Heyamola Hey

Havuzluk => Köşe Yazıları => Konuyu başlatan: Çetin Kent - 14 Şubat 2021, 16:58:16

Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 14 Şubat 2021, 16:58:16
Bu başlık altında Sadun abi ile ilgili geçmişte yazdığım birkaç yazıyı ve fotoğrafı paylaşmak istiyorum. Bir gün hard disk çöker, eve hırsız girer filan, forumumuzun sayfaları daha kalıcı olacaktır, dergi sayfaları ve ekleri arasında kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadı.
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 14 Şubat 2021, 17:12:03
Belki en sondan başlamak lazım. Vefatının ardından dergiye hepimiz birer veda yazısı yazmıştık. 2015 yazında.

Bir kez daha ruhu şad olsun diyelim.

Ardından… Gülümseyerek…

Dakikalardır boş sayfaya bakıyorum.  Sadun abi için ne yazayım ya da ne yazmalıyım? İlk defa elim kolum bağlı değil. Sadun abiden azar işitme ihtimali yok. “Onu yazma! Bunu yazma! O fotoğrafı kullanma! Onu öyle abartma…” demeyecek nasılsa, rahat rahat yaz işte. Azarlanma ihtimali yok, çünkü… zaten… artık… Sadun abi de yok...

Yani “galiba” yok, bilemedim ki şimdi... Arar mı bu yakınlarda? Telefondan numarasını silmedim, arar marar diye. Bilirsiniz şakayı sever, takılmayı sever. Bu aralar telefonu açıp “Alekooo, o camideki suratını görmeliydin evlat! Sahiden öldüm mü sandın lan!” diye koca koca kahkahalarını sıralayacak diye bekliyorum. Aramadı bu sefer.  Biraz gecikti. Dakik adamdır, kötü bişey mi oldu acaba, bilemedim ki şimdi.

Cenazede de hep bekledim, bardağını kaldırıp, “Hadi hadi cenazeye mi geldik, asmayın lan suratları, Ekrem! Meriç! Aleko! Haydi!!” diye başlayacak, hepimize sırayla bağıracak diye bekledim, yüzümde gülümsemeye hazır bir ifadeyle ama somurtarak. Ses etmedi. Ben de üstüne gitmedim. O ne zaman konuşacağını bilir. Bize dinlemek düşer.  O gün bağırmadı. Alışmamışız. Yoksa hakikaten “cenazeye mi gelmiştik”… Bilemedim ki şimdi…

Aslında biraz kırgınım sana Sadun abi? Hani “şunun şurasında 30-40 sene daha yaşarım” diyordun?  Hayır koca adamsın! Niye sözünü tutmuyorsun! Biz de ne safız ki inandık.  Hatta, senden sonra zaman zaman kendimi, senin yaza veda partilerinin kostümlerine kafa yorarken buluyorum. Her an arayıp “Aleko! Bu sene ne giycez evlat! ” diyeceksin diye geriliyorum. İnanmazsın, kendimi, sorduğunda hazır olayım diye kafamda birkaç alternatif hazırlarken yakalıyorum. Kostüm dedim de, bayrağı severim ama son yolculuğunda ona sarılarak aceleyle koyları dolaşmanı pek sevmedim, yalan değil ya, sevmedim ne yapayım. “Şunun şurasında 30 -40 senem anca kalmıştır” diyen adam böyle acele acele gider mi abi? Hayır, içimize azarlanma, fırça yeme, aman sana mahcup olmayalım gibi her türlü korkuyu koydun da, bir gün bizim sensiz kalacağımız ihtimalini, o korkuyu neden hiç hissettirmedin  ki? Oldu mu yani şimdi, böyle dımdızlak kaldık ortada.

Aslında sana bir şey diyeyim mi, o gün orada toplanan yüzlerce insan var ya seni yolcu eden, hepsinin zihninde senle ilgili gülümseten anılar vardı, biliyor musun? Öbek öbek toplananların arasında dolaştım, gölge gibi, ne konuştuklarını dinledim, hani bazen yapardım da sinirlenirdin ya, sesini ya da videonu kaydederdim, sen farkedince azarlardın yalandan, hah, yine öyle sessizce dolaştım aralarında. Sohbet konuları hep senle yaşadıkları, saygıyla ve sessizce paylaştıkları kahkaha dolu anılardı. Benden duymuş olma ama oradaki herkesin hayatına bir şekilde “gülümsemeyle” dokunmuşsun Sadun abi.  Gülümsemelerle uğurladık seni biliyor musun? Aslında bence biraz da korkudan gülümsüyorduk. Öyle ya  “cenazeye mi geldiniz ulan!” dersin şimdi, neme lazım. Ama ne korkutmuşsun bizi be abi.

Teknoloji kötü bişey be Sadun abi. Eskiden olsa şu süzülen şeyler sayfaya damlardı, en fazla mürekkebi dağıtırdı. Şimdi klavyenin üstüne damlıyor, harfler kayganlaşıyor, belki de “ekran” onun için “bulanık” görünüyor. Hava ve yol durumunu almadan, ajansı dinlemeden çıktık yazı yazmaya.

Ajans deyince senin radyo geldi aklıma Sadun abi. Paralelleri buluyorsun da meridyenler için saat lazım, zamanı bilmek lazım demiştin ya. Monako radyosunun saatbaşı sinyali, Atlantiğin ortasına kadar sana meridyen bulmanda yardımcı olmuştu hani, sene 65.  Teknoloji kötü bişey lafımı geri aldım şimdi bak. Orda görürsen radyo için Markoni’ye selamlarımı ve ellerinden öptüğümü ilet abi.

Sahi sen el öptürmüyordun ya. “Papaz mıyım lan ben” diye kızardın hani. O Perşembe günü nasıl sana çalım attım, nasıl öptüm elini ama? Hep sen mi yenicen bizi, o gün de ben seni yendim. Sibel Karasu mesaj atmış, seni görmek istiyor diye, koşa koşa yukarı çıktım, odada yatıyordun, Sibel yanında. Yine ooo diyerek karşıladın, naber filan diyemedin ama. Yorgundun tabi. Sadece oooo dedin gülümseyerek. Sonra duraksadın. Yorgundun. Uzunca bakıştık, sonra öptüm elini. Yorgundun. Hatta iki kere öptüm, alnıma götürmedim ama. Elinin üzerinde iğneler vardı, canın acır diye alnıma götürmedim. Sadece öptüm. İki kere.  Yorgundun. Cuma sabah da bıraktın bizi gittin zaten. O Perşembe günü nasıl sana çalım attım, nasıl öptüm elini ama? Güle güle e mi. Hep gülerek  hep gülerek, hep gülümseyerek…

Cenazeye mi geldik ulan!
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Kemal Gündüz - 14 Şubat 2021, 18:03:32



Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Ahmet Kabaalioğlu - 14 Şubat 2021, 23:13:34
Bu başlık altında Sadun abi ile ilgili geçmişte yazdığım birkaç yazıyı ve fotoğrafı paylaşmak istiyorum. Bir gün hard disk çöker, eve hırsız girer filan, forumumuzun sayfaları daha kalıcı olacaktır, dergi sayfaları ve ekleri arasında kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadı.

 :)xx :)xx :)xx

Teşekkürler.
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 16 Şubat 2021, 12:54:58
Marmaris'te dikilen özensiz ve Sadun abiye hiç mi hiç yakışmayan bir tabelaya "anıt" denmesi üzerine... (2018'den)


Eeeeh, zevzek zevzek işler be!


Sadun Abi’yi hiçbir şeyi beğenmeyen aksi bir adam olarak tanır çoğu insan. Öyle idi de. Gerçekten kızdıklarıyla, mahsusçuktan kızdıklarını iyi ayırmak lazımdı.

Ahtapot haşlama mesela. Meşhur kimyonlu haşlama için ‘hah tam ayarında olmuş’ dediğini duyamazdınız. Ya beş dakika daha ateşte kalacakmış da erken almışsınızdır ya da beş dakika fazla pişirmişsinizdir. Hiçbir zaman tutturamazdık o beş dakikayı. Tatlı sert azarlar dururdu.

Hele fotoğraf çektiğinizi fark etti diyelim. Yandınız. “Bana bak, şşş, koy onu yerine be!”

Bir işi kendi beğenene kadar başında durur, mükemmel olduğuna kanaat getirene kadar didiklerdi. Sonbahar’ın zincirine ek yaptırıyordu. İki zinciri birleştiren parçayı, Alim Sür’e dakikalarca çekiçletmişti. Hem orasına vur, burasına vur diye başının etini yiyordu, hem de bu çocuk adam olmayacak, sanayiye vereceğim gibilerden dalgasını geçiyordu.

Bu ve benzeri matrak asabi halleri hoşumuza bile giderdi.

Ciddi bir konuya “taktığını” mesela İstanbul’da bir kış günü görmüştüm. Naviga’da buluşmak üzere sözleştik. Ofise geldiğimde Tuba Noyan’la hararetli bir şey tartışıyorlardı. O sene yeni çıkacak olan Joshua Slocum’un kitabının adını! Orijinal adı dört kelimelik bir isim sonuçta. Gel de Türkçesini beğendir Sadun Abi’ye. Kızcağız bir isim teklif ediyor, ‘yok, mümkün değil, olmaz, ilk defa olduğunu da vurgulamak lazım’, başka bir isim geliyor ardından, ‘zinhar olmaz, hem yalnız hem de dünya çevresinde ilk defa olduğunu anlatması lazım’, başka bir teklif, ‘o da olmaz, adamın bu seyahati yelkenle yaptığını da vurgulamak lazım’…

Of anam, ‘şu sebepten olmaz, bundan dolayı olmaz’ derken derken, derken ben onları seyrederken yoruluyorum! Malumunuz sonrasında kitap şu isimle çıktı: “İlk Defa Tek Başına Yelkenle Dünya Turu” Ciddi bir konuya “kilitlendiği” zaman nasıl titiz ve ısrarcı davrandığına iyi bir örnekti.

Kısmet’in mutfak lavabosunda bekleyen bir tabak ya da bardak olmazdı mesela hiç. Yemek biter bitmez yıkardı, başkasına da elletmezdi. Titizdi.

Ya da iskelemizden ayrılırken, daha birkaç metre gitmeden, o usturmaçalar anında seyir sırasındaki yerlerine konurdu. Kısmet’in ve Sonbahar’ın hiç “dağınık” fotoğrafını göremezsiniz. Patika yürüyüşünde bile kulak arkasında bir gelincik ya da zakkum çiçeği olurdu. Jilet gibiydi. Bizi de güldürürdü, “kulak duymuyor, bir işe yaramıyor bari saksı olarak kullanayım” diyerek. Titizlik, estetik, düzen, kendinin çevirmediği bir kitabın ismine bile mükemmelliyetçi “takıntılar”.

Bunları niye anlatıyorum? Geleceğim.

Vira Demir’in her yeni baskısında, yorgun bir kıştan çıkardı. Yazın bize geldiğinde yeni baskılarla ilgili şikayet etmesine başlarda pek anlam veremezdim. Koylardaki değişiklikler, yeni konan ya da kaldırılan alametler, binalar, değişen telefonlar vs derken ciddi ciddi bir güncelleme yaptığını ve bunun ne kadar da yorucu olabileceğini sonradan fark ettim. Düşünsenize Sadun Boro’sunuz ve sizin kitabınızı güncelleyecek, sizden yük alabilecek bir editör olması mümkün değil, ülkede yok. Sürekli yeni notlar alarak bir sonraki baskıya hazırlanıp, baskı sırasında bunları tek tek kontrol edip yeni baskıya göndermek ve ertesi günden itibaren yeni güncellemeleri sonraki baskı için tekrar toparlamaya başlamak. Kabus gibi. Hangi editöre güvenip de tek tek kontrol etmeden gözü kapalı baskıya gönderebilirsiniz ki? Sadun Boro’sunuz çünkü! Yayınevi baştan bir editör vermiş ama en basitinden bir koordinatın doğru yazılıp yazılmadığını ülkedeki kaç yayınevinin kaç editörü kontrol edip, düzenleyebilir, düzeltebilir ki? Ve siz buna nasıl güvenebilirsiniz ki? Siz Sadun Boro’sunuz çünkü. “Anlattığım koyun krokisini, haritasını, fotoğrafını filan sonraki sayfaya koyuyorlar!” diye hiddetlenmek istemiyorsanız, bizzat siz düzenleyeceksiniz o beş yüz altı yüz sayfalık eseri. Siz Sadun Boro’sunuz çünkü. İşiniz zor. Titiz, düzenli, mükemmeliyetçi, ısrarlı, kelimelere takıntılı, fotoğraflara takıntılı. Bizim yazılara bile takardı bazen. İstanbullu bıçkın delikanlı tarzıyla kafamıza çakardı: “Anlattığınız yerler için mutlaka harita koyun lan! Nereyi anlattığınızı nereden bileceğiz!”

Bunları neden anlatıyorum? Geleceğim dedim ya.

Kitaplarından biri için fotoğrafları çeken ismi, telefonda nasıl haşladığına şahit olmuştum. Öyle bir azarladı ki, ben gerildim. “O foto o eser içindi, sen nasıl başka yerde kullanırsın” diye demediğini bırakmadı adama. Birini azarlarken “emaye huni” kavramının kullanıldığına ilk defa o konuşmada şahit olmuştum. Sonradan açıkladı “emaye huni”nin faydasını, iki gün kendime gelemedim gülmekten. Esere saygı, eseri sıradanlaştırmama, kopyalaştırıp değerini düşürmemeye gösterdiği özeni de yukarıdaki sıfatlarına ekleyebiliriz.

Bir gün, bir televizyon kanalında yayınlanan bir deniz programının, kendisi de denizci olan yapımcısı geldi. Sadun Abi’yle röportaj yapmak istediler. Sadun Abi’nin yüzünde bir ifade belirdi hemen. Kameraman, sunucu, yönetmen hepsi maaile gelmiş, röportajı yapacaklarından eminler. Fakat Sadun Abi’nin içine sinmeyen bir şeyler var, çok belli. Programın adını sordu, anlamadı, tekrar ettiler, yine anlamadı, belki de anlamamazlığa geldi (ki “bu kulağın duymamasının çok avantajını gördüm, bazen çok işime yarıyor” derdi) niye röportaj yapacaksınız diye sordu, ısrarla birkaç defa daha sorular yöneltti, yaz ortasında ortam soğudu ve inanılmaz biçimde vermedi röportajı, iyi mi? Kendisiyle ilgili program yapılmasına müsaade etmedi! O programın o bölümünde konuk olmayı oldukça da tavırlı biçimde geri çevirdi. Siz Sadun Boro’sunuz çünkü. Biz sıradan insanlar anlayamayız, sadece tahmin edebiliriz: Herhalde televizyonda size soru soracak adamın, programına sizi konuk edecek adamın bir derinliği, bir ağırlığı, bir geçmişi olmalı, siz Sadun Boro’sunuz çünkü, bunu karşınızdaki adamın gözünden anlıyorsunuz. Siz Sadun Boro’sunuz çünkü.

Bir akşamüstü yürüyüşten döndü, saydırıyor kendi kendine, belli kızmış birine. Ne olduğunu sordum.
“Dün bir adam geldi” dedi, “Fotoğraf çektirmek istiyormuş.”
“E ne var ki bunda abi, ne güzel” dedim,
“Bekle be!” dedi, “Bitirmedim!”
Fotoğrafı çektirmiş, adam mutlu mesut ayrılmış gitmiş.
“Ee peki bugün kime kızdın ki?” diye sordum
“Aynı adam yine geldi” dedi!
“Eee?”
“Dün benle çektirdiği fotoğrafı tişörtünün önüne bastırmış. Bir de bana ‘baaak Sadun abi güzel olmuş mu?’dedi....”
Uzaklara bakıp, cevap veremedim...
“Eeeeh, zevzek zevzek işler be!”
...ama sonra tutamadım koyverdim kendimi...
“Gülmesene be!!!!” diye son noktayı koydu.

İşin komik kısmı bir yana, çok ince bir nokta var burada. Önemli bir laf bu: “Eeeeh, zevzek zevzek işler be!” Çok şey anlatıyor. Sadun Boro’nun ve kendi alanında inanılmaz seviyelere gelmiş insanların “huysuzluğunu”, “tersliğini”, “tahammülsüzlüğünü” , “aksiliğini” anlatan müthiş bir tepki cümlesi.
“Eeeeh, zevzek zevzek işler be!” Müthiş, müthiş.

Bunları neden anlatıyorum? Geleceğim merak etmeyin.

Böyle dopdolu bir adam, sevdalısı olduğu Gökova’ya bir sunu, bir armağan bırakmak istese elbette ki bir deniz kızı bırakacaktı. Kimin aklına gelir, denizin içinde bir kayanın tepesine denizkızını iliştirmek ve kime emanet edilir böyle bir güzel? “Kopyala yapıştır” bir eser olabilir mi? Ordan kes,  burdan ekle, öbür tarafa yapıştır, üstünkörü, uydur kaydır bir eser olabilir mi? Üzerinde sıradan bir kitabe, darmadağınık savruk cümlelerle bir yazı olabilir mi? Yakışır mı? Siz Sadun Boro’sunuz çünkü. Ne yapmış peki? Cumhuriyet tarihinin önde gelen heykel sanatçılarından Tankut Öktem’e emanet etmiş hayalini. Etkileyici bir denizkızı, kayanın kenarına ilişmiş, biraz dinlenip tekrar maviliğe geri dönecekmişçesine canlı ve üzerinde buram buram “Sadun Abi” kokan bir yazı. Gurur duyulacak, esaslı bir sanat eseri.

Kalamış’a bir anıt dikildi hatırlarsınız. Merkezinde Sadun Abi ve Oda Abla’nın dümen başında olduğu, çevresinde de dünyayı dolaşan Türk amatör denizcilerinin rölyefleri olan. Yaratım süresince atölyeye bizzat gitmelerinden, anıt üzerinde yer alacak isimlerin onun onayından geçmesine kadar her detayın içindeydi. Başlarda herhalde meşhur aksiliğinden çekinilerek haber verilmedi ama haberi olduktan sonra, iş ilerledikçe içine sinen bir eser olduğunu belli etti. Rölyefte yer alması teklif edilen bazı isimleri şu şu şu sebepten o isim olmaz diyerek reddettiğini hatırlıyorum. Detaya girmeyelim. Yani ondan habersiz bir “eser” yaratamazsınız. Onun içine sinecek. Çünkü ismi var. Çünkü siz Sadun Boro’sunuz. Ona yakışan bir yaratıcılık olacak.

Bunları neden anlatıyorum. Tabii ki Sadun Boro’yu tanıyanlar onun bu yönlerini bilir. Onun ardından önce ailesi sonra bizler, elimizden geldiğince titizlik göstereceğiz. Ona yakışmayacak, sığ, özensiz her ürünü oraya buraya dikerek adına “Sadun Boro Anıtı” demekle olmaz o işler.

Kendisi artık yok diye aklınıza gelen her zevzekliğe ismini veremezsiniz.

Eeeeh, zevzek zevzek işler be!
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Engin Saygılı - 16 Şubat 2021, 19:23:07
Sevgili Çetin reisim, ne kadar güzel yazıyorsunuz, Sadun Ağabeyi Hisarönü taraflarında bende görmüştüm, Kısmetteki misafirlerini kıyıya bıraktıktan sonra yanımıza gelip bizimle fotoğraf çektirmişti, zaten kendisine büyük saygı sevgi ve hayranlık beslerdim, diğer yönlerini de sizden öğrendiğimiz için çok şanslıyız, teşekkür ederim.
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 24 Mart 2021, 22:22:51
Sevgili Çetin reisim, ne kadar güzel yazıyorsunuz, Sadun Ağabeyi Hisarönü taraflarında bende görmüştüm, Kısmetteki misafirlerini kıyıya bıraktıktan sonra yanımıza gelip bizimle fotoğraf çektirmişti, zaten kendisine büyük saygı sevgi ve hayranlık beslerdim, diğer yönlerini de sizden öğrendiğimiz için çok şanslıyız, teşekkür ederim.

Sağolasın Engin abim, görüşemiyoruz uzun zamandır.
Selamlar sevgiler.
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 24 Mart 2021, 22:25:09
(https://i.hizliresim.com/kt4NsL.jpg) (https://hizliresim.com/kt4NsL)

İki büyük çınar.

Süleyman Dırvana ve Sadun Boro
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Mücahit Karabaş - 28 Mart 2021, 20:35:13
 :)xx :)xx :)xx
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 01 Mayıs 2021, 17:38:07
Bu iki çınar var ya. Müthiş insanlardı. Biri 90 larını gördü diğeri 80 lerini. Türk amatör denizciliğinin zirveleriydi. Bence yanlarına yaklaşan bile olmaz. Şu çağda bile olamaz. Onların sohbetine şahit olmak hayatımın en özel anlarından biri. Sadun Boro seyahate çıkmadan önce Süleyman Dırvana hocaya apandisitini aldırır. Kitaplarda bulamayacağımız ince ve derin detaylar. Yarım asır öncesinden bahsediyorlar, dikkat buyurun. Yarım asırlık dostlar birbirlerine "siz" diyorlar daha da dikkat buyurun. Nur içinde yatın koca adamlar.

Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 01 Mayıs 2021, 17:47:10
Çok özel bir video. Şimdiye dek forumda paylaşmaya fırsat bulamamıştım . Umarım seversiniz.
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Eyüp Oğan - 01 Mayıs 2021, 18:37:22
Şahane...

İzlerken gözlerim doldu, hakikaten 2 asırlık çınar, 2 öncü Türk denizcisi..
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Kemal Gündüz - 01 Mayıs 2021, 19:48:38
Şahane,

Bilmiyorum doğrumu, Süleyman Bey’in babası kısa bir süre dahiliye nazırı olarak görev yapmış. Kendisine tebliğ esilen ilk emirlerden biri Mustafa Kemal’in İstanbul’u terketmeden yakalanması imiş. Önce emri sümen altı etmiş, sonra ailesinide alıp Almanya’ya gitmişler


Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 01 Mayıs 2021, 20:43:15
Türkan Saylan, Süleyman Dirvana'nın öğrencisi. Gençliğinde Maldepot hastalığına yakalanan Türkan hanımı, Süleyman bey o zamana dek bilinmeyen bir yöntemle tedavi ediyor. Tekne omurgasının çürüyen kısmını değiştirir gibi! Müthiş bir anlatım müthiş ve önemli bir belge. Dinleyen de Sadun Boro iyi mi :) Süleyman bey bir kere şunu demişti "Cerrahlık hayatımda tekneciliğin ve yelkenciliğin verdiği cesaretin ve yöntemlerin çok faydasını gördüm"...... İyi seyirler.



Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Eyüp Oğan - 01 Mayıs 2021, 21:41:25
Ya Çeto, bu ne hazinedir sendeki..

Tek kelimeyle müthiş.. Sakıncası yoksa bizim hekimler grubumuzda paylaşmak isterim..
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 01 Mayıs 2021, 22:00:50
Ne demek abi, hepimizin ortak videoları bunlar.
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Doğan Erbahar - 01 Mayıs 2021, 22:28:35
Gerçekten hazine niteliğinde videolar, çok teşekkürler paylaşım için...
Başlık: Ynt: SADUN BORO
Gönderen: Ahmet Kabaalioğlu - 01 Mayıs 2021, 23:39:11
Yahu anlatımdaki samimiyete , bilgiyi aktarmaya bakarmısınız, tek kelimeyle  hazine . Ruhları şad olsun. Çok teşekkürler paylaşım için.
Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 08 Ocak 2022, 15:37:44
(https://i.hizliresim.com/rht6j8v.JPG) (https://www.hizliresim.com/rht6j8v)
(https://i.hizliresim.com/5btpwva.JPG) (https://www.hizliresim.com/5btpwva)
(https://i.hizliresim.com/hixefch.JPG) (https://www.hizliresim.com/hixefch)

Her daim delikanlı. Mekanın denizler olsun. Senden sonra dünya pek (senin deyiminle) "zevzek" oldu. Ne çok ses kaydını, ne çok videonu, ne çok kayıtlı anını bıraktın bana. Ara ara dönüp hatmediyorum, saatler sürüyor. Sonunda mutsuzlukla oturur buluyorum kendimi odanın ortasında. Daha kaç yazımız var lan, sil hepsini, çık, dolaş hayatı yaşa! der gibisin. Olmuyor, olamıyor işte. Akşam gel huuuu! diyelim koca adam. Gene elinde bir torba yengeç ahtapot getir, sana değil lan kediye getirdim, o yer! de. Sonra birlikte yiyelim gene. Kedim olmadığını bile bile kandır gene beni.
Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Kemal Gündüz - 08 Ocak 2022, 17:26:18
Ne mutlu ona, güzel zamanlarında yaşadı denizciliği. Mekanı cennet olsun


Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 25 Nisan 2022, 13:45:03
2009'dan bir anı. Sadun Boro ve Süleyman Dırvana'nın yukarıdaki görüntülerinin çekildiği anı anlatan bir minik yazı.

Yaz başında Marmaris’te bir markette, Süleyman Bey’in eşi Sevgili Zeynep Dırvana ile karşılaşmıştım. Geçen sene çok kısa bir süre görüşebildiğimiz için tanımaması doğaldır diye tereddüt ederek gülümsedim. Zeynep Hanım ismimi hatırlamakla kalmamış, ayaküstü çok sıcak bir sohbete başlamıştı bile. Ayağını incitmiş, koltuk değnekleriyle hareket edebiliyordu. Süleyman Bey’e selamlarımı ileterek yanından ayrılmıştım. Süleyman Bey’in yaşadığı yer,  karadan ulaşımı olmayan çok özel bir bölgede. O yüzden “geçerken uğramak” gibi bir şey söz konusu değil. Kendisi de evinden dışarı çıkmadığından, O’nu tekrar göreceğim aklımın ucundan bile geçmiyordu.

Bir gün Zeynep Hanım’dan nazik bir davet aldık. Bu davet, hem oğulları Ethem Dırvana’nın yeni bir girişimini tanıtmak için düzenlenen, hem de önceden planlanmamış ama bundan sonra artık geleneksel hale getirsek mi dedikleri bir çeşit yaza merhaba partisi içindi. Nasıl bir sevince kapıldığımı anlatamam. Süleyman Bey’i tekrar görecektim, üstelik eşim Ayşe çok merak ettiği Süleyman Bey’le ve Zeynep Dırvana Hanımefendiyle tanışacaktı.

Bozburun’a doğru yola çıktık. Ev sahiplerinin gönderdiği tekne bizi alıp, benim için mabetten farksız olan o burundaki güzel eve getirdiğinde, artık elimi ayağımı hissetmiyordum. Zeynep Hanım tüm enerjisiyle, yine duruma hakim, yine dimdik, limanda karşıladı bizleri. Bizden önce ve bizden sonra gelen misafirleri gördükçe, Zeynep Hanım’ın “planlamadım, öylesine toplanıverelim diye düşündüm” dediği partinin aslında dört başı mamur, kalabalık ve bol ikramlı koca bir parti olduğu ortaya çıkıverdi. Zeynep Dırvana’nın bu mütevaziliğine şapka çıkarmamak mümkün değil.

Konuklar arasında Rıfat Edin, Haluk Karamanoğlu gibi tanıdık denizciler de vardı. Fakat asıl sürpriz Sadun Boro’nun gelmesi oldu. Süleyman Bey’in kendi elleriyle yaptığı minik barınağa yanaşan tekneden Sadun ağabey inerken, biraz sonraki tarihi buluşmanın ilk işaretleri, kalp atışlarımın hızlanması şeklinde kendini göstermeye başlamıştı bile.

Sadun ağabeyle iki kadeh soluklanıp, Bozburun’a inen akşamın kokusunu içime çekerken; bir yandan da herkese ve her şeye yetişen, bitmek tükenmez enerjisi ve güler yüzüyle tek başına tüm organizasyonu yöneten Zeynep Dırvana’yı seyrediyordum. Gelenleri karşılıyor, tüm konuklarla tek tek ilgileniyor, bir yandan servisi denetleyip diğer yandan telefonlara yetişiyor. Tüm bu koşuşturma içinde de, bir kere bile yüzündeki gülümseme eksilmiyordu. Daha birkaç hafta önce ayağından ciddi bir sakatlık geçiren, koltuk değnekleriyle yürüyen Zeynep Hanım sanki o değilmiş gibi! Birden anladım ki, Ada Boğazına bakan güzelim burundaki bu koca evin temel direği, kilit taşı, karşımda dimdik duran Zeynep Dırvana idi.

Sadun ağabeyle “cesaretimizi toplayınca” Süleyman Dırvana’nın yanına giden merdivenlere tırmanmaya başladık. “Cesaretimizi toplayınca” lafını latife diye söyledim ama biraz da hakikat payı var. Sadun Ağabeyden, malumunuz biraz çekinirim. Sık sık arayamam, karşısında “aman şimdi bir densizlik ederim, saygıda kusur etmeyeyim” diye elim dizimde otururum, pek lafa girmem. O gece, 80 yaşını geçmiş Sadun ağabeyle o merdivenleri çıkarken birden fark ettim ki, her ikimiz de sus pus ve başımız önde sessizce çıkıyoruz. O koca Sadun ağabeyim gitti, yerine ürkek, saygılı, sakin bir delikanlı geldi. Sonra Süleyman Bey’in yanından ayrılınca hafifçe sordum, “Sadun Ağabey” dedim, “ellerin dizinde oturdun hep”, ne demek istediğimi anladı, gülümsedi, “saygıdan evlat” dedi, “büyüğümüzdür, büyük adamdır.”

Sevgili okurlar, birazdan okuyacaklarınız bazılarınıza bir şey ifade etmeyebilir. Satır aralarında ne kadar önemli detaylar var, fark etmeyebilirsiniz. Sonuçta iki koca adamın aralarındaki sıradan bir sohbettir, mühim gözükmeyebilir. Hangi gözle baktığınıza hangi kulakla dinlediğinize bağlı. Birkaç dakikalık sohbeti, kaydedebildiğim kadar yakalamaya çalıştım, aralarda neler düşündüğümü de aktardım

Odaya girdiğimizde, Sadun Boro’nun geldiğini anlayan Süleyman Dırvana çok heyecanlandı.  Süleyman Bey’in kalkmasına fırsat vermeden Sadun ağabey eğildi ve birbirlerine sıkı sıkı sarıldılar. Hemen sıcak bir sohbete giriştiler. Hadi onlara biraz kulak misafiri olalım..

Sadun Boro: …..gelmiştim abi, sene 1961, size geldimdi, Ege’ye iniyordum, nerelere uğrayayım ne yapayım falan diye. Ayazpaşa’daki muayenehanenize….

(Sadun abi ellerini “hey gidi hey, kaç zaman geçmiş” gibilerden şöyle bir salladı, bir yandan da yaa yaaa diye mırıldanarak buğulu bir gülümseme kondurdu yüzüne. Dikkat buyurun dostlar 1961’de Sadun Boro Ege’de gezeceği yerleri Dırvana’ya soruyor! Bir başka deyişle 50‘lerin sonunda bile Dırvana Ege’yi bilen bir Istanbul’lu!)

Süleyman Dırvana: Ben sonra sizin apandisit ameliyatınızı yapmıştım.
Sadun Boro: Hepimizin! Benden sonra Oda’nın, ondan sonra veletin, Deniz’in. (Gülüşürler)

Süleyman Bey gözlerini bana çevirdi, o zamanı anlatmaya başladı.

SD: Yola çıkmadan evvel, geldi bana, yolda sonra apandisit tutarsa dedi, ne yaparım diye…
SB: (Dırvana’nın kolunu tutar, sözünü keser) Değil abi…
SD: (Sözüne gülümseyerek devam eder)… hastalanmadan apandisiti çıkardık….
SB: Dur…Değil abi…
Şöyle bir anıları yoklar, hatırladıkça devam eder konuşmaya.
SB: Bir gün, bütün gün boyu direkte şeylere bezir çektim, tellere, çarmıhlara. Bir arkadaşa gittik, yedik içtik, gece iki miydi üç müydü, bir sancı. Acayip bir sancı. Oda da hiç beni öyle görmemiş, Fenerbahçe’deyiz, çıktık, bir taksi bulduk, Haydarpaşa’ya hastaneye gittik.
SD: Eee?
SB: İğne falan yaptılar, dediler burada şimdi olmaz, ertesi gün muhakkak baktırın. Ertesi gün ben sizin Çapa’ya geldim, siz yoktunuz. Sizin şeyler baktı..
SD: Asistanlar..
SB: ..dediler “bir müshil al da röntgen çektir getir.” Çektirdim röntgeni, ondan sonra içime sinmedi, sizin muayenehaneye geldimdi.
SD: Eeee?
SD: Muayenehanede siz baktınız, ettiniz, “bana bak” dediniz, “bu apandisit olabilir, uzun yola gidiyorsun gel şunu alalım” dediniz.
SB: Yaaaa?
SB: Tamam dedim, beraber çıktık sonra, Şişli tarafında bir yerde bir ameliyatınız vardı.
SD: Evet?
SB: Volkswagen arabanızla…
SD: Allah Allah.
SB: Gittik oraya..
SD: BMW olabilir benim Volkswagenim hiç olmadı. (!!!?)
SB: Siz gittiniz ben arabada bekledim birkaç saat, ameliyat yaptınız akşam 11 mi 12 mi ne, hatta hiç unutmam, yolda da sürekli klaksona basıyordunuz nasıl olsa arabada hasta var diyerek. (Gülüşürler)
SB: Çapa’ya gittik..
SD: Yaaa!
SB: Ondan sonra beni ameliyat ettiniz, orada yattım ben, sabahleyin geldiniz, dediniz ki, sabaha kadar uyumadım, sabaha çıkmayacak, akut, patlamak üzere bir apandisitmiş.
SD: Yaaaa!  Bak gördün mü, iyi ki almışız.
SB: Aynen böyle olmuştu, hiç unutmam. (Gülüşürler)
SD: Maşallah, ne güzel!

Bir ara gözlerimi kapamış buldum kendimi. Karşımda iki tarih konuşmakta. Sıradan konulardan konuşuyorlar ama, sanki arada bir an hayatın anlamını söyleyivereceklermiş gibi geliyor. Zaman yavaş aksın, akşam hiç bitmesin istiyorum.

SD: Ben size ve Necati Zincirkırana bir şey söylemiştim. Daha deniz haritaları bizim tarafımızda yoktu, Admiralty’nin haritalarını kullanırdık hep.
SB: Tabii
SD: Ondan sonra Ege Denizi’nde İzmir’den sonra cenuba doğru inerken yolda bir ufacık ada  vardır. Toprakadası diye.
SB: Evet. Evet. Ildır Körfezi’nin ağzında.
SD: Evet
SB: Şimdi Alev Adası oldu ismi, değiştirmişler.
SD: Hah, oraya geleceğim. Neler oldu. O ada gayet mühim bir yerdedir, hatırlarsınız. Tam kanalın ortasında bir yerdedir. Bir tarafta Yunanistan adaları, bir tarafta bizim sahil ve adalar. O adayı sen iskelede bıraktığın takdirde, yani o adanın sancağından inersen, tertemiz bir yoldan inersin aşağıya. Hiçbir arıza yoktur. Hayır, o adayı sen…
SB: Sancakta bıraktınız mı dosdoğru taşların üstüne.. resif..
SD: Binaenaleyh, kalk sen o adanın ismini al değiştir, yine bizim haritalarda. Bunu size vaktiyle 20 sene evvel söylemiştim. Siz de anlatmıştınız, gitmişsiniz.
SB: Gittim! Kaç kere. Seyir Hidrografi’ye gittim söyledim. Bana hatta şey çıkardılar. Harita Genel Müdürlüğünden. Habire isimler değişiyormuş. Hatta sizin bu Karaburun da Alaburun olmuş.
SD: Evet. Alay etmişler adeta.
SB: Ya dedim hiç olmazsa değiştirdiğiniz zaman bu altına parantez içinde eski ismi koyun, millet şaşırmasın.
SD: Kalk sen şimdi o toprak adası ismini, ki gayet güzel bir isimdir, zira o ada sırf topraktan ibarettir ne bir ot var ne bir ağaç ne bir taş, tamamıyle bir toprak, kalk sen o ismi değiştir. Alev adası de. O tehlikeli sığ taşlıklar arasında nirengi noktası olan adaya Alev adası demiş!
SB: Maalesef. Kaç tane böyle, o kadar çok şey var ki. Hatta bana harita genel müdürlüğünün mektubunu gösterdiler. Buranın ismi bundan sonra bu olacak diyerek.
SD: Neyse, bak şimdi dinleyin hikayemi. Başını ağrıtmıyorum değil mi?
SB: Estağfurullah ne demek.
SD: Onun üzerine ben bütün bu haritaları bir araya getirdim, eski İngiliz haritalarına baktım. Onların üzerinde bir tarih vardır. Her sene tashihat yaparlar. Orda da biz bu adanın ismini değiştirdiğimiz için İngiliz adanın ismini değiştirmemiş, isimsiz olarak göstermiş. Kaç sene isimsiz kalmış. Ondan sonra, birkaç sene geçtikten sonra, bakmış ki Türkler başka bir isim koymuşlar o adaya, nitekim İngiliz de mecbur olmuş, onlar da Alev adası demiş oraya. Bu durumda bizim Türklerin yaptığı rezalet İngilizlere de sirayet etmiş. Hiçbir isim koymazsan o adaya, aynen Kardak adaları gibi bir rezalet olur. Aynen seneler evvel, malum, Çiller zamanında az daha muharebeye giriyorduk. Hatırlarsın değil mi. Binaenaleyh şimdi o İngiliz haritalarında da o ada Alev adası diye zikrediliyor. Ben bunun üzerinde durdum ısrarla……..


O gün Türkan Saylan’ın toprağa verildiği gündü. Onlar sohbet ederken bir yandan da odadaki televizyonda cenaze görüntüleri vardı. Bir an Süleyman Bey televizyona baktı ve…

SD: Türkan Hanımın cenazesini gösteriyorlar şimdi. Benim talebemdi o.
SB: Öyle mi? Ben de sabahleyin duydum.
SD: Ben ameliyat etmiştim onu vaktiyle. Belkemiğinden. Belkemiğinde tüberkülozu vardı onun. Maldepot derler. Belkemiği tüberkülozdan erir, çöker, kamburlaşır hasta ve oradaki soğuk abseler bacağına kadar aşağı iner. Bir İskoçyalı doktorun ismini taşır bu hastalık, Maldepot derler. İskoçyalı, Edinburglu Sir Percival Pott’un adını taşır. Ben bacağından (Türkan Saylan’dan bahsediyor) bayağı keski ve tokmakla bir kıymık çıkardım bu kadar. Onu belkemiğinin ortasını yararaktan böyle oraya yerleştirdim. Teknenin omurgasını tamir eder gibi, ve o oraya kaynadı öyle. Birkaç ay sonra saldık onu ve hala da kullanıyordu. O talebeyken yapmıştım.
SB: Muhterem bir kadındı, epey hayrı dokunan bir kadındı. Allah rahmet eylesin.
SD: Evet. Lepra, cüzzam mütehassısı olmuştu. Maalesef sonra politikaya atıldı.

Biraz tebessüm
Sohbet artık sona ermek üzeredir. Süleyman Bey yorulmuştur, ayrılma vakti yaklaşır. Son anlatılanlar, geçmişten gelen birkaç küçük tebessümdür.

SD: Ben bir kere bu limanımda Seddül Bahiri boyuyordum. Limanın içinde mendireğin yanından süratle bir İtalyan motoryatı geçti. Dalgası mendireğin üstünden aştı, benim boyamak üzere olduğum teknenin içine doldu.
SB: Offf of!
SD: Ben arkasından bunun bir beddua ettim. (Gülüşmeler) Benim beddualarım çok tutuyor. (Gülüşmeler) Gitti adam, döndü, limandan dışarı çıkarken gitti, burundaki, açıktaki adanın üstüne çıktı. O süratle.
SB: Ooof of!
SD: Battı! 60 metre derinde takılı kaldı. Ondan sonra geldiler, dalgıç aradılar, ben dalgıç buldum bunlara. Dalgıcım benim gitti, adamın teknesini kayaya bağladı sımsıkı. Tekne aşağıya gitse gidecek daha da derine. Dalgıcım “ben bunu çıkarırım” dedi, tekne sahibi İtalyan buna itimat etmedi, “ben İngiltere’den dalgıç getireceğim o çıkarsın” dedi ve benim dalgıcıma beş para vermeden gitti! Çıkardılar sonra, karaya çektiler burada, bir sene sürdü tamiri.
SB: (Gülerek) Söyleseydiniz keşke benim bedduam tuttu diye.
SD: Yok söylemedim artık.
SB: Keşke söyleseydiniz. (Gülüşmeler) Ders olurdu.

Yukarıdaki yazılanlar ağızdan çıktığında oradaydım ve benim için çok kıymetli olan bu sözcükler, kainata yayılmadan hemen önce kulağıma bir dokundu geçti ya, benden mutlusu yok. Süleyman Bey’i yormamak için odasında çok kısa süre kaldık. Çıktığımda sanki başka bir zamandan ve mekandan gelmekteydim. Ağzımda (geçtiğimiz yaz Dırvana’yı ziyaret yazımda sözü geçen) acı badem kurabiyesi tadı.

Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Kemal Gündüz - 25 Nisan 2022, 16:45:37
Çok güzel bir yazı

Çetin Bey, belki sizin bilginiz vardır. Rahmetli Süleyman Hoca, esasen saraylı ve babası son dahiliye nazırlarından imiş. Göreve atandıktan sonra kendisine ilk tevdi edilen görev, Mustafa Kemal’in tutuklanması imiş.
Anlarılana göre, bu emri sümen altı edip, ailecek Almanya’ya göçmüşler, hatta Hoca’nın çocukluğu orada geçmiş


Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 25 Nisan 2022, 19:21:51
Böyle bir bilgi dolaşıyor ama ailenin bunu doğrular bir ifadesini okumadım, duymadım.
Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Kemal Gündüz - 25 Nisan 2022, 20:57:04
Teşekkürler


Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 03 Aralık 2022, 17:26:27
2007 ya da 2008'de yayınlanmış. Tam hatırlamıyorum. Sadun ağabeyle tanışmaya gitmişim, yaşadıklarımı dergiye yollamışım. Uzun süredir çeşitli sebep oğlu sebeplerden arşive bakmamıştım, yazı yazmamıştım, bi enerji geldi, yine o anı yaşar gibi oldum. Özledik mi, pek fena özledik.

Buyurun seyre o zaman. Umarım keyif alırsınız.

Sadun Boro’yla tanışmak

Birkaç gündür rüyada gibiyim. Köyün bakkalına gidiyorum yüzümde gülümseme, marinaya geliyorum yüzümde gülümseme, pontonda ilerliyorum yüzümde gülümseme, denize giriyorum, kulaç atıyorum, dalıyorum çıkıyorum valla bildiniz, evet, yüzümde yine gülümseme. Rüyada gibiyim. Üzerimde, mutluluktan şaşkaloz, safça bir ifade. Adımlarım sanki yere basmıyor da, bulutlar üzerinde yumuşak yumuşak sekiyorum.

Herşey, Haldun ağabeyin “ Çetocum, Koca Usta’ya gideceğiz, hazırlan!” demesiyle başladı. O andan itibaren de dünyadan koptum, gittim zaten. Sadun Boro’yu göreceğim, az onur mudur?

Birkaç sene önce Ataköy Marina’da, Marmara yat rallisinin başlayacağı gece, sevgili Teoman Arsay ağabeyim tanıştırmıştı. Aynı gece benim kitapçık da tanıtılmıştı. Tanışırken ellerim gene şimdi olduğu gibi terlemiş, titremiş, kalbim deli gibi çarpmıştı. Sadun Ağabey’in böyle abartılı şeylere kızdığını biliyorum. Sanki dünyanın en sıradan işini yapmış gibi davranılsın istiyor. Sanki 50 li yılların başında okyanus geçen kaç Türk denizcisi vardı, sanki 60 lı yıllarda kendi teknesiyle dünyayı dolaşan kaç Türk amatör denizcisi vardı, nasıl olağan bir durum olabilir ki be Sadun ağabey? Abartı ise şu sayfadan öbür sayfaya geçemesin parmaklarım.

O nemli İstanbul akşamında, ilk defa tanışıp elini sıkarken, yüreğime bir huzursuzluk ve çekingenlik gelip oturmuştu. Karşımda bir tarih vardı, ilkleri başaran, halâ va halâ durmaksızın yazan, çizen, bilgilerini aktaran. Benim yazdıklarım onunkiler yanında ne olabilirdi ki. Şu Ege çukurunda kendi halinde çimen, ömrünün yarısı geçtikten sonra denizi tanımış benim gibi bir adamın ve yazdıklarının ne önemi olabilirdi ki? Yüreğime gelip oturan huzursuzluk ve çekingenliğin sebebi buydu. O güne kadar, çocukluğundan beri denizle haşır neşir bir çok insan varken, benim gibi birinin o kitabı çıkarması haddim değildi sanki. Utanarak ve sıkılarak elini sıktım. Denizi anlatmak benim gibi bir çömeze mi kalmıştı, o zamana dek binlerce kitap çıkmalıydı, benim yazdıklarım, anlattıklarım önemli olmamalıydı. Kuzey denizlerini, tropik denizleri, okyanusları, uzak sulardaki maceraları anlatacak onlarca Türk denizcisinin kitabı olmalıydı. Benim minicik kayığım ve benim yaşadıklarım bana kalmalıydı.

Elini uzattı, yüzüme baktı ve Teoman ağabeye dönüp “Şu, -Engeltere denizcilik müsteşarlığında bir öğleden sonra - yazısını yazan çocuk mu bu?” dedi. Geçmiş aylarda Naviga’da, uygulamaları eleştiren, hicveden, mizahi bir yazı yazmıştım. Sadun Boro, koskoca Sadun Boro o yazıyı beğendiğini söylüyordu. Demek okumuş, zamanını ayırmış ve unutmamıştı. İçinde bulunduğumuz Ataköy Marina dönmeye başladı, ayaklarım yerden kesildi, kulaklarım uğuldayıp, kalbim deli gibi çarparken, ne diyeceğimi bilemedim.

Aradan seneler geçti ve bugüne geldik işte. Hayatımda kocaman bir yer etmiş, aramızda kocaman bir dostluk oluşmuş Haldun Sevel gibi bir usta, bana diyordu ki “Çetocum, Koca Usta’ya gideceğiz, hazırlan”

“Hazırlan” lafını bana söyleyen adam, Haldun Sevel! Ben O’nun gibi bir dev sanatçının, bir dev “şaman”ın, doğaya aşık “doğaüstü bir insanın” hayatıma girmesine bile inanamazken, her gün birazdan uyanacağım korkusuyla  yaşarken ve de her sabah ben Haldun Sevel’i tanımayı hakedecek ne sevaplar işledim diye gözlerimi hayata inanmaz inanmaz açarken, bir de üzerine Sadun Boro ile akşam yemeği mi yiyecektim? Tanrım, ben bunu hakedecek ne yaptım, tüm bunların bedelini ödedim mi, yoksa ödeyecek miyim? Bir yerlerde bir terslik var, sanırım tesadüflerin melekleri bir hata yapıyorlar ve beni ödüllendirme konusunda haketmediğim bir yanlışlık içindeler.

Yola çıktık. Orman içi yollardan Okluk koyuna doğru gidiyoruz. Jale Sevel, Haldun Sevel, dört ayaklı havlayan dostumuz Kaplan ve elbette ki canım kanım biricik Ayşe’m. Yani toplam dört kişi ve bir de Kaplan. Hisarönü’nden Marmaris’e giderken solda bir tali yol vardır. Yeşil Belde, Karacasöğüt, Sedir adası gibi bir çok yere kestirmeden çıkan bu yol, hem sakindir, hem de çam ağaçlarının gölgesinde, doğal güzelliklerle birlikte uzar gider. Önde Haldun ağabey yol gösteriyor. Defalarca buradan Okluk’a gitmiş ve kendi dediğine göre her defasında da kaybolup, birilerine yolu sormuş. Bu sefer öğrenmiştir yolu derken, arabasını durdurup köylülere gene yol soruyor. Evet, bildiniz gene kaybolduk! Otuz beş dakikalık yolu, bir saat otuz beş dakika gibi rekor sürede alarak menzilimize varıyoruz. Uzaktan koyun ortasında tüm haşmetiyle Kısmet görünüyor. Hemen kıyısındaki Deniz Kızı restorana, yani akşam yemeğimizi yiyeceğimiz mekana varıyoruz ve Koca Usta bizi karşılıyor!

Usta’nın buzdolabından çıkan çiğ balık ve pilav, gecenin yıldızı oluyor. Rakı servisini elleriyle yaparken, ben tüm bu olanların gerçek olduğuna inanmak için kendimi çimdikliyorum.

O geceye kadar, doğal olarak, hiç bilmediğim bir özelliğiyle beni büyülüyor: Bizden birkaç  kuşak ileride bu büyük insanın, mizah anlayışı ve kıvrak zekası inanılmaz. Sohbet arasında öyle şeyler söylüyor ki, önce şok olup, sonra kahkaha krizine girebiliyorsunuz. Yani yaşıtları arasında, ya da babalarımız kuşağında pek de görülmesi mümkün olmayan bir gençlik titreşimi var. Mesela kulağının üzerindeki zakkum çiçeğini ne kadar da yakıştırmış diye aramızda konuşurken bize dönüp “duymuyor ben de saksı olarak kullanıyorum” deyiveriyor. İnanılmaz, inanılmaz, inanılmaz!

Sadun Boro’yu daha iyi tanıdığım şu şanslı günlerimde bir şeyi daha farkettim ki, yanlış yoldayız. Yani herkesin ağzında deniz dendiğinde üç tarafımızın çevrili olduğundan filan bahsetme klişesi vardır ya, bir benzer klişe de herkesin denize Pupa Yelken’den etkilenerek çıktığı. Kırk sene önceki kitaptan etkilenen etkilenene, ama marina içinde pis su tankı basanlar da bunlar, palamar botlarını azarlamayı bir halt zannedenler de, içip içip sabaha kadar yandaki tekne uyuyor mu uyumuyor mu önemsemeden bağıra çağıra muhabbet edenler de. Sonraki günlerde Kısmet’in marinaya girişini gördüm, girişteki dinginliği, bağlandıktan sonra palamar botundaki elemanlara hal hatır soruşunu, çevreye verdiği huzuru, sakinliği ve mutluluğu. Bir diğer pontonda daha dün denize çıkmış züppenin sağla solla kavgasını gördüm sonra. Sorsan denize çıkmak için Pupa Yelken’den etkilendim diyecektir değil mi? Orası kesin. Gene Sadun Boro’nun marinada bizleri teknesine davet ettiği bir akşam, biz gecikince içkisini alıp, O bizlerin olduğu tekneye geldi. Nerede kaldınız filan dedi ama sonraki söylediklerinden anladık ki yanındaki yabancı teknenin sahipleri yorgun ve erken yatmışlar, biz de gecikince kalkıp kendi gelmiş, koskoca  Sadun Boro. Biz gitsek o kalabalıkla inip binerken belki de onları uyandıracaktık. Bunu anlayabilen kaç denizci var aramızda? Pupa Yelken’den etkilenmek şekilsel bir şey olmuş, asıl kaynak, asıl o kitabın yazarı, tüm denizciliğimizin atası, babası, yaratıcısı, capcanlı, dipdiri bir halde güneyde hayatını devam ettiriyor. Yeni kitaplar çıkarıyor, kimbilir ne mesajlar veriyor ama biz sanki almakta biraz sorun yaşıyoruz. Ondan öğreneceğimiz daha çok şey var.

Gökova’da tüm güzelliğiyle gün batarken ve Kısmet’in olduğu koya gece yavaş yavaş inerken, Kısmet’in yapılışı ve Athar Beşpınar’la ilgili çok özel anıları, birinci ağızdan dinliyorum. Karşımda iki koca tarih, Boro ve Sevel, iki ayrı gözden, iki ayrı açıdan Kısmet’in denize iniş gününü anlatıyorlar. O tarihte daha çocuk olan bir göz, Koca Yusuf vincinin Kısmet’i havaya kaldırışını anlatırken, o anda vincin ucuna asılı teknenin içinde tekneyle yükselen bir başka çift göz ise, 40 yıl sonra bir yemekte, Gökova’nın kuzeyine doğru bakıp, anılara dalıyor. Kalkıp ikisine de sarılasım var. Gecenin kör karanlığında Kısmet’e kadar yüzesim, bordasına yüzümü süresim var.

Gecenin sonunda koyun kenarında Sadun Boro’nun diktiği tabela ve üzerindeki öğütleri okuyorum. Çöpleri ve ateşi o güzelim koydan, o güzelim maviden uzak tutmamızı öğütleyen kısa bir destan.

Destan lafını boşa kullanmadım. Boro’nun bu kadar içimize işlemesinde, elbetteki yaptıklarının büyük etkisi var, fakat öyle bir özelliği daha var ki benim için çok daha önemli: Anlatım dili ve üslubu. Kesinlikle ders verici bir havada değil, kuru kuruya coğrafi ve ansiklopedik bilgilerden oluşmuş ya da denizcilik terimlerine boğulmuş da değil. Bambaşka bir dil bu; sıcak, akıcı, sade, karadaki babacan ve büyük ağabey ağırbaşlılığını denizin haşarı, maceracı ve enerji dolu havasıyla karıştırmış, her satırı da bir okul gibi destansı ve büyüleyici bir üslup bu. Yukarıda da bahsettim, o kadar önemli işleri sanki dünyanın en sıradan ve olağan işiymiş gibi anlatıvermesi de bir başka alçakgönüllülük. Daha dün denize çıkmış insanların yürüyüşü değişirken, kendine payeler verirken Usta’nın bu kendine has mütevaziliği az görünen bir örnektir.

Tüm kitaplarında satır aralarında görünen o ince zekâ ürünü detayların yanısıra, okurken daha önceden pek farketmediğiniz biri daha size eşlik eder: Burası biraz garip gelebilir biliyorum ama ben kelimeler arasında ilerlerken, hiç büyümemiş bir İstanbul’lu yaramaz çocuk, mahallenin keratası, her türlü hinliği bilen, hayatın keyfini doya doya çıkaran, biraz Tom Sawyer havasındaki bir fırlamanın, onbir oniki yaşlarında acar bir çocuğun yanımda oturduğunu hissederim. Bana uzak diyarları, hiç gidemeyeceğim hayalleri, yamyamları, deniz canavarlarını, güzel kadınları, hiç tatmadığım içkileri, yemediğim ballı meyveleri, rüyama girecek fırtınaları, maceranın, heyecanın ve en büyük ibadet olan “yolculuğun” büyüsünü anlatır bu hiç büyümeyen çocuk.

Boro gözlemlediğim kadarıyla gerçek hayatta da böyle. Lafını sakınmayan, hayatın zevklerini ıskalamamış ve ıskalamamaya da devam eden, çoğumuzda bulunmayan bir enerjiyle yazan,  çizen, üreten ve seyahat eden biri.

Sadun ağabeyi fazla kızdırmamak için burada keseyim. Ne yapsam kızıyor bana, ne yapayım.

Bir defa çektiğim fotoğrafını göstermiştim, “ben de güzel bir hatun fotoğrafı göstereceksin sandım, çek şu çirkin adamı önümden ya, bu ne!” diye kendi fotoğrafını itmişti. Video kameramı kuruyordum bir defa da, geldi “ne mikropluk düşünüyorsun gene” diye çekti fırçasını.

Haldun ağabey üçümüzün yalnız oturduğu bir anda sevinçle “dede, oğul, torun bir arada gibi olduk” diye mırıldanınca, Sadun ağabey rakısından bir yudum alıp “aileye bak, bi tane düzgün adam yok” diye iç geçirmişti. Hattâ Haldun ağabey de şaka yollu öp dedenin elini diye bana dönünce, Sadun ağabey hiddetle, “Höyt!, Papaz mıyım ben be!” diye azarlamıştı.

Bir kere de şöyle bir azar işittim: Yemek yerken Sadun ağabeyin boğazına bir şey kaçtı, öksürmeye başladı, ben de panikle su doldurdum uzattım, minnettar gözlerle bana bakarak bir yudum aldı ve püskürttü. “Su bu! Ulan ölsek bir yudum rakı vermeden göndereceksin beni öbür tarafa! Yuh be!” Çoook azar işitiyorum çooook.

Bakalım bu yazıdan sonra ne fırçalar yiyeceğim. Hakkınızı helal edin.

Amatör denizciliğimizin zorlu ve çileli rotasında bize yol gösteren yegane fenerimizin, Sadun Boro büyüğümüzün, uzun yıllar başımızdan eksik olmaması dileklerimle.
Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Mücahit Karabaş - 04 Aralık 2022, 15:12:59
Çetin Reisim ,

Çok güzel anlatmışsınız yine. Sadun Boro ile tanışıp, Onun dostları arasına girebilecek kadar kalifiye olabilmek hayat boyu taşıyacağınız biri gurur. Denizcilik Görgüsü kavramı hem denizlerde dolaşarak hem de böyle büyük denizcilerle tanışıp onları dinleyip gözlemlemekle olgunlaşıyor. Böyle büyük insanlar size el veriyorlar. Siz de bu kültürü ve görgünün köprülerinden birisiniz oluyorsunuz.

Sadun Boro’nun denizcilik bilgisi ve görgüsü haricinde sizin vurguladığınız gibi en önemli özelliği kaleminin kuvvetli  ve naif olması…  Gabriel Garcia Marquez’in otobiyografi sayılabilecek bir kitabı olan “Anlatmak İçin Yaşamak” en sevdiğim eserlerinden birisidir. Yirminci yüzyılın ortalarında Latin Amerika’da yaşamak demek, yazacak malzeme açısından zengin olmanız ve potansiyel yazar olabilmeniz demekti. Neticede bir tane Marquez çıktı. Çünkü O, anlatmak için yaşamanın heyecanına sahipti. Bu heyecan anlattıklarını satmak için değil paylaşabilmek içindi. Sadun Boro’nun çocuksu heyecanı da yaşadıklarını, gördüklerini içtenlikle paylaşabilmekti.

Sizin yazılarınızda da aynı mütevazılığı ve samimiyeti  görüyorum. Siz de anlatmak için yaşayanlardan birisiniz. Yazdıklarınız daha sonra bir yerlerde aklıma gelince kendi kendime gülümsüyorum. 2019’da Palamut Bükünde bir geceliğine komşu olmuştuk. Gece yemekten dönerken bize uğramıştınız ve sizinle ayak üstü tanışma mutluluğuna erişmiştik. Ben de o zaman çok heyecanlanmıştım. Sizi davet etmiştim ama geç olduğu için dönmüştünüz. Size bir duble rakı borcum olsun demiştim. Sonrasında Pandeminin en cafcaflı zamanında bana baskısı tükenmiş “ Bir Ege Macerası” nı imzalayıp hediye etmiştiniz. Üstelik kitabı göndermek için gittiğiniz kargoda belki de benim yüzümden covide yakalanmıştınız.  Sadun Boro’dan aldığınız el ile daha nice güzel yazılarınızı okuruz umarım. Biz de sizinle aynı sofrada olup sohbetinizden faydalanmak isteriz. Size rakı borcum da iyice kabardı zaten.

Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 10 Aralık 2022, 13:57:14
Mücahit hocam güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim. İnşallah bir gün o rakı borcunu tahsil eder, yeni borç ve alacaklara girişiriz.
Selam ve sevgilerimle.
Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Ahmet Kabaalioğlu - 11 Aralık 2022, 20:24:03
Ne zaman bu başlığa bir ileti gelse, başlığı açar açmaz yukarıda Sadun Boro Üstadımızın ve Kısmet'in resimlerine takılıp kalıyorum. Resimleri büyütüyor , teknedeki tertip ve düzene bakıyorum. Öylesine dalıp gidiyorum. Bu güzellikleri bizlerle paylaştığınız için çok teşekkürler.
Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Kemal Gündüz - 12 Aralık 2022, 14:07:08
Bende çok teşekkür ederim paylaşımlar için. İmkan olursa Cnr fuarda görüşmek üzere


Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Başlık: SADUN BORO
Gönderen: Çetin Kent - 16 Aralık 2022, 20:54:22
İki efsane. Sadun Boro ve Necati Zincirkıran. Aylardan Aralık, yıllardan Sadun abinin sağ olduğu yılllardan biri. Şahit olmanın gururu ve keyfiyle.

(https://i.hizliresim.com/mcvr54v.jpg) (https://www.hizliresim.com/mcvr54v)