendilerine yurt bulduklarını da söyler ama, Kolomb'un tarihi neden (eğer varlıklarını korudularsa) Tapınakçıların sözlü tarihinde yer bulsun? Burada kafam karıştı biraz.
-
Üç gün forumdan ayrı kaldım, kaç sayfa birikmiş, akşam okuyayım bari.
-
Ama, Tapınakçıların Güzel Filip döneminde (1300'lü yılların başı) sonunun geldiği bilinir. Gerçi rivayet, onların İskoçya'da filan yeniden kendilerine yurt bulduklarını da söyler ama, Kolomb'un tarihi neden (eğer varlıklarını korudularsa) Tapınakçıların sözlü tarihinde yer bulsun? Burada kafam karıştı biraz.
Doğru. Bunu anlamlandırmak için tarihte biraz geri gidelim ve tapınakçılar hikayesini, zaten bir çok kişinin bildiğini düşünerek özet olarak baştan alalım.
Müslümanlar, Hıristiyanların kutsal kent Kudüs'e girmesini yasakladığında bütün Avrupa buna tepki gösterdi ve Haçlı Seferleri başladı.
Kudüs 1099' da ele geçirildi ve Kutsal Topraklar'a Hristiyanlık hakim oldu. Fakat asıl sorun Haçlılar Avrupa'ya dönmeye başlayınca baş gösterdi çünkü hacıların Kudüs yolculuğu çok tehlikeli bir hal almaya başlamıştı. O zamanlarda iki yeni askeri tarikat ortaya çıkmıştı. Hasta ve yaralılara bakan Hospitalier Şövalyeleri ve hacıların Kudüs'e güvenle varmalarını sağlamak için dokuz şövalye tarafından kurulan bir başka tarikat. Bu şövalyelerden dokuz tane olsa da bu adamlar yolları daha güvenli bir hale getirdiler. Bunun karşılığında da Kudüs'te Moriya Dağı'nın tepesindeki Mescid-i Aksa' da onlara yer verildi. Tam olarak bir zamanlar Süleyman Tapınağı'nın bulunduğu yerde. İşte böylece Tapınak Tarikatı'nın şövalyeleri doğdu.
Yani Tapınak Şövalyeleri
O kadar sıra dışı bir hikaye ki bütün Avrupa'nın ilgisini çekti. Bazıları Tapınakçılar'ın, Süleyman Tapınağı'nın harabelerini incelerken kıymetli tarihi eserlere, kadim sırlara ve kutsal emanetlere rastladığını söyler, Kutsal Kase örneğin. Buldukları bu nesnelerden mi yoksa maharetlerinden ve dirençlerinden mi bilinmez, Tapınakçılar zamanla güçlendi ve bütün Avrupa'ya yayıldı.
Elbette Portekiz'e de ulaştılar.
Tarikat 1119'ta resmi olarak kurulduktan birkaç yıl sonra Portekiz'e gelmişlerdi bile. Portekiz Kralı I. Afonso, 1147' de Endülüslerden alınan Tomar kasabasını 1159' da Tapınak
Şövalyeleri'ne verdi. Tapınakçılar, Gualdim Pais'in önderliğinde sonraki yıl burada bir kale inşa ettiler.
Santarem ve Lizbon' daki savaşlar da dahil olmak üzere, sundukları hizmetlerden dolayı Portekiz Krallığı, Tapınakçılar'a çok toprak vermiştir. Fakat varlıkları en çok burada, karargahları olan Tomar Kalesi'nde hissedilir. Tarikat Fransa' da 1307' de başlayan katliamlar ve 1312' de yürürlüğe giren Vox in excelso ismindeki Papalık fetvası sonucunda aniden yok oldu. Papa, Avrupa krallarına Tapınakçılar'ı tutuklamalarını emretse de Portekiz Kralı I. Diniz bunu kabul etmedi. Papa Tapınakçılar'ın elindeki malların Hospitalierlere verilmesini söylese de Kral I. Diniz yine bu emre uymadı. Tapınakçıların sadece krallığa ait toprakları kullanıp krallığa ait eşyaları kullandığını söyleyerek bu işin içinden çıktı. Eğer Tapınakçılar'ın varlığı son bulursa krallık kendi topraklarını geri alırdı. Kral'ın bu tavrı kendi ülkelerinde acımasızca avlanan, liderleri kazıklarda yakılan Fransız Tapınakçılar'ın dikkatini çekti. Çoğu Portekiz'e sığındı. Kral I. Diniz, bir süre ortalığın durulmasını bekledikten sonra Portekiz'i Müslümanlardan korumak için karargahı Algarve' de olan yeni bir askeri tarikatın kurulmasını teklif etti. Vatikan da bunu onaylayınca 1319' da İsa Mesih Tarikatı resmi olarak kuruldu. I. Diniz, Tapınakçıların bütün varlıklarını, on şehir de dahil olmak üzere bu tarikata devretti. Daha da önemlisi bu tarikatın üyeleri Tapınakçılar' dı. Diğer bir deyişle Tapınak Tarikatı Mesih Tarikatı' na dönüşmüştü. Mesih Tarikatı 1357' de karargahını Tomar Kalesi'ne taşıyınca Tapınak Şövalyeleri Portekiz' de tekrar eski statüsüne kavuşmuştu.
Amacı anlamak için Kutsal kase'ye de değinmek lazım.
Örneğin Kutsal kase nedir diye sorulduğunda bir çok kişi, çekilen filmler de de dahil olmak üzere, İsa'nın Son Yemek'te kullandığı kase. İsa çarmıha gerildiği haçta ölürken Aramatyalı Yusuf'un İsa'nın kanını kadehte topladığını söylerler. Oysa, Tapınakçıları inceleyen tarihçiler ve günümüz uzantıları, farklı düşünüyor.
Kutsal Kase mecazi bir şeydir, metaforik'dir diyorlar.
Eğer Tomar' daki Sao Joao Baptist Kilisesi'ne giderseniz orada Vaftizci Yahya'yı Kutsal Kase'yi tutarken resmetmiş üç parçalı bir tablo görürsünüz. Kase'nin içinde kanatlı bir ejderha görünür, Yuvarlak Masa Şövalyeleri efsanesinde adı geçen mistik bir hayvandır. O efsanede Büyücü Merlin, yer altındaki bir gölde savaşan iki ejderhanın hikayesini anlatır. Ejderhalardan biri kanatlı öbürü ise kanatsızdır. Biri iyiliği öbürü ise kötülüğü temsil eder, aydınlık ve karanlıkla sembolize edilirler. Ejderhalar arasında süren bu savaş aynı kilisenin en üstteki eşsiz değerdeki sütununda da görülebilir.
Tapınakçı kültüründe ejderha erdemi temsil eder. Mısırlı Thoth ve Yunan Hermes'le ilişkilendirilmiştir. Kutsal Kase' deki ejderhaysa Hermetik erdemi temsil eder.
Kutsal Kase ne oluyor bu durumda? Bilgi oluyor. Bilgi de güç değil midir zaten? Tapınakçılar bilginin güç olduğunu anlamakta gecikmediler. Avrupa'nın diğer ülkelerinde gördükleri zulümden kaçarken Portekiz'e Kutsal Kase'yi, kadehi ve ejderhayı getirdiler. Yani diğer bir deyişle Kutsal Topraklar' da iki yüzyıl boyunca yaptıkları keşiflerden doğan bilimsel bilgiyi ve gizli bilgeliği getirdiler. Denizci, mucit ve Hermetik bilgeliği keşfetme ateşiyle yanıp tutuşan kaşiflerdi. Varış noktaları Portekiz' di ama dünyayı keşfetmek için, bilginin peşine düşmek için çıkacakları yeni yolculukların ilk durağıydı aynı zamanda. Bu ülkenin ismi olan Portekiz, Portucale' den geliyor ama aynı zamanda Kutsal Kase'yle de bağlantılı olabilir. Portekiz, Porto Graal. Kadeh Limanı demek. Yeni Kaseyi aramak için yola çıkacakları büyük liman. Bilginin kutsal kasesi. Yeni bir dünyanın keşfi.
Bir anlamda, Tapınakçılar'ın Kutsal Kase arayışlarının deniz keşiflerine yol açtı. Tapınakçılar'ın gizemleri ve Yahudilerin Kabalacı çalışmalarının keşiflere yol açtığına inanılıyor. Tapınakçılar açıktan açığa Kutsal Kase'yi, Kabalistler ise gizlice vadedilmiş toprakları arıyorlardı. Kudüs'e ve Süleyman Tapınağı'na olan özlemleri onları birleştirmişti. Sefaradlar ve Portekizliler beraber patlayıcı bir güç oluşturmuşlar, Portekiz ve dünya tarihindeki en ileri görüşlü devlet adamlarının ortaya çıkmasına ortam sağlamışlardır. Mesela Prens Henrique, şimdilerde küreselleşme dediğimiz şeyin arkasındaki adamdır. Kral 1. Joao'nun üçüncü çocuğu olan Henrique, 1420'de İsa Mesih Tarikatı'nın başına geçmiş sonra da kral olarak herkesçe bilinen Gemici Henrique adını almıştır. Portekizli, Tapınakçı, Yahudi ve diğer her türlü gruptan bilim insanını bir araya getirmiş ve Kutsal Kase'yi aramaya yönelik iddialı bir plan yapmıştır."
Portekiz uykusundan uyansın, diye yazmıştır ünlü şair Fernando Pessoa. 'Kendi ruhuna teslim olsun. Özünde kahramanlığı, Hıristiyanlığın gizli geleneğini bulacak ve Kutsal Kase arayışına devam edecek.
İşte burada ki sözlü tarih, Kolomb'un tarihini değil, yeni dünya keşfi/Kutsa kase arayışı amacını anlatıyor.
Not : Ön izleme yapamadım, ileti yazmadınız mesajı çıkıyor, öyle gönderiyorum.
-
Devam edelim...
Eğer Kolomb komploya karışmışsa Kral Joiio neden onu 1488'te Lizbon'a çağırdı?
Kristof Kolomb batıya giderek Hindistan'a varacağına inanıyordu ama Katolik Krallar aynı fikirde değildi. Kral Joiio bu yolculuğun iki sebepten mümkün olamayacağını düşünüyordu. Bir, dünya Kolomb'un düşündüğünden daha büyüktü. İkincisi ise Portekiz kralı zaten oralarda büyük bir toprak parçası olduğunun farkındaydı.
Yani, Kral Joao Amerika kıtasının varlığından haberdardı.
Aslında bu çok da önemli bir bilgi bile değildi. Amerika kıtaları binlerce yıl önce Asyalılar tarafından keşfedilip baştan sona kolonileştirilmişti. Amerika'ya giden ilk Avrupalılar Vikinglerdi, bilhassa da Kızıl Erik. Bu bilgi Portekiz'e gelen İskandinav Tapınakçıları tarafından korunuyordu.
Hem Portekiz on beşinci yüzyılda oraların çoğunu keşfetmiş ama bunu gizlice yapmıştı.
Güney Atlantik'i uçakla geçen ilk kişi olan Amiral Gago Coutinho onbeşinci yüzyıl denizcilerinin Amerika sahillerini 1472'den önce keşfettiğine kanaat getirmiştir. Aynı zamanda Portekiz kraliyetinin emrinde çalışan denizcilerin Vikinglerden sonra Amerika'ya ayak basan ilk insanlar olduğunu tahmin eder. Aslında 1532' de başlatılan Pleyto de la Prioridad duruşmalarında Kolomb'un emrinde çalışmış olan Yüzbaşı Pinzon'un çocukları, Amiral'in daha önceden bilinen toprakları keşfettiğini iddia eden değişik bir teori sunmuşlardı. Bu konuda birkaç şahit de dinlenmiş. Onlardan biri olan Alonso Gallego, Kolomb' dan 'Portekiz Kralı'na daha önceden hizmet eden ve Hindistan adalarından haberi olan birisi,' diye bahsetmişti. Bu bilgiyi Kolomb'la aynı yıllarda yaşayan biyografi yazarı Bartolome de Las Casas da doğrular. Bartolome'nin yazdığına göre Portekizli bir denizci, Amiral'e Azorlar'ın batısında toprak parçası olduğunu söylemiştir. Aynı Las Casas, Antiller'e de gitmiş ve Küba' daki yerlilerin onları İspanyollardan önce beyaz ve sakallı denizcilerin ziyaret ettiğini söylediklerini kaydetmiştir.
Cantino haritasına bakın. Harita 1502' de Portekizli bir kartograf tarafından çizilmiş ama Florida 1513'te keşfedildi. Enteresan, değil mi?
Kolomb'un Yeni Dünya'ya yaptığı ilk yolculukta yanına İspanyol altını değil de Portekiz altını almasına ne diyorsun? Amiral belli ki yerlilerin Portekiz parasını tanıdıklarını düşünüyordu.
Eğer Portekizliler, Amerika'nın varlığını önceden biliyor olsalar neden gidip orayı keşfetmediler ki?
Orada değerli bir şey olduğunu sanmıyorlardı, Portekizliler doğuya gitmek istiyorlardı.
Bilgi açısından düşünürsek Tapınakçılar, aradıkları bilginin Rahip John'a ait doğudaki mistik Hıristiyan krallığında olduğunu düşünüyorlardı. Wolfram von Eschenbach tarafından yazılan Alman epik şiiri Parzival' de belirtildiği gibi. Bu bilgi de Portekiz'e Alman Tapınak Şövalyeleri sayesinde gelmiştir. Ekonomik açıdan düşünürsek de Venedik ve Osmanlı İmparatorluğu'nun tekelinden kurtularak baharatları direk kaynağından almak için Hindistan'a giden bir yol keşfetmek istiyorlardı. Kutsal Kase ya da onun temsil ettiği bilgi arayışı Gemici Henrique ve Tapınakçıları'nın seferlere çıkma sebebiydi. Fakat zamanla ekonomik çıkarlar mistik amaçları gölgede bıraktı. Amerika'nın sadece orada yaşayan yerliler ve ağaçlardan ibaret olduğuna inanıyorlardı, bunu da oraya ayak basar basmaz fark etmişlerdi. Bu yüzden Kral Joao, Kolomb'un planlarıyla ilgilenmeye başladı. Kristof Kolomb Azorlar'ın batısında toprak parçaları olduğunu biliyordu. Bulduğu bu ülkenin Marko Polo'nun bahsettiği Asya olduğunu düşündü. Portekiz Kralı'nı batıyı keşfetmek için sefer yollamaya ikna etmeye çalışsa da Kral Joao gerçek Asya'nın aslında daha uzakta olduğunu biliyordu. Bu yüzden Kolomb'un önerilerini hep geri çevirdi. 1484'te Kral'a karşı düzenlenen komplo açığa çıkınca Kolomb, Kastilya'ya kaçarak teorisini Katolik Krallar'a satmaya çalıştı. Bu durumun Kral Joao'nun işine geldiğini belirtmemiz gerekir. Kral ileri görüşlü birisiydi Portekiz Hindistan'la ticaret yaparak zenginleşmeye başlayınca İspanya'nın buna kayıtsız kalmayacağını biliyordu. Savaş çıkardı. Bu yüzden Kral Joao İspanyolları planına bir tehdit olarak gördü. Görünürde değerli olan ama büyük ikramiye sayılamayacak bir şeyle İspanyolların dikkatini dağıtmaya ihtiyacı vardı.
Amerika
Amerika bu iş için biçilmiş kaftandı. Sorun şu ki İspanyollar, Endülüs Emevilerini İber Yarımadası'nın güneyinden atmakla meşgul olduklarından ve deniz keşifleri hakkında bilgili olmadıklarından Kolomb'un teklifini reddettiler. Hayal kırıklığına uğrayan ve memleket özlemi çeken Kolomb, Portekiz'e dönmek istedi ama suikast komplosuna karışmış olduğundan dolayı bunu yapamadı. O yüzden 1488' de Kral Joao'ya bir mektup yazarak suçsuz olduğunu belirtti ve hatalarından dolayı özür diledi. Kral bu fırsatı değerlendirdi ve az önce okuduğunuz mektubu yollayarak yargılanmayacağının garantisini verdi. Elindeki bu mektupla Kolomb planında ısrar etmek için Portekiz'e gitti ama ilginç bir durum vardı. Kral Joao'nun Kolomb'u keşfe göndermek gibi bir niyeti yoktu ama Kolomb'un Katolik Kralları bu yolculuğu üstlenmeleri konusunda ikna etmesini istiyordu. Gizlice Kolomb'a yardım edeceğini ve seferin başarılı geçmesi için elinden geleni yapacağının sözünü verdi. Kolomb Lizbon' dayken, Bartolomeu Dias'ın Hint Okyanusu'na açılan başka bir yol bulduğu haberiyle seferden döndüğüne şahit oldu ve böylece de Kral Joao'nun ona yardım etmemek için son derece geçerli bir sebebi olduğunu anladı. Pes edip gizli yardım teklifini kabul etti ve İspanya'ya döndü.
Resmi teori der ki ; Bartolomeu Dias'ın dönüşü işin en can alıcı noktasıdır. Bartolomeu Dias'ın Ümit Burnu'nu keşfetmesi ve burasının daha iyi bir yol olduğunu kanıtlaması her zaman Kral Joao'nun Hindistan'a ulaşmak için batıya doğru gitme fikrini reddetmesinin nedeni olarak görülmüştür.
Oysa ki, Kral Joao bunu çok önceden biliyordu zaten. Eğer Kral Joao gerçekten batıya filo göndermeyi kafaya koysa sizce, resmi teorideki gibi Sevilla' dan Cenevizli bir kaşif tutar mıydı? Tebaasında Vasco da Gama, Bartolomeu Dias, Pacheco Pereira, Diogo Cao gibi bu işin üstesinden gelecek çok daha deneyimli denizci varken neden Kolomb'u yollasın? Kral Joao'nun Kolomb'u batıya yollayacağını düşünen birisi şaka yapıyor demektir.
Bartolomeu Dias, Hint Okyanusu'na giden yolu 1488' de bulmasına rağmen Portekiz'in o geçidi keşfetmesi için Vasco da Gama'yı on yıl sonra yollaması ilginç değil mi?
Neden on yıl bekledi kral?
Bir sefer için on yıl hazırlık mı? Portekizliler keşif işinden anlamasalar hak verebilirdim. Fakat düzenli olarak keşif seferlerine çıkıyorlardı, günlük hayatın rutinlerinden
biriydi. Bu yüzden bu teori çürür.
Dias ve da Gama'nın yolculuklarının arasında sebebi açıklanamayan on yıllık bir boşluk.
Neden? Neden Portekizliler Hindistan'a olan yolculuklarını bu kadar ertelediler. Bu Keşifler Çağı'nın en büyük gizemlerinden biridir ve tarihçiler arasında birçok tartışmaya sebep olmuştur.
Portekiz Kralı, İspanyol sorununu çözmeden Hindistan ticaret yolları üzerinde hakimiyet kuramayacağını biliyordu. Alcaçovas Antlaşması'nı takip eden 1480 tarihli Toledo Antlaşması Portekiz'e, Afrika kıyısını ve 'Hindistan'ı keşfetme hakkını veriyordu ama Kral II. Joao işler kızıştığında İspanyolların sözlerinden döneceğini biliyordu. Sonuçta Katolik Krallar bu anlaşmaları imzalarken aynı zamanda Portekizli asillerle birlikte kralı alaşağı etme planları yapıyorlardı, Portekiz Kralı onlara nasıl güvenebilirdi ki? Kral, Kolomb'un İspanyolları batıya bir sefer yapmaya ikna etmesini ve onları kandırarak Amerika'yı Asya diye yutturmasını istiyordu. Portekizliler Kolomb'un keşfini ve keşiften sonra tekrar yapılacak anlaşmaları bekliyorlardı.
Kolomb 1492' de yola çıktı. Kral II. Joao'nun gizli desteğiyle.
Katolik Isabel keşif için bir milyon maravedi ödeme sözü verdi ama bu yeterli değildi. Kolomb'un kendisi de çeyrek milyon ortaya koydu. Yoksul bir soylu o kadar parayı nereden buldu sizce?
Cenevizli olduğu fikrine inananlar o paranın Kolomb'a İtalyan bankerler tarafından verildiğini söyler ama bu doğru olsaydı Kolomb döndükten sonra paralarını geri istemeleri gerekirdi.
Hem ona para veren her kimse Batı Hindistan Adaları'yla yapılan ticaretten elde edilen kardan pay istemedi. Neden peki? Çünkü bu yatırımdan beklenen kar maddi değil jeopolitik kazançtı. Bunun sebebi de gizli yatırımcının Portekiz kralı olmasıdır. İkincisi, Kral Joao Kolomb'a denizde yolunu bulması için denizcilik aletleri sağladı. Yelken açmadan birkaç gün önce Kolomb'a İbranice yazılmış tabuas de declianaçao do sol isimli astronomi çizelgeleri geldi. Bu çizelgeler usturlabın kullanımında ortaya çıkan yanlışları düzeltmek için çok gerekliydi. Kim yolladı onları peki?
Portekiz Kralı tabii ki. Keşfin başarılı geçmesi için elinden geleni yaptı.
Kral Joao İspanyollara Amerika'yı keşfettirdi.
Kolomb'un yolcuğu 1492' de gerçekleşti. Vasco da Gama ise Hindistan'a 1498' de vardı. Neden altı yıl daha beklediler?
Çünkü bu sırada gerçekleşen jeopolitik gelişmelerin olgunlaşmasını bekliyorlardı. Vatikan'ın da onayıyla İspanya'yla yeni bir anlaşma imzalayarak Lizbon için en karlı durumun
oluşmasını beklediler. Bu anlaşma 1494'te Portekiz ile İspanya'nın imzaladığı, dünyayı iki İber Krallığı arasında paylaştıran Tordesillas Antlaşması'ydı. İspanyollar Kolomb'un keşfettiği yeri Hindistan zannettikleri için onlara kalan bölümün daha iyi olduğunu sandılar.
Hindistan'ın İspanyolların tarafında olduğunu düşünse kral Joao bu anlaşmayı imzalar mıydı? Bu soruya verilebilecek tek mantıklı cevap, İspanya'ya ait bölgenin gerçek Hindistan'ı içermediğinin Portekiz kralı tarafından bilinmesidir. Portekizliler 'Amerikan Hindistan'ını İspanyollara verip gerçek Hindistan'ı kendilerine sakladılar. Böylelikle ileride bir savaş çıkma ihtimalini sıfıra indirdikten sonra Vasco da Gama'yı yolculuğu için hazırlamaya başladılar.
Yine de Vasco da Gama anlaşmanın imzalanmasından üç yıl sonra yola çıktı.
Çünkü, Muhteşem Prens 1495'te öldü. O yüzden Kral Manuel 1497' de tahta çıkana kadar filo yola çıkmadı.
Kolomb'un Kral Joao tarafından, İspanyolları gerçek Hindistan' dan uzak tutmak için kullanılan bir piyon olduğu düşünüldüğünü söyleyebiliriz.
Tüm bunlara rağmen, bütün tutarsızlık ve absürtlüğüne rağmen Cenevizli teorisi Kolomb'a bir kimlik, bir aile, bir yuva ve isminin geçtiği belgeler veren tek teori. Diğer her şey tutarsız. Portekizli teorisi de tam tersi. İçinde hiçbir tutarsızlık yok, Amiral'in etrafını saran her türlü gizemi açıklayan bir teori ama elimizde kimliğini ortaya çıkarmak için yeterli belge ya da kanıt yok.
Ancak dolaylı kanıtlar var. Onlara bakalım ;
Devam edecek....
-
1492' deki çok önemli ilk yolculukta meydana gelen ilginç olayları inceleyelim.
Kolomb Antiller'e varınca yerli halkla iletişim kurdu. Hindistan' da olduğunu düşündüğünden yerlilerden Hintli olarak bahsetti. Fakat asıl dönüş yolculuğunda sıra dışı olaylar yaşanmaya başlandı. Pinta'nın kaptanının yaptığı gibi Kanarya Adaları'ndan doğuya gidip geldikleri yoldan dönmek yerine Amiral, Nifıa adlı karavelle kuzeye, Arktika'ya yöneldi. Şimdi biliyoruz ki Amiral'in o yoldan gitmesi daha mantıklıydı çünkü rüzgarlar yılın o zamanı orada batıdan doğuya doğru eserdi. Fakat daha önce kimse o denizlerde keşif yapmamışsa Kolomb bunu nereden biliyordu? Belli ki birisi ona bu konuda bilgi vermişti. İki hafta boyunca kuzey kuzeybatıya doğru gittikten sonra batı rüzgarlarını arkasına alarak doğuya dönüp Azorlar'a doğru gitmeye başladı. Las Casas Amiral'in Portekiz takımadalarına varmadığını için rotasını düzeltmediğine inanıyordu. Bu asıl amacının oraya gitmek olduğunu gösteriyordu. Kolomb, bir fırtınaya yakalandıktan sonra Santa Maria Adası'na yönelip oraya demir attı. Sonra ilginç bir olay oldu. Portekizliler, İspanyol gemisini dostça karşıladılar, hatta içinde erzak olan bir kayık bile yolladılar.
Adanın geçici valisi Joao Castanheira isimli bir adam Kolomb'u iyi tanıdığını söylemiş. Amiral, mürettebatının bir kısmını dua etmeleri için şapele yollamış ama adamlar gecikince Kolomb onların Portekizliler tarafından tutuklandığını anlamış. Santa Marialılar Kolomb için bir kayık yollayarak hakkında Kral'ın verdiği bir tutuklama emri olduğunu ve Kolomb'un teslim olmasını istediklerini belirtmişler. Amiral bu isteğe uymamış ve Sao Miguel Adası'na gitmek istemiş. Mürettebatı az olduğundan ve ufukta da başka bir fırtına gözüktüğünden bunu başaramamış ve Santa Maria'ya geri dönmüş. Ertesi gün Portekizliler mürettebatını serbest bırakmış. Denizciler Nifıa'ya döndüklerinde Castanheira'nın sadece Kolomb'u tutuklamak istediğini, Portekizlilerin İspanyol mürettebatla sorunlarının olmadığını söylemiş.
Bütün bunlar belli ki çok garip olaylar. Kolomb neden direkt Kastilya'ya gitmek yerine Azorlar' da dönüp dolaştı? Kral'ın, adamlarını tutuklamak için emir verdiğini duyunca Amiral'in tepkisi ne oldu? Ufacık sağduyusu olan bir insanın yapması gerektiği gibi neden düşmandan kaçmadı da yine Kral'ın emirlerinin kati sürede uygulanacağı bir başka ada olan Sao Miguel'e gitti? Garip bir davranış değil mi?
Kral'ın komploya karışanların tutuklanması emrinin hala yürürlükte olduğuna inanıyordu. Kolomb'un bu suikast komplosuna karıştığını unutmamak gerekir. Castanheira, Kolomb'un tutuklanması emrini almıştı ama adası diğerlerinden daha uzakta ve izole olduğu için bu kararın yürürlükten kaldırıldığını bilmiyordu. Amiral Portekiz Kralı tarafından idam edilecek her insanın yapacağı gibi neden direkt Kastilya'ya kaçmadı da Sao Miguel'e geldi? Canının tehlikede olduğunu bilse böyle bir şey yapar mıydı? Cevap basit. Sao Miguel' dekilerin güncel kararı bildiklerinden haberdardı.
Devam edelim. Azorlar'ı ziyaret ettikten sonra Kolomb'un normalde yapacağı şey nedir?"
"Kastilya'ya dönmek?
Fakat kader ağlarını örmüştü. Başka bir fırtına yüzünden Lizbon' da durmak zorunda kaldılar. İnanabiliyor musunuz? Olabilecek en kötü yerde. Rüzgarlar onu aslanın inine
sürüklemişti.
Dostumuz 4 Mart 1493'te Restelo' da, Kral'ın gemisinin yanına demirledi. Kral'ın gemisinin kaptanı Niiia'ya gelip Kolomb'a Lizbon' da ne aradığını sordu. Amiral sadece 'kıymetli dostuna' yani Portekiz Kralı'na cevap vereceğini bildirdi. Ayın dokuzunda Kolomb, Azambuja' daki bir villaya götürüldü ve Kral Joao'yla görüştü. Kolomb odalardan birinde Kral'ın elini öptükten sonra baş başa birkaç dakika görüştüler. Sonra da Kral, Kolomb'u sarayındaki soyluların olduğu bir odaya götürdü. Bu odada neler olduğuna dair farklı kayıtlar var. Olayı babasının ağzından nakleden Hernando Kolomb, Kral'ın Kolomb'un yolculuğunu yüzünde mutlu bir ifadeyle dinlediğini anlatır, sadece Alcaçovas ve Toledo antlaşmalarına gönderme yaparak keşfedilen yerlerin kendisine ait olduğunu belirtmek için sözünü kesmiştir. Öte yandan Rui de Pina ise olayı daha farklı anlatır. Onun anlatısına göre eski hizmetkarının başardıklarını duyunca Kral'ın keyfi kaçmıştır. Kolomb da Kral'ı projesini ona ilk sunduğunda kendisini desteklememekle suçlamış,
Portekiz Kralı'nın güvensizliğinden dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir. Pina'ya göre Kolomb'un kullandığı ifadeler o kadar ağırmış ki huzurda bulunan soylular Kolomb'u öldürmeye karar vermişler. Fakat Kral Joao, Kolomb'un öldürülmesini yasaklamakla kalmamış, tam tersine bu agresif ve ağzı bozuk misafirine büyük hürmette bulunmuş. Sürpriz! Sonraki gün Kolomb ve Kral Joao görüşmelerine devam ederken Kral ona ihtiyacı olan her türlü yardımda bulunacağını açıklamış ve onu kendine yakın tutarak onurlandırmış. On birinci günde soylular Kolomb'u uğurlarken ona olan hürmetlerini dile getirmek için birbirleriyle yarışır hale gelmişler.
Çok şaşırtıcı, değil mi? Hele ki fırtınalar. Kolomb'un yakalandığı fırtınalar bayağı işine gelmiş.
Üçüncü fırtına aslında sağanak yağmurdan fazlası değildi ama Kolomb'a Lizbon' da durması için bir bahane sağlamış oldu. Mürettebatın hepsinin şahitlik yaptığı Pleyto can la Corona isimli ünlü mahkeme kayıtlarında, tanık olarak çağrılan bütün mürettebat Azorlar' daki fırtınayı hatırladı ama Lizbon yakınlarındaki fırtınadan bahsetmedi. Diğer bir deyişle Kolomb Lizbon'a gitmek istediği için gitti. Tagus'ta demir atmış olan kraliyet gemisinin kaptanına söylediği gibi Kral'la konuşmak istiyordu.
Kolomb'a Santa Maria' da Kral'ın onu tutuklamak istediğini söylediler ama o Azorlar' dan çıktığı gibi Lizbon'a Kral'la konuşmaya gitti! Sizce bu normal mi? Canına mı susamış bu adam?
Peki, Kral'la ne konuştular?
Bunun bir teori olarak rol olduğu düşünülüyor. Las Casas, Kolomb'u her zaman ayık ve nazik olarak gördüğünü, Kolomb'un hiçbir zaman kaba kelimeler kullanmadığını
belirtir. Kolomb sinirlendiğinde en fazla 'Tanrı'nın cezası!' dermiş.
Nasıl oldu da Kral'a böylesine hakaret etti ki soylular onu öldürmek istedi? Peki ya amansız Kral II. Joao'nun tepkisi neydi bu duruma? Portekiz' deki en güçlü soyluların kafasını kestirip geri kalanları da zehirleten bir kral bu, dikkatinizi çekerim. İhanet ettiğini anlayınca kendi kayınbiraderini bıçaklayan bir adam. Kral'ın huzuruna ecnebi bir ipek dokumacısı gelecek de ona halkının önünde hakaret edecek, öyle mi? Kolomb'un söylediği sözler bile idam edilmesi için yeterliydi. Peki, Portekiz'in gaddar ve kurnaz kralı ki kendisi aynı zamanda Portekiz'in ilk mutlakçı hükümdarıydı, ne yaptı?. Soyluların Kolomb'u öldürmelerini engelledi ve ona hürmet gösterdi. Dahası Nina'yı Kastil'e kadar yetecek erzakla doldurarak ona yolcuğunda yardım etti ve Katolik Krallar'a selam söylemesini istedi, hatta saray soylularının onu gösterişli bir şekilde uğurlamasını sağladı!
Düşmanıyla karşılaşmaya zorlanan bir yabancının davranışı değil. Ya da en büyük arzusu bir kaşif tarafından altüst edilen bir kral da böyle davranmaz. Bu iki adam işbirliği içerisinde rol yaptılar. İspanyollar yanlış Hindistan'la uğraşırken Kral Joao, Vasco da Gama'nın Keşifler Çağı'nın en büyük gelişmesi olan gerçek Hindistan'a yapacağı seferi rahat rahat düzenleyebilirdi. Kral Joao'yla vedalaştıktan sonra Kolomb'un nereye gittiğini biliyor musunuz?
Portekiz'in etrafında bir defa daha dolandı ve Vila Franca de Xira'ya gitti.
Manastırdaki Kraliçe'yle konuşmaya. Las Casas, Kolomb'un onu ziyaret etmeye gittiğini ve Kraliçe'nin yanında dük ve markinin de olduğunu söyler. Sizce de bu garip değil mi?
Bugün aile içi mesele olduğu düüşünülüyor. Kolomb'un durumunu düşünün. Portekizli bir soylu, oğluyla birlikte Kastilya'ya kaçmak zorunda kalıyor çünkü Kral'a karşı bir komploda yer almış. Bu komplonun arkasındaki asıl kişiler kimler? Kraliçe'nin annesi, kardeşi ve Viseu Dükü. Kolomb, Kraliçe'yi şahsen tanıyordu. Tam olarak kim olduğunu söylenemese de şu denilebilir ki Kraliçe'yle çok samimilerdi, hatta belki de kan bağları vardı.
Gece yarısına kadar konuştuklarını da unutmayalım. Kraliçe'nin kardeşi olan yeni Viseu Dükü, gelecekteki Kral Manuel yani, neden bu görüşmede yer aldı? Bu buluşmanın tek açıklaması birbirini uzun zamandır görmemiş aile bireylerinin hasret gidermesidir.
Kolomb on birinci akşam Alhandra' da uyudu. Sonraki sabah Kral onu kara yoluyla Kastilya'ya yollamak için at ve erzak ihtiyaçlarını karşılayarak ona bir eşlikçi gönderdi. Ne kadar düşünceli bir kral değil mi? Hindistan'a giden gizli yolu düşmanına açıklaması için Kolomb'a yardım edip kendi mezarını kazıyor. Yine de Kolomb kara yoluyla gitmeyerek sonraki gün Nifıa'ya döndü ve on üçüncü gün tekrar Lizbon'a demirledi.
Peki sonra ne yaptı dersiniz ? Yine Portekizde dolaştı. Faro'ya gitti.
Kolomb on dördüncü gün oraya vardı ve bütün günü orada geçirdi. Akşamına Faro' dan ayrıldı. Portekizli bir soylu olduğu için şüphesiz tanıdığı birilerini ziyaret etmişti. Nihayet on beşinci günde Kastilya'ya vardı.
Şimdi düşünün. Kolomb'un İspanyol mürettebatı eve dönmek için sabırsızlanıyor olmalıydı. Kolomb da muhteşem Hindistan keşfinin haberiyle Katolik Kralları'nın
huzuruna çıkmaya can atıyor olmalıydı. Buna rağmen gamsız bir şekilde Portekiz'i gezdi, Kral ve Kraliçe'yle sohbet etti, tanıdıklarına uğradı, şuna selam verdi. Adam sanki tatile çıkmış bir haldeydi. Kristof Kolomb Kastilya'yı Hindistan'a giden asıl yoldan uzak tutarak ülkesine büyük bir hizmette bulunan Portekizli bir asilzadeydi.
İspanyol mürettebat bu durumu garip bulmadı mı? Fazlasıyla. 1500 yılında, tutukluyken Dona Juana de la Torre'ye yazdığı mektup vardır.
Şu cümleye bakın, "Sanırım Ekselansları hatırlar. Fırtına beni Lizbon'a sürüklediği zaman mürettebatım beni haksız yere, Portekiz Kralı'na Hindistan'ı vermekle suçlamıştı.
Diğer bir deyişle mürettebatı da bu durumu ve Kolomb'un Kral Joao'yla konuşmasını garip bulmuş. Kolomb, 1493'te Kral Joao'yla ona Amerika'yı vermek için değil,
planlarının sonraki adımını kararlaştırmak için buluştu. Yani Tordesillas Antlaşması'nı.
Bütün detaylar doğru olabilir, her şey de elimizdekilerle son derece tutarlı bir şekilde uyuşuyor. Fakat elimizde somut kanıt var mı? Bunların hepsini doğrulayan belge nerede?
İspanyol Kraliyet Coğrafya Topluluğu'nun eski başkanı, Beltran y R6zpide, Portekiz arşivlerinde bir belgeden bahseder, Armando Cortesao da bahsediyor bu durumdan. Belge hiçbir zaman bulunamadı çünkü Beltran y Rozpide yerini söyleyemeden öldü.
Geriye ise sadece, Kral II. D. foao'nun Yıllıkları'nın değiştirilmiş bir versiyonu olan kodex 632 kalıyor. On altıncı yüzyılın başlarında Kral Manuel, Rui de Pina'ya bu yıllığı yazdırdı. Pina, Manuel' den önceki kral olan II. Joao'nun yakın bir arkadaşıydı ve onun hayatını detaylarıyla biliyordu. Pina'nın yazdığı belge kopyacılara gitti onlar da parşömen ve kağıtlara bu el yazmasının kopyalarını yazdılar. Orijinal belge kayıp ama on altıncı yüzyıldan kalma üç kopya var. En güzeli Portekiz'in bütün değerli kitaplarının saklandığı Tombo Kulesi'nin arşivinde bir kasada kilit altında. Gotik harfleri ile yazılmış ve renkli minyatürlerle bezeli bu kopyanın ismi Parşömen 9. Diğer iki kopyaysa Portekiz Ulusal
Kütüphanesi'nde saklanıyor. Birisinin ismi Côdice Alcobacense çünkü Alcobaça Manastırı'nda bulundu, diğeriyse Kodeks 632. Üçü de aynı hikayeyi farklı yazı şekilleriyle anlatıyor. Fakat küçük, çok küçük bir detay aynılıklarını bozuyor.
Bu detay, kitaba adını veren 632 no’lu elyazmasın’da gizli,
Devam edecek...
-
Öncelikle, el yazması 632 nedir ve bunu yazan Rui de Pina kimdir ?
Kral II. Joiio'nun sarsılmaz güvenini kazanan üst düzey bir saray çalışanıymış. Portekiz'in Kastiya'yla olan büyük çekişmelerini kayıt altına almış ve 1493 yılında Portekiz adına Katolik Kralları'yla görüşerek Kolomb'un ''Asya'ya" bulduğu yeni yol hakkında. görüşmelerde bulunmuş. Dünyayı İspanya ve Portekiz arasında paylaştıran Tordesillas Antlaşması'nın imzalanması için gerekli olan müzakereleri düzenlemiş. Muhteşem Prens'in ölümünden sonra kraliyet katibi olup Kral Manuel'in hükümdarlığı sırasında Kral II. D. Joao'nun Yıllıkları'nı yazmıştır. Bu yıllıkların adı da kodex 632'dir.
Bu belgede,
Pina'nın Kolomb ile Kral Joao'nun karşılaşmasını anlattığı yerde. Capitulo kelimesinden sonra bir boşluk var, ilk sayfanın sonunda. Demek ki belgeyi kopyalayan kişi bölüm numarasını doldurmamış, üstlerinden emir bekliyormuş. Başka? "'y taliano,' yazan yerden önce ve sonra normalden daha büyük bir boşluk var. Küçük bir detay ama diğer kelimelerin arasındaki boşlukları inceleyince ortaya çıkıyor. Belgeyi kopyalayan kişi Kolomb'un nereli olduğunu boş bırakmış gibi. Sanki oraya ne yazacağı konusunda talimat bekliyormuş gibi.
O dönemde, Bütün saray katipleri gibi Rui de Pina da ona ne denilirse ya da ne yazması söylenirse onu yazıyordu. Bu yüzden birçok gerçek su yüzüne çıkamamıştır.
ikinci sayfanın üçüncü ve dördüncü satırlarını incelendiğinde bu satırlarda 'Colo nbo' isminin ortadan bölündüğünü görüşüyor. Üçüncü satırda 'colo' dördüncüsünde ise 'nbo' yazıyor. Kopyacı dördüncü satırın başındaki boşlukta asıl yazan şeyi değil de 'nbo y taliano' yazması emrini almış gibi sanki.Asıl gerçeği değil de başka bir şey yazmışlar buraya, Sır gibi saklanan bir gerçeğin yerine ....
Bu araştırmalardan önce alınmış fotokopi ve mikrofilmlerde bu ayrıntılar net bir şeklide görülüyormuş.
İşte tam da burada, yazarın, kitaplaştırdığı kurgusal bölüm de, orjinal eserin orjinallik için x-ray görüntüleri ile bakıldığı sayfalarda aynı problemin olduğunu ve bunları incelemesi yer alıyor. Yani kurgu ile içiçe geçmiş gibi görünüyor.
Metinlerin birleştirildiği, boşlukların, kelimelerde ki harflerin tam okunamaması kaynaklı, ilindiği yada değiştirildiğini x-ray sayesinde görüldüğü gibi bilgiler var. Boşluklar birleştirildiğinde, harfler okunur olduğunda ortaya 'Colona nado en cuba' çıkıyor.
Bu neden önemli,
On altıncı yüzyılın başında Rui de Pina Kral II. D. f oiio'nun Yıllıkları'nı kaleme aldı. Amerika' dan döndükten sonra Kolomb ile Kral il. Joao'nun buluşmalarını anlattığı yerde Pina, o zamanlar saklı tutulan bilginin artık bir önemi olmadığını düşünerek gerçeği yazdı. Orijinal belge bir kopyacıya verildi. O kopyacı da bizim Kodeks 632 ismiyle bildiğimiz belgeyi hazırladı. Kopyalamayı bitirdiğinde birisi, büyük ihtimalle Kral Manuel'in kendisi, bu belgeyi okuyup Kolomb'un asıl kimliğinin ifşa edildiğini dehşetle fark etti. Üçüncü satırın sonunda 'colona' yazan yerdeki 'na' silindi, sadece 'colo' kaldı. 'Nado en cuba' yazan yer silindi ve onun üzerine de 'nbo ytaliano' yazıldı. Bu sonraki tabir ilkinden daha kısa olduğu için belgeyi kopyalayan kişi 'ytaliano'yu uzatarak 'y taliano' yazmak zorunda kaldı. Yerleri tutturmuş olsalar da dikkatle inceleyen biri bir gariplik olduğunu seziyordu. Pina'nın orijinal el yazması yok edildi ve Parşömen 9 ile Codice Alcobacense isimli kopyalar, Kodeks 632' den kopyalandı. Bu şekilde 'Xpova colona nada en cuba' yerine 'Xpova colo nbo y taliano' yazılmış oldu.
İyi de 'colona nada en cuba' ne demek?
nada en cuba,' ile başlayalım. Nada, nascido em, yani 'doğum yeri' anlamındaki kelimenin eski Portekizcedeki halidir. Doğum yeri 'Cuba'. 'Nada en cuba.' 'Nascido em Cuba'
Burada ki Cuba, ada olan değil, Portekiz'in güneyinde bir yer.
Bu bilgi Kolomb'un aile bağlantılarıyla tamamen uyuşuyor. Hatırlarsanız sana Kolomb'un, arkasında aynı zamanda Beja Dükü olan Viseu Dükü'nün olduğu Kral'ı öldürme komplosuna karıştığını söylemiştim. Bu yüzden 1484'te Kastilya'ya kaçmıştı. Beja, Portekiz'in güneyinde önemli bir kenttir ve Küba köyünün yakınlarındadır. Viseu ve Beja Dükü'nün de doğal olarak o bölgelerde akrabalarının olması beklenir. Beja şehrinin yanındaki Küba köyünde doğan Kolomb da onlardan biridir. Amiral, şimdi Küba dediğimiz adaya varınca oranın ismini Juana koydu. Bunu yaptıktan kısa bir süre sonra ise adanın ismini değiştirip Küba yaptı.
Neden? Neden sadece tek bir adanın ismini değiştirdi? O adanın özelliği neydi? Neden diğer adalar için de aynı şeyi yapmadı? Bu soruya verilecek tek bir cevap var. Yerlilerin o adaya Colba dediğini duyan Kolomb bu keşfettiği ada ve Portekiz' deki köyünün isminin benzer olduğunu fark etti. O yüzden adaya, yerlilerin kullandığı ismi değil de Küba ismini verdi. Asıl doğum yeri, Küba. Üstü kapalı memleketini onurlandırdı yani.
Peki, colona ne demek?
Demek ki Colona Kolomb'un gerçek soyadıymış. O zamanlar gerçekten Portekiz' de Colona isimli bir aile varmış. İsimleri iki şekilde yazılıyor. Hem n ile hem de çift n ile yazılıyor. Colonna ailesi ya da Sciarra Colonna derlermiş onlara. Sciarra, Guiarra'nın bir versiyonu. Bu da gizemi çözüyor. Amiral'in isimleri hakkındaki karışıklığı hatırlıyor musun? Her yerde Colon, Colom, Colomo, Colonus, Guiarra ve Guerra gibi isimler vardı. Gerçek ismi kendjsi için hiç kullanmadığı Kolomb değil, Sciarra Colonna'ydı. Piacenza'ya gidip atalarının mezarını bulan Hernando'yu hatırlıyor musunuz? Colonna ailesi, Kolomb'un ilk karısının baba tarafı gibi Piacenza' dan gelmişti. Onların da ailesinin ismi Palestrello'yken Perestrelo halini almış.
Yani, Kolomb'un İtalyan kökenli bir Portekizli mi ?
Cristôvam Colonna, İtalyan ve Portekiz kökenli, Yahudi soyundan gelme bir asilzadeydi. Sciarra Colonna'nın ailesi buraya gelince Portekiz soylularıyla evlilik bağı kurmuşlar. Hernando'nun babasının isminin Latincede Christophorus Colonus olduğunu söylemişti. Ona Scierra da dendiği için, Peter Martyr ve Pleyto de la Prioridad duruşmalarındaki şahitler de dahil bu kadar farklı kişinin onun gerçek isminin Guiarra ya da Guerra olduğunu söylemesi doğal. Cristovam Sciarra Colonna. Cristovam Guiarra Colon. Cristovam Guerra Colom.
Peki Yahudiliği nereden geliyor?
O zamanlar Portekiz' de pek çok Yahudi vardı. Soylularla arkadaş oldukları için asilzadeler tarafından korunurlardı. O yüzden birbirlerinin akrabalarıyla evlenmeleri son derece doğal. Aslında çoğu Portekizli damarlarında Yahudi kanı taşır ama bunu bilmezler.
Evet dostlar, yaklaşık 450 sayfalık kodex 632 adlı kitabın, konumuz baz alındığında bizi ilgilendiren kısımlarının alıntıları böyle. Ben sadece okuma parçası haline getirdim.
Burada, yazarın kendi romanı ile ilgili olan söylemini dokunmadan alıntılamak, yapılan araştırma ve danışılan kişileri bilmek adına önemli.
'Kristof Kolomb'un kimliği hala belirsizdir. Tarihi incelediğimizde Kolomb'un hayatının sırlarla dolu olduğunu fark ediyoruz. Hayatını çevreleyen bu sırları da büyük kaşiften başkası yerleştirmemiştir.
Kolomb bilerek ve sistematik bir şekilde geçmişiyle ilgili bilgileri saklamış, fırsat buldukça kendisiyle alakalı çelişkili bilgiler ve ipuçları bırakmıştır. Bunu neden yaptığıysa hala bilinmiyor ve tarihçi olsun olmasın çoğu kişi arasında büyük tartışmalara yol açıyor. Zaten hakkında çok az şey bilinen bu adamdan bahseden belgelerin çoğu kayıptır. Var olan belgelerse orijinal değil ve değiştirilmiş olma ihtimali olan kopyalardır. Sanki bu yeterli değilmiş gibi bazı belgelerin maharetli kişilerin elinden çıkmış sahte belgeler olduğu kanıtlanmıştır. Sahte olduğu kanıtlanamayan ama sahte olduğundan şüphelenilen belgeler de çoktur. Bu yüzden Kolomb'un kimliği hakkında çok az kesin gerçek, sayısız çelişki ve birçok gizem vardır. Bu durum da Amerika'yı keşfeden adamın hayatı hakkında birçok spekülasyona yol açmıştır. Tarihsel gerçeklerden ve orijinal belgelerden yola çıkılarak yazılmış olsa da bu romanın kurgu bir eser olduğunun altını çizmek isterim. Bu romanda geçen konular birçok farklı kaynaktan gelmekte. Romanı yazarken başvurulan kaynaklar o kadar çok ki okuyucunun sabrını sınamak istemediğim için onların hepsini buraya eklememe kararı aldım. Sadece Kolomb'un kimliği ve hayatı gibi en tartışmalı konularda önemli eserler vermiş kişilerin ismini zikredeceğim.
Luis Albuquerque, Moses Bensabat Amzalak, Enrique Bayerri y Bertomeu, Armanda Cortesao, Arthur d'Avila, Ferreira de Serpa, Jane Frances Almer, Alexandre Gaspar da Naia, Jorge Gomes Fernandes, Vasco Graça Moura, Saralı Leibovici, Luiz Lencastre e Tavora, Salvador Madariaga, Mascarenhas Barreto, Ram6n Menendez Pidal, Patrocinio Ribeiro, Pestana Junior, Alfredo Pinheiro Marques, Luciano Rey Sanchez, Santos Ferreira, Maurizio Tagliattini, Gabriel Verd Martorell ve Siman Wiesenthal.
Anlatımın kurgusal yönleriyle ilgileri olmamasına rağmen birçok arkadaşım direkt ya da dolaylı yoldan bu romana katkıda bulundu. Lizbon Yeni Üniversite' den Keşifler Çağı profesörü Joao Paulo Oliveira e Costa'ya; Lizbon Ulusal Kütüphane Müdürü Diogo Pires Aurelio'ya; Cenova Devlet Arşivleri müdürü Paola Caroli'ya; Rio de Janeiro Ulusal Kütüphane müdürü Pedro Correa do Lago'ya; Sao Clemente Sarayı'nın kapılarını bana açan dünyadaki en önemli el yazması koleksiyoncularından biri olan Büyükelçi Ant6nio Tanger'e; Rio de Janeiro' daki rehberlerim baba Antonio da Graça ve oğul Paulino Bastos'a; bana Kudüs hakkında bilgi veren Helena Cordeiro'ya; Lizbon' daki son Kabalacı olan Haham Boaz Pash'a; Portekiz Yahudi Araştırmaları Kurumu Başkanı Roberto Bachmann'a; Ligurya dillerinde uzman ve Ceneviz lehçesiyle ilgili bana çok yardımcı olan Coimbra Üniversitesi'nden İtalyanca profesörü Alberto Sismondini'ye; Lizbon' daki Lapa Palace Hotel'inde bana rehberlik eden Doris Fabris-Bucheli'ye; Sintra' daki Quinta da Regaleira'nın gizemlerinin muhafızı olan Joao Cruz Alves ve Ant6nio Silvestre'ye; Lizbon' daki Santa Marta Hastanesi'ndeki kardiyolog doktorlar Mario Oliveira ve Conceiçao Trigo'ya; Portekiz Trisomi 21 Taşıyıcılar Derneği'nin kurucusu Miguel Palha'ya; benimle deneyimlerini paylaşan Dina, Francisco ve Rosa Gomes'e sonsuz teşekkürlerimi sunarım.'
Muhtemelen bir çok kez karşılaştığımız bir konunun, farklı bir bakış açısı, kitaplaştırılmış hali idi. Unutmamak lazım ki, yazarında belirttiği gibi tamamen gerçek belgeler, gerçek kişiler, tarihçiler, gerçek dini ve elyazması uzmanları ile yapılmış bir araştırmanın, kurgusal anlatımı idi. Mümkün olduğunca hikayeleştirilmiş taraflarından ayrıştırılmış halini okudunuz. Şahsen, bu güne kadar hiç duymadığım ayrıntılar öğrendim. Umarım sizler içinde faydalı olmuştur.
Bir kaç gün içerisinde 2700’den fazla görüntülenme almış olması beni mutlu etti. 449 üyeli bir forumun, ortalama 30-50 arası sürekli online üyesi olmasına rağmen, ciddi bir ziyaretçi sayısı ile okunuyor olması sevindirici. Malum, Kayıkevi, nedendir bilinmez genelde ya hiç yorum almaz yada sadece bir iki kişi yorum yapar. Okunup okunmadığını anlamanın tek yolu bu sayıya bakmak. Bir kişiye bile faydalı bir şeyler ulaştırabildiysek, bir tek bilgi kırıntısı ile düşünmeye sevk edebilmişse, Kayıkevi, görevini yapmış demektir.
Kayıkevi bölümünün tozunu alayım demiştim, biraz kış temizliğine döndü ama idare edin artık. Sabrınız ve konuyu takip ettiğiniz için teşekkür ederim.
Ben baykuş pozisyonuma geri döneyim şimdi.
Sevgi, Saygı ve Selametle.
-
Vallaha emeğine, sabrına, barnaklarına sağlık Kaan.
Ben de bu karanlıklar prensi "Güvercin"in yaşadığı dönemin az öncesi ve sonrasında bu keşifler hangi kayıklarla yapılmışın kısa bir derleme/ tercümesi ile ışık tutmaya çalışacağım.
-
Mandragore Web. Sitesinden çeviri.
KARAVEL
(http://i.hizliresim.com/moBkVR.png) (http://hizliresim.com/moBkVR)
Karavel sözü ilk defa XIV. yy.da ortaya çıktı. Batı Akdeniz’de ve Portekiz sahillerinde kullanılan yuvarlak bodoslamalı ve kare kıçlı teknelerdi. Balıkçılık ve küçük kabotaj işlerinde kullanılıyorlardı ve gelecekte büyük keşiflerde ün kazanacaklardı. Karaveller XVII. Yüzyıl ortalarına kadar yaşamayı sürdürdüler
Kökenleri
Orta Çağda Doğu Akdeniz’de yunanlılar küçük bir balıkçı teknesine« carabo » diyorlardı. Araplar Kuzey Afrika’da Kızıl Deniz’de inşa edilenlen trapezoidal arap yelkeni uzun bir serenle basılan benzeri küçük tekneler için bu tanımı kullanmaya başladılar. Oysa Batı Akdeniz o zamana kadar kare yelkeni biliyordu.
(http://i.hizliresim.com/X6AE77.png) (http://hizliresim.com/X6AE77)
Berberi “carabos” ları İspanya ve İtalya’ya geldiler. Hıristiyan devletler tekneleri kopyaladılar ama armasını arap yelkeninden Latin yelkene tadil ettiler. Böylece XIII. Yüzyılda Portekiz’de Algarve sahillerinde karavelaları büyük balıkçı teknelerinde bazen güvertesiz baze yarım güverteli, iki direkli Latin yelken arma donatılmış görüyoruz.
XV. Yy.da geliştirildiklerini İspanya’nın Akdeniz kıyılarına da geldiklerini biliyoruz.
Ne yazık ki teknik özellikleri ile ilgili çok az şey biliyoruz. Kuzey geleneği bindirme kaplama yerine Akdeniz pratiği olan armuz kaplama yapılıyorlardı.
Karavel yuvarlar bodoslamalı ve kare kıçlıydı, güverteli olmalıydı. Ancak ufak boylarında muhakkak ki tam güverteli değildi. 25 ila 60 tonluk deplasmanları vardı. İki veya üç direk taşıyıp, üçüncü direk teknenin kıç bodoslamasına çok yakın, dümen yekesinin arkasında konumlu ve Latin yelken donanımlıydı. Mizena eksikti, böylece ana direğin tekne vasatını aşmadan öne alınıyordu. Bazen, öne dördüncü bir direğe kare yelken basılırdı. Gövdenin oranlarını veren yapı formülü, çok, geri, çeşitli alternatiflerle yorumlanmıştır. Her durumda tam olarak takip edilmedi, bu da modern repliklar için boyut ve şekil bakımından bir doğruluk şansı bırakıyor.
Bir "Navarre tarzı ", yani kıç bodoslamada dümen vardı, bir yenilikti...
(http://i.hizliresim.com/r1rJB7.png) (http://hizliresim.com/r1rJB7)
Hoşa giden bir varsayıma göre karavel, Kral 1. Joao’nun üçüncü oğlu Denizci Henri (1394-1460) ve tanınmış Sagres okyanus denizcilik okulu mühendisleri ile birlikte ortaya çıkarttığını söyler. Dönem gravürlerinin de şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösterdiği gibi kaveller Portekiz bandırası taşıyordu.
Büyük olasılıkla Portekizliler sahillerinde en fazla kullanılan tekne tipi olan karavelin sadece gövdesini geliştirmişlerdir.
Yerel kabotaj teknelerinden makul ölçüde, kare yelkenli ve yuvarlak gövdeli büyük ticaret gemileri ile uzun ve singin savaş kadırgaları arasında bir yerde uzun okyanus yolculuklarına uygun bir tekne meydana getirdiler.
Denizci Henri, Sagres’deki sarayı – denizcilik üniversitesinden Batı Afrika keşif yolculuklarını yönetiyordu.
Bir çeşit nef olan “naos” la başlayıp, daha narin ama yine kare yelken taşıyan 1434’de Gil Eanes’in Bojador burnunu geçen “barinel” ile devam etti.
Dom Henrique başlıca zorluğun gidişte değil de dönüşte rüzgâr üstüne akıntı ile seyir olduğunu saptadı. Oysa barinel yardımcı kürekleri olmasına rağmen rüzgar üstüne çıkmakta zorlanıyordu, yanal rüzgarlarda daha verimliydi. Öte yandan derin karinası sahillere yaklaşmasını haliçlere girmesine izin vermiyordu.
Dom Henrique karaveli, rüzgâr üzerine seyredebilen Latin yelkenli, manevra kabiliyetini hem yelken hem de kürekte arttıracak şekilde görece hafif olarak tasarladı. Öte yandan sığ karinası ile akıntıların tehlikelerinden, deniz topuklarından ve az bilinen, tanınan nehir ağızlarında da koruyordu.
Afrika sahillerinin keşfi.
Çoğu zaman düşündüğümüzün aksine o çağda dünyanın yuvarlaklığı konusunde fikirler netti, böylece Afrika’yı dolaşarak Hindistan’a ulaşılabileceği düşünülüyordu.
Portekizlilerin Atlantiğe ve sırlarına açılmalarına liderlik eden Henrique, her ne kadar lakabı Gemici de olsa düzenlediği hiçbir keşif seyahatine katılmamıştır. Kendini tümüyle yeni toprakların keşfi, fetihlerini sürdüren İslam’a bir darbe amacıyla Hıristyan inancının yayılması amacına adamıştır.
Bu amaçla Sagres’te Heredot’un anlattıklarını -Firavun Néchao’nun gemilerini göndererek Afrikayı dolaşmaları- getiren tarihçileri, astronomları, coğrafyacıları, o dönemde geleneksel tekne yapımcılarına verilen isimle “balta ustalarını”, kaptanları ve özellikle haritalar oluşturmak amacıyla kılavuzları bir araya topladı.
1436’dan itibaren, artık güverteli ve kendi çabaları ile gelişmiş karavelleri ile Alfonso Gonçalves’i yola çıkarttı. Kaptan nehir ağzı olduğuna inandığı derin bir körfeze ulaştı ve buraya “Atlar Körfezi” ismini verdi. Çünkü gemisinde getirdiği iki atı karaya çıkartıp iki denizcisini karanın iç tarflarına keşfe gönderdi. Atlı öncüler yerliler tarafından durduruldu. Sahilde çok sayıda foku derilerini almak için öldürdüler. Burası gerçekte Beyaz Burunun ardındaki Tavşan körfeziydi.
1441’de Alfonso Gonçalves ve Nuno Tristan yeniden gelip çok miktarda fok derisi ile yerli esir aldılar. Bu başlangıç serüvencilere esir ticareti ile iyi bir gelir sağladı.
Bütün keşif yolculuklarını şahsi servetinden finanse eden Denizci Henri 1450 yılında Papa II. Nikolas’tan Bojador Burnu, Madeyra( 1420 de keşfedildi) ve Azor Arşipeli ( iki adası 1430da keşfedildi) ötesinde bulunan toprakların Portekiz’e ait olduğunu tasdikleyen bir ferman aldı.
Bu arada, Nuno Tristan 1444’de Senegal nehri ağzına ulaştı. Aynı yıl Dinis Dias büyük bir burnu aşarak açıklarda adalar keşfetti. Gür bitki örtüsünden heyecanlanarak buraya Cabo Verde (Yeşil Buaun adaları) ve Ilha Das Palmas ( Palmiye Adası) – Dakar’ın karşısında Gorée- adını verdi. Sahillerine gelen bu kuşa veya dev uçan balığa benzettikleri şeyi merak edip pirogları ile yaklaşan dört zenciyi esir aldı. Kronik yazmanı Azurara bunu büyük onur olarak niteledi. Çünkü bunlar Avrupalılar tarafından ilk defa esir alınan siyahlardı. Öncekileri Berberilerden satın alıyorlardı.
Birkaç yıl sonra bir Hollanda kadırgasında yolculuk eden Venedikli Alvise da Cadamosto, Saint Vincent Burnundayken işittiği Afrika sahilleri keşfinden çok etkilendi. “ Portekiz karavelleri denizlerde dolaşan en iyi gemilerdi, gereken her donanıma sahiptiler ” 1454 yılında Denizci Henri’ye gidip kendini tanıttı.
Kendisine 90 tonluk bir kavel tahsis edildi. Yolculuğu ile ilgili çok canlı hikâyeler bıraktı. Madeira ve Kanarya’lardan yola çıkıp Afrika sahilinde Beyaz Buruna ulaştı. Çölden sonra Yeşil Burun’a hayran kaldı. Yakınlarda ilginç bir takasa şahit oldu; tuz karşılığı altın. Gambia nehri ağzını geçtikten sonra ilk defa “Güney Haçı” takımyıldızları gören Avrupalı denizci oldu. Oysa Kutup Yıldızı ufka çok yakın görünüyordu.
Yeşil Burun adaları üzerinden Portekiz’e geri döndü. 1460 yılında Denizci Henri öldü. Kuzeni Kral Alfonso görevi devraldı.
1462’de Pedro de Sinta’ya iki karavel tahsis edildi. Sierra Leone sahillerine ulaştı, bugün Liberya başkenti olan Monrovia kentini keşfetti.
(http://i.hizliresim.com/j6ZQJm.png) (http://hizliresim.com/j6ZQJm)
1470’de kraliyet güçleri Faslılara karşı bir sefer hazırlığına başladılar, keşifler beş yıllık süreyle Lizbon’lu tüccar Fernan Gomes’e “kiralandı” . Karaveller bugünkü Ghana, Altın Sahiline ulaştılar. Bölgenin bolca bulunan altınını çıkarıp ticaretini güvenceye almak için 1481 yılında buraya Saint-Georges de La Mina sürekli yerleşimini kurdular.
Tabii bu değerli metal oyuna girince gizlilik politikası devreye sokuldu, Kraliyetin izni olmaksızın “Gine” sahillerinde ticaret idamla cezalandırıldı. Diğer yandan sadece karavelleri dönüş yolculğu yapabilecekleri bilgisi yayıldı. Bu gürültüye daha fazla önem vermek için 1481 yılında Diego dokuz karavel ve Saint-Georges Kalesi yapımında kullanılacak inşat malzesi yüklü 2 büyük tonajı yük gemsisi (Hourque) yola çıkarıldı. d’Azambuja, Kraldan yük gemilerinin hamuleyi boşaltır boşaltmaz imha edilmeleri emrini aldı. Ortalığa dönüş yolunda kayboldukları söylenecekti.
Bu şartlar altında Karavellerin, kare yelkenli kaba saba neflerden ( Karak ve Hourque) çok daha kolay seyrettikleri su götürmezdi. Ama tek direk üzerine çekilmiş, nerdeyese tekne boyunda serenler ve büyük yelkenler boyutlarının daha fazla büyümesine engeldi.
Dikkat çekici keşif gemileri yük gemisi olamıyordu. Takip edecek keşif seferlerinde (Bartolomeu Dias, Vasco de Gama, Albuquerque, vb.) daha çok Nef ve yavaş yavaş daha az karavel kullanıldı.
Gelişim
(http://i.hizliresim.com/WD5GW8.png) (http://hizliresim.com/WD5GW8)
Gemici Henrique’nin oluşturduğu karargahta toplanan denizciler, haritacılar, astronomlar ve tekene ustaları ölümünden sonra dağılmadılar. Önce Kral Alfonso sonra II. Joao hepsini çevrelerinde tuttular hatta 1482’de çok değerli bilgin Martin Behaim’i aralarına kattılar. Ama her şey bundan böyle çok sıkı bir gizlilik içinde sürüyordu; Portekizliler tekne yapımlarını kıskançlıkla koruyor bu da yayılabilen bilgiyi güvenilmez kılıyordu. Ancak bilinen gerçeklerden, karavellerde yapılan değişikliklerin ele geçirilmesi ve gerekçesini anlayabilmek, ancak zamanı belirtmeksizin mümkündür.
Seyir defterleri ve kaptanlar ile kılavuzların raporları kapsamlı bir şekilde incelenmiştir. Kuşkusuz orsa seyirde mükemmel olan karavellerin, pupa ve apaz seyirde, yönetilmesi ve bazen tehlikeli olması iki nedenden ötürü zorlaşmıştır:
Bir yandan, direğin tekne boyunun ortalarında olması ( yelken alanı merkezinin geriye kayması tekneyi fazla atak hale getiriyor, geniş apazda her sağnakta tekneyi orsalatıyor, hem hızdan kaybediyor hem de idaresini güçleştiriyordu)
Öte yandan, bu seyirde dengesizlik Latin yelkenin gidişini zorluyordu; Bu seyirde seren hemen hemen geminin eksenine diktir: bu yüzden, ön ucun küçük yüzeyi ve diğer tarafta, bordanın çok dışında, dört kat daha bir yüzey oluşuyordu.
Bu şartlarda, sıkı bir sağnak tekneyi alabora etmeye yetiyordu. Bu tehlike Akdeniz’de bilindiğinden mecbur kalmadıkça kadırga, şebek gibi Latin yekne armalı tekne kaptanları bu seyirden kaçınır. Onun yerine iki yelken alanını biri bir kontrada diğeri diğer kontrada olmak üzere dengeleyerek pupa rüzgârını kullanıyorlardı. Buna İspanyollar “ala y ala” Provansalılar “ yavşan kulağı” diyorlardı.
Zaten rüzgâr sertlemeye başlayıp çok arttığında iki sereni de indiriyor, trinket (ön direk) e küçük bir kare yelken « tréou » fırtına yelkeni olarak basıyıorlardı..
(http://i.hizliresim.com/VDd3yv.png) (http://hizliresim.com/VDd3yv)
XV:Yüzyılın sonuna doğru, Portekiz ve İspanyollar ( karavellerin bariz başarısı diğer ülkelerin de benzerini yapmasına yol açmıştı) kullanımından ve formundan esinlenerek armanın bir kısmını « “caravela latina” yı « caravela redonda » ya tadil etmeyi düşündüler. Elimizde kanıt var çünkü Colomb’un 1492 seyahatini biliyoruz. Üç gemi vardı. Karavel olmayan Santa Maria küçük bir karaktı, Pinta ve Santa Clara (Daha çok Niña olarak biliniyordu), her ikisi de latin armalı karaveldi.
Oysa Kolomb ve kılavuzu Juan de La Cosa yolculuklarının büyük kısmını kuzey batı yönlü alize rüzgârları ile geniş apaz seyir yapacaklarını biliyorlardı. Karavellerin denizdeki davranışlarından çekindikleri için daha yolculuğun başında Pinta’da büyük direği öne kaydırıp bir seren ekleyip kare yelkenle donattılar. Baş tarafa yeni bir direk eklemekten daha mantıklıydı. Bu tadilat başarılı olmuş çünkü önceden planlamadıkları Büyük Kanarya’ya sadece Niña’ın da armasını değiştirmek için uğradılar.
(http://i.hizliresim.com/6NOy60.png) (http://hizliresim.com/6NOy60)
Pinta
Kolomb’un keşif yolculuğu için Colomb par Gomez Gascon et Cristôbal Quintero tarafından donatıldı Kare yelkenli bir karaveldi. Martin Alonso Pinsôn tarafından kumanda edilip 25 kişilik bir mürettebatı vardı.
(http://i.hizliresim.com/DDZy8o.png) (http://hizliresim.com/DDZy8o)
Niña
Kolomb armasını ilk seyahati sırasında büyük direk ve mizenadaki Latin yelkenlerin yerine kare yelkenleri donatarak tadil etti. 52,72 tonluk deplasmanı vardı. 21,44 metre uzunluğunda 6,44 metre genişliğindeydi ve 1,78 metre su çekiyordu. Kolomb’un diğer üç seferine de katılıp 25 000 bahri mil yol yaptı.
Birkaç yıl sonra Vasco de Gama’nın Hindistan’a ikinci seferinde beş karaveline on adet dört direkli karak eklendi. Bunların iki arka direğinde Latin yelkenler, iki ön direğinde (Trinket ve Ana direk) Coromandel kıyılarında kullanılmak üzere hem Latin yelken hem de Hint Okyanusunda muson rüzgârları ile yümek için kare yelken taşıyabiliyorlardı.
XVI yüzyıl boyunca Yeni Dünya kıyıları boyunca ve Hindistan ve Endonezya inceleme ve keşif seferleri arttı. Yüksek tonajlı taşımada karaklar ve özellikle kalyonlar kullanılıyor, karaveller ise yeni rotaların bulunmasında, bu yolların gözlenmesinde ve emirler ile bilginin hızlıca taşınmasında hâlâ değerliydiler.
Karaveller azami boylarına ulaşmışlardı, bazen 150 onu buluyorlardı. Bir kıç güverte , baş kasara ve güvertede servis kayıkları bulunuyordu.
Düşman karşılaşmaları için top da yükleniyordu; Kızıl Deniz ve Umman denizinde Türk ve Araplar, duruma göre Hollandalılar, İspanyol ve Fransızlar.
1541 yılında Estevan da Gama güneş ve hastalıktan mürettebatı helâk olsa da Süveyş’e kadar Kızıl Denizi tırmanıp tekrar Goa’ya dönmüştü.
Bu çağda ( en azından Portekiz ve İspanyol donanmalarında , çünkü balıkçı karavelleri ilkel form ve armalarını koruyordu) karavellerin ekseriyeti dört direkli olup, ilk direkte (Trinket) iki kare yelken, ikinci direkte (ana direk) duruma göre Latin veya kare yelken ve iki arka direkte de birer Latin yelken kullanıyorlardı..
(http://i.hizliresim.com/Q2qp4y.png) (http://hizliresim.com/Q2qp4y)
Le trinquet et le grand mât gréent des voiles carrées, l'artimon et le contre-artimon des voiles latines.
XVI. Yüzyılın sonunda tam teşekküllü savaş filoları bazı ülkelerde görülmeye başladı. Deniz güçleri ellerindeki Portekiz karavelasını keşif ve kurye gemisine dönüştürdüler. Kronikçiler özellikle “Portekiz” ekini kullanıyorlardı cünkü Avrupa kuzeyinde benzer bir terim “carvel” dolaşıma girse de bambaşka bir anlamı vardı. Hollanda dilinde « karveel » tekne yapımıda eğriler üzerine çivilenen sonrada kalafatlanan tahtaların yani armuz kaplamanın eş anlamlısıydı. Uzun yıllardır Akdeniz ülklerinde uygulanan bu uygulama Kuzeyde “bindirme” kaplamanın yerini aldı. Baltık ve Manş’ta « carvelle » ou « crevelle deniyordu.
Karavellerin sonu
XVII yüzyılda karaveller bazı keşif seferlerine katılmış olsalar da yavaş yavaş kayboldular. Okyanus yolculuklarının sıklığı daha büyük ve donanımlı gemilerin kullanılmasını gerektiriyordu.
Ve gemi daha yüksek tonajlara çıktığında Latin yelken uygun olmaktan uzaktı; devasa sereni ve yelkeni her kontrada aktarılması gerektiğinden kullanılabilir değildi.
Oysa, Atlantik’te yavaş yavaş çok güngörmez yakası bir çatalla direk etrafında dönebilen çok daha kolay kullanımlı randa armaya meyil ediliyordu. Zaten kısa zamanda belli tonajlardaki gemilerde kullanılmaya başladı.
Son karavel 1669 yılında bir Portekiz limanında kayda alındı. Karavel torun bıraktı mı? Genellikle iki tekneden bahsedilir; Algave kayığı ve Kızıl Deniz Dhowları. Pek çokları Dhowların Goa karavelinin kopyası olduğuna inanmak istiyor. Fakat onlar, özellikle armaları konusunda binlerce yıllık bir geleneğin çocukları. Trapzoidal ( üçgen değil) yelkenleriyle « caravos »lar ile Akdeniz’de berberi denizcilerin ve Latin yelkenin doğmasına neden oldular.
-
(https://i.hizliresim.com/r1rJ8V.jpg) (https://hizliresim.com/r1rJ8V)
-
Eline sağlık abi.
Hemen üzerine olunca, insanın gözünde canlanıyor herşey.
Teşekkürler.
-
Kaancım ellerine sağlık, çok da iyi oldu.
Cem abi, özellikle son katkılar için teşekkürler.
-
Kaan bu diziyle arşa çıktı. :)xx :)xx :)xx
Benimki sadece katkı. ;)
Bu arada bu üçlü filonun replikasının da fotoğrafını buldum.
(http://i.hizliresim.com/aYWgNO.jpg) (http://hizliresim.com/aYWgNO)
-
Biriktirip okuyayım demiştim. Ama biraz fazla ertelemişim. Harika bir yazı dizisi olmuş Kaan reisim. :)xx :)xx :)xx
Cem Gür Reisimizin dediği gibi barnaklarınıza sağlık. :) Her zaman söylediğim gibi; forumun EN-tellektüel koylarından birisi burası. Ne zaman burada demirlesem tahminimden daha uzun süre alargada kalıyorum.
-
Her zaman söylediğim gibi; forumun EN-tellektüel koylarından birisi burası. Ne zaman burada demirlesem tahminimden daha uzun süre alargada kalıyorum.
Deme böyle şeyler. Hafazanallah!
-
Biriktirip okuyayım demiştim. Ama biraz fazla ertelemişim. Harika bir yazı dizisi olmuş Kaan reisim. :)xx :)xx :)xx
Cem Gür Reisimizin dediği gibi barnaklarınıza sağlık. :) Her zaman söylediğim gibi; forumun EN-tellektüel koylarından birisi burası. Ne zaman burada demirlesem tahminimden daha uzun süre alargada kalıyorum.
Teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim :)
Deme böyle şeyler. Hafazanallah!
;D ;D ;D
Bu vesile ile '' Eskiyebilen bir evde ölmek isterim '' diyen Süreyya Berfe'den bir kaç satır ekleyelim, öğlen arası, kahvenin yanında okumalık.
Çay
Sabah erken saatler. Gün ağarmış. Denizin kimi yerine varla yok arası, sabaha karşı, uyku ile uyanıklık gibi bir sis çökmüş. Martılar ortalarda görünmüyor. Nerelerde saklanıyorlar? Uzakta olamazlar, teknedeki en ufak mola, ağ hareketinde üşüşüyorlar binlercesi çünkü.
Mesafeyi kestiremediğim uzaklarda gri bir kıyı görünüyor. Bir kangal halatın üzerine çöküp, etrafa bakınıyorum. Reis yukarıda, her zamanki gibi. Kamarasının ışığı yanıyor ortalık aydınlık olduğu halde. Ya unuttu… Birkaç mil ötede bembeyaz boyalı, kamarasıyla küpeşte şeritleri açık mavi bir Yunan balıkçı teknesi ağır ağır yol alıyor. Arkasındaki koca makaralardan iri halatlar kayboluyor denizin içinde. Trol çekiyor, öyle dediler önceki günlerde. Dikkatle bakıyorum her yanına. Ne güvertesinde ne kıç bölmesinde, hiçbir yerinde insana benzer bir karaltı göremiyorum. Diğer günlerde de uzaktan yakından, alımlı boyalarıyla bir sürüsü geçti yanımızdan. Ne kadar dikkat ettiysem hiç kimseyi göremedim teknelerde. Sanki kendi kendisini rotalıyor tekne. İnsana gerek duymuyor sanki yapacağı, yaptığı hiçbir şey için. Eskiden, çocukluğumda taşıma işinde kullanılan karadeniz takalarına benziyor. Burnu kalkık, hilal kıvrımlı, arkası düz, kamara önde. O kadar dikkatle baktığım halde morotundan çıkan dumanı dahi göremedim. Yavaş yavaş geçip gitti hayalet tekne.
Mutfak bölmesine iniyorum. Aşçının işi yoğun. Kestiği ekmekleri plastik sepetlere diziyor. Tahtasının üzeri ekmek kırıntıları. Ocakta koca bir kazanda soğan kavruluyor, yerde süzgece doldurulmuş, soyulmuş patetesler. Sürgülü pencerenin yanındaki küçük ayna her zamanki gibi buharlanmış. Hiçbir şey yansıtmaya niyetli değil. İnce, dayanılmaz bir çay kokusu yayılmış daracık yere. İrice bir bardağı dolduruyor. “Nasıl demi?” İki gözümü kırpıyorum. “Tamamdır.” Bütün rengiyle ışıldıyor demini almış çay. Şekeri işaret ediyor. Ekliyorum. “Abi benim çok işim var. Reis’e de bir çay çıkaramaz mısın? “Çıkarırım.” Bir yerlerden koyu renk, siyahla lacivert mor arası bir porselen kupa çıkarıyor. Yarısından fazla dem dolduruyor, gerisi su. Üzerine bir çay tabağı kapatıp, ufak bir tepsiye koyuyor, benim bardağı da yanına. Dikkatle çıkıyorum merdivenleri. Her ne kadar sallantı yoksa da, denizin üstündeyiz sonuçta. Kamaraya yaklaşınca kapıyı açtı. Ayakseslerimi duydu belki de. Bardağı ortadaki, ayakları tabana vidalarla sabitlenmiş sehpanın üzerine bıraktım. Çayı görünce yüzüne geniç bir gülüş yayıldı. “Eyyvallah Ağam! Sağ olasın.”
Kamara
Kamara her zamanki gibi, dört taraf sinamaskop, yeniler tam açı panaromik mi diyorlar yoksa? Radarın, sonarın iki koca ekranında, arkasında yeşilimsi bir ışık serpen çubuklar dönüp duruyor. Telsiz açık. Birbirine karışan konuşmalar, cızırtılar geliyor. Kenardaki tek kişilik yatakta dağılmış, rastgele kenara itelenmiş bir yorgan. Ayakucunda, duvara dayanmış küçük bir soğutucu, üzerinde küçük bir televizyon. Reis’in üzerinde göbek kısmı iyice sıkan dar bir eşofman. Gözleri şiş, belli ki çok olmamış kalkalı. Sarı bıyıklarının atrafında bir iki günlük uzamış tıraşıyla tezzat, yüzü içeriden gülüyor.
Mümin Reis; Aga, 35 senedir denizdeyim diyecek bana daha sonra(Aga, diline yerleşmiş bir hitap, yaşıtındakilere, kendinden küçüklere, büyüklere genelde öyle hitap ediyor), ilkokulu bitirir bitirmez aldı beni rahmetli, balıkçı kayığının içine atıp, koca denize tıktı, bir daha sayılı günler dışında kara yüzü görmedik, diyecek, ama daha sonrasında. İlgimi çekiyor reis de, kamarası da. Hemen hemen tüm günümü orada geçireceğim. Merak edip sorduğum her şeye yanıt vermeye çabalayacak. An gelecek ben sormadan bu günden, eskilerden, denizden, eski balıklardan, eski balıkçılardan anlatacak.
“Neredeyiz Reis?”
“Abi baş hizasından ötede gördüğün Limni adası. Karşıda ise Yunan toprakları. 15 kulaç suda, 3 mille gidiyoruz. Balığın izi yok şimdilik. Bikaç ufak sürü denk geldi de 70-100 kasa kadar. Ağ koyvermeye değmez.” Neden deymesin, balık sonuçta, diyecek oluyorum. Yüzüme bakıyor, sözlerim acemiliğimi, kestirmeden konuştuğumu ifade diyor. Yüzüne bakınca anlıyorum bunu. “Mola yapıp, ağı toplamak iki saatten fazla sürüyor, o arada çok büyük bir sürü de denk gelse, ellerin kolların bağlı, kalakalıyorsun ister istemez. Bu nedenle gelişigüzel, az balığa saramıyorsun.”
Gözcü
Bilgisayarı açıyor. Klavyesine, diğer aygıtlarına alışkın değil eli, belli ediyor bunu. Birkaç parmak tıkıyla bir sayfa açıyor, “Poseidon System”. Sayfadaki birkaç yere basıp, sarı turuncu kodların işlendiği bir haritadan rüzgârın yönünü, şiddetini, akşama kadarki yağış bulutlanma durumunu kontrol ediyor.
“Ey be! Ne günlere kaldık. Ne icatlar yapıyor gavur. Açıyorsun bu zamazingoyu, bakıyorsun, dakkada biliyorsun rüzgârı, bulutu, yağmuru, fırtınayı, dalgayı. Eskiden öyle miydi be Aga! Ömer amcam şurada, kamaranın dışındaki öndeki aralıkta, bir minderde otururdu akşama kadar. Bütün işi gücü havaya, bulutlara, rüzgâra bakıp, havanın nasıl olacağını bilmeydi. Yaz kış, sıcakta soğukta saatlerce otururdu o rengi atmış minderde. Kıpırdamadan, gözleri yarı açık yarı kapalı. Yahu bu amcam şimdi uyanık mı, yoksa uyuyor mu, bu kapalı gözlerle nasıl görür bulutu, ufku, martıyı, derdim kendi kendime. Nasıl yapardı, nasıl ederdi bilmem, ama bilirdi işte. Kaç defa güzelim havada koca bir balık sürüsüne ağ atmaya niyetlenmiş olurduk da, “Yok, bekleyin, yarım saate kalmaz ortalık dalga boran kesecek, değil ağ toplamak, kayıkta durmak zorlaşacak”, deyip deyip, bizi fırtınada, boranda ağ toplamanın sıkıntısından kurtarmıştır, dedi. “Bezleri vardı, pamuktan, Amerikan bezinden, keten, dividin, pazen. Bunları kayığın çeşitli, yüksekçe bir yerlerine asar, küçük küçük kaplara su doldurup, kıça başa, başaltına, üst kamaraya bırakır, bunları kontrol ederdi günboyunca. Islak tahta ne kadar zamanda kuruyor, küçük çanaklardaki suyun buharlaşması, bezlerin rüzgârda salınmaları, hepsi, her şey ona bir şeyler anlatıyordu ki, biliyordu. Hatta Seyfettin ağam, o; gırgırın etrafında uçan martıların süzülüşünden, kanat kırıp, suya dalarken kestiği açıdan, deniz yüzündeki combalaktan, ayın denizi biçen keskin kenarından bile anlayabilir hava durumunu derdi.”
Bilgisayarın karşısında, yüzüne radyonun içindeki şarkı söyleyen küçük insanları bulamayanların şaşkınlığı yerleşiyor. Garip, tuhaf bir dünya bu. İnsan kolay kolay anlayamıyor bazı şeyleri, değil ki alışmak.
Canlı yok a veeyyy!
Telsizden bir çağrı geliyor;
“Mümün, neolyo be olum! Çıkmadı be sabahtan beridir sesin?”
Almacın mandalına bastı;
“Canlı yok a veeyyy! Bizim radar delirmiş, kafayı yemiş be! Koca Ege denizi. Be nereye gitti bu koduğumun balıkları. Yok mu sizde de bişeyler?”
“Yok be yok! Sen angi arada dolaşıyosun. Ben Semandirek’in açıkta yakasındayım. Mertoğlu’yla Cihan Reis de buralarda. Balık yok oğlum. Gel istersen bu yana da dört koldan bi maça kızı yapalım. Boşa dolaşacamıza.”
Reis’lerin kahkahaları çınlıyor kamarada. Birazdan ince ayar küfürle karışık, saydırmaya başlıyor, havadan, karadan, denizden kaydırıp, karşısındakine uzatıyor dokundurmayı. Bırakıyor almacı.
“Geveze ibne! Soğuttu çayımı.” Koca bir yudum alıyor çayından.
“Balık para yapmıyor abi. Bol olunca herkese bol. Fiyatı düşüyor böylece. Tutuyorsun günde 600-700 kasa. Bunu nereye göndereceksin, nerede para yapacak, bu önemli. Denk getiremezsen çöpe gidiyor balık. Kaç kamyon balık döktük Ankara’nın, Bursa’nın, İzmir’in çöplüklerine bilsen. İçi acıyor insanın. O kadar uğraş, mazot yak bulmak için, emek harca ağı çekmeye, ayıklamaya, kasalamaya, çöpe dökülsün. En çok mazota para harcıyoruz. Bütün gün çalışıyor motorlar. Günlük bir tondan fazla mazot yakıyor bu kayık. Çok para. Bazan öyle oluyor ki, gezmesen, balık aramasan, limanda kalsan daha karlı olursun. Ama ekmek kapısı, limanda yatan kayığın balıkçılığından ne olur?”
Aşçı geliyor. Kapıyı açıyorum. Elinde koca bir tepsi. Kahvaltılık bir şeyler getirmiş. Bırakıyor tepsiyi. Boş bardakları alıp, çıkıyor.
“Hadi buyur!”
Deniz acıktırıyor.
Deniz pırıltılarla akıp gidiyor yanlarımızdan. Eşlikçi birkaç martının kaba çağırtısı uzuyor boşukta. Motorun sesi duyulur duyulmaz arası, yarım bardakların yüzeyleri titreşiyor. Daracık kamarada, kim bilir kaç gün toplanmamış yorganda, çarşafı sıyrılmış yatakta, tepsideki zeytin çekirdeklerinde, telsizde, almacında, radarların, sonar cihazlarının monitörlerinin üzerlerinde geziniyor gözlerim. Ufka bakıyorum. Denizle koca suyun birleştiği yere. Yok gibi.
Ufka bakarken sonar cihazının sarı ışık serpen okunun ışıltıları ardına harfler ekmeye başlamış. Harfler birleşip sözcükleri, onlar da uzun, bitimsiz bir şeyi ışıtıyor;
“Çocukluğumu bilmedim, gençliğimi de. Hiçbir şey bilmedim. Sadece deniz. Hep bir mavi. Kusacağın geliyor maviden. Deniz, rüzgâr, dalga, fırtına, tayfa, balık, ağ, mantar, karışmış birbirine, bir düğüm. Senede iki ay kara yüzü görüyor ayaklar, karada yürümeyi, adım atmayı unutuyor. Adım adımdır diyesi geliyor insanın, ama değil. Denizde adım atmayı unutuyor insan, ayaklar var mı yok mu belli değil. Senenin on ayı bu 10 metrekarelik, buğulu camların ardındaki sonsuzluğa bakan geniş hücrede geçiyor. Tayfa derdi, balık bulma derdi, satma derdi, borç, harç, ev bark, çoluk çocuk. Bütün gün yanlızsın burada. Sürgün, vebalı. İnsana buyurmak, ona iş yaptırmak ayrı bir dert. Senin benim gibi o da mahpus garibim. Bir şey diyemezsin, alınıverir hemen, sarkar yüzü, burulur dudakları. Biraz gülsen, yüz versen ipin ucu kaçıveriyor. Bir mesafe, bir soğukluk koymak gerekiyor her zaman. Bu nedenle de karışamıyorsun tayfa içine, insan arasına. Akıl hep karada, evde, barkta. Oğlum doğdu, koca bir denizin ortasında, hiçbir memleketin karasularına girmeyen ücra bir yerdeydim. Aylar sonra görebildim yüzünü. Senelerce sayılı günlerde oldum evimde, yuvamda, ailemle birlikte. Zaman geçtikçe değişti balıkçılık, gırgırcılık. Türlü türlü fent, dümen icat oldu. Balığın kaçarı kalmadı. Koca, sonsuz, engin denizde sıkıştı kaldı. Eskiden Marmara balık kaynardı. Evimizin dibinde balıkçılık yapar idik, Marmara hepimize yeter idi. Koca bir havuz gibiydi, büyük bir balık havuzu. Nereye gitsen balık. Aramıyorduk bile balığı, kepçeni daldır, al balığı. Bir ağ atıp 150 kasa kolyozu sarıp dönüyorduk evimize. Evinin dibinde, evinde olup balıkçılık yapmak ne olacak. Gündüz çalış, akşama çocuğun, eşin yanında, koynunda ol. Cennet gibi. Azaldıkça balık, uzaklaştı evler. Büyük denizlere kaydık, Karadeniz, Ege. Evler kaldı günlerce uzakta. Ufak bir televizyon var, onunla eğlenirim akşamları. Yaşı geçkince, durulmuş tayfalardan biri uğrarsa laflarız geçmişten, ordan burdan. Akşamları limanlarda, pis, rutubetli, deniz yosun kokan bir meyhanede iki duble rakı tek keyfimiz. İki duble sadece. O kadar. Gece yarıları, herkes yatar, sen dümendesindir. Ay seker durur dalgaların aralarında, dalar giderim eskilere, memlekettte, zamanda bir yerlere. Hacali dayımın ilk sıpaya bindirdiğini, kara bir önlüğü kapıdan içeri atıp sokağa fırlayışımı, bayramlarda, el öpmeleri, düğünleri, meydanın orta yerinde dönerleri, oynarları, Debreli Hasan çaldığını hartırlarım. Garmada çay bardağındaki beyazlığı bir dikişte içer, yanında oturan ahretliği ağzına bir dilim kavun sıkıştırır, klarnetçi gelir, klarnetini kulağına dayar… Ben çocuğum, büyüdüğümde bir bok olacak sanırım. Ninem bahçede kazanda kustikle yağ kaynatır, sabun döker, dedem asmaaltında, parmaklarının arasında külü uzamış bi cigara….
Sonar yazıyor, ben görmüyorum. Uzaklarda Yunan sahilleri, Mesimvria, Pyrgos, Maronein, Charalampos, Apalos, içeride …
Süreyya Berfe. Ufkun Dışında. 1985.s.240
-
Azaldıkça balık, uzaklaştı evler. Büyük denizlere kaydık, Karadeniz, Ege. Evler kaldı günlerce uzakta. Ufak bir televizyon var, onunla eğlenirim akşamları.
Azaldıkça ekmek, Alamanya yakınlaştı. Büyük ülkelere, şehirlere, kaydı insanlar. Tarla bağ bahçe uzak. Artık köylü desen değil, kentli desen değil. Orta yerde bir kenarda.
Yine de bu andırış, kara insanıyla deniz insanı arasındaki farkı da ortaya koyuyor. Uzak denize giden, yine denizde. Evet, eskisi gibi değil, daha fazla proleter belki. Bu da kötü değil. Proleterin (güzel ya da değil) kültürel kodu olur. Öte yandan, proletere ya da patrona, doğa(deniz) o ya da bu şekilde gelir kendi kültürünü, yaşam biçimini, sözcüklerini, kurallarını dayatır. Zira onun kurallarına uymazsan, Ahmet Reisin dediği gibi saygı duymazsan seni boğar.
Kent öyle değil. Doğal olmadığından, eğer kökü zayıfsa ve birdenbire sayıca çok gelirsen, onu özgürce kasaba haline getirebilirsin. Hatta o kadar güçlü bir şekilde değiştirebilirsin ki onu, eski dokuyu yok eder, yeni doku imal eder, sanki o yeni ve köksüz hali sanki bir doğal ortammış gibi, her geleni de kendine benzetebilirsin.
Deniz ile Kent arasındaki fark sanki budur.
Bir de şu satır, beni rakıya taşıyor. Devrin daim olsun Mehmet Şerifoğlu;
Balığın kaçarı kalmadı.
Yanında stajımı yaptığım ve muhtemelen ya 3000 yıl önce ya 3000 yıl sonra dünyaya gelmiş ustam, kara avcısıydı. İstediğinden erken ama istediği yerde öldü. Beni de götürürdü ava. Bir kezinde, "bu çifte işi dedi, iyi iş değil, ama tekli de iyi değil, tekte senin çiftede kuşun şansı çok az, arasında bir şey bulsalar, adil olacak, böyle adil değil".
Kendine soru sormak iyidir.
-
Gözcü
Bilgisayarı açıyor. Klavyesine, diğer aygıtlarına alışkın değil eli, belli ediyor bunu. Birkaç parmak tıkıyla bir sayfa açıyor, “Poseidon System”. Sayfadaki birkaç yere basıp, sarı turuncu kodların işlendiği bir haritadan rüzgârın yönünü, şiddetini, akşama kadarki yağış bulutlanma durumunu kontrol ediyor.
“Ey be! Ne günlere kaldık. Ne icatlar yapıyor gavur. Açıyorsun bu zamazingoyu, bakıyorsun, dakkada biliyorsun rüzgârı, bulutu, yağmuru, fırtınayı, dalgayı. Eskiden öyle miydi be Aga! Ömer amcam şurada, kamaranın dışındaki öndeki aralıkta, bir minderde otururdu akşama kadar. Bütün işi gücü havaya, bulutlara, rüzgâra bakıp, havanın nasıl olacağını bilmeydi. Yaz kış, sıcakta soğukta saatlerce otururdu o rengi atmış minderde. Kıpırdamadan, gözleri yarı açık yarı kapalı. Yahu bu amcam şimdi uyanık mı, yoksa uyuyor mu, bu kapalı gözlerle nasıl görür bulutu, ufku, martıyı, derdim kendi kendime. Nasıl yapardı, nasıl ederdi bilmem, ama bilirdi işte. Kaç defa güzelim havada koca bir balık sürüsüne ağ atmaya niyetlenmiş olurduk da, “Yok, bekleyin, yarım saate kalmaz ortalık dalga boran kesecek, değil ağ toplamak, kayıkta durmak zorlaşacak”, deyip deyip, bizi fırtınada, boranda ağ toplamanın sıkıntısından kurtarmıştır, dedi. “Bezleri vardı, pamuktan, Amerikan bezinden, keten, dividin, pazen. Bunları kayığın çeşitli, yüksekçe bir yerlerine asar, küçük küçük kaplara su doldurup, kıça başa, başaltına, üst kamaraya bırakır, bunları kontrol ederdi günboyunca. Islak tahta ne kadar zamanda kuruyor, küçük çanaklardaki suyun buharlaşması, bezlerin rüzgârda salınmaları, hepsi, her şey ona bir şeyler anlatıyordu ki, biliyordu. Hatta Seyfettin ağam, o; gırgırın etrafında uçan martıların süzülüşünden, kanat kırıp, suya dalarken kestiği açıdan, deniz yüzündeki combalaktan, ayın denizi biçen keskin kenarından bile anlayabilir hava durumunu derdi.”
Aynı durumdan babamın bizi defalarca kurtarmışlığı vardır. Paylaştığın için sağol bir yerler gittim okurken, akşam babama da okuyacağım.