Heyamola Hey
Havuzluk => Köşe Yazıları => Konuyu başlatan: Hakan Tiryaki - 30 Ocak 2018, 23:02:23
-
-I-
İlk kara deneyimi sonunda bitti. Yengeç 75 gün sonra tekrar denize kavuştu. Bu 75 gün boyunca sık sık kendimi düşünürken ya da kendi kendime "neden? diye sorarken buldum.
Sahi ya, neden?
Millet hemen karşımda tenis oynarken, bir diğer kısmı küçük fiber tekneleri ile Bucak Denizi'nde balıktayken; gıpta etmemek mümkün değil. İyi ama neden?
Önce Yengeç'ten bahsetmem lazım. Farkettim ki daha önce ne Yengeç'ten, ne de hayatıma girişinden pek detaylı bahsetmemişim.
(http://i.hizliresim.com/a5p264.jpg)
Burada başlamış Yengeç'in öyküsü.
(http://i.hizliresim.com/PqNP9d.jpg)
Dört sarıkızdan biriymiş Yengeç ya da o zamanki adıyla Tamomar. 1984'te inşasına başlanmış, 1987'de karnı deniz suyuna değmiş. İlk sahibi Flippa ile 90'ların ortasına kadar sürmüş beraberlikleri. İkinci sahibi İsrailli bir hatunmuş ki bana göre tam bir efsane. Dört çocuğu ve kocasını sittiredip Yengeçle Akdeniz'i bir uçtan diğerine didik didik etmeye başladığında ellili yaşlarındaymış. Sıkı bir yelkenci, dahası gerçek bir denizciymiş. Derken Yunanistan'da bir başka hatuna kaptırmış gönlünü, bir diğer klasik ahşap tekneye. Ne zaman ki O satılığa çıkmış Yengeç'i bana getiren süreç başlamış.
Benden önceki sahibi Ali (Karaşıklı) abi. Flippa'dan sonra Ekvador olarak değişen adı Ali abiye geldiğinde Yengeç olmuş. Bir daha değişmemek üzere. Ali abi ve eşi uzun yıllarını geçirmişler Yengeç'te. Uzun yıllar Teos'un süs olmuş Yengeç.
(http://i.hizliresim.com/1yBvjG.jpg)
İki sene önce bir belgesel projesi geldi aklımıza. Türkiye'nin belki de en iyi bir kaç sualtı fotoğrafçısından biri, Cenk Ceylanoğlu ile laflıyorduk. Hala İstanbul'da dalmamış olmasına anlam veremiyor, anlattıkça anlatıyordum. Neandros'un mercanlarını, Burgaz'ın örümcek yengeçlerini, Büyükada'nın yumuşak mercan tarlalarını. Derken Dört Mevsim İstanbul adını verdiğimiz belgesel projesi doğdu. Dalış merkezim vardı bir kere, ekipman derdimiz yoktu. Cenk zaten fotoğraf konusunda kendini ispat etmişti çoktan. Ardından Sait Özgür Gedikoğlu eklendi ekibe. O da gerçekten vizyonu olan bir sualtı kameramanı ve daha da önemlisi benim gibi bir su hayvanıydı. Başladık belgesel çekimleri için dalışa çıkacak bir tekne aramaya. Bir süre sonra kiralama fikrinden vazgeçtik, daha doğrusu pes ettik. Başladık 9-10 metrelik bir motoryat aramaya. Tek derdimiz dalış yapabileceğimiz bir tekne...
Tam da o sırada Barış (Ersemiz, bir diğer deniz hayvanı) aradı birgün. "Geçen sene İstanbul'a getirdiğim bir tırhandil vardı ya, onu bir şekilde kullanabilir misiniz acaba?" diye sordu. Kaç metre dedim, 12-13 falan dedi. İlk tepkim gayet mantıklıydı aslında:
"Lan oğlum ne ederim ben 12-13 metre tırhandille, ne param yeter almaya... nereye bağlarım, nasıl bakarım!!!"
O zaman görmüşüm belki de başıma geleceği...
Barış biraz daha bahsetti, adı Yengeçmiş ve sarıymış. Sarı! Len sarı tekne mi olur, ilk iş rengini değiştirmek lazım diye düşünmüştüm. Neyse, sonra Ali abiden bahsetti, sağlık sebepleriyle baş edemediğinden. "Param olmadığını biliyorsun, nasıl olacak bu iş???" dedim, bir bakalım dedi. Fotoğraflarını istedim.
(http://i.hizliresim.com/n7prA5.jpg)
(http://i.hizliresim.com/7kdvoP.jpg)
(http://i.hizliresim.com/94ALVr.jpg)
Bunları görünce "Olmaz len bu iş. Bu bildiğin gemi. Bir de üzerine sanat eseri." dedim. Keyfim kaçtı. Asgari ücretle Ferrari'ye sardırmak gibi bir şey bu; umutsuz vaka.
Ekibin kalanına gösterdim, deli oldular ama o kadar. Yine de dayanamadım, "En azında tanışmış oluruz." dedim ve Ali abiyle bir araya gelmeye karar verdik.
-
-II-
Galiba Mart ayının sonlarıydı. Kalamış'ta, sahilde çay bahçesine oturduk. Sevimli bir adamdı Ali abi. Tanışır tanışmaz ısındık birbirimize. Aynı perspektiften bakıyorduk yaşama. Barış benden bolca bahsetmiş, benim için sıkıcı olabilecek kısmı aradan çıkartmıştı. Yengeç'i konuşmaya başladık. Sadece fotoğraflarını gördüğüm 15 metrelik bir tırhandili İstanbul'a getirme planları yapıyoruz, inanılır gibi değil...
Her zaman olduğu gibi basit ve net bir şekilde anlattım Ali abiye benim durumumu: Param yok, satın alamam. Elimden her iş gelir, yaşatırım Yengeç'i. Dalış merkezim var, işletirim. Tüm geliri senin olabilir, umurumda olmaz. Yeterki bir teknem olsun; canım çektikçe denize çıkayım, havuzluğunda keyif yapayım. Koklayayım, yaşayayım. Bir de hani olur da para bulabilirsem kışa doğru da almak isterim ama zor...
Yalova ve Pendik alternatifleri üzerine kafa yorduk. Fiyatları karşılaştırdık. İş imkanlarını değerlendirdik. Ben bir şekilde Pendik'le görüşür, bir sponsorluk vs projesi düşünür hatta ikna ederim dedim.
Tüm bunları konuşurken Yengeç henüz Bodrum'da ve karada. Neyle karşılaşacağıma dair tek güvencem Ali abi ve Yengeç'ten bahsederken tüm varoluşunu kaplayan heyecan. Böylesine seven bir adamın teknesine güvenmeyeceğim de kime güveneceğim.
Nisan ortasına yaptık programı. Ali abi hazırlıkları üstlendi, ben bağlama sorununun çözümünü.
Masadan kalktığımızda önüme gelene anlatmak, çevremde kim varsa aramak istiyordum; bir teknem, hem de bir tırhandilim olmak üzereydi. O günkü heyecanım nasıl anlatılır bilmiyorum ama eminim bir çoğunuz için bildik bir şeydir:)
Bu noktada biraz da ben ve tekneler arasındaki ilişkiden bahsetmem de fayda var. "Teknem olacak" diyorum çünkü mülkiyeti umurumda bile değil. Yeterki içinde olayım, seyre çıkayım, orasını burasını kurcalayayım. Çevremdekiler bilir, kimin teknesi olduğuna bakmaksızın hep bir sorumluluk duygusu olmuştur içimde, her tekneye karşı. Büyük, küçük; yelkenli, sandal.
Pazarlıklar, görüşmeler vs derken Pendik makul bir noktaya geldi. Artık sadece gidip Yengeç'i getirmek kaldı. Barış ve Serpil (Yavaş) ile birlikte bir seyir planı yaptık ve ben Ali abiye birlikte Bodrum'un yolunu tuttum.
Akşamüstü Yatlift'e vardık ve ilk kez Yengeç'i gördüm. İlk tepkim "gemi ulan bu!" oldu. Yanında duruyorum, öyle büyük görünüyor ki gözüme, neredeyse gözümü korkutacak. Diğer taraftan öyle de güzel ki... Üzerine çıkmadan önce bir kaç tur atıyorum etrafında. Her detayını ilgiyle izliyorum. En çok da bastonun altında zaman geçiriyorum. Önünde saygıyla eğilesim var. Bu nasıl bir ihtişam. Diğer taraftan bu nasıl bir mütevazılık. Ali abi sesleniyor, yukarı tırmanıyorum. Havuzluktan doğru bakıyorum ve ilk tepkim "Kim kullanacak ulan bunu!" oluyor. Ucunu göremiyorum ki! Bir tur atıyorum güvertesinde; "oha, bildiğin güverte ulan bu! Rahat rahat yürüyebiliyor insan." Bastonun ucuna kadar gidip oradan bakıyorum, neredeyse gözümü alıyor haspam. Öyle sevimli, öyle güzel görünüyor ki gözüm olumsuz hiç bir şey görmüyor, seçmiyor.
(http://i.hizliresim.com/2gqz6N.jpg)
Ertesi gün sabah erkenden başlıyoruz mesaiye ve üç gün sonra suya indirip masalsı bir yolculukla İstanbul'a varıyoruz.
Yengeç ile sorunsuz ama bol vukuatlı, rüya gibi bir sezon geçirdik. Marintürk'ün kayalıklarına baştankara çıktık, lüks kelimesinin zavallı kaldığı bir mega motoryata bastonumuzu soktuk, bilmem kaç defa uskurumuza halat doladık, botu yolda bıraktık, döndük geri aldık, tonoz kopardık... Tüm bunlar olup biterken ben hala Yengeç'i tanıyor, Ali abi ile ilişkilerini izliyordum. Bağlamaya geldiğinizde yabani bir kısrak gibiydi Yengeç, kolay kolay boyun eğmiyor, kendi bildiğini okumakta direniyordu. Ama bir kez çözüp halatlarını çıktınız mı maviliklere kuğu gibi süzülüyor, içindekini de, dışarıdan bakanı da kendine hayran bırakıyordu. Ne zaman ki geri dönüp manevraya sıra geldiğinde tüm karizma çiziliyordu.
Yengeç'le Ali abisiz ilk denize çıkışım gerçekten efsaneviydi. Neredeyse olabilecek tüm aksaklıkları yaşadık. Tabi teknede benden başka halat bile tutacak kimsenin olmaması tüm sorunların kartopu gibi büyümesinin asıl sebebiydi. O kadar ki halat vermek için kıça diktiğim iki adamın, ikisi birden halatları olduğu gibi pontona atmışlardı. Bas bas bağırmaya başladığımda da gayet haklı bir şekilde "bağla demedin ki!" dediler :)
Yazın sonlarına doğru Ali abinin sağlık durumu biraz tatsızlaştı. Artık yavaş yavaş Yengeç'te yalnız kalmaya başlamıştım. Bu arada Yengeç yavaş yavaş teknenin her daim keyiften ibaret bir mevzu olmadığını ufak tefek işaretlerle hissettirmeye başlamıştı. Praçollar iyiden iyiye çürümüş, kamaralar felaket su yapmaya başlamış, direk sıkıysa basın o yelkeni diyor... bir de üzerine bir türlü ayar tutmayan mekanik, kronik "line" sorunu yüzünden her seyirden sonra kaplinin somunlarını sıkma zorunluluğu. Sanırım cicim aylarımızı geride bırakıyorduk artık.
Bir yerlerinden başlamam gerektiği konusunda tereddütüm olmamakla birlikte neresinden, nasıl başlayacağıma dair hiç bir fikrim yoktu. Ne anlarım ki ben ahşap tekneden!
Arada Ali abi ile yapılacak işler üzerine laflıyorduk. Konuşurken nasıl da kolay geliyor insana; direği değiştirelim, kasara fena, halledelim, komple vernik atalım, ama ahşaba kadar silelim... Hala neye bulaştığıma dair en ufak bir fikrim yok, işkembeden sallıyorum, onu da yapalım, bunu da yapalım.
Ekim ayı ortalarıydı sanırım, bir süredir Ali abiyle görüşememiştik. Sonunda aradı ve geldi. Havuzlukta çayımızı yudumlarken aramızda tuhaf bir konuşma geçti. "Ben düşündüm, taşındım ve Yengeç'i sana vermeye karar verdim. Maddi, manevi hiç bir beklentim olmaksızın. Bu saatten sonra ya sana veririm ya da yakarım ama kimselere satamam Yengeç'i." dedi.
Karışık hisler, kısa bir sessizlik ve ardından devam ettik. "Öyle olmaz" dedim ve devam ettim:
"Temel bakım, onarım işlerini bitirene kadar para veremem, çünkü yok. Ama bakım işlerini bitirdiğim gibi gider kredi alırım, ne alabiliyorsam onu öderim. Evi boşaltır tekneye taşınırım, ödediğim kira kadar taksit ödemek üzere kredi alırım, onu da sana veririm. Ha bir de, şuna emin olabilirsin, elim ayağım tuttuğu sürece Yengeç'i satmam. Artık bakamayacağımı düşündüğüm zaman da ben de benim gibi bir mal bulur ona bila bedel hediye ederim."
Ali abi bir kez daha tekrar etti maddi ya da manevi hiç bir beklentisi olmadığını. "She" dedi bu, satamam.
Son olarak "Tekneye adımını attığın andan itibaren tekne senindir. Ne zaman gelirsen, ne zaman istersen; ikimiz teknede olduğumuz sürece kaptanı sensin."
Sonrasında uzun vadeli planlardan konuştuk. Daha o zaman Kaş'a inme düşüncemi paylaştım, ölçtük, biçtik.
Ali abi bir tek şey istedi. "Bir gün eser kafama, gelir de çöz palamarı dersem, çöz yeter." Len" dedim, "daha ne isterim ki"...
O hafta marş, şanzıman, kaplinler, dümen... daha o hafta her şey sıradan su koyvermeye başladı. Bir sezon tık demeden çalışan, tıkır tıkır işleyen her şey sırası geldikçe su koyvermeye, abuk subuk sorunlar çıkartmaya başladı.
Artık bir tekne sahibi olmuştum ve tekne sahibi olmanın ne demek olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlamıştım. Fakat hala bir "ahşap" tekne sahibi olduğumun farkında değildim.
-
-III-
Aralık başında tekneye taşındım. Bir çocukluk hayalimi daha gerçekleştirmiş olmanın sarhoşluğu içinde geçiyordu günlerim. Tablo hiç de toz pembe değildi aslında. Yengeç Kasım'dan beri yerinde oynamamıştı. Her yağmurda yataklar su içinde kalıyordu. Öyle ki sonunda kışlık brandayı örtmek zorunda kaldım. Sarı bir örtünün altında yaşıyordum artık. Ama hala keyfim yerindeydi.
En ciddi sorunlarımdan biri yanlışlıkla sintineye boca ettiğim mazotun tüm tekneye, tüm giysilerime ve bedenime sinen kokusuydu. Girdiğim ortamın kokusu değişiyordu :) Gelen giden burun kıvırsa da ben hala bir hint öküzü kadar mutlu ve huzurluydum. Ta ki artık bir ucundan başlamak lazım diyene kadar.
(http://i.hizliresim.com/5dlkJz.jpg)
Direk çürümüş, kasara, cam kenarları, kasaranın birleşim yerleri açılmış, armuzlara sabitlenen çıtalar su tutmaya başlamış, davlumbazın tavanı akıyor, mutfak her yağıştan sonra su içinde kalıyor, paraçollar bitik. Bir de üzerine Nisan'dan sonra marinada barınamama ihtimali doğunca hızlı bir plan yapmak gerekti. Yapılacak iş ne kadar çoksa bütçe o kadar dar. Bir iki usta getirip gösterdikten sonra anladım ki direk hariç ne varsa kendim yapacağım. Yapacağım yapmasına da ne anlarım ki ben marangozluktan!
Bir gece kasaranın etrafındaki çıtaları sökerken buldum kendimi. İşte o akşam geri dönüşü olmayan bir yola girmiş oldum. Artık bir şekilde üstesinden gelmek kaçınılmaz olmuştu.
Raspayla geçen ilk günün sonunda ilk ciddi hayal kırıklığını yaşadım. Bütün bir günün sonunda sadece davlumbazın dış duvarında aşağı yukarı iki metrekare bir yeri bitirebildiğimi gördüm, dehşete düştüm. Sonra bir sıcak hava tabancası aldım, o da olmadı. Sonuna eksantrikle daldım Allah ne verdiyse. Fakat kaç yıldır ellenmemiş hatta vernik vernik üzerine binmişse aletle bile ömür törpüsü. Tabi tüm bu işleri yaparken bir de aynı yerde yaşıyor olmak hepten eğlenceli bir hale getirdi yaşantımı. Artık saçım, kıçım, televizyonum, bilgisayarım, içtiğim çay... her şeyin içinde mutlaka talaş da vardı.
Günler haftaları, haftalar ayları tüketirken ben hala tükenmeyen bir sabırla zımpara yapıyordum. Tüm kasara ahşabına kadar tertemiz çıktı ortaya. Tüz çatlaklar ideal karşımını bulduğumu düşündüğüm macunla (Semparoc+dolgu verniği+ahşap talaşı) dolduruldu. Bu arada bütçe tükendi. Marintürk'le anlaşma ihtimali yalan oldu ve Kaş yolu göründü.
Öyle apar topar çıktım ki hayatımın yolculuğuna... ne tekne hazırdı, ne ben. Kervan yolda düzülür dedim, çıktım sonunda. 64 günlük destansı bir yolculuktan sonra Kaş'a vardığımda ben artık eski ben değildim. Odysseus ya da Aeneas'ın yolculuğundan farkı kalmamıştı seyrin. Ne zaman çözsem palamarı kafadan bindiren hava, durmadan çıkan arızalar, parasızlık; her koldan bindirdi yol boyunca. Ama asıl canımı sıkan artık Yengeç'e güvenmiyor olmamdı. Kaş'a vardıktan sonra da devam eden sorunlar bir ara neredeyse pes etme noktasına kadar getirdi. Aküler sorunlu, buzdolabı bozuk, bok tankı patlak, nereye baksam çürük ahşap, her yağmurda sırılsıklam ıslanan yataklar... ve tüm bunlarla birlikte yaşama zorunluluğu her geçen gün daha ağır gelmeye başladı.
Kasım itibarı ile bir ev tuttuk Kaş'ta ve Yengeç'ten taşındık. Gerçi çok da bir şey değişmedi hayatta. Her rüzgar uğultusunda yataktan fırlayıp limana uçarak geçti kış. Hele yılbaşı sabahı iki tonozu birden koparıp karaya bindirince iyice huzursuz olmaya başladı Kaş'ta yaşam.
Bir telefonla fırladım yataktan, ikibuçuk dakika sonra limandaydım ve gördüğüm manzara karşısında çöktüm. Yengeç'in o güzel kıçı limanın betonuna vurup dururken başı da yandaki tekneye yaslanmış. Gözlerim dolmuş mudur bilmiyorum ama bir parçam kopmuş gibi bir histi. Aslında çok da bir şey yoktu ama yine de canım yanıyordu. Ucuz atlatıldı nihayetinde ama bir level daha atlattı bana bu lanet kaza.
10 Şubat'ta liman yıkılırken, karadaki tekneler teker teker devrilirken, denizdekiler karaya çarpıp, babalarını kırarken Yengeç dalgaların üzerinde fütursuzca salınıyordu. Gün biterken tek kaybım zaten gözden çıkartıp bir kenara attığım bot oldu.
Marmara'da denizci sanmışım kendimi bunca yıl. Oysa tekne bağlamayı bile bilmiyormuşum meğer. Bir tonoz, iki koltuk; yan gel yat. Kaş'ta bunun bedeli çok ama çok ağır. Burada, Akdeniz'de her şey büyük; dalgalar kolayca devasa boyutlara ulaşabiliyor, rüzgar kolaylıkla 50 hatta 60 knot'lara kadar çıkabiliyor. Daha da önemlisi, Marmara'da denizdi belirleyici olan, burada dağlar. Her şeyi yeniden öğrenmeye başladım burada. Lanet rüzgar o dağdan, bu tepeden bir yerden dönüp dolaşıp bir şekilde buluyor adamı burada. Tam karşımız tepe, hatta İstanbul'la karşılaştırırsak bildiğin dağ ama gel gör rüzgarı kesmek şöyle dursun; yuvarlayıp gönderiyor tepemize.
Şubat'ta kadar biraz mesafe koydum Yengeç'le arama. Tayland'ta sürttüm bir ay. Dostlara emanet ettim, arkama bakmadan kaçtım Kaş'tan. Artık yorulmuş hatta neredeyse tükenmiştim...
-
-IV-
11 Mart'ta döndüm memlekete. Ve doğruca Kaş'ın yolunu tuttuk. 14 Mart büyük gün. Yengeç sonunda karaya çıkacak. Tonozlar koptuğunda sigortadan aldığım 4.250 tl'ye güvenip anlaştım marinayla. 16 gün. Çek-at dahil tam da bu kadar tutuyor.
İş planı basit. Ahşaba kadar yak, yokla, at macunu, vur zehirliyi dön bir an evvel denize.
Tabi ki öyle olmadı.
Daha karaya aldığımız gün 30 yıl sonra ilk kez hastalandım. Bronşite kadar ilerletmişim durumu. Mertcan ilk günler tek başına çalıştı desem abartmış olmam. Hastalık geçti bu sefer de yağmurlar başladı. 16 günlük program daha ilk hafta bitmeden patladı.
Mertcan da insan evladı, yirmi gün falan dayanabildi. Mart yağmurlarla, Nisan fırtınalarla geçerken Yengeç hala karadaydı. Artık öyle bir rutine bağlandı ki bildiğin mesaili bir iş oldu çıktı Yengeç. Ama asıl soru günler ilerledikçe biriken marina parasının nasıl ödeneceğiydi. 23 Nisan, 19 Mayıs, sayısız Pazartesi... hepsi birer fantazi olmaktan öteye geçemedi. Mayıs'ın son günleri gelirken Yengeç hala karadaydı ve ben hala ne kadar ödeyeceğimi, daha da önemlisi nasıl ödeyeceğimi bilmiyordum.
Yengeç'in façası düzeldikçe ben insanlıktan çıkmaya başlamışım meğer.
(http://www.denizcikahvesi.org/sites/default/files/1.jpg)
(http://www.denizcikahvesi.org/sites/default/files/11.jpg)
(http://www.denizcikahvesi.org/sites/default/files/4.jpg)
Bitmiyor. Bitmiyor çünkü bir türlü iş içime sinmiyor. Bir türlü hava düzelmek bilmiyor. Macun yapacağım, yağmur yağıyor. Yağmur duruyor, öyle bir esiyor ki macun kürekten uçuyor. Ağzım, yüzüm, başım, kıçım her yerim macun. Bildiğin eğlencesi oldum Kaş'ın. Artı her gören işi makaraya vuruyor. Küfür yiyeceklerini bile bile aynı soruyu soruyorlar: "Bitti mi Hakan abi?"
Sonunda bir gün toplayıp tüm cesaretimi marina ofisine doğru yollandım. Dedim "Şimdi burası restoran olsa bulaşıkları yıkarım. İnşaat olsa amelelik yaparım. Harbi, hesabı ödeyemeyene ne yaptırıyorsunuz burda?" Gülüştük. Ama farkında olmadıkları mevzu, ben gayet ciddiydim yahu :)
Tuncay beyle (marina müdürü) görüştük. Keyifli bir adamdı. Hepsinden önemlisi az da olsa rahatlattı beni. Binbir hesaptan sonra farklı bir paket almış oldum ve 2 Haziran'a kadar zaman kazandım.
Son günlere doğru fırsattan istifade komple bir zımpara-vernik olayına gireyim, denize kalmasın dedim. Demez olaydım. Bitmiyor. Hayvan çoook büyük. Sonunda bir gün Nükhet isyan etti. "Senin bitireceğin yok, bari geleyim yardım edeyim de bitirelim şunu." dedi ve geldi. Bu arada Mayısla birlikte hava ısındı hatta insafsızca sıcak olmaya başladı. İki koldan başladık zımparaya. ya 4 ya da 5. gündü. Havuzluğa geldim ki Nükhet oturuyor. "Ne o, yoruldun mu?" dedim. Demez olaydım. Sonunda patladı. "Sittir git, bul birini, neyse parası ben veririm." dedi ve gitti :)
Mayıs'ın ikinci haftası geride kalırken hala karadaydık. Artık hesabı biliyor ama nasıl ödeyeceğimi bilmiyordum. Daha da önemlisi ta 2 Haziran'a kadar biteceğine dair en ufak bir umudum yoktu. Umurumda da değildi galiba artık. Ne de olsa hayat dediğin sabah dokuzdan akşam sekize kadar zımpara, macun, vernik vs ile geçen bir döngüydü benim için. Gerisini çoktan unutmuştum...
-
-V-
Her sene 5 Haziran benim için yılın en özel günüdür. Çocuğum gibi bir şeydir Konuşan Balık Deniz ve Çocuk Şenliği. Yerimde duramam, çocukla çocuk olur, sekerim ortalıkta. İşte bir yandan talaş içinde yuvarlanırken bir yandan da 6. Konuşan Balık'ı organize ediyorum. İstanbul'da tüm ekip endişeli, sayılı günler kala ben hala marinanın çekek alanında Yengeç'le boğuşuyorum. Şenlikten yana kafam rahat, zaten daha önce 5 tane yapmışım, bir şekilde hallolur da asıl mesele bir kaç gün sonra denize geri dönerken kalan parayı nereden bulacağım...
29 Mayıs günü son kez revize ediyoruz planlarımızı. 30 Mayıs, saat 14:00'te denizlere döneceğiz artık. Tam bir yıl önce de Pendik'ten çıkmıştım, denk geldi. Motorsikletimi satmıştım, bir gün öncesine kadar ona güveniyordum, kafam rahattı. Fakat Cuma mesai saati bitti ve yine bana gelmeye başladılar. Len ertesi gün tekneyi indireceğim ve hala para yok ortada.
Bu arada 75. günün sabahında hala bir ton eksik var, deli olmak içten bir şey. Sabah 07:00'de işbaşı yaptık Nükhet'le. O son kat zehirliye girişti, bende alt yumruların ve façanın boyasına. En azından Nükhet insafa geldi, yoksa ne halt ederdim bilmiyorum. İşin doğrusu fiziki yorgunluk kadar yalnızlık bitirdi beni bu süreçte. Öyle zamanlar geldi ki iskeleden aşağı düşen zımpara kağıdını almak için geçen birisini beklediğim oldu. Öyle yorgun, öyle bitkindim artık. Bir daha sefere hiç kimseyi bulamazsam köpeğimi alacağım yanıma :)
Neyse, öğleye doğru aldık bizim koca karınlı hatunu lifte, indirdik felenkleri, geriye kalan astar ve zehirliyi vurduk. Bu arada artık ofise gitmem ve tekneyi indirebilmek için borcum olmadığına dair kağıt almam lazım. Yine Tuncay'ın kapısında bittim ve yine bodoslama girdim mevzuya:
"Olup olan bu abicim, **** kadar eksik kaldı. Şimdi durum şu; bugün tekneyi indiremezsem, akşam İstanbul'a uçuyorum, çünkü çocuk şenliğim var ve paketin süresi de biteceğinden muhtemelen yeni çıkacak hesabı ödeyemeyeceğim ve nurtopu gibi bir tırhandiliniz olacak. Ya da borçlu kalacam, alıp teknemi gidecem, bakiyesini önümüzdeki ay vereceğim."
Tuncay (bey demek istemiyorum inatla, bir çok arkadaşımdan daha fazla iyiliğini gördüm) yine son derece kibar ve daha önemlisi rencide etmeyen bir tavırla destek çıktı. Kağıdımı aldım, uçarak gittim.
İşte 75 günlük drama böyle başladı;
(http://[url=http://hizliresim.com/BLD1nD][img]http://i.hizliresim.com/BLD1nD.jpg)[/url][/img]
böyle bitti :)
(http://[url=http://hizliresim.com/bBJa1n][img]http://i.hizliresim.com/bBJa1n.jpg)[/url][/img]
Dile kolay, 75 gün. Len bir Kaş'a geleyim dedim, 64 gün. Karaya çıkalım, adam edelim hatunu dedik, 75 gün. Artık kesinlikle eminim, sorun bende :)
Diğer taraftan Pendik'ten ayrılmadan hemen önce hissetmeye başladığım duygu artık hissetmenin çok ötesine geçmişti. Yengeç'in girmediğim, görmediğim, ellemediğim bir santimetrekaresi yok artık.
Çevrenizdeki insanların size deli gözüyle bakmasına alışacaksınız. Bitmek tükenmek bilmeyen laf sokmalarına, esprilerine alışacaksınız. Eşinizle, ailenizle sıkça karşı karşıya geleceksiniz. Kısacası kimse sizi anlamayacak. Zaten sizin de umurunuzda olmayacak :)
Çünkü ahşap tekne demek ölçüsüz emek demek. Ve insanı farklı kılan belki de en önemli değerlerden biridir emek. Basit şeyleri bile kıymetli kılar; değer katar. Hani son derece mütevazı bir şekilde "O zaten oradaydı, ben dışarı çıkarttım sadece" der ya heykeltıraş... yeteneği değildir sadece onu ortaya çıkartan, emeğidir. Belki biraz da böyle hissettiriyor bana Yengeç. O çürümüş ya da verniği pul pul dökülmüş ahşap biraz emekle bir sanat eserine dönüşüyor. Gün be gün çirkin ördek yavrusu bir kuğuya dönüşüyor gözünüzün önünde.
Ve bugünlerde aynı kuğu yine çirkin ördek yavrusuna dönüşmekte :) Yine zımpara, yine vernik. Su alan yerlere izolasyon. Bol sika, bol macun. Bir tuvalet kağıdı rulosunu dolduracak kadar yapılacak iş listesi. Ve tabi yine sorun aynı; vakit var ama nakit dar :)
-
:)xx :)xx :)xx
Bu akşam biraz erken uyumak isterken, oturdum bilmem kaçıncı defa Ölçüsüz Emek ve Üç Deniz'i aynı heyecanla okumaya daldım. Yazanın bir yüzü kara okuyan ondan kara...Biz niye böyle garip adamlarız?
-
:)xx :)xx :)xx
Bu akşam biraz erken uyumak isterken, oturdum bilmem kaçıncı defa Ölçüsüz Emek ve Üç Deniz'i aynı heyecanla okumaya daldım. Yazanın bir yüzü kara okuyan ondan kara...Biz niye böyle garip adamlarız?
Öyleyiz valla :) :) :)
-
Öfff, daraldım okurken. Ama biz böyleyiz. Bi dert biter yeni dert ararız. Bu son yıllar hepimiz için epey dertli geçti, biliyosun Hakan hocam, yoksa ben yardım ederdim :). Severim böyle sorunlu moktan işleri.
-
Öfff, daraldım okurken. Ama biz böyleyiz. Bi dert biter yeni dert ararız. Bu son yıllar hepimiz için epey dertli geçti, biliyosun Hakan hocam, yoksa ben yardım ederdim :). Severim böyle sorunlu moktan işleri.
Ohooo... daha yeni başlıyoruz yahu :)
-
beşinci kez okuyorum herhalde.. Yine okudum.. Şu iş yaparken yaşanan yalnızlık anlatımına hastayım.. Biraz daha açarsak şöyle bir his..
Belli bir süren var.. işlere girişmişsin. Yapılacak işlerin bir sırası var.. Pala yapılacak yerine takılacak, direk söküldü vernikleri kalınacak yani aynı anda ve hepsi birbirine bağlı bir sürü iş.
Bütün alet edevat dağılmış vaziyette .. ne nerede bilmiyorsun.. Yağmur zırt pırt yağıyor iki tekne arasına bir tente germiş altında çalışıyorsun. Neden hep tentenin delik olduğu yerde su toplanır ki? Tam eğilmişsin bir şey yapacak iken o delikten ensene buz gibi yağmur suyu akıveriyor.
Küfür zaten normal konuşma dili olmuş. Hiç unutmuyorum Tümayın palasının başında yetkili servis ile konuşuyorduk. Adam benim dediklerimi teyit ederken ' ustamın dediği gibi ' diye söze başlıyor.. o görüntüye dönüşüyor insan..
Sonra o an geliyor.. Yorgunluk ciddi boyutta.. Ancak sorun, tekne resmen dağılmış durumda.. Direk , bumbalar, pala.. her şey sökülü ve teknenin etrafında.. tekneye tırmanmış üzerinde iş yaparken..
elindeki zımpara , el aleti artık her ne ise.. yere düşüyor.. O son nokta.. Öyle yorgun ve bitiksin ki tekneden inip aşağı almak artık mümkün değil. Transa geçmiş gibi bakıyorsun düşen şeye.. Öyle saatlerce durabilirsin hiç birşey yapmadan..
Aynen Tiryaki'nin dediği gibi bekliyorsun birisi geçsin de seslenesin yerden alsın da sana versin diye..
Çok iyi bilirim o duyguyu..
-
Güzelim yazıyı salt bu yere düşen zımpara kağıdına indirgemek istemiyorum ama bu detay beni de vurdu.. Okurken offf dedim. birini "off" bitkinlik, yorgunluk ve saçma sapan bir çıkmaz, hakikaten öyle oluyor anlamında, ikincisini de "off" Tiryaki reis olayı tam özünden yakalamış anlamında..
Ara ara dönüp okunası, harika bir seri..
-
Yine keyifle okudum. Kes, kopyala, yapıştır, vesaire bir yöntemle başucu yazısı yapıp her darlandığımda okumam lazım. :)
Beşinci bölümdeki fotolar uçmuş gibi.
-
İki foto vardı zaten. Yanlış kod kalmış sadece. :)
SM-N9000Q cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Üç yıl önce Yengeç 75 günlük kara macerasını bitirip denize döndükten sonra tamamlamıştım son bölümü. Bugün 14 Haziran ve çevremde herkes atıp halatları açılırken benim koca karınlı haspam çekek sahasında, tek başına denize döneceği günü bekliyor. Geçen sefer de 16 gün kontrat yapıp başlamıştık kara macerasına ve 75. günde anca dönebilmiştik denize. Bu sefer altı ayı da geçti.
Hal böyle olunca artık iyiden iyiye sıyırmaya başladım. Malum, kayığı yüzdürebilmek için çalışmaya başlamıştım kış aylarında. Bir yandan da polyurea kaplayacağım deyyu bir firmayla anlaşmıştım. Polyurea kısmı zaten fiyasko oldu. Olduğu yetmiyormuş gibi bana en az iki aya mal oldu. Dahası kaldık cehennem sıcaklarına ve her günüm kabir azabıma döndü.
Bu arada Haziran gibi işlerin hafifleyeceğini öngördüğümüz atölyede de işler bitmek bilmeyince son günler tam anlamıyla kabusa döndü. Günler genelde o tekneden bu tekneye sekerek, yelken sökerek, yelken takarak, arada boş kalabilen zamanlarda da Yengeç'te çalışmaya çalışarak geçiyor.
Sorun şu ki Yengeç boyutlarında bir teknede üç-dört saat boyunca yaptığınız işin karşılığını göremez, hatta psikolojik olarak çökersiniz. Bunu en çok Cem yaşıyor son zamanlarda. Fırsat buldukça yarımda geliyor, ortalama yarım saatte bir ne kadar yol aldığına bakıp ardından bana ve kayığıma sövüyor :)
Zaten çevremde kim varsa ağız birliği etmişçesine aynı şeyi söylüyorlar sürekli; "Sat, daha küçük ama fiber bir kayık al." Demesi kolay! Ben düşünmüyorum mu sanıyorsunuz? O kadar sıkça geçiyor ki aklımdan satıp, daha küçük, hemi de laylom bir kayık almak, bir marinaya bağlayıp kış geceleri biraz olsun huzurlu uyumak, karaya aldığımda en fazla bir haftada tozunu atmak... Öznesi laylom kayık olan en saçma cümle bile Yengeçle olan serüvenimden bin kat daha mantıklı. Ama gel gör mantık da mantık deyyu ahkam kesmeye bayılan bendeniz söz konusu olan bu koca götlü, koca karınlı kart sarışın olunca önce dellenip "Satacam ulan!" diyorum, sonra "Saçmalama lan, denyo! Hangi kayığın havuzluğunda böyle yayılacan, hangi kayıkla her havada seyri göze alacan, hangi kayıkla gece-gündüz cebelleşip yaşamını keyifli kılacan" gibi mesnetsiz ama kulağıma son derece hoş gelen cümleler kurup vazgeçiyorum. Türkçesi, yemiyor! Arkadaş iki kere küt diye boşanmış adamım, bir kayıktan vazgeçemiyorum. Kırk yıllık evli çiftler gibiyiz hatunla, söyleniyoz, ediyoz ama ayrı da duramıyoruz :)
Hadi de ki satmaya karar verdim. Lan parayı bastırana verebilir miyim ben kayığımı? Her santimetrekaresinde ölçüsüz emeğim var. Kalafatlarının altında bile ne var, ne yok biliyorum. Her seferinde sıkışıp çıkamayacağımı bildiğim halde zincirliğine bilr altı kere girmişim. Hangi şerefsiz kurt, hangi ağacını ne kadar yiyebilmiş, hangi yamasını hangi ağaçtan yapmışım, hangi aağacı ne kadar çürük... adam kayık almayacak ki, beş yılı aşkın bir süredir ölçüsüz bir emekle varedilmeye çalışan otuz yaşında -bana göre- bir sanat eseri alacak. Şimdi içinde "Angaranın bağları" çalacak bir hanzoya dünyaları verse verir miyim lan ben kayığımı! 5 senedir gündüzleri hardrock, geceleri Callas dinlemeye alışık benim haspam:)
De ki adam düzgün adam, yeter mi? Kaç para değer biçeceğim arkadaş ben bu kayığa? Bu boyda tırhandil yapacak, hem de adam gibi düşürecek usta bile kalmamışken, yani belki de türünün son örneklerinden biri olan Yengeç sizce kaç para eder? Ha derdim para, doğru ama bir alamatra fiyatına mı vereceğim Uğur ustanın 30 yıl önce tüm birikimiyle hayat verdiği bu kereste yığınını?
Ya işte böyle saçmasapan ve çok bilinmeyenli bir denklem Yengeçle ilişkimiz. Facebook'ta var ya bir seçenek; "İlişki Durumu: Karışık"... tam da böyleyiz bu aralar.
Şimdi bayram tatilinden istifade atölye tatil. Yarın kahvaltıdan itibaren tam gün mesai. Sabah basiretsiz, beceriksiz ve de şerefsiz ustanın sertleştirici koymadan, kayığı yıkamadan ve de astar vurmadan sürdüğü macununun armuzlarda kalan son kısımları temizlenecek, ardından astar vurulacak ve mümkün olan en kısa zamanda macuna başlanacak ki artık ahşap daha fazla açmasın sıcaktan. Ola ki bitti, ardından üstyapıda sökülen ağaçların yenileri alıştırılacak, komple armuzlara yeni derz açılacak, derzlere sika çekilecek, kasara komple zımparalanacak, küpeşteler zımparalanacak ve kasaraya vernik, küpeştelere yağ sürülecek. Ardından borda zımparalanıp yeniden sarıya boyanacak. Astar ve zehirli vurmadan önce tüm yeni ana kovanları ve vanalar monte edilecek, tesisat hortumları değişecek. Son olarak sökülen dümen palası yerine konacak ve muhtemelen düzinelerce eksik kalan işle denize dönülecek. Bir kısmı yaz boyunca ağır ağır yapılacak, bir kısmı ötelenecek.
Ya cidden, sizce kaç para eder Yengeç? Cidden merak ettim...
-
Kimin para birimine göre? :) Bazıları değer biçemez çünkü.
-
Zor soru. Yanıtsız soru.
-
Ya cidden, sizce kaç para eder Yengeç? Cidden merak ettim...
Sen, ben gibi adamlar teknelerine değer biçemeyiz. Verilen her bin avro'nun da hiç değeri olmaz bizim için. Ondan kelli Yengeç'in kaç para ettiğine kafa patlatmaya çalışma.
Haa, hoo desem en kabadayı 10 günde suya ineceğim. Yok Simba, yok sıcaklar, yok dur şurasını da tamamlayalımlarla iş uzadıkça uzuyor.
İyi haber İyonia'nın çarmıhları ve istralyası sisal 10luk halatlara kasaları yapıldı- alt uçlarına radanzalar bağlandı. Şimdi bezir yağlanacaklar.
-
Geçenlerde bizim barınakta çekek sahasında bir tanıdığın teknesine bakmak için dolaşıyordum. Benim tahta kayıkla uğraşmış olduğumu birlikte gezdiğim abimizden başka bilen yok. Neyse gezerken başında kalabalık olan bir teknenin yanına geldik, oda ne tekne mantar olmuş. Neden mi? klasik ahşap sargı tekneye elyaf falan kaplayıp fiber gibi yapmışlar ve yukarıdan almış olduğu su teknenin neredeyse su kesiminin üstündeki sargı tahtalarını tamamen çürütmüş.Eğri kafaları da aynı şekilde. O sırada birisi geldi anlatıyor " şimdi bunu yeni bir malzeme çıkmış, boya gibi püskürtüyorlar, onla bir kaplayacan beton gibi olur" diyor, " ben izledim adamlar balyozla vuruyorlar yinede kırılmıyor" diyor. Hemen Aklıma Tiryaki geldi adamlar Tiryaki'nin ürünü tarif ediyorlar. Ardından bir başkası " çürükleri ayıklayıp su kontrası sarın buna , üzerine de megesi çektinizmi tamamdır" dedi. Neyse biz sessiz sessiz izliyorduk ve birlikte dolaştığım abimiz bana döndü " sen ne diyorsun " dedi. Bende boş bulundum "Abi bu ancak hamama odun olur, alın donamını makinasını yeni bir kayığa koyun " deyiverdim. Bir anda bir sessizlik oldu . Herkes dönüp nasıl yani dediler. Bende dedim; ya uğraşıp, eğrileri değiştirip , gerekirse koşma atıp yeniden tahta sarmak lazım, yada, alt tarafı keyifçi kayığı değil mi? gidin alın Kurucaşile'den bir tane aynısından daha ucuza çıkar" dedim. adamların kafası karıştı bir kaç gün bana garip garip baktılar.Ama sonradan kayığı çok seviyorlarmış yenilemeye karar vermişler. Çırılçıplak soymuşlar neredeyse yeniden yapıyorlar. Hakikaten ölçüsüz emek bu ahşap tekne.
-
Daha önce defalarca yazayım dedim ama yazdım mı yazmadım mı hatırlayamadım. ???
Ahşapçı değilim ve bu konuda ahkam kesmem ne denli doğru olur bilemedim.
Martı marinada çekek stajım esnasında çok beğendiğim bir ahşap teknenin el değiştirdiğinde büyük bakım için üzerindeki bazı kaplamaları açtılar. Açtıkça açtılar ve açtıkça açtılar. Haldun Sevel abime de sürekli bu Maviş'i kapla bu kadar uğraşma her seferinde dediklerinde verdiği cevabın ne denli doğru olduğunu anladım.
Ahşap tuzlu su ile tanıştıktan sonra kaplanırsa içten içe çürür. Denize indirmeden kaplanmadı ise ne ile kaplanırsa kaplansın büyük hata.
Bence sana mesaj veriliyor dostum. ;)
-
2018'in Haziran ayında şöyle bitmiş altıncı bölüm: "Ya cidden, sizce kaç para eder Yengeç? Cidden merak ettim..."
Söyleyeyim, 300.000'den koydum ilana. Arkadaş ne kıl işmiş bu. Bakan bakana, favoriye ekleyen ekleyene ama gel gör, arayan, soran yok. Geçen Pazartesi gününe kadar hala satmaya çalışıyordum haspamı. Hatta öyle gözüm döndü, öyle gözümde büyüdü ki yapılacak işler, 200.000'e kadar indirdim fiyatı. Avrupa parası değil ha, yanlış anlaşılmasın, bildiğiniz Türk Lirası. Bir yandan içim cız ediyor, bir yandan cepteki para anca tekneyi kaldırıp, bir araziye koymaya yetiyor. Odun parasına kadar indim sonuçta. İki müşteri çıktı. İkisini de aldım götürdüm Tersane Adası'na, birlikte gezdik Yengeç'i. Empati kurmaya, onların gözüyle bakmaya çalıştım. Sanırım beceremedim, çünkü ben olsam hiç düşünmeden alırdım. İki potansiyel müşteri "çok masraf" olduğunu iddia etti. Hele ki son gelen arkadaş 300-400 bin masraf var dediğinde zor tuttum kendimi gülmemek için. Yahu arkadaş, eşeğe altın semer taksan, yine eşek. Tırhandile 300 de harcasan, 500 de harcasan yine tırhandil; Ege'nin anlı şanlı katırı, iş teknesi. Neyse, öyle, böyle satma macerası da nihayete erdi ve Yengeç uzunca bir iş listesiyle kucakta kaldı. Bu ara Yengeç'e baktıkça Hasan Hüseyin'in Ağlasun Ayşafağı'ndan bir mısra mırıldanıyorum; "Heeey! Kucakta kaldı ölü..."
Biraz geriden gelelim. Geçen sene 19 Temmuz'da suyla buluşabilen ve silikonlu gresin hatırına yüzen Yengeç rengiyle, yarım kalmış işleriyle... hemen her köşesiyle geçmişte gururla izlediğim sanat eserim olmaktan çıkmış, neredeyse utanç abidesi gibi bir şey olmuştu benim için. Göcek koyunun ortasında alargada salınırken hergün açığından geçip, plaja çalışmaya giderken bakıp bakıp düşünürken buluyordum kendimi. Nereden nereye... İstanbul'da içinde yaşadığım bir yıl boyunca otuziki dişim ortada, talaş içinde hint öküzü gibi mutlu, gamsız yaşadığım günler çok ama çok uzaklarda kalmış gibiydi. Şimdi ona bakabilmek için çalışmam gerekiyor ama çalışınca da ona ayıracak vaktim kalmıyor şeklinde saçmasapan bir paradoksa hapsolmuş haldeydim. Geçen sonbaharla birlikte kriz daha da derinleşmeye başladı.
Ekim ayı fırtınalarla gelince doğal olarak kimyam bozulmaya başladı. Her bir esinti benim için yataktan fırlayarak ikibuçuk dakikalık bir yolculukla soluğu sahilde almak, sonra botla tekneye geçmek ve sabaha kadar mal mal oturmak demekti. O esintiyi duymadığım ya da duymazdan geldiğim zaman da sabaha kadar teknemin yandığı, battığı, karaya oturduğu... sayısız felaket senaryosuyla zenginleştirilmiş kabuslarla boğuşmam gerekiyordu. Kasım sonlarına doğru Tersane Adası'na bağlayana kadar hayat böyle sürdü. Tersane Adası geçen kış kurtarıcım oldu. Her havaya kapalı olması, neredeyse hiç solugan almaması ve daha da önemlisi ha dedin mi gidilemeyecek kadar uzak olması sayesinde kış boyunca kütük gibi uyuyabildim. Haftasonları hemen her fırsatta gidip havuzluğunda oturup, geri döndüm. İtiraf edeyim, neredeyse hiçbir işe elimi sürmedim. Önceki kara serüveninin bıkkınlığını henüz atamamıştım.
Baharla birlikte Yengeç üzerine yeni planlar gündeme geldi. Onu ticariye çevirip, otel bünyesinde çalıştırmak üzere anlaştım. Fakat tonajı ve boyu ile yine sorun yumağı haline geldi Yengeç. Olmadı. Bu arada otelde çalıştıracağız diye biraz façasını düzeltelim dedik ama sekiz kat vernikten öte pek birşey yapamadık. Ki onun için da hala küfrediyorum kendime. Kaç kez kayıp düştüm bu sene, sayısını bilmiyorum Sonuç olarak Yengeç yine kaldı kucakta. Bütün yaz boyunca, fırsat bulabildiğimiz akşamüstleri Göcek Adası'na kadar gidip, salıp demiri yüzmekten fazlasını yapamadık. Bir yandan da bu gidişe bir dur demek adına ilana koyup, rastgele dedik.
Yani önceki sene zaten içime sinmeyen işler silsilesine ilave olarak bir de ellenmeden bu yazı geçiren Yengeç şu günlerde uzunca bir iş listesiyle günlük yaşamımda geçmişte olduğu gibi bir numaralı gündem maddesi olarak yerini aldı. Bugün 22 Kasım ve tekrar beliren satma olasılığı da dün fiyaskoyla sonuçlandı. Şimdi önümüzdeki bir kaç gün sürecek yağmurlu ve fırtınalı havayı atlatır atlatmaz Yengeç karaya çıkacak. Önce bir vinç gelecek, direği indireceğiz. Ardından kaldırıp haspamı tırın arkasındaki boat-mover'a yükleyeceğiz ve okuya üfleye yaklaşık bir kilometrelik mesafeyi aşıp, önümüzdeki 5-6 ayı geçireceği yere koyacağız.
Nedendir bilmiyorum, herşeye rağmen motivasyonum son derece yüksek ve neredeyse sabırsızlanıyorum bir an evvel işlere girişmek için. Tabi çok uzun sürmeyecektir bu durum. Hayırlısı bakalım.
-
"Nedendir bilmiyorum, herşeye rağmen motivasyonum son derece yüksek ve neredeyse sabırsızlanıyorum bir an evvel işlere girişmek için. Tabi çok uzun sürmeyecektir bu durum. Hayırlısı bakalım."
Hayırlısı olsun da Tiryaki, bu kez sahiden dal ve çarçabuk bitir. Yengeç şöyle bir rahatlasın.
-
Bu arada otelde çalıştıracağız diye biraz façasını düzeltelim dedik ama sekiz kat vernikten öte pek birşey yapamadık. Ki onun için da hala küfrediyorum kendime. Kaç kez kayıp düştüm bu sene, sayısını bilmiyorum
İki,üç senede bir şeffaf 2.5 veya 3.5 cm. eninde kaydırmaz bant çekmek lazım ayak basan yerlere , aralıklı şeritler halinde. ::)
-
Kasım 2019'da yapılan planlar, Kasım 2019'da kaldı. Öncelikle Yengeç'i bir araziye taşıma fikri, boat-mover denen tırdan bozma heyulanın gidiş dönüş 1,5 km mesafe için 6.000 TL istemesi ile yalan oldu. Alt alta koyunca bizim arazi fantazisi marina ile neredeyse kafa kafaya gelince bir kez daha Marintürk'ün kapısına dayandım. İki aylık sözleşme yapıp, 19.500 TL toka ettikten sonra sıra geldi Yengeç'i karaya almaya. Bir yandan da ulu Poseidon'u kendimize güldürmek için başladık plan-program-bütçe falan yapmaya.
Daha Tersane Adası'nda, tonozda olduğu yerde başladı sorunlar. Neredeyse bir yirmi gündür gidememiştim kayığıma. Sabah erkenden Yücel sağolsun, Serhatla ikimizi götürüverdi Tersane Adası'na. Daha boğazdan içeri girer girmez bir tuhaf göründü gözüme haspam. Su hattına baktım, biraz batık gibi göründü gözüme. Yücel bordaladı botu, atladık Yengeç'e. Serhata dedim "Bas marşa." O arada bende Yüceli botla koltuk halatlarını almaya gönderdim. İlk bomba beş yıldır elektrik almadan mutlu mesut yaşadığım kayığımın marşının basmaması oldu. Serhat dedi "Tık yok!". "Lan oğlum, olmaz" dedim öyle şey. Paneller, altı tane 235 AH öküz gibi akü... Ama gel gör tık yok, hatta ışıklar bile yanmıyor. İndim aşağı baktım akıllı invertöre, o çoktan işi bırakmış, ekranı simsiyah. Neyse dedim kendi kendime, basarız jeneratörü, olur biter. Daha düşünce zihnimde cümle haline gelemeden okkalı bir küfür patlattım: "Hassiktir! Lan, jeneratör Bayram'da!". Öyle ya, bahçede kullansın diye vermiştim. Dahası, "İşi bitti, getireyim." dediğinde de, "Gerek yok, bir kaç güne karaya çıkacak zaten." demiştim. Kaldık mı dımdızlak!
Yücel'e dedim, çözme, bekle. Onun botta akü var ama bir tane ve göt kadar bir şey. Bir de çocuk işe dönmek zorunda. Diyemiyorum da git bir akü bul gel bize diye. Hatta, iki akü. Haspam yirmidört volt bir de üzerine. Kısa bir durum değerlendirmesi yaptık. Bu arada aklıma sintineye bakmak geldi. Daha doğrusu anca aklıma geldi. Hemen indim aşağı, açtım kapağı ki, "batıyor ulan kayık!". Motor takozlarına kadar su... Daha önce hiç görmediğim kadar. Aha dedim, şimdi sıçtık. Kabaca bir hesapla bir tondan fazla sudan bahsediiyoruz. Serhat'a dedim, sen bir yandan manuel pompayla başla atmaya. "Nerede?" diye sorduğunda bir okkalı küfür daha salladım kendime. "Oturma grubunun altındaki portuçta!". Vernik yaparken sökmüştüm, daha takmadım...
Bir diğer kadim dost Ufuk'u aradım, Yüceli azat ettim. Ufuk bizim atölyeden iki tane akü kapıp, bir başka arkadaşın teknesiyle gelmek üzere harekete geçti. O arada biz de başladık beklemeye. Merkezden ada aşağı yukarı 5-5,5 deniz mili mesafe. Yarım saat kadar sonra uufuk geldi. Yetmeyen takviye kablosu yüzünden saçma sapan bir şeyler uydurarak marşa basmayı başardık. Küheylanın kükremesiyle sonunda rahatladım. Eş zamanlı olarak da üç sintine pompası birden başladı sintinedeki denizsuyunu basmaya. Koltuk halatlarını alıp, tonozları salıp ağır ağır pruvamıza aldık Göcek'i.
(https://i.ibb.co/pXr6kcP/78722195-10157868121687855-2600743873303019520-o.jpg)
(https://i.ibb.co/31NJSLj/78697512-10157868121817855-250669675967414272-n.jpg)
Birbuçuk saat kadar sonra haspam liftin üzerinde ağır ağır ilerliyordu çekeğin içlerine doğru.
(https://i.ibb.co/VgB4NM4/20191211-113138.jpg)
Yağmur nedeniyle iki günü marinanın göbeğinde geçirdik. Nihai yerimize taşınır taşınmaz direk sökülecek, motor çıkartılacak ve tekne üzerine çatı kurulacak. En azından orijinal plan bu şekildeydi. Derken çekek görevlileri dediler ki direk varken yerine koyamayız, ya ağacı keseceğiz ya da direk inecek. Bunun benim açımdan anlamı bir kez değil iki kez vinç parası vermek demek. Apar topar giriştik direğe. Bir de aksi gibi yağmura yakalandık ki, tüy dikti halet-i ruhiyemin üzerine...
(https://i.ibb.co/HP9b7MR/1.jpg)(https://i.ibb.co/GJ2DPg5/20191212-172847.jpg)
Yaklaşık iki saat ve bol küfürden sonra direği soyup münasip bir yere taşımaya koyulduk.
Bir iki gün sonra sabah geldiğimde kayığım yerinde yoktu. Önümüzdeki iki ay boyunca ikamet edeceği alana çoktan çekilmişti bile. Yani artık Kara 2020 macerası tamamen başlamıştı.
Takvim ve süreç başlamasına başlamıştı da cepteki para Yengeç'i yerine koyduğumda bitmişti. Şimdi sırasıyla ilk iş motor yerinden çıkartılacak, baston sökülecek ve ardından kayığın üzerine çatı kurulacaktı. Yani en kısa zamanda vinç için para, çatı için malzeme parası ve dahası sonrasındaki işler için de usta bulmak gerekiyordu. Anlayacağınız bir süre tekneyi yerine koyup, içini boşaltarak zaman kazanmaya çalıştım. Gerçi tekneyi boşaltmak da az buz bir iş değildi. Muhtemelen bir tırtıl dedikleri büyükçe boy kamyonu dolduracak kadar malzeme çıkarttık tekneden. Taşı taşı bitmedi. Bir yandan da iş listesi iyiden iyiye şekillenmeye başladı. Hatta godoş Poseidon'u kendimize güldürmek üzere aşağıdaki gibi bir liste hazırlandı.
KarinaKovanların sökümüYakmaAhşap yoklamaÇivi yoklamaKalafatMacunAstar/Zehirli
BordaYakmaAhşap tamiriKalafatMacunAstarBoya
Dinlence/PasarellaDinlence ahşap kaplamaPasarella ahşap yenilemeYüzme merdiveni ahşap yenilemeDinlence krom bakım
YumrularAhşap silmeAhşap tamiriEpoksi reçineAstarBoya
Dümen YelpazesiAhşap silmeEpoksi/elyaf uygulamaMacunAstarZehirli
GüverteÜst güverte kaplamaMeze güverte kaplamaCam kenarları kaplamaDavlumbaz kaplamaEpoksi/elyaf uygulamaEpoksi macunAstarBoya
PıraçollarAhşap silmeEpoksi/elyaf uygulamaAstarBoya
BastonAhşap onarımVernik
HavuzlukTik silmeDavlumbaz tavanı revizyon ve kaplamaDavlumbaz kemere tamirKokpit ahşap tamiriGiderlerWC tavan tahtası değişimiKokpit gösterge paneli boyaOturma grubu revizyon ve vernik
İç MekanDuvarların kaplanması1. WC dolabı vernik2. WC tezgah verniğiMutfak tezgahı vernik yenileme
ArmaDirek tamir ve verniğiArma kontrolüLazybag balenleri değişimiArma güverte bağlantılarının revizyonuKokpit anayelken iskotası donatım
Mekanik/SintineMotorun çıkarılmasıMotorun kumlama ve boyanmasıSintine temizliğiŞaft kontrolüPervane kontrolüYatak kontrolüİç glen kontrolüOrta sintine pompası değişimiDümen hidrolik hortumları değişimiAkü kutuları kontrolüSu deposu temizliğiPis su tankı temizliğiPis su tankı tesisatı yenilemeManuel sintine pompası diyafram değişimiDümen pistonu bağlantısı revizyonDinlence duş
Elektrik/Elektronikİlave solar panel montajıŞarj sistemi revizyonuOtopilot servisWebasto bakım1. WC tamirArıza feneri tamirDemir feneri ampulüAydınlatma led değişimiDeep Sounder servisIrgat bakımı
Hemen not düşeyim, kısa bir süre sonra liste zavallı kaldı. Nitekim günler ilerledikçe iş yükü azalacağına arttı...
Neyse, ilk günler her fırsatta bir şeyleri sökerek geçti. Arma bağlantıları, seyir fenerleri, elektronikler, bulaşık makinesi, tutamaçlar... çeşit çeşit ıvır zıvır itina ile sökülüp, sonradan unutulmak üzere bir yerlere kaldırıldı. Derken vinç parası denkleşti ve sıra motor ve bastonu sökmeye geldi.
Başrolümüz Haso atölyedeki motor teknisyenimiz. Ya da ustamız, her ne haltsa işte. Haso nevi şahsına münhasır bir mahlukat, yazmakla bitmez. Çok enden haklı çıktığı mevzulardan biri işte motoru yerinden çıkartırken yaşandı. Bir gün önceden başladık hazırlıklara. Allah ne verdiyse giriştik motora. Söktük orasını burasını. Bu arada Ali abiyi aradım, dedim "Küheylanı çıkartacağım yerinden. Daha önce çıkartırken sorun yaşamış mıydınız?". Sadece davlumbaz yüksekliğinin sorun olduğunu söyledi, bum dikkatli kullanılırsa başkaca bir sorun olmadığını anlattı.
Motor kapaklarını açınca döşemenin alt seviyesinde bir paslanmaz su kanalı var, dört tarafını sarıyor kapakların ve suyu giderlere aktarıyor. Haso o kanalı sökmek istedi, bende kızdım. Onu sökmezsek geçmeyeceği yönünde uyarınca bir de azar yedi benden; eski sahibinden iyi mi bileceksin diye. Gün geldi çattı, bağladık sapanı, Serhat, Haso ve ben, başladık operasyona. Kodumun motoru tam çıktı çıkıyor derken pruva yönündeki kasnak geldi kanala dayandı. O kadar da ucu ucuna ki, şöyle bir sirkelense çıkacak. "Tek kelime etme!" dedim Haso'ya, "Bir levye al kanırt!". Bu arada hesaba katmadığımız nokta vinç asıldığında sıkışan ama asılmaya devam etmesiyle oluşan yükmüş. Daha birazcık kanırtmasıyla 624 kiloluk küheylan uçtu. Şaka değil, mecaz hiç değil; bildiğiniz havalandı, uçtu ve davlumbazın tavanından sekip geri geldi. Bu arada davlumbazın tavanı da komple bir kalktı, indi. Türkçesi, teknik anlatımla "ağzına sıçtık" davlumbazın. Ama motor çıktı mı, çıktı. Şanslıymışız ki herhangi birimize çarpmadı. Bir an tekneyi devireceğimizi bile düşündüm.
(https://i.ibb.co/2NdJTYB/12.jpg)
Davlumbazı da tamir edilecekler listesine ekleyip, motoru güvenli bir yere koyup, sıradaki level'a geçtik; "baston".
Direk olmayınca yelkenli teknede iş yapmak nasıl da güçleşiyor. Vinci uygun bir pozisyona aldıktan sonra vurduk sapanı bastona. Saplamaları söktük. Daha doğrusu söktüğümüzü sanıyormuşuz. Asıldıkça inatla gelmeyen baston meğer bodoslamanın içlerinde kaybolan, başı sonu belirsiz bir saplama tarafından inatla tutuluyormuş yerinde. Hele ki çürük, kendinden geçmiş o bodoslamanın böyle inatla o heyula gibi bastonu tutması inanılır gibi değil. Hasbel kader bastonu da almayı başardık. Vinci gönderdik ve bir level'ı daha geride bıraktık.
Eş zamanlı devam eden kazıma işi de artık nihayetine ermeye, yağmurlar üzeri açık Yengeç için potansiyel sorun olmaya başlamıştı iyiden iyiye. Bir an evvel çatıyı çatmak artık kaçınılmaz hale gelmişti.
(https://i.ibb.co/9Z1SgtB/4d78ab3d-bd74-4b05-af73-52d881f49e67.jpg)
-
Gerçekten çok zor işler başarılmış. Hakan Hocam sen ki bu işlerden anlayan biri olarak bu kadar isyan ediyorsun, o zaman bizim gibi sıradan insan evlatları için doğru olan Laylon Yoğurt Kabı oluyor. Motor çıkarma işinde allah korumuş sizi gerçekten
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Gerçekten çok zor işler başarılmış. Hakan Hocam sen ki bu işlerden anlayan biri olarak bu kadar isyan ediyorsun, o zaman bizim gibi sıradan insan evlatları için doğru olan Laylon Yoğurt Kabı oluyor. Motor çıkarma işinde allah korumuş sizi gerçekten
Daha dur hele, yeni başlıyor...
-
Çadır
Dedik ya, tekneyi yerine koyunca kuş kadar olan bütçe tükendi. Diğer taraftan tekne kazındı, ahşap cillop gibi çıktı ortaya. Yani artık üzerinin kapanması lazım. Yani, para lazım. Ben inatla çadır desem de buralarda inatla çatı diyorlar. İşte o çadır için önce bir arkadaş biz hallederiz dedi, ne kadar dedim, 10.000 TL dedi. Bir tarafıma iniyordu. Lan zaten bütçe 50-70.000 ki kaynak yok ortada. 20.000'i tükettik bile. Başka bir tanesine sordum, malzeme senden olursa 5.000'e çatarız dedi çatıyı. Bizim atölyedekilerle konuştum, dedim anlatın hele, nasıl olacak bu iş. Ne de olsa her sene en az bir iki tane kuruyoruz. Keko bu konuda bilirkişimiz. Hesaplayalım dedi. O arada bende boş durmamak adına başladım yazıp çizmeye, malzeme listesi yapıp, fiyat araştırmasına.
Malzeme listesi çıktı. Özeti şu, kayık büyük, acıtacak. Branda lazım, 25*14 metre, 5*10 kereste lazım yüz küsur tane, tahta lazım yüzlerce, kalas lazım, bir sürü, çivi lazım toplam 20 kg kadar. Resmen daraldım. Bu arada marinada da tam zamanı, çadır kuran kurana. Bakıp bakıp iç geçiriyorum. Hele bir tanesi vardı ki, ev diye yaşarım içinde. Neyse, borç harç kereste parasını derledik. Benim hesabıma göre 110 tane 5*10 kereste yeter görünüyordu. Tahta ve çıta için de Keko'ya attım topu. Keko verdi siparişi ve sonunda kereste geldi. Branda için vakit var, nakit yok. Hayırlısı
(http://www.denizcikahvesi.org/sites/default/files/18.jpg)
Şimdi program şöyle; Keko elindeki işi bitirince hep birlikte girişeceğiz ve iskeleti çakacağız. Keko bir tek ölmedi! Ocak ayının yarısı geride kalırken biz hala çadırı çatmaya çalışıyoruz ama gel gör çatacak olan Keko'nun bıngıldağı oynadı. Hastanelik oldu, istirahatten sonra da baş dönmesi ve denge kaybıyla döndü. Türkçesi Keko'dan hayır yok. Ağzımızdan da çıktı bir kere çadır işi sende diye. Keko'da sağolsun, istekli. Başladık çalışmaya. O diyor, ben yapıyorum. Yapıyorum yapmaya bir şeyler ama bir kısmı zerre mantıklı gelmiyor. Bir şey de diyemiyorum, "çok biliyorsan kendin yap" dese kalırım dımdızlak. Uzatmayayım, Keko ayakta kalabildikçe çalıştık. Bir kaç günde biraz yol aldık.
(http://www.denizcikahvesi.org/sites/default/files/20200121_161329.jpg)
Zemin fiyasko. E bizim dikmeler de evlere şenlik ama asıl merak ettiğim, nasıl çakacağız çatıyı. Keko'ya bir kaç kez dedim, "şu çatının makaslarını neden hazırlayıp dikmiyoruz", "kaldıramayız abi" dedi. Lan arkadaş, kaç kilo olabilir ki. Zaten herbirimiz bir öküz gücündeyiz çalışırken. Yok, dinletemedim. Laz işi oldu. Şimdi yukarıdaki fotoğrafta olmayan çatı için makaslar hazırlanacak ve sonra aşağıdaki fotoğraftaki gibi, merdivenle 5 metre yükseklikte okuya üfleye çakılacak. Lan arkadaş, o kadar mühendislik oku, yıllarca her türlü tasarım işi yap, bilmem kaç tane fuar stantı kur, sonra gel gecekondudan hallice bir işte aşağıdaki duruma düş...
(http://www.denizcikahvesi.org/sites/default/files/27.jpg)
Bu arada Fethiye'de sevdiğim bir kumaşçıdan brandayı da iyi bir fiyata bulunca gün geldi çattı. Çatı çatılacak ve branda atılacak. Orijinal plan makasları çakıp sadece brandayı sermek için vinç çağırmaktı. Tabi ki öyle olmadı. Makasları çakmaya başlayınca her açıdan sıçtığımız çıktı ortaya. Çarşamba yağmur geliyor. Ardından da fırtına. Salı gününden aradım vinç için, Çarşamba saat 13:00 dedim, en geç. Yağmur yağacağını, yağmadan örtmemiz gerektiğini bir kaç kez söyledim.
Planın yeni hali, sepetli vinç gelecek, sepete çıkıp makasları çakacağım. Tabi vinç gelmek bilmedi. O arada üç makası çaktık bile. Kaldı dört tane. Ama çaktığımız makaslardan biri sakarlığımızdan, biri de benim kazmalığımdan patladı. Sinirlerim iyice laçka oldu. Lan bir kaç ay kalması, fırtınaya falan dayanması gereken çadır daha kuramadan dağalmaya başladı. Delireceğim. Makasları tamir ederken sonunda vinç geldi 15:30'da. Bu arada ilk parti yağmur da vinçle birlikte başlayarak tüy dikti durumumuza.
Sepette ben, teknenin üzerinde atölyeden arkadaşlar başladık hummalı bir şekilde çalışmaya. Bir makas daha pörtledi. Bir makasın bir ayağı diğerinden uzun olmuş, merkezden kaydı. Öyle böyle, bizim çadır tey tey de olsa kendi ayaklarının üzerinde durmaya başladı. Sıra inca tahtalarla 5*10'ları birbirine bağlamaya geldi. Sepet girdi, giremedi. Operatör kulak arkasına kadar cilalandı. Ahşap iskelet bir kaç kez gitti geldi. Bu arada tekrar yağmur başladı. Vinç saatine 600 TL yazıyor. Alt alta koydukça zıvanadan çıkmaya başladım. Hava kararmaya yüz tuttuğunda durum aşağıdaki gibiydi...
(http://www.denizcikahvesi.org/sites/default/files/29.jpg)
Sıra 25*14 metre ölçülerindeki tek parça brandayı çatının üzerinden aşırmaya geldiğinde henüz kahvaltı dahi etmemiş olduğumu farkettim. Yağmur biraz ara verince açlığı unutup hemen çıktık sepete. Öncesinde adet olduğu üzere öyle mi sersek, böyle mi alsak şeklinde sayısız fikir ortalıkta uçuştu. Bir ara yoldan geçen bir servis sürücüsü dahi konuya dahil olup akıl verdi. Sonunda çıktık sepete Sülo'yla, başladık operasyona. Anamızdan emdiğimiz süt hemen her gözeneğimizden geldi. Ağır, ağır da asıl sorun her asılışımızda "aha, gitti çadır" dye yüreğim ağzıma geliyor. Arkadaş kıçı başı bir oynuyor bizim çadırın. Nasıl duracak bu çadır kendi ayaklarının üzerinde...
Brandayı da attık. Hızlıca tahtaları ve çıtaların bir kısmını çaktık. Vinci azat ettik. Hava karardı. Yağmur yeniden başladı. Çiviler hariç 3.680 TL'na malolan çadırın karşısına geçip bir sigara yaktım. İş listesinin kalbinde yer alan önemli bir eşiği atlamıştım ama gel gör, sabah geldiğimde hala yerinde olacağına dair ciddi endişelerim vardı.
(http://www.denizcikahvesi.org/sites/default/files/28.jpg)
Nitekim ertesi sabah geldiğimde çadırdan ziyade bir sarnıç inşa ettiğimizi farkettim...
-
Kolay gelsin abi sarnıç olmuş cidden ;D
-
Kolay gelsin kardeşim, sonunda inşallah güleceksin. Sabırlar, yaptığın iş çok şayanı takdir
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Sağolun, varolun. Eninde sonunda bitecek ve gerçekten nefis olacak.
-
Eline emeğine sağlık.
Değecek. Göreceksin.
Sabrını da saygıyla karşılıyorum.
-
Eline emeğine sağlık.
Değecek. Göreceksin.
Sabrını da saygıyla karşılıyorum.
Sağoalsın. Sabır kelimesi zavallı kaldı valla, level üzerine level atlıyorum sabır konusunda :))
-
Önceki günkü telefon konuşmamıza kadar her seferinde sen anlattıkça içim daralıyor, kalbim sıkışıyordu.
Son telefon konuşmamızda koyver gitsin dedim.
Gecikmelerin nedeni senden kaynaklanmıyor. Hemen tamamı ülkedeki çalışma ve is yapma standartlarının sana yansıması. Bunca yıldır asla veriel tarihte işi tamamlanmış tekne görmedim.
Hayırlısı ile, daha fazla gecikmeden denize in.
-
Başka türlü insan kendini yiyip bitiriyor, başka da bir işe yaramıyor. :)
Bitecek eninde sonunda :)
-
Başka türlü insan kendini yiyip bitiriyor, başka da bir işe yaramıyor. :)
Bitecek eninde sonunda :)
Bitçek 

Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Yeteri kadar endişe yokmuş gibi bir yenisi daha eklendi; çadır. Yahu arkadaş, cidden akıllı adam işi değil şu tekne işi. Denizde ayrı dert, karada ayrı dert. Çadırı kurduk, kurduğumuz gibi başladı fırtınalar. 50 knot rüzgara dayandı ama nasıl dayandı, ben de hala anlamış değilim. Alarga günlerin bir benzeri oldu hayat, rüzgar esti, koş çadırı kontrol et; yağmur indirdi, koş çatıda biriken suları kontrol et… sürekli bir şeyleri kontrol et.
Ama hepsi hikaye, asıl zor olan çalışan adamları kontrol etmek. Şubat ayında kelimenin tam anlamıyla giriştik kayığa. Tatlı su çürüklerinden süngere dönmüş bodoslamanın değişimi en çok gözümde büyüyen iş. Baş tarafı komple dağıtmamız gerekiyor. Söktükçe içim gidiyor, “Ne yapıyorum lan ben!” diye soruyorum sıkça kendime. Küpeşteler, pıraçollar, sargılar… söktükçe söküyoruz, söktükçe daralıyorum. Nasıl toplanacak bunların hepsi? Neyse ki adamlar iyi çalışıyor diyor, avunuyorum. Yengeç bildiğin şantiye.
Bir de öngörülemeyen işler var. Mesela, Yengeç’in davlumbazında altı Alüminyum çerçeve ile sabitlenmiş cam var. Salladım durdum, sırası gelince sökerim diye. Ne olacak ki, altı üstü bir kaç cıvata. Cam başına 24 adet, toplam 144 adet cıvatanın tamamı paslanmaz ve Alüminyum çerçeveye herhangi bir kimyasal -Duralac vb- kullanılmadan saplanmış ve tabi bin yıldır olduğu yerde kalınca kelimenin tam anlamıyla tutmuş. Üçüncü günün sonunda ısıtma, darbe, çürütme vs tüm yolları ve öngörülen sabrı tüketip taşla kestim alayını. Günün sonunda çerçeveleri, zamanı geldiğinde kabusa kaldığım yerden devam etmek üzere kaldırdım.
Şubat hızla ilerlerken kayık neredeyse tamamen soyulmuş, personel kamarasının tavanı komple sökülmüş, baş taraf tamamen dağılmış, havuzlukta sancak tarafta yer alan tuvaletin tavanı sökülmüş, eski Alüminyum çerçevelerin tamamı yeni lumbozlarla değiştirilmek üzere sökülmüş… yazmakla bitmez bu liste. Tek tesellim, ekip iyi çalışıyor, durmadan bir şeyler sökülürken, bir şeyler yerine alıştırılıyor.
Hani dedim ya, asıl zor olan adamları kontrol edebilmek. Mart ayıyla beraber ekibe nazar değdi. Bu arada çalıştığım atölyede işler almış başını gidiyor. Yerimde duramıyorum, tekneden tekneye sekip duruyorum. Bulduğum her boşlukta koşa koşa kayığa geliyorum ki, ya bir kişi kalmış çalışan, ya o da yok. Bahaneler, mazeretler… Oysa taksimetre çalışıyor. Hatta aslında Şubat sonunda sözleşme bitti. Akıbet belirsiz. Hatta tam da Neyzen’in dediği gibi, “hal bok, ati kenef!”
Bunlar daha iyi günlerimmiş meğer. Mart ayıyla birlikte pandemi de giriverdi hayatımıza. “Kolera günlerinde aşk” tadında ilerliyor işler; salgın uç verdi, sokağa çıkma yasakları kapıda. Sözleşme bitti, marina arayıp kayığı atalım falan gibi şeyler söylüyor. Aslında tam da olan şey şu, Şubat’ın son haftası arayıp, kontratını bitti, hazırsanız atalım suya dediler. Fakat öyle bir yerdeyim ki, beni atabilmeleri için 5-6 tekneyi kaldırmaları lazım. Gayet saftirik bir şekilde düşündüm ki, nasıl olsa uğraşmazlar. Zaten öyle absürt bir yerdeyim ki, kimsenin teknesini koyamazlar oraya. Aklı başında adam yıkar ortalığı. Su yok, çamur içinde her yer. Neyse, aradılar, “Hazırsanız sizi Cumartesi ya da Pazar günü atacağız.” dediler. “Az bir işim var, atın o zaman.” diyerek aklımca blöf yaptım. Ulan, Marintürk bu, yer mi hiç! 19 teknede olsa kaldırır, atar ya da çatır çatır farkını alır. Sonraki hafta tekrar aradılar, kaldırıyoruz dediler etrafınızdaki tekneleri. “Kaldırın.” dedim gayet pişkince. Bir yandan da başladım tutuşmaya.
Bu arada bir umudum var, o da pandemi. Hani belki aklı başında, gelişmiş bir memleket gibin davranır da lock-down falan eylerlerse, mücbir sebepten yırtarım falan gibi hesaplar yapıyorum. Tabi tamamı boş hesaplardı. Çarklar döndü ve altında ezilmeye devam ettim.
Tablo şöyle; olan 20.000 TL’lik çılgın bütçe çoktan bitmiş, hatta nereden ve nasıl bilmiyorum, harcamalar 66.000 TL’yi geçmiş. Daha işin orta noktasındayım -ki sonraki günlerde gördüm ki, o an orta noktaya ne kadar da uzak olduğumun farkında bile değilmişim- ve para yok. İş çok. En sonunda delikanlılığı bir tarafa bırakıp, efendi efendi sordum vebalini işin. Dediler bir ay için 13.000 TL. O an içimden geçenlerden ben bile korktum. “Şaka mısınız lan siz!” dedim galiba, emin değilim. Cidden rakamı duyunca kendimden geçmişim. Son derece saf bir şekilde 30 gün daha uzattık kontratı. Sağolsunlar, rakam 6.700 TL gibi bir şey oldu. Oldu da, nereden, nasıl ödenecek, hiç bir fikrim yok. Sen misin efelenen. Ulan sınıf bilinci dahi gelişmemiş sen, Marintürk’le aşık atabilir misin?
Mart’ın sonuna doğru psikolojik olarak tükenmeme cidden az kaldı. Bu kara serüveni de yine “efsanevi” olacak gibi. Sıcaklar da yaklaşıyor. Mayıs başında denize inemeyecek bir Yengeç yine ağır kapak olacak, o kesin. Öyle de dağıttım ki bu sefer adam edeceğim diye, ha desem bir ay sürer toparlamak. Artık öyle bir bozulmuş ki psikoloji, geçen gece rüyamda Yengeç denize inmişti ama motoru ve dümen tertibatı yoktu. Demir alıp, yekeyle yol almaya çalışıyordum ama ırgat da yoktu…
-
100 kilo epoksi reçine… dile kolay, 100 kilo. Duruyorum, düşünüyorum, oha diyorum, 100 kilo da ne. Başladık reçine ve elyaf aramaya. O marka, bu marka derken İstanbul’dan verdik siparişi, 100 kilo epoksi reçine ve 3 top örgü elyaf geldi. Plaka plaka, çeşit çeşit kontralar zaten çoktan gelmiş hatta neredeyse sarma işi bitmişti bile. Artık sonunda sıra geldi kayığı elyafla sarmaya.
Bu arada ahşap onarımları da neredeyse bitti. Baş bodoslama değişti, günlerce süren uğraştan sonra sargılar bitti, gemici kamarası tavan döşemesi komple yenilendi ve bitti, biten bitene. Ama gel gör, kayık hala evlere şenlik. Dışarıdan bakınca hiç bir şey yapılmıyor gibi duruyor. Oysa dünya kadar iş geride kaldı. İkisi öksüz dört posta yenilendi. Sancak kıç taraftaki yumru ve posta onarımı için pıraçolları sökmek gerekti ki iş bu aşamada bir kez daha çirkinleşti. Sadece pıraçolların sökülmesi ve yeniden monte edilmesi bile öyle ciddi iş ki…
Arada keyfimi yerine getiren şeyler de olmuyor değil. Daha önce bahsetmiştim, Yengeç’in bitmek bilmeyen sorunlarından biri büyük, Alüminyum çerçeveli camlarıydı. Kasaranın eğimine uymayan çerçeveler esneyemediğinden bir süre sonra ya açma yapıyor ya da ahşabı oynatıyor; sonucunda da sürekli camlardan içeri su geliyordu. Karaya alırken en çok istediğim şeylerden biri çerçeveleri söküp atmak ve daha çok yakışacağını ve daha sorunsuz olacağını düşündüğüm lumbozlara dönebilmekti. Çözüm basit ve belirli ama fiyatlar ulaşılmaz olduğundan bir kenarda temenni olarak bekliyordu bu düşünce. Derken sahibinden.com’da bir ilan gördüm, gözlerim parladı. Mesaj gönderdim. Şansa bakın ki, ilan sahipleri beni de, Yengeç’i de gıyaben tanıyorlarmış. Neredeyse hediye gibi bir fiyata 18 tane, fırtına kapaklı, hem de Krom lumbozum oluverdi. Karaburun’a uçarcasına gittim, aldım ve döndüm. Hemen başladık eski camların boşluklarını kapatıp, yeni lumbozların yerlerini hazırlamaya.
Nisan ayı tüm hızıyla akıp giderken bir sürü iş bitiyor, bir sürü iş başlıyor, daha bir o kadarı sırasını bekliyor. Irgatın bakımı bitti, boyandı, paketlendi ve bir kenara kondu. Emektar Ford’un bedenini kaplayan 5-6 kat boya, pas, yağ… ne varsa temizlendi. Kumlama yerine 280 bar’lık bir su jeti ve boya sökücü ikilisinin tekrar tekrar uygulaması ile önce tamamen soyuldu Küheylan. Sonra ısıya dayanıklı astar ve üzerine yine ısıya dayanıklı, endüstriyel seri bir akrilik boya ile maviye boyandı ve üzeri örtülüp sahne alacağı günlere kadar bir kenara kaldırıldı.
Yengeç’in bana göre en büyük handikabı olan güvertede açıkta kalan postaların üzeri kapatıldı ve sanırım en önemli sorunlarından biri çözüldü. Daha önce postaların arasında frengi olmamasından dolayı biriken su olduğu gibi teknenin ahşabına nüfuz ederek çürümesine neden oluyordu.
Davlumbazın tavanını motoru sökerken yerinden oynatmış, şakülünü kaydırmıştık. Onu tamir ederken tavanında kısmen çürük olduğu çıktı ortaya. Onu da değiştirdik. Davlumbaz gerçekten kaya gibi sağlam oldu.
Bu arada Marintürk kendilerince makul bir bedel belirledi uzatma için, aylık 6.380 tl. Onlara göre bedava ama gel sen bir de bana sor. Hele ki Nisan’ın son günleri gelirken hala olası bir iniş takvimi kestirememek en büyük sorun olsa gerek. Mayıs demek sıcak demek, Haziran geldiğinde hala denize inememiş bir Yengeç madden de, manen de büyük bir çöküş demek.
Nisan’ın son günlerinden itibaren artık macun maratonu başlayacak. Ama gel gör ortada ne macun, ne macunu alacak para, ne macunu çekecek usta, ne de macunu çekecek ustaya verecek para var… İşte tam da bu kabusun ortasında benim yarım akıllı ustam, nam-ı diğer Battal Gazi hapisten çıkmış, iş var mı diye sormaya gelmiş.
Meğer daha iyi günlerimmiş bunlar…
-
En zor iş dediğim bir çuval iş bitiyor, ardından daha zorları başlıyor. En zoru yokmuş arkadaş, her biri zormuş. Kontraplaklar çakıldı, elyaflar sarıldı. Teorik olarak işin çoğu bitti gibi görünüyor. Sırada macun var. Ardından astar, boya falan. Bakıyorum bakıyorum, de ki Haziran başında iner diyorum. Altı üstü macun, astar ve boya. Lan arkadaş meğer ki daha yeni başlıyormuşuz.
Döne döne adam arıyorum. Macun işi beni aşar. Elim yatkın değil, tecrübem yok. Şimdi iki kallavi iş var, biri macun, diğeri kalafat. İkisi için de birilerini bulmam lazım. Fakat yine para da yok. Dahası, rakamlar yine saçma sapan. Önce ahşap ve elyaf işlerini yapan elemanlara dedim, “Başladığınız işi bitirin, siz yapın.” diye. “Elimizde iş var dediler, dahası iş olmasa da 125.000-130.000 TL’lik iş var, sana 100.000 olur ama daha altına yapılmaz.” dediler. Nevrim döndü resmen.
Önce bir guletçi abim var, çok da severim. İyi de iş gelir elinden. Onu aradım. Macun ve kalafat için geldi, baktık birlikte. “25.000 TL. alırım ve en az 20-25 gün sürer.” dedi. Kibarca anlattım durumumu, öyle bir para da yok, öyle bir zaman da. Dört dönüyorum ortalıkta, deli olacağım. Bana göre iş bitmişti yahu. Hala bol sıfırlı rakamlar dönüyor ortalıkta. Nisan bitti, Mayıs demek otuzlu dereceler demek, armuzların açması demek. Delireceğim.
İşte tam bu cinnet anlarından birinde telefonum çaldı, bir de baktım ki Cabbar arıyor. Ulan bin kez aradım herifi, telefonu sürekli kapalıydı, şimdi olmadık zamanda çıktı ortaya. Cabbar ya da kendi aramızda taktığımız isimle “Battal Gazi”. “Nerelerdesin ulan, bin kere aradım seni.” dedim, “Hapisteydim, yeni çıktım abi.” dedi. Burada bir ara verip, biraz geriden doğru anlatmak lazım Cabbar’ı.
Göcek’e geldiğim ilk sene tekneyi karaya aldığımda, altında çalışırken geldi bir gün Cabbar. Lafladık, anlattı da anlattı bir şeyler. İyi mi, kötü mü bilmem, sabırla dinlerim kim ne anlatsa. Çoğunu hatırlamıyorum bile ama arada yardım lazım olursa elimden iş gelir demişti. İşte o sezon da işler gecikince buldum Cabbar’ı, zımpara, macun vs işler için anlaştık. Gerçekten iş geliyor elinden, iyi de çalışıyor. Ama gel gör, tekneye gelirse iyi çalışıyor. Daha ikinci gün kaybolmaya başladı ortalıktan. Meğer, karadaki bir sürü tekne ile anlaşmış, bir ona, bir ötekine sekip duruyor. Birinde zımpara yapıyor, birinde macun çekiyor. Eh, o zaman da cepte para yoktu ve ekonomikti, katlandım. Bayağı da bir işimi gördü doğrusu.
Neyse, devam edelim. “Atla gel, sana göre işim var.” dedim. Sözleştik ve ilginç bir şekilde gününde geldi. Birlikte gezindik tekneyi. O arada neden hapse girdiğini anlattı. Jandarmaya atar yapmış, daha önceden de ertelemesi vardı, bu sefer alıvermişler içeri. Pandemi hikayesine kontrollü serbestlikle salıvermişler. Salıvermişler ama, piç gibi kalmış ortada. Aylar sonra, iş yok, güç yok. Nihayetinde bir ayda bitirmek üzere anlaştık Cabbar’la macun işi için. Altını çizerek, bir kaç kez uyardım, “Başka iş almak yok, bu sefer bozuşuruz.” diye. Söz verdi, yemin falan etti.
Biraz olsun rahatlamıştım. Macun maratonu artık başlıyordu. Battal Gazi öncelikle bir scooter istedi. Ulaşım sorununu çözebilmek için. Tamam dedim, hallederiz. Sonuçta toplamdan düşeceğiz ya. Bulduk bir scooter Fethiye’de, gittik almaya. Anlaştık fiyatta da. “Notere gidelim, bitirelim şu işi.” dedim, “Abi, benim kimliğim yok. Hapishanede, gidip oradan yazı almam lazım.” dedi. “Yemezler oğlum, benim üzerime aldıramazsın. Git birini bul, onun üzerine alalım. Karını falan ara.” dedim. Demez olaydım. Karısı resmen çemkirdi, o da yanaşmadı. En sonunda, “Ben sana scooter parası veririm, gerisine karışmam abicim.” dedim ve sıyrıldım işin içinden. Bu arada öğrendim ki herifin ehliyeti de yokmuş. Daha doğrusu bilmem kaçıncı defa alkollü yakalanınca artık tamamen almışlar ehliyeti.
Ertesi sabah bizim Battal Gazi yüzünde mutlu bir ifadeyle geldi. “Abi, 130-140 gidiyor bu alet.” dedi, “Allah belanı versin Cabbar!” dedim, “Bu işler bitmeden kaza maza yaparsan şansın varsa ölürsün.” dedim. İlk gün ve scooter’ın gazıyla herif it gibi çalıştı valla. İkinci gün sabah saat 10 oldu, beyim hala yok. Aradım en sonunda, “Abi, scooter bozuldu, yolda kaldım. Tamirciye geldim.” dedi. “Ulan sığır, ne bekliyordun ki, o alete o kadar yüklenirsen olacağı buydu.” Öğlen geldi, kaldığı yerden devam etti çalışmaya.
Bizim atölye ekibinden Hasbi’yi aldım, gittik tekneye. Hasbi’ye dedim, “Bir kontrol et, yönlendir.” Hasbi uzun uzun anlattı, gösterdi, ne dediysek “Tamam abi.” dedi. Sonra dedik bu iş tek başına zor olacak, yanına birini daha bulalım. Makul yevmiyeyle, benim de tanıdığım, Kazım’ı aldık yanına. Biri macun karıştırır, diğeri çeker. İş hızlanır.
İş hızlanmadı. Bizim Battal Gazi, guletlerden alıştığı gibi, sıyırma macun çekip duruyor. Zımparadan sonra macun kalmıyor. Bir türlü ortaya zemin çıkmıyor. Bir kez daha Hasbi ile çektik, gösterdik. “Önce yükleyeceksin macunu. Sonra takoz zımpara, sonra yoklama, tamam mı?” Beyimin omzu sakatmış, onbirinci scooter kazasında sakatlamış. Takoz yapamazmış. “Hele bir çekin macunu, yaparsın.” dedim. Sonuçta iki kişiler, çok da zor değil. Bir de adam benden on küsur yaş daha genç ve hımbıl falan da değil.
Sonraki günlerde bizim Battal Gazi yatak istedi, klima istedi, bazı günler öğlen saatlerinde tüydü, bazı günler hiç gelmedi. Benim en büyük zaafım, ki bu işlerde kabul edilebilir bir şey değil, parayı saklamam, hemen veririm. Kendimden pay biçerim, içim elvermez. Ama gel gör, bu işlerde gerçekten büyük zaaf. Neyse, Mayıs da böyle geçti. Macun çekiyoruz, zımpara yapıyoruz, macun kalmıyor zeminde, tekrar macun çekiyoruz falan gibi saçmalıklarla uğraşıyoruz. Bir aya biter dediğimiz iş, bir ay geride kaldığında neredeyse bir arpa boyu falan ilerleyebilmişti. Diğer eleman, Kazım’la aylık anlaşmıştım. Ay bitti, iş bitmedi. Bir de oradan girmeye başladı.
Bir sabah bizim Battal Gazi kanlar içinde, kısmen sargılı bir halde geldi. Meğer yine içmeye başlamış, karısıyla tartışmışlar, kadın da saplamış bıçağı böğrüne. Yahu arkadaş, nereye düştüm ben, deli olacağım. Kadın bir de evden kovunca bizimkini, bir de ev tutmamız gerekti beyime. Adamla anlaştığımız rakamın %77,5’unu ödemişim ama işin %25’i belki bitmiş. İkinci ay geride kalmak üzere, marina her ay küt diye 6.380 TL geçiriveriyor ve ben hala sakinim. Arkadaş, bu kadar da sakin, bu kadar da sabırlı olmamalıyım, bağırıp çağırmalı, sağa sola saldırmalıyım. Yok, olmuyor.
Mayıs ortasına gelirken belki de en yerinde verdiğim karar karinayı da sarmak oldu. Kalafatçı aradım, buldum. Adam geldi, malzeme hariç 8.000 TL isterim dedi. “Ulan, zaten battı balık, yan gider. 8.000 kalafata verene kadar, üzerine biraz daha koyarım, karinayı da sararım.” dedim. Aradım elemanları, alın malzemeyi gelin, hemen başlayın dedim. Zaten tekne olmuş çıtır çıtır. Bir ay sonra tüm armuzlar açacak ve aynı kabusu bir kez daha yaşamak istemiyorum.
Mayıs sonuna doğru tekne iyice şenlendi. Yukarıda macun ekibi, aşağıda elyaf timi…
Haziran’da geride kalırken Yengeç’in karinası da sarılmış, direğin zımparası bitmiş, bir sürü ıvır zıvır iş daha hallolmuş ama asıl bitmesi gereken macun işi bir türlü bitememişti. Temmuz’un ortalarına doğru jandarmadan bir telefon alan Battal Gazi Fethiye’ye gitti ve bir daha dönmedi. İtiraf etmeliyim, üzerimden yük kalktı. Aynı günlerde macun ekibine diğer eleman Kazım’ın eşi Aru’yu ekledik. Arzu geldiği gibi en önemli değişim şantiyede sürekli çay, kek, abur cubur, neskafe falan bulmak mümkün hale geldi. Şantiyeye kadın eli değdi resmen. Arzu iyi de çalışıyor, hatta Kazım’ı benden daha iyi kontrol ediyordu. Ve tekrar başladık macuna ve takoza.
Temmuz’da geride kaldı, ver elini Ağustos…
-
Sonunda bu tekneyi Rahmi Koç Müzesine alacaklar sanırım. Resmen teknenin yaşam filmi çekilse, gişesi bol olur.
Az kaldı keyif içeren su üstü yazılarını okumaya...
-
+18 ve bol bip'li olur :))
SM-N910C cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
;D ;D
-
2014 yazında Kaş’a göçerken hiç aklıma gelir miydi hayatımın en kötü kışını orada geçireceğim. 40 knot üzeri dokuz fırtına, yılbaşı gecesi 64 knot rüzgarda tonozu koparıp kıçını beton iskeleye, pruvasını yan tekneye yaslayan Yengeç, sel, sabah kalktığımızda tepede beliren şelale, denizde oluşurken gördüğüm üç hortum, rüzgar yokken gelip limanı yıkan, tekneleri deviren dev dalgalar… Bir mevsime tüm doğa olaylarının sığdığı lanet bir kıştı 2014-2015 kışı.
2017 yılı sonlarına doğru Göcek’e göçerken de hiç aklıma gelmezdi, hayatımın en kötü yazını Göcek’te geçireceğim. 2020 yazı hemen her gün aynı serzenişle geçti; “Ne anladım ben bu Göcek’ten?”. Tekne karada, bitmek bilmiyor. Atölyede işler bitmek bilmiyor. İlk kez keyif için denize girdiğimde Eylül ortasıydı. Çevremdekiler sürekli aynı şeyi duyuyorlardı benden: “Ha Göcek, ha Konya ovası.” Gerçekten de, denize çıkamıyorum, yüzemiyorum. Akın akın geliyor insanlar; çarşısında yürüyemiyor, kafesinde oturup ağız tadıyla iki çay, bi lak lak yapamıyorsam sokayım böyle güneye arkadaş. Konya’da da olsam bundan daha farklı geçmezdi günlerim.
Pandemi olmuş yalan. İstanbul, Ankara ve İzmir plakalı araçlarla dolu her yer. Ruslar her köşe başında. Bizde ise vaziyet hepten çetrefil. Battal Gazi sittir olup gideli beri, hala onun yediği haltları temizlemeye çalışarak geçiyor günler. Durumu görelim dedik, komple bir kat epoksi astar attık. Bir ton yoklama-tamir-yükleme vs işi çıktı. Macun su gibi akıyor. İpin ucu kaçtı iyiden iyiye. Bordalar, cam kenarları, nereye baksam harita gibi. Sonunda Kazım ve Arzu’ya bizim ekipten de takviye geldi. Bir kaç gün hep birlikte giriştik macun işine.
Macun yükleme…
Macun-zımpara paradoksu dışında da işler var aslında yürüyen. Ama öyle lanet bir iş ki bu, deli gibi çalışıyor, kalem kalem iş hallediyorsunuz, gel gör, gelen “Aa, hala aynı duruyor tekne.” diyor. Mesela, yeni küpeşteler çakıldı. Çocuk gibi sevindim. Nasıl hoş geliyor gözüme. Ulan benden başka neredeyse farkeden bile yok. Az iş mi ulan, komple küpeşte değişimi…
Bir diğer kallavi iş de Yengeç’in her daim sürprizlere gebe mekaniğinin revizyonuydu. Uzun zamandır aklımda olan işlerden biriydi bu revizyon. Bir de üzerine bizim motor ustamız Hasan “Fazladan bir şaft körüğü var elimde abi.” deyince, hemen başladım üzerine fantaziler kurmaya. Yengeç’in mekaniği muhtemelen son şeklini imal edildiği tersanede almış. Benden önce Ali abi çok çekmiş. Damper dağıtıp, kaplin kesiyormuş. İlk ciddi müdahalemi daha İstanbul’dan çıkarken yapmıştım aslında. Esnek kaplin ilave edilen mekanik son derece iyi randıman vermiş ama gel gör usta olacak denyonun kazmalığından, Kaş yolculuğunun daha başında motorsuz kalmıştık 38 knot Lodos’ta, Marmara’nın ortasında.
Aradan geçen zaman zarfında çok şey öğrendim. Daha da önemlisi, sistemi ve işleyişindeki sorunları gözlemleme şansım oldu. Neyse, uzatmayayım, bizim balyozlu ilah Hasan, balyozunu ve pürmüzünü kaptı, geldi. Hasan’ın elinden balyozunu ve pürmüzünü alırsan toplamanın sıfır ya da çarpmanın birinden farkı kalmaz. Az kahrını çekmedi O da Yengeç’in. Sağolsun, ne zaman başım sıkışsa hemen yanı başımda. Bir de öküz olmasa…
Hasan’la planımız basit; şaftı alacağız, sonra da iç gleni sökeceğiz. Hasan motoryatlardan alışmış, ayır kaplini, koy balyozu. Aynı tarifeyi Yengeç’e de uygulamaya kalktığında ben teknenin başka bir tarafında, başka bir şeyle uğraşıyordum. Balyozun sesiyle birlikte “Sokarım ulan sana o balyozu!” diye uçarak geldim. Klasik savunma cümlesine “Ama abi…” diye başlar, başlayamadı. “Çık ulan yukarı, in makine dairesine, önce bir bak.” dedim. Yengeç’in şaftı iç glene kadar gelip, orada sabitlenmiş vaziyette. O balyoz darbeleri devam etse iç glen, beton, muska tahtası… ne varsa gelecek toptan.
İlk gün denememiz başarısız oldu. Oynamadı yerinden şerefsiz şaft. Muhtemel sebebi, kovan içerisinde yatak olarak çaktığımız “yemiş” dedikleri fiber. Öyle bir tutmuş ki, ne ettiysek oynamadı yerinden. Bir kaç gün sonra tekrar geldik başına. Bu sefer içeride, glen üzerinde şaftı sabitleyen somunu alıp, gleni sökelim, sonra da şaftı çekmeyi deneyelim dedik. Yine olmadı. Çektirme de çaresiz kaldı. En son denememizde, şimdi ne halt ettiğimizi hatırlamıyorum, biraz oynar gibi olunca Allah ne verdiyse giriştik. İşe yaradı da. Ne varsa geldi. Şaft, kovan, muska tahtası, glen… hatta otuz küsur yıllık, görmüş geçirmiş beton da kırıldı.
Olduğu gibi bırakıp çaya gittik. Dönüp bakmak bile istemedim.
Neden, nasıl bilmem, farkettim ki sonbahar gelmiş. Hala macun çekip, takoz yapıyoruz. Dahası, dünya pandemi mevzuunu çözememiş olsa da marina COVID19 uygulamalarının artık bittiğini ve normalleşme sürecine geçildiğini söyledi. Yani, artık aylık 6.341 TL değil yaklaşık iki katını ödemem gerekecekmiş. An itibarı ile suyu dahi olmayan, kendilerine dahi ait olmayan bir alan için ellibin liradan fazla ödemişim. Excel tablosundaki toplam yüzseksenüçbin lirayı aşmış. Ha desem kayığın denize inmesi Kasım sonu. Kasım sonu demek, kışın başı demek. Uzun lafın kısası, yine takkeyi önüme koyup düşünme zamanı gelmişti.
Aklı selim ne diyorsa onu yapmaya karar verdim. Tekneyi taşıyacağım. İlk planda söz konusu alanın sahibi ile konuştum. Sağolsun, komik de bir para istedi. Marinaya da dedim “Gidiyorum ben.”. Yeni plan ana hatları ile şekillendi. Tekneyi Mart sonuna kadar 750 metre ileride ki park sahasına çekeceğim. Orada tüm işlerini bitirip, içime sinecek şekilde denize atacağım. Ekim ayı ortasına kadar çadır sökülecek, taşıma için uygun araç bulunacak ve artık bu marina zulmü bitecek.
Düşüncesi bile rahatlattı beni. Uzun bir aradan sonra, tuhaf bir hafiflik hissettim. Hatta, galiba keyfim yerine bile geldi.
-
Konu bütünlüğü bozulmasın yazmayayım diyorum ama dayanamayacağım.
Aklı selim ne diyorsa onu yapmaya karar verdim. Tekneyi taşıyacağım. İlk planda söz konusu alanın sahibi ile konuştum. Sağolsun, komik de bir para istedi. Marinaya da dedim “Gidiyorum ben.”. Yeni plan ana hatları ile şekillendi. Tekneyi Mart sonuna kadar 750 metre ileride ki park sahasına çekeceğim. Orada tüm işlerini bitirip, içime sinecek şekilde denize atacağım. Ekim ayı ortasına kadar çadır sökülecek, taşıma için uygun araç bulunacak ve artık bu marina zulmü bitecek.
Hanibu sorunun hakkı olan sözcükler bunlar değil ama artık siz boşlukları doldurursunuz. Muhtemel herkesin aklına bu soru gelmiştir.
Ah be kardeşim Madem marinanın ilerisinde hem de hepi topu 750 metre ilerisinde böyle bir alan vardı ki normalde her hangi bir marinanın çekek sahası mesafeleri de böyledir , Neden işin başında orayı tutmadın? Neden marinaya bu kadar para bayıldın? Keşke başta orayı tutsaydın diyesi geliyor insanın ama demiyorum. Muhtemel onun da başka bir musubet hikayesi vardır. :)
-
Yengeç boyutlarında bir tekneyi taşımak tabi ki atomu parçalamak falan gibi bir şey değil ilk bakışta. Ama gel, gör... her hamle kendi içinde bir "challenge" olabiliyor bazen. Bir sonraki bölümde anlatmıştım. Ekliyorum aşağıya.
-
Cepteki para gibi sarıyaz da tükendi gitti. Teknede hareket yok. Para bitince çalıştıracak adam da kalmadı. Bir de üzerine atölyenin işleri eklenince günler yine uzaktan izleyerek geçiyor Yengeç’i.
Tabi bu kadarla kalsa yine iyiymiş. Bir de üzerine yaptığım saçma sapan bir sakarlıkla sağ eli de bir süreliğine kaybettik. İskele demiri ile forkliftin bıçağı arasında sıkışan sağ elimin üç parmağını son anda kurtardık. Sadece dikişle atlattık. Ama gel gör, kaldık bir süreliğine tek ele…
Ekim ortasında kontrat bitti. Marinaya dedim, taşıyacağım tekneyi. Yavaş yavaş başladım taşınma hazırlıklarına. Kilit sorun uygun bir “boat-mover” bulabilmek. İstanbul’dan gelen bir emmi heveslendirdi, makul de bir para istedi. Tamam dedim, oldu bu iş. Gel gör, taşıyacağımız yere gidince yine hayaller suya düştü. Tırın çekek alanından önceki iki köşeyi dönmesi mümkün görünmüyordu. Marinadan boat-mover istedim, ücreti mukabili, prensipleri varmış, marina sahası dışına çıkartmıyorlarmış. D-Marin’den istedim, onların aracı da zayıf kaldı, gözleri yemedi. Bu arada oldu bu iş diye sevinip, çadırı da sökmeye başlamıştım. Yine girdik çıkmaza…
Dalaman’da bir firma var. Onu aradım. 750 metre mesafe için 6.000 TL istediler. Tek yön hem de. Aynı adamlar, iki gün önce Dalaman’dan tekne getirdiler, 4.000 TL’ye. Yine kütükten kaybettik. Bir kaç gün daha farklı işlerle uğraşarak geçti. Sonunda adamları bir kez daha aradım. 5.000 TL’ye indiler. Bir sonraki hafta Çarşamba günü için sözleştik. Sözleştik sözleşmeye de, hala kafamda aynı soru var; “köşeyi dönecek mi?”
Bu arada gidiş, dönüş ve diğer çekek sahası, oldu yine 15.000 TL. Da işte, ölümü görüp, sıtmaya fit olarak geçiyor hayat. Adamları bir kez daha aradım. Hala net bir yanıt alamıyorum. Dönecek mi, dönmeyecek mi? Tekneyi yükleyip, oraya kadar gidip, dönmüyor köşeyi bu derlerse kesin katil olacağım artık.
Tam da bu sırada marinadan aradılar. Ne zaman çıkıyorsun diye. Aramışken fiyat verin bana dedim altı ay daha uzatma için. Zaten bir ay geçirmişim bile sözleşme tarihini. 32.000 TL dediler.
Tablo şöyle: Çadır sökülecek, tekne taşınacak, herşey yolunda gider de yeni çekek alanına kadar giderse tekrar çadır kurulacak, tüm malzeme -bir kamyon kadar malzeme var tekneden sökülmüş- taşınacak, çadırın tüm malzemesi taşınacak, payanda ve takoz tedarik edilecek ve tüm bunlar bittiğinde tekne ucuz ama gözümden uzakta olacak. Bir de benim ekibi bir daha tekneye sokmam çok zor…
Tüm bu hesapları yaparken aslında ne marinaya, ne de taşıma vs işlerine verecek para yok cepte. Bir şekilde bulacağım nasıl olsa diye yardırıyorum artık. Ne de olsa 20.000 TL para ile başlayıp, buralara kadar geldim ya, artık tuhaf bir özgüven oluştu bende. Aldım elime telefonu, aradım marinayı, yenileyin dedim sözleşmemi. 17 Mart’a kadar, 32.000 TL, aydan aya, 5-6 gibi öderim bir şekilde dedim. Demez olaydım…
Sözleşmeyi uzatınca ilk iş sökmeye başladığım çadırı tekrar toparlamak oldu. Beş günümü yedi. Ama eskisinden de sağlam oldu. Artık ufak ufak başlayacak fırtınalara hazırdık.
Kasım sonlarına doğru, sözleşmeyi de yeniledik ya, tekrar marinanın radarına girmiş olsam gerek, tuhaf telefonlar almaya başladım. İlk aramada, “Sizin teknenin direği çekek alanında. Kapladığı alan için fatura kesmemiz gerekiyor.” dediler. Ulan arkadaş, evden mi getirdim ben bu direği! Adı üzerinde, “teknenin direği”. Olabildiğince kibarca, tekneden söktüğüm ne varsa doğal olarak çekek alanında bir yerlerde istiflemek durumunda olduğumu, bunun son derece normal olduğunu, dahası, neredeyse bir yıldır aynı yerde durduğunu söyledim. Mırın kırın ettilerse de, kesinlikle ödemeyeceğimi, gerekirse kaldırabileceğimi söyledim. Kapattık.
Yaklaşık yarım saat sonra bir başka eleman aradı. Kayığımın bulunduğu yerden taşınması gerekiyormuş! Neden dedim, “O alan güvenli değil.” dediler. Ulan, güler misin, ağlar mısın! Onbir ay sonra mı fark ettiniz buranın güvenli olmadığını. Dahası, ben mi getirip, koydum buraya kayığı… Neyse, taşırım taşımaya ama çadırı sökmem bir kaç gün, tekrar kurmam da en az bir kaç gün dedim. Meğer bombayı sonraya saklıyormuş. “Yeni yerinizde çadır kuramayacaksınız.” demez mi! İyi de dedim, ben nasıl boyayacağım kayığımı? Boya atamayacak, zımpara yapamayacaksam ne halt etmeye çekek parası veriyorum size? Bir süre sonra, boya işini bitirir bitirmez taşımak üzere bir orta yol bulduk. “Ne kadar sürer?” dedi, “Bilmiyorum, bitmesine yakın haber veririm.” dedim. Hafiflemiştim ki, meğer bir önceki de bomba değilmiş. Bombanın Allahı sonunda geliyormuş. “Bir de taşıma ücreti olacak, onu da hatırlatayım.” demez mi! Bildiğin sınanıyorum arkadaş! Ulan şaka mısınız? Küfretmeden nasıl becerdim bilmiyorum ama kısaca kayığıma elinizi sürerseniz mahkemelik oluruz, 17 Mart’a kadar ilişmeyin bana dedim. Hiç bir ekstra ödemeyi de kabul etmiyorum, yeter ulan dediğimi hatırlıyorum.
Marinaya öyle kuruldum ki, yerimde duramıyorum. Bir şeyler yapmam lazım. Acısını banyo tezgahlarından çıkarttım. İki gün, alet kullanmaksızın, deli gibi zımpara yaptım. Kesmedi, direği laga luga yapamayacakları, dahası, para isteyemeyecekleri bir yere taşıdım. O da kesmedi, kovanı saran betonu kırayım dedim. Aldım elime çekiç ve murcu, giriştim. Arkadaş ne beton atmış adamlar, iki gün öküz gibi giriştim, bana mısın demedi. Ama sakinlememe bayağı katkısı oldu.
Keyifli bir marangoz buldum. Sağolsun, makul bir para istedi. İki üç gün direğe giriştik. Para yok ya, ne kadar ıvır zıvır iş varsa bir ucundan dalıyorum. Direkten önce çarmık ayaklarını temizledim. Bir tesisatçı getirip, Hilti ile lanet betonu kırıp, temizledim yerini. Şaft-kovan-iç glen üçlüsünü sonunda, deli gibi porçözle, birbirinden ayırdım. Ahanda, kovan da yamuk çıktı, iyi mi! Ulan şaft düzgün, kovan yamuk, şaka gibi yahu.
Kasım sonuna yaklaşırken iyi kötü bir şeyler yapıyordum ama asıl iş, macun-zımpara-astar-boya serisi olduğu gibi bekliyordu. Bir türlü elim varmıyordu. İşin doğrusu elimin pek yatkın olmadığı işlerdi. Bu grubu görmezden gelip, angaryalarla cebelleşmeye devam ettim bir süre daha.
Boş zamanlarında evlenen bir eleman daha var, ara ara iş veririm, yapar. Zımpara, basit boya, iddiasız vernik işleri gibi işleri, ucuza da yapar. Tek sorun, başka bir iş yakaladığında haber bile vermeden sittir olur gider. En son geçen yaz Dalaman’a ev bakmaya diye gitti, gidiş o gidiş. Neyse, dönmüş, iş var mı dedi, gir dedim sintineye. Detaylı temizlik, zımpara, sülyen ve kivik astardan sonra sintine cillop gibi oldu. Fakat makine dairesinde ne halt etmişse, kurumuyor bir türlü astar. Bir gün, üç gün… bu arada bizim eleman yine paralı bir iş bulmuş olsa gerek, kayboldu ortadan. Ardında bıraktığı makine dairesinin sintinesi on gün sonra anca kurudu…
Bu arada direk taş gibi oldu. Zımpara ve iki kat epoksi reçineyi de yedi ve astar-boya ikilisine kadar beklemeye aldım. Ama bu arada çok canımı sıkan bir şey fark ettik tamiri sırasında. Çürüyen tüm noktalarda montaj sırasında bırakılan vidalar vardı. Vidalar çürümüş, ahşabı da çürütmüş. İmalatı sırasında işi bitince almadıkları o lanet vidalar, dönüp dolaşıp yine bana kapak oldu. O kadar da özenmiştim şu direği yaparken…
Aralık ayının ortalarına geldiğimizde beklenen telefon geldi. Marinadan arayıp 32.098 TL tutarındaki borcumu hatırlattılar. Yılbaşından önce bir kısmını ödeyeceğimi belirttim. En azından yarısını ödemeye çalışacağım dedim. Peki dediler. Çok da kasmadılar.
Oysa bana öyle gelmiş. Çarşamba günü konuşmuştuk, Cuma günü Nükhet aradı. Eve bir tebligat gelmiş Marintürk’ten. Nasıl olur yahu dedim. Noterden 3 gün içinde 32.098 TL borcumu ödememi, aksi durumda icra takibine geçileceğini belirten bir tebligat. Kesinlikle sınanıyorum…
-
Eve bir tebligat gelmiş Marintürk’ten. Nasıl olur yahu dedim. Noterden 3 gün içinde 32.098 TL borcumu ödememi, aksi durumda icra takibine geçileceğini belirten bir tebligat. Kesinlikle sınanıyorum…
Kolaturca gibi marina . Bazı marinalar mavi bayraklı olur bunlar tebligatlı marina .Borcu büyüt koy yengeci kucaklarına 5 seneye şirketi yer senin kız.
-
Borcu büyüt koy yengeci kucaklarına 5 seneye şirketi yer senin kız.
Aklıma gelmedi dersem yalan olur ;D ;D ;D
-
Sevgili Cem Gür’ün anısına…
– Naber Cem (Gür)? Müsait miydin?
– Müsaitim Tiryaki, ne var, ne yok?
– Sıkı dur! Yengeç’i su bastı.
– Haydii! Yağmur mu?
– Önce bende öyle sandım, ama değil. Haftalardır yağmıyor.
– İyi de karadaki tekneyi hangi su bastı?
– Abicim, sanırım kayığın kıçında yatır var. Bildiğin kıçından su kaynıyor kodumun kayığının.
– O ne demek Tiryaki ya?
Hey gidi sevgili Cem… Sanırım en çok güldüğü, en sıra dışı bulduğu vukuatımız buydu Onunla paylaştığım. Kahkahalarla güldük telefonun iki ucunda. Laf arasında, “Sen artık aştın Tiryaki, bu kadarını ne ben duydum, ne de duyan olmuştur.” dedi. “La git!” dedim, “Buna aşmak değil, cenabetlikte level atlamak denir ancak.”
2010 yılıydı sanırım tanıştığımızda. Fenerbahçe’de oturuyordum. Gezgin Korsan’ın yeni ve gerçekten keyifli günleriydi Cem’le tanıştığımızda. Ve tabi Simba’yla… Henüz Yengeç yoktu ama Gezgin Korsan Forumu’nda özellikle Deniz Kültürü üzerine paylaşımlarla başladı yakınlaşmamız.
Ne güzel! Bayrağı gençlerin alıp koşması. Bıkmadan, usanmadan, aşkla, şevkle, bitip tükenmez bir enerjiyle ve de en önemlisi bizlerden daha çok ayaklarını yere basarak dertlerini anlatmaları.
Bizler de bayrağı yere düşürmedik. Ama yorgunuz. Sizler taze kuvvet olarak devam edeceksiniz.
https://www.gezginkorsan.org/forum/deniz-ve-denizcilik-kulturu/deniz-kulturu/msg145396/#msg145396 – Haziran 2011
Dün sevgili Cem’in ölüm haberi geldi. Tarifi zor bir andı. Ruhsuzluk boyutunda soğukkanlı ben, dona kaldım. Anlamaya çalıştım, nesini anlayacaksam daha. Telefonu kapattıktan sonra nedendir bilmem, ilk aklıma gelen yukarıdaki paragraf oldu. “Bayrağı teslim almak.” Keşke, keşke alabilseydik. Ah be Cem, düzenin-sistemin ağırlığı altında varolmaya çalışmaktan öte bir halt edemedik. Ki sen de en yakın tanığı oldun son yıllarda bitmek bilmeyen mücadelenin.
Yengeç geleli beri ne kadar da yaşamımdaymışsın meğer. Kafama takılan her konuda, takıldığım her noktada, yaşadığım her sorunda telefonun ucunda, meraklı, sabırlı, içten ve olağanüstü alçak gönüllü. Öğreten değil, bildiğini paylaşan…
Daha bir kaç gün önce Köyceğiz’in kıyısında bir “denizcilik vakfı” üzerine hayal kuruyorduk yine. Ortak derdimiz aynıydı; kayıklarla uğraşmak, kayıklarla uğraşabilmek. Paramız olmasa da emeğimiz vardı harcayacak. Cem’in bir de okyanus kadar engin birikimi…
Daha yeni eline aldığı kitabı ve bir türlü keyfine varamadığı İonia’sını geride bırakıp göçtü Cem. Kendi adıma tek tesellim yaşamı boyunca biriktirdiklerinin en azından bir kısmını paylaştığı eserini, “Kürekten Yelkene Kaybolan Miras”ı tarihe not düşmüş olması.
A dios Cem!
Yatır
Dönelim Yengeç’in bitmek, tükenmek bilmeyen öyküsüne. Cem’e durumu anlattıktan sonra Ali abiyi aradım.
– Senin kayıkta yatır varmış ya lan!
– O ne demek? Ne yatırı lan?
– Yengeç’in götünden su kaynıyor.
– Nasıl yani? Ne suyu?
– Bildiğin su. Yaşamın kaynağı, benimse kabusum olan su. Kaynıyor lan bildiğin.
– Bi sittir git, o ne demek lan. Yağmur suyudur o.
– Al ulan şu kayığını geri demiş miydim?
Tekne çadırın altında. Bir kaç damla su gelen yer var ama hepsi o. Makina dairesine indim, alet unutmuşum. Ahanda, o da ne??? Sintinede su var. Herhalde geçen gün yağdığında yağmur suyu yürümüş dedim, söylene söylene çektim elektrik süpürgesi ile. Döndüm rutin işlere.
Bir hafta kadar sonraydı sanırım, ortalıkta sekerken makina dairesinin açık kapağından içerisi takıldı gözüme. “Su mu lan o???” Atladım hemen aşağıya. “Valla da su!” Haydiii. Yağmur yok, hava günlerdir kupkuru. Teknede bırak su tankını falan, içmeye su yok. Düşünüyorum, taşınıyorum, küfretmekten fazlası gelmiyor elimden. Sintinenin sonunda, betonu kırdığım bölgede çok değil ama hatırı da sayılır miktarda su var. Aldım elime süpürgenin hortumunu, başladım çekmeye. Tam suyu bitirdim, makineyi kapattım, ahanda, yine su geliyor. Ben çektikçe, o geliyor. Yahu arkadaş, zaten kıçımdan soluyorum, hiç bir şey yolunda gitmiyor, bezmişim, bu ne lan şimdi!
Nihayet geldiği noktayı buldum. Tam da betonu kırıp, kaldırdığım yerde, ahşabın kenarından ince ince sızıyor. Atladım kayıktan aşağıya. Kafamı toplayıp, biraz daha sakince baktım mevzuya. Sonunda çözdüm de sanırım. Teknenin başı havada, kıça doğru ciddi bir meyil var. Teknenin burgaç tahtası ile omurga arasından girmiş olması muhtemel deniz suyu, tekneyi koyalı beri kıçta, betonun altında birikmiş. Betonu kırınca da çıkıvermiş ortaya. İşte bir kez daha beton konusundaki tezim doğrulandı. Dökmeyeceğim betonu. Denize indirdikten sonra çok da gerekirse ahşaba tutunacak bir malzeme dökeceğim.
Macun-Zımpara Döngüsü
Marinaya otuzikibin küsur lira daha toka ettikten sonra gayet hafiflemiş bir şekilde, genel atalet durumunu bir süre daha korumak durumunda kaldık. Bir miktar daha borçlandım ama artık 17 Mart’a kadar kralı gelse oynatamaz yerimden.
Ocak ayı dolu dizgin ilerlerken biz hala olduğumuz yerde sayıyorduk ki, sonunda iş başa düştü dedim, daldım kaldığı yerden işlere. Durum şu; bordalar dışında macun işi olduğu gibi bekliyor. Üst bine komple yoklanacak. Takoz zımpara ile yüzey düzeltilecek, astarlanacak. Sorun daha önce pek yaptığım işler olmaması.
Başladım. Önce tüm üst binayı kalemle çizip, takoz çekerek yüzeyin durumunu çıkarttım ortaya. Daha doğrusu, benden önce macun çeken denyonun aslında pek de macun çekmediğini, sadece sıyırıp geçtiğini görmüş oldum. Özellikle yumrular ve pıraçollar evlere şenlik. Bir de Battal Gazi denen sığıra bin kere söylememe rağmen, macunu epoksi ile inceltip, fırçayla sürmüş. Tabi hepsi kazındı. Tabi tüm süreç bol küfür eşliğinde gerçekleşti.
Sıra macuna geldiğinde iş biraz daha çirkinleşti ilk günlerde. En önemli sorun sakarlığım. Özellikle cam kenarlarını doldururken yaptığım bir mallık var ki, kendi topuğuma sıkmak istedim. Cillop gibi çektiğim macunun her yerinde ayakkabımın burnunun haince açtığı izler vardı. Macunu üst güvertede hazırlarken farketmemişim, bildiğin bok etmişim o kadar özenle çektiğim macunu.
Günler ilerledikçe elim alışmaya başladı. Macun çekiyor, kalemle çiziyor, takoz geçiyorum. Macun çekiyor, kalemle çiziyor, takoz geçiyorum. Var bir saçmalık bu süreçte, ben de farkındayım ama… Sonunda macuna kıymayı, çok da ince değil aksine doldurup, sonra zımpara ile düşürmeyi akıl edebildim. Macun kariyerimde dönüm noktası oldu. İş hızlandı.
Ocak bitip de Şubat geldiğinde bildiğin macun manyağı olup çıktım. Macun çekiyor, kalemle çiziyor, takoz geçiyorum. Sanki daha önce hiç bir yaşantım olmadı, sanki tüm ömrüm bu çadır altında, bu döngü içinde geçti: Macun çekiyor, kalemle çiziyor, takoz geçiyorum.
Şubat ortası gibi nasıl olup da bu iş bu kadar yavaş ilerliyor diye sık sık posta koyan Nükhet halime acıyıp Yengeç ekibine dahil oldu. İşgücümüz iki katına çıktı. Artık iki koldan macun çekiyor, zımpara yapıyoruz, macun çekiyor, zımpara yapıyoruz. Sorun şu ki, Nükhet de benim kadar takıntılı, durmadan gözümüze bir şeyler batıyor.
Yumrular en büyük kabusumdu mesela. Beklediğimden çok daha kolay hallettim. Hiç de fena olmadı. Ama diyorum ya, bağladık psikopata, orada küçük bir delik var, burada çizik var… sanırsın Yengeç’in içinden milyon avroluk motoryat çıkartacağız.
Açıkçası zaman baskısı olmasa sil baştan yapasım var. Elim alıştı. Dahası ortaya çıkan iş de hoşuma gidiyor. Nükhet de hızlıca adapte oldu, gayet iyi iş çıkartıyor. Plastik çelikle, parmakla, kredi kartıyla… durmadan macun çekiyoruz. Derken çanlar bizim için çalmaya başladı. 17 Mart’ta sözleşme bitiyor ama tabi ki kayık bitmiyor. Taşınma zamanı geldi çattı.
Taşınıyoruz
Bu kez kaçarı yok, marinanın fahiş taksimetresi artık durdurulacak. İş planının bilmem kaçıncı versiyonu şöyle; hızlıca yüzey hazırlığı bitirilecek, önce tamir gören yerlere epoksi astar atılacak, sonra tüm tekne bir kez daha zımparalanacak ve ardından son kat astar atıldıktan sonra çadır sökülecek ve kalan işler yeni yerinde tamamlanacak.
Yer hazır, ilk sene çektiğim, atölyenin hemen arkasındaki alan. Bu kez boat-mover da hazır. 2000 memleketim parasına 50 metre ileri taşınacağız. Aynı paradan bir 5000’de belediyeye toka edeceğim. Hale bak arkadaş, bu rakamlar artık koymuyor bana.
Binbir aksiliğe rağmen epoksi astarı attım. Cillop gibi çıktı kayık. Şeytan diyor at bu haliyle suya. O kadar güzel görünüyor. Ya da bana öyle geliyor, bilemedim. Zımparanın ardından çok uzun zamandır yapmadığım bir şey daha yaptım, kayığımı yıkadım. Nasıl özlemişim yahu…
Sıra geldi son kar astara. Benim atölye tayfası başladı yine, “Bekle biz atalım, bok etme kayığı.” edebiyatına. Derler ya hani, hayvan terli, yemezler artık. Aldım elime tabancayı, bastım tetiğe.
Nükhet epoksi astarda yamuldu. Doğal olarak bünyesi kaldırmadı. Tüm astarı kendim atmak zorunda kaldım. Ne boya karıştıran var, ne hortum tutan. Sıra akrilik son kat astara gelince daha kalifiye bir maske bulduk ve neyse ki tutabildi bir ucundan. O da bitti. Artık son kat astarı da yiyen Yengeç boyaya ama daha öncesinde taşınmaya hazır.
Taşınmak denince ne anlıyorsunuz bilmiyorum ama şöyle anlatmaya çalışayım; önce çadır tekneye zarar vermeden sökülecek. Bu iş için ekip iki kişi. Nükhet ve ben. Sonra o sökülen ağaçlardaki tüm çiviler ayıklanacak. Çünkü tekrar kurmamız gerekecek. Teknenin bulunduğu alandan bizim atölyeye kadar her yere dağalmış Yengeç’in aksamı, malzemesi, ıvırı-zıvırı toplanacak ve taşınacak. Bir büyük kamyonu dolduracak kadar eşyadan bahsediyorum bu arada.
Marinaya müjdeyi verdim. Bir kaç gün gecikmeyle çıkıyorum dedim, yine artistilik yaptılar. Çarşamba kontratım bitiyor, en geç Cuma çık, oraya tekne koyacağız dediler. Ulan hani buraya tekne koyamıyordunuz da beni çıkartmaya çalışıyordunuz??? Tabi cevap kıvırmaca. Pazartesi için anlaştık nihayetinde. Bir de 5 günlük gecikme için 1114 TL daha istediler. Beton atacağız diye bir hafta beni içeri sokmayan, çalıştırmayan marina, 5 gün için ekstra istedi. Kesinlikle ödemeyeceğim dedim. Neyse, Cumartesi astar bitti. Pazar başladık çadırı sökmeye.
Benim ekipten Sülo geldi yardıma sağolsun. Sülo, ben ve Nükhet giriştik söküm işine. Öğle olmadan brandayı umduğumun aksine kolayca aldık. Ama iş uç noktalardaki tahtaları sökmeye geldiğinde yine çirkinleşti. Bunların çoğunu vinçle çakmıştım. Bu kez kendi imkanlarımızla sökmemiz gerekiyordu.
Bir 5*10 dikmeye bir elimle koala gibi sarılmış, yaklaşık 6 metre yükseklikte diğer elimdeki keserle bağlantı tahtalarını kanırtırken esneyip seken keserle bir kez daha burnumu kırdım. Direkt suratıma oturdu şerefsiz keser. Nükhet fena oldu ama dördüncü kez olduğundan olsa gerek, yeteri kadar küfrettikten sonra söküme devam ettim. Günün kalanında ayakkabının tabanını delip geçen altılık çivi dışında bir vukuat olmadı. Gün bittiğinde söküm büyük ölçüde bitmiş, sağ ayağım aksarken, burnumun ucundaki çıkıntıya bakıp, gergedanlarla empati kuruyordum.
Ertesi sabah kargalar kahvaltısını etmeden gelip, kaldığımız yerden devam ettik. Büyük gün. Saat iki gibi boat-mover gelecek ve taşınacağız. Şaka maka, bizim motor ustası efsane Hasan ve kardeşi Emre’nin de yardımıyla adamlar gelmeden tüm işleri bitirdik.
Tekne yüklenirken Nükhet’in hali enteresandı. Hop oturup, hop kalktı. Bir şey olacak, bir yere çarpacak falan diye. Ben özellikle marinada çalışmaya başlayalı beri artık yalama olmuşum, sigaramı tüttürüp, izliyorum sadece.
Akşamüstü artık yeni yerimizdeyiz. Bir dönem bitti. Fakat atölyede oturup da o heyula gibi beyaz çadırı görememek çok tuhaf geldi. Nasıl da alışmışım. Hatta akşam eve gider gitmez Google Maps’e baktım, uydu haritasında görünüyor mu çadırım diye:) Görünmüyormuş.
(https://i.ibb.co/sC4VdXc/a.jpg) (https://ibb.co/sC4VdXc) (https://i.ibb.co/nBNpD0H/b.jpg) (https://ibb.co/nBNpD0H) (https://i.ibb.co/PF1n8wr/c.jpg) (https://ibb.co/PF1n8wr) (https://i.ibb.co/yf4f3dn/d.jpg) (https://ibb.co/yf4f3dn) (https://i.ibb.co/5jyrcvG/e.jpg) (https://ibb.co/5jyrcvG) (https://i.ibb.co/1b80kxB/f.jpg) (https://ibb.co/1b80kxB)
Nerede kalmıştık?
Hiç durmadan, hızla başladık tekrar çalışmaya. Son kat astarın zımparasını bitirir bitirmez ufak tefek, gözden kaçan macun yoklamalarını yapalım dedik. Lan bildiğin bağımlı olmuşuz, haberimiz yok. Bir, iki, üç gün, bir hafta… ahanda, farkettik ki hala macun yapıyoruz. Sirkelendik, kendimize geldik, bu sefer karina astarına giriştik. Karinada sırasıyla elyaf üzeri epoksi reçine, epoksi astar, epoksi macun, epoksi astar var. Ardından Jotun’un Jotamastic adlı astarından üç kat daha attık. Son olarak üzerine iki kat da yine Jotun’un Safe Guard vinil astarı gelecek, ki ilk katı bugün bitti.
Bir kenarda unutulmuş dümen palasını taşıdık bir kaç gün önce teknenin altına. Sil baştan macun işi çıktı onda da.
Ve tabi hala tekneyi boyayamadık. Boyayı atacak olan arkadaş bir on-onbeş gün ilişmeyin bana deyince yine planlar alt üst oldu. Şimdi bir tarafım sık dişini, diğer işlerle uğraş diyor, diğer tarafım sıcaklar geliyor, her gün kıymetli, at boyayı kendin diyor. Hangi tarafa kulak vereceğimi ben de bilmiyorum henüz. Tek bildiğim, zaman kısıtım yok artık ama Mayısla birlikte havaların tadı kaçacak, sıcaklar ciddi sorun olmaya başlayacak. Daha bin kalem iş bekliyor.
Yarın ikinci kat astarı atıp zehirliye kadar karinayı kendi haline bırakacağım. Dümen palasını da bitirdikten sonra ya boyaya girişeceğim ya da boyayı atacak arkadaşı beklerken boş durmamak için iç mekana başlayacağım.
Sevgili Cem Gür anısına…
-
Sevgili arkadaş Hakan
Sen bu kızı hakkını verecek ve usulunce suya atacaksın, hiç şüphe yok.
Değerli ağabeyimiz şeklen bugünü göremeyecek, ama hep aramızda olacak
Tekrar; mekanının cennet olmasını diliyorum
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Sevgili arkadaş Hakan
Sen bu kızı hakkını verecek ve usulunce suya atacaksın, hiç şüphe yok.
Değerli ağabeyimiz şeklen bugünü göremeyecek, ama hep aramızda olacak
Tekrar; mekanının cennet olmasını diliyorum
Sağolasın. Eninde, sonunda olacak. Az kaldı...
-
Tuz ve Ter
Otomobillerin termometresi 56 C dereceyi gösteriyor. Rüzgar günlerdir ılık falan değil, sıcak esiyor, kavuruyor. Hızı gün ortasında 30-35 knot aralığını zorluyor. Yengeç’i kavurucu sıcaktan ve güneyin acımasız güneşinden koruyabilmek için yaptığım gölgelik ayakta durmakta zorlanıyor. Gölgeliğin ve Yengeç’in karinasının altı çölde bir vaha gibi, nefes aldırıyor en azından. Ama güverteye çıkınca nefes almak dahi güçleşiyor. Havalar ısınalı beri tek başınayım teknede. Ucundan tutacak adam yine yok.
Günde en az 6-7 kere hortumun altında yıkanıp, 2-3 kere çekek havuzunun şifalı sularına kendimi atarak dayanmaya çalışıyorum. Deli gibi zımpara işi çıktı tamir işleri yüzünden. Bir de üzerine atölyenin işleri iyice çekilmez hale geldi. Temmuz acılı başladı.
Bu yazın konsepti tuz ve ter. Göz kapaklarım, göz çukurlarım deli gibi yanıyor, sürekli kaşınıyor artık. Elyaf zımparası yapan bilir nasıl bir zulüm, vücudumun her yeri lanet elyaf zerrecikleri yüzünden kaşınıp duruyor. Epoksi tozu neredeyse yoksunluk yapmaya başladı artık. Bir de zemini korumak adına alet kullanmadan, sürekli elle, takozla zımpara yapmak tam da konsepti tamamlıyor. Günden geceye, tuz ve ter…
Temmuz ayı Yengeç’ten yana yavaş, atölyedeki işlerden yana sıkıntılı başladı. Belki de en kayda değer gelişme bayram tatilinin hemen ardından 11.11.1985 günü AUER A.Ş.’de ergen bir elektronik teknisyeni olarak başlayan iş hayatıma, kağıt üzerinde de olsa, son vermek ve nihayet emekli olmak oldu. Ardından da yeni başladığım bir proje için bir kaç günlüğüne Antalya’nın yolunu tutunca hiç bir şey anlamadan geçiverdi Temmuz’da.
Her ne kadar emekli olmuş olsam da günlerim atölyenin işleri ve Yengeç’in bitmek bilmeyen işlerine ilave olarak bir de geceleri uğraşmaya başladığım yeni projenin işleri ile akıp geçmeye başladı. Ne zaman ki denize çıkıyorum, farkediyorum ki yaz gelmiş, insanlar koylarda keyif etmekte. Göcek’e geleli beri gerçekten yaşam ritmim, yaşam enerjim, deniz yaşamım… hemen hemen tüm yaşamım değişti. Hele ki Yengeç’te birbuçuk yılı aşkındır karada olunca dengelerim iyice alt üst oldu.
Bir de Cem’in yokluğuna hala alışamadım. Haftanın bir kaç günü konuşmak, dertleşmek, hayal kurmak… nefes aldırıyormuş meğer bana. O göçeli beri yaptığım işlerden de pek bir keyif almaz oldum Yengeç’te.
Son bir haftadır hava sıcaklığı 36-37 derece civarına inince en azından kendi adıma biraz nefes aldım. Bir de atölyeden ayrılan bir arkadaşla anlaşıp soktum Onu da Yengeç’e. Şimdi tamir işlerini bitirmeye çalışıyoruz. Hedef bir kaç güne tekrar astar atıp ardından da artık boyayabilmek. Eğer ki Eylül sonu, Ekim ortasına kadar toparlayıp indirebilirsem ne ala, olmadı bu kışı da karada geçirecek Yengeç. Alarga bir kış daha geçiresim yok. Aksine biraz olsun dinlenerek, biraz olsun huzurlu bir kış geçirebilmeyi umuyorum. Göcek’e geleli dört sene oldu ve neredeyse tamamı haftanın yedi günü çalışarak geçti. Yorulmak değil ama bıkkınlık had safhada artık.
İndirmek istemememin bir diğer nedeni ise Göcek’in ta kendisi. Benim ayağımda var sanırım bir uğursuzluk. Göcek yaşanacak bir yer olmaktan çıktı artık. Denizin üstü tekne, kıyısı tekne, koyları tekne. Koylarda tekne tekne üzerine. Neredeyse usturmaça mesafesinde tekne… Pandemiyle beraber çok da ciddi göç aldı. Sadece benim sokağımda 6-7 yeni inşaat yapıldı bu kış. Böyle giderse Konya, Kütahya falan gibi bir yerlere göçeceğim arkadaş. Deniz kıyısında, denizden uzak yaşıyoruz resmen.
Yıllar önce Ufuk Uras’ın bir makalesi ilgimi çekmişti. Göçe karşı en büyük direnci son göç eden kitlenin gösterdiğinden bahsediyordu. Öyle iyi anlıyorum ki şimdi savının doğruluğunu. Neredeyse İstanbullulara söverek geçiyor günlerimiz. İnsan buralara göçünce daha iyi anlıyor memleketteki İstanbul zulmünü, İstanbul fenomenini. Bütün yollar, bütün sokaklar kendilerininmişçesine hareket eden, çevresinde kendisinden başka hiç kimse yokmuşçasına, pervasızca gezen bu tuhaf güruhun bir parçası mıydım bende diye düşünüyorum sıkça. Sokaklarda yan yana halay pozisyonunda salınıp, kornaya bastığınızda bön bön bakan ya da söylenen bir tuhaf kitle…
Denize çıksan ayrı dert. Sabaha kadar jeneratör sesi üzerinde anırırcasına “Angara’nın bağları” tadında bir tuhaf ses kirliliği. Deniz bombok, çer çöpten geçilmiyor. Koylar her geçen gün hızla kirleniyor. Kurufasulye menüsüne 500 TL köstüren restoranın iskelesinden denize girerken iki kere düşünmeniz gerek artık.
Diğer tarafta Göcek'ten bizim payımıza düşense tuz ve ter.
-
“Waltz of the flowers”
Bu aralar Ahmet Haşim’in dizesi takıldı zihnime, dönüp duruyor: “Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…” Ruh halim, yaklaşan kış, güneyin kifayetsiz sonbaharı ve tabi Yengeç ve Yengeç’in bitmek bilmeyen tadilatı.
Neye bulaşmışım arkadaş ben! Her günüm it gibi çalışarak geçiyor, irili ufaklı bir çok işi bitirince bir adım daha yaklaştığımı düşünüp seviniyorum ama gel gör, şöyle bir dışarıdan bakıp, hele ki düşünmeye başlayınca film kopuyor. “Bir” insan evladı için çok ağır bir iş bu.
Geçen yıldan bu yana elim varmadı iki satır yazmaya. Hemen hiç bir konuda yazmadan geçen en uzun süre olabilir bu. Geçen yıl önce Cem’in (Gür) kaybı, ardından geçen berbat bir yaz zaten yerlerde sürünen motivasyonumu tüketti resmen. Bir de üzerine uzun, soğuk ve bol yağışlı bir kışı ekleyince hayat iyice sıkıcı bir hal aldı.
Geçen yıl “Tuz ve Ter” sezonunun sonunda gerek bitmek bilmeyen tamirat işleri, gerek huzursuz bir kış geçirme ihtimali yüzünden bir kaç ayı daha karada geçirmeye karar vermiştim. İşe yaradı mı, tabi ki hayır!
Önce karada tuttuğum alanla ilgili sorunlar başladı. Kooperatif teknelerinin önceliği olduğunu iddia ederek Yengeç’i olduğu yerden kaldırmam için sıkıştırmaya, üstü kapalı ayar vermeye başladılar. Bu arada kooperatif tekneler ne ödüyorsa ben de aynı parayı ödüyorum. Telefonla aramalar, teknenin başına gelmeler, üstü kapalı tehditler… Aynı şeyi anlattım durdum, “Komple sardığım kayığı, oradan oraya taşıyamam. Buradan kalkınca direkt suya inecek.” İşe yaradı mı, tabi ki hayır. İki, üç ayımız sinir harbiyle geçti. Geri adım atmayınca sorun kendiliğinden çözüldü. İşte bugünler tam da aynı soruna gebe yine. Her an teknenin dibinde bitmelerini ya da aramalarını bekliyorum yine.
Yanıma alacakları tekne için çatıyı da kaldırmam gerekince kış bambaşka bir rutini getirdi beraberinde. Camları olmayan, her tarafı açıktaki kayığı ilk seferinde kapatmam ikibuçuk saat sürdü. 22*14 metre ölçülerinde tek parça brandayı tekneye çekmek, bunu rüzgarlı havada yapmak, tam diğer tarafa aşıracakken rüzgarla bordadan aşağı kayıp gitmesi, tekrar inip yukarı çekmek, bunun en az 7-8 kere tekrarlanması…
Tabi bu durum teknede iş yapmayı da neredeyse imkansız hale getirdi. Zaten kafamda artık durma noktasına gelmişti, hangi işle devam edeceğim, neyi bitirip, neyi erteleyeceğim konusunda. Dahası her durumda dönüp dolaşıp iki engele takılıyordum; camlar ve boya. Boya işi için önce kabaran yerlerin tamirlerinin bitmesi, tekrar astarlanması, zımparalanması vs mevsim itibarı ile hiç de olması mümkün olmayan bir süreç söz konusuydu. Camlar kısmı da keza, davlumbaz camları neyse ama kasara üzerindeki lumbozların takılması için önce iç mekandaki tesviye işlerinin tamamlanması gerekiyordu. Çünkü iki parçalı yeni lumbozların dış çerçeveleri kasaranın et kalınlığına göre tekrar kesilecekti.
Günlerim elimi atıp bıraktığım işlerle geçti ilk başlarda. Derken kış tam anlamıyla geldi ve yeni rutinim her birinin önüne geçti. Yağmur geliyor, kapa tekneyi, yağmur geçti, aç tekneyi. Bu işi kaç kez yaptığıma dair en ufak bir fikrim yok ama ilk gün ikibuçuk saatimi alan süreç son günlerde 15 dakikaya kadar indi.
Koca bir kış neredeyse hiç bir iş yapmadan geçti desem yeridir. Şubat ortası havaların düzelmesiyle başlarım diye beklerken hayatımın en çok “Üşüyorum ulan!” cümlesini kurmama sebep olan lanet bir kış ta Nisan sonunda kadar devam etti. Nisan ortası gibi yavaş yavaş kıpraşmaya başlasam da efektif olarak işe dönebilmek anca Mayıs ayının başlarında mümkün olabildi. Bu arada bir kaç yıl önce başıma bela olan “kırk ikindiler” bu yıl cidden kabusum oldu. Hemen her gün, iki ayı aşkın bir süre öğleden sonraları yağdı hava. Bunun meali, her gün kayık örtüldü ve açıldı…
Havaların düzelmesiyle ilk iş olarak kabaran yerlerin tamiratıyla başladım işe. Elyaf sarmak, macun, zımpara… bunları artık götümle yaparım desem abartmış olmam sanırım. İyimser bir şekilde Mayıs ortaları olan suya dönüş takvimi daha Nisan bitmeden yalan olmuştu. Yeni hedef sıcaklar iyice basmadan, Haziran ayı içerisinde indirebilmek olarak yenilenen plan da yalan oldu. Haziran ayına geldiğimizde tek tesellim artık boya işine bir ucundan başlayabilmek olmuştu.
Boya işine başladık başlamasına ama sürecin acılı olacağı ilk günlerden belli oldu. Bir tasarımcı olarak otuz yılı aşkın meslek hayatım boyunca ahkam kestiğim konuların başında bir tasarımın “uygulanabilirliği” gelmiştir. İlk maskeleme süreci bir haftayı aşınca neye bulaştığım hakkında fikir sahibi olmaya başladım.
Yengeç’in boya süreci şöyle ilerledi; önce üst bina, alabandalar hariç boyandı. İlk kez bu aşamada lumbozların kenarlarına koyduğum dahiyane tasarım öğeleri, o kabartma çerçeveler için saydırmaya başladım kendime. Onbeş yuvarlak lumboz çerçevesi maskelendi. İşin kıllığı bir yana, benim obsesifliğim de eklenince maskeleme işi günler sürdü.
Bordanın boyasını hiç de gözümde büyütmüyordum. Lan asıl büyütmem gereken bordaymış meğer. Borda çalımı mavi, yumrular beyaz, borda gri. Maske manyağı oldum resmen! Aynı arkadaş bordanın boyasını da atıp yaz tatiline çıkınca elimde kısmen boyanmış ama bir o kadar da boyanmamış tuhaf bir kayık kaldı.
Yani iş başa düştü. Daha önce tabancayla boya atmadığımdan ve de 180 tl litresine verdiğim boyanın litresi 500 tl olduğundan gözüm yemedi tabancayla atmayı. Önce lumbozların çevresindeki, küpeştedeki ve davlumbazın kuşaklarındaki mavi rengi atmaya karar verdim. Akrilik boyanın rulo ile sürülmeyeceğini söyleyen bizim boya ustasına sittiri çekip, “Malzeme bilginiz sıfır, günceli takip etmiyorsunuz!” diye atarlanıp internetten sipariş ettiğim, iz bırakmayan, özel rulolarla başladım boyaya. Çok kısa sürdü. Rulo köpük bıraktığı yetmiyormuş gibi akrilik boyanın sertleştiricisinden olsa gerek, bir kaç dakika içinde eridi, kendini koyverip çöp oldu. Lan ilk kez akrilik boya yapıyorum, öküz gibi de boya karmışım, hava sıcak, vurdum vurdum, vuramadım çöp olacak litresi 500 tl’lik boya. Fırladım gittim, bulabildiğim en yumuşak fırçaları aldım geldim. Fırçalar da deli gibi iz yapıyor! “İzini mizini!…” dedim, bastım boyayı. Gün sonunda uzaktan bakınca gayet hoş görünen ama yakına girince ben buraya ait değilim diye bağıran bir eser çıktı ortaya. Görmezden gelmeye karar verip sıradaki işlerle devam etmeye karar verdim.
Üst binanın alabandalar, pupa ve pruva kısmına gelince yine bitmek bilmeyen maskeleme işi, su gibi akıp giden mavi bant, naylon, çift taraflı bant vs derken sıra boyayı atmaya geldiğinde kırk yıllık boyacı gibi başladım hazırlıklara. İlk kazmalığım silikon giderici koymayı unutmak oldu. Neyse dedim, kabul edilebilir, daha azıcık bir boya karıştırmıştım. Tabancayı elime alıp kıç pıraçollardan doğru boyaya başladım. Ulan güzel de ritim tutturmuşum, zihnimde “Waltz of the flowers”, ahenkle dans ediyorum ama bir sorun var, tabancadan su geliyor boyayla birlikte. Ulan elli kere sordum, bu kompresör işimi görür mü diye, ağız birliği etmiş gibi he dediler, şimdi göt gibi kaldım yine ortada. Delirmiş bir halde kapattım kompresörü, attım elimde ne varsa, tabancayı temizleyip gittim çay içmeye. Sabah beşte gel, kompresörü taşı, komple teknenin tozunu al, her şeyi hazırla sonra patla!
Öğlen eski çalıştığım atölyenin ustası Hasbi’ye saydırdım kompresör yüzünden. “Becerememişsindir, sabah ben atarım.” dedi. Çektik sineye. O sabah dediği, bir kaç gün sonra akşam üstü oldu ama olsun, gün sonunda mutluydum, üst bina bitmiş, hiç de fena da olmamıştı.
Bir sabah ani bir kararla aldım elime zımparayı, daldım attığım mavi boyaya. Fırça izleri o denli batmaya başladı ki gözüme, daha fazla dayanamadım. Benim belamı verecek bir ilaha falan ihtiyacım yok ki!
Kafam çalıştı ve önce küpeşte ve yumruların beyazını atmaya karar verdim. Günler yine maskeleme ile geçti ve büyük gün geldi. Her şey hazır. Nah hazır! Sabah geldim ki düne kadar atölyenin önünde yatan tek 220 V kompresör gitmiş. Uykusuzum, yorgunum, sinirliyim… Salladım ertesi güne. Günün kalanında 220 V kompresör aradım, nafile. Sonuç olarak sapladım trifaze kompresörü münasip bir panoya, kaçak, maçak umurumda değil, gözüm dönmüş artık. Ertesi sabah beşte teknedeyim yine. Tamamen yalnızım, yardım edecek kimse yok. Hortumu tutacak adam bile yok. “Ne kadar zor olabilir ki?” diye düşünmedim dersem yalan olur. Ulan o hortum var ya, bir kıçıma girmedi desem abartmış olmam sanırım. Her yere takıldı, her yere sıkıştı, her yere sürttü…
Bir kaç saat sonra bantları söktüğümde “Oha! Valla da olmuş, nefis olmuş, pırıl pırıl olmuş!” Darius’un koca ordusunu alt ettiğinde İskender’in dötü bu kadar kalkmamıştır. Resmen keyfim yerine geldi.
O gazla giriştim yine maskeye… Sırada mavi var. İki partide atılacak. Önce lumbozların kenarları, hemen ertesi sabah da borda çalımı. Attım ulan, bana göre cillop gibi de oldu. Maskeleri söktüm, şöyle bir uzaktan baktım ki, ne göreyim, bitmiş ulan! Kayık çıkmış ortaya, geriye kalmış sadece güvertenin kaymaz boyaları.
İşte tam da bu ruh hali içindeyken bir mucize daha oldu ve çalıştıracak adam buldum. Genç, efendi, düzgün bir çocukcağız. Zemin ustasıyım abi dedi, beni benden aldı. Direk üzerindeki çatlaklar canımı sıkıyordu uzunca zamandır ve artık zaman da daralıyordu. Direğe bir kat elyaf sarıp, astar ve macun atmak üzere anlaştık. Bir hafta kadar sürer abi dedi. Dedim bir de bumbaya bir el at, astarlanıp boyanacak hale getir. Ona da tamam dedi. Gurcatalar dedim, hallederiz abi dedi, işin bitince havuzluk tiklerini siler misin dedim, ona da he dedi. En sonunda aradığım adamı bulduğumu hissetmek güzeldi.
Sabah geldiğimde öküzümü elinde spiral bumbaya girmiş görünce kan beynime sıçradı. “Oğlum o bumba Alüminyum, o spiral izleri nasıl kaybolacak?” diye sorduğumda yine başa döndüğümü hissetmeye başladım. “Biz hep böyle yapıyoruz, astar kapatır abi, sen merak etme.” dedi, iyi mi. Lan astar dediğin sihirli bir iksir değil ki anasını satayım, altında ne varsa bağıracak akrilik boyayı yiyince. Sayesinde bizim bumba sırasıyla 80, 150 ve 220 kum zımpara yedi durup dururken. Dahası, son iki katını benim atmam gerekti. Çünkü beyim direkte fena çuvalladı. Macunu ince çek, lütfen doğru karıştır vb tüm uyarılara “Tabi abi” derken macunun oranını yanlış, karışımını yetersiz yaptığı yetmiyormuş gibi bir de üzerine öküz gibi macunu direğe yığınca yine gerildik tabi. Sonuç olarak “Başıma bir şeyler geldi.” diyerek kayboldu ortadan. Tek tesellim parasının tamamını ödememiş olmam. Ama direk kelimenin tam anlamıyla yine bana girdi. Boşa giden macun da cabası. Bu arada macun deyip geçmeyin, DYO’nun bile 20 kilosu olmuş 4.000 yurdum parası!
Havalar işaret vermeye başladığında Şubat’tan beri içeride yapılacak kıytırık bir kalıp alma işi için hala usta bulamadığımı farkettim. Mevzu şu ki, eski camları iptal edip lumboza dönerken eski camların yerini masif ağaçla kapattık. Gel gör kapattığımız ağaçlar yaşmış ve çalıştı, döndü. Kısaca içeride durum felaketti. Lumbozların oturması mümkün değildi. İlk başta cam içlerini su kontrası üzeri vinil ile kaplamayı düşünmüştüm. Sözüm ona hızlı ve ekonomik çözüm olacak, göze de hoş gelecekti. Ama gel gör, 8 parça kontra alıştıracak bir marangoz arayışı sekiz ay boyunca sonuç vermedi. Biraz yakından inceleyince de çok da doğru bir çözüm olmayacağına, dahası arkasının ne durumda olduğunu bildiğim sürece bu durumdan pek hoşnut olmayacağıma kanaat getirdim. Plan komple değişti. Eski bir arkadaşımı buldum, önce kaba tesviye, sonra üç kat elyaf-epoksi uygulaması ve üzerine macun… cillop gibi duvarları olmak üzere Yengeç’in. Olmak üzere diyorum, çünkü arkadaş da sağolsun, takoz zımparaya ben karşımam diyerek bana sapladı, gitti. Son bir kaç günüm yine elde takoz, zihnimde “Waltz of the flowers”, ahenkle dans ve de küfür ederek geçiyor. Kaldı üç duvar! Sonra bir yoklama macunu, zımpara, astar, zımpara ve nihayet boya olacak ve en önemli ve en ağır işlerden biri daha bitecek.
Bu arada başlarken, 10-15 kilo epoksi, bir kova macun falan gibi öngörmüştük. Epoksi neyse ama macun su gibi aktı yine. 40 kilo macunu gömdük bile.
Şöyle bir bakınca bir saçma boya öyküsü gibi görünüyor ama daha öyle saçmalıklar var ki… Mesela çarmık ayaklarının deliklerini bulmak için harcanan bir hafta, davlumbaz camlarını takarken çekilen zulüm, Şubat ayında verdiğim iğnecikleri daha üç gün önce yerine oturtabilen kromcu, hala yerine oturup oturmadığına bakmaya cesaret edemediğim için bazen rüyalarıma giren mahmuz, zımpara ve yoklama macunu bekleyen direk, bir kenarda astarlanmış, boyanmayı bekleyen bumba, yerine takılmak üzere bekleyen sayısız aksam, mutfak ve banyo tezgahları, komple değişecek hortumlar, boş bulunup silikonlu astar üzerine monte ettiğim için sökülüp yeniden monte edilecek kovanlar, motor, mekanik aksam… yazarken darlanmama sebep olacak kadar çok iş var hala. Aslında ekip çalışması ile 20 günde bitecek iş var ama tek başına olunca sadece bir kalem iş bile günler sürebiliyor…
Son bir kaç gündür tempo yine yavaşladı. Öncelikli sebebi, içerideki işleri yapan ustanın aylardır tırmanarak çıktığım tekneye “Bu böyle sakat.” diyerek merdiven koyması. Alışmadık döt durumu, aylardır hoplaya zıplaya iskele tepesinde gezen ben, bir kaç gün önce elimde iki çay bardağı ile bok çuvalı gibi düşüverdim merdivenden aşağıya. Lan neyine gerek senin merdiven, bildiğin yoldan tırman, atla git işte. Bir tarafımı kırmadım ama bayağı bir cam kırığı ayıklamam gerekti oramdan, buramdan. Dahası, cam kırıklarının bir kısmı ellerde olunca en azından bir gün ara vermem gerekti işe. Bir günlük aradan sonra tekrar takoz zımparaya başlamak, sadece bir güncük aradan sonra bile zulüm geldi. Ama çok da güzel oluyor şerefsiz!
Yarın Pazar. Ortalama insan evladı yan gelip yatacak, ben yine kahvaltı sonrası kayığın yolunu tutacağım. Önce, her ne kadar tedbir alsam da, endişe içerisinde su alan yer var mı diye kontrol edeceğim, sonra zihnimde yine “Waltz of the flowers” ile başlayacağım takoz sallamaya…
Sayısız iş halloldu aslında. Saymakla bitmeyecek kadar. Arma bağlantıları, iğnecikler, yeni frengi çerçeveleri, yeni ikinci ıstıralya mapası, imalatı süren bodoslama kromu… ama asıl soru hala bir kenarda duruyor; bitirip indirmeli miyim kış kıyamet demeden, yoksa -kooperatifçilerle didişmeyi de göze alıp- Mart sonuna kadar karada kalmaya devam mı etmeliyim?
(https://i.ibb.co/GWsH28Y/20220602-104956.jpg) (https://ibb.co/GWsH28Y)
(https://i.ibb.co/W3F3Jnz/20220602-122049.jpg) (https://ibb.co/W3F3Jnz)
(https://i.ibb.co/syMWXKY/20220602-122145.jpg) (https://ibb.co/syMWXKY)
(https://i.ibb.co/4sWMRXx/20220602-122149.jpg) (https://ibb.co/4sWMRXx)
(https://i.ibb.co/LQkqysh/20220610-194228.jpg) (https://ibb.co/LQkqysh)
(https://i.ibb.co/n0RCGDL/20220910-170227.jpg) (https://ibb.co/n0RCGDL)
(https://i.ibb.co/VJBjJCy/20220910-170305.jpg) (https://ibb.co/VJBjJCy)
(https://i.ibb.co/hyQmqgR/20220911-190346.jpg) (https://ibb.co/hyQmqgR)
(https://i.ibb.co/4f7dG8K/20220911-190417.jpg) (https://ibb.co/4f7dG8K)
(https://i.ibb.co/tBSC4V6/20221003-174346.jpg) (https://ibb.co/tBSC4V6)
(https://i.ibb.co/6PrQv20/20221003-174426.jpg) (https://ibb.co/6PrQv20)
(https://i.ibb.co/ynGmRyV/20221011-170002.jpg) (https://ibb.co/ynGmRyV)
(https://i.ibb.co/2F0SGY5/20221011-170016.jpg) (https://ibb.co/2F0SGY5)
-
Böyle bir hikayeyi okurken insanın içinin daralması gerekir ama öyle bir anlatmışsın ki, su gibi okudum. Ölçüsüz emek kavramı senin yaşadıklarınla örtüştüğü kadar hiçbişeyle örtüşemezdi. Senin bu kadar uğraşmana Yengeç sonunda karşılık verecek ve denizlerinize kavuşacaksınız. Normal birisi bu mücadeleyi veremezdi. Aklıma Ahmet'in Bodrum Cup'taki şu anektodu geldi; bir de Bülent Ortaçgilin Normal şarkısı...
Nedir bu normal, kimdir?...
Efendim yazacak çok şey var, selametleyenler uğurlayanlar, karşılayanlar, yol üzerinde bekleyenler, ne güzel bir on gündü. Herkese teşekkür ederek bu güzel günleri yazıya dökmeden önce vaziyetimizi özetleyen şu diyaloğu yazmak istiyorum.
Malumunuz bu İstanbul Challenge e katılan tekneler Bodrum'dan gelmişler, kaynaşmışlar zaten birçoğu birbirlerini çok iyi tanıyorlar. Biz ise nerden nasıl dahil olduysak çıktık geldik Cumartesi günü Fenerbahçe marinaya. Pazar günü ise forumda paylaştığımız üzere birlikte bir kahvaltı yaptık. Dostlar bizi uğurlamaya geldiler. Necip Bulut, Ersin Böke, Kemal Gündüz, Melih Keskin, Enes Save, Oğuzhan Oğuz ve diğer uğrayan dostlar. Şu diyaloğun geçtiği sırada iskelede Enes Abim var, diğer dostlar da duvarın üzerinde oturuyorlar.Daha sonra farklı diyaloglarımız olacak arkadaşın biri sordu.
- siz bununla mı katılıyorsunuz? Bodrum'a kadar gelebilecekmisiniz?
- Evet bununla katılıyoruz, Bodruma geliyoruz, arkadaşımız Yalıkavak Marinaya Müdür oldu ona hayırlı olsuna gidiyoruz, yarışta bahanesi oldu işte.
- yok canım, şaka yapıyorsunuz.
- Yo hayır daha önce Kıbrıs'taydı oraya da gitmiştik.
- Denizden mi?
- Evet ama bu kayıkla değil.
(Tabi ki adamcağız inanmadı konu değişsin diye başka soruya geçti.)
- Kaç metre bu?
- Dokuz ama su hattı boyu 8,30.
- Nedir bu tekne?
- Baba 30.
- adımı Baba 30?
- Yok Abicim markası Baba 30 ismi Baba Tunca.
- A Türk Malımı bu? Nere yapısı?
- Yok Abi bu Amerikan Üretimi, Tayvan da yapılmış, Robert Pery dizaynı bir tekne bu.
- Kaç kişisiniz?
- Dört kişiyiz.
- Ama zor olmaz mı bu tekneyle dört kişi, çok zorlanabilirsiniz.
(Ben artık dayanamıyor ve diyorum ki.)
- abi şu iskele deki adamı görüyormusun.
- evet görüyorum.
- Hah işte en normalimiz o adam.
- Nasıl yani?
- Botla hiç karaya çıkmadan İskenderun'a mı ne gitti geçen sene.
- Adamcağız hiç bir şey daha sormadan uzadı gitti.
Yadırgamadım çünkü diğer teknelerin sadece 3-4 tanesi 15-22 metre arasındaydı. Diğerleri 36-46 metre arasındalardı. Sonradan Abimizle bayağı sıkı fıkı olduk, bizi defalarca tebrik etti.
-
Efsane anektod bu ya :)xx
-
Ömürsünüz, hatırlattınız aklıma geldi, iki kere okudum, o gün aklıma geldi, etrafımdakilerin garip bakışları arasında sesli sesli güldüm. Ne gün dü ama, herkes afilli montlarla falan dolaşıyor, biz ise kahveden yeni gelmiş gibi, muhabbet o biçim. Hiç etrafa o tekneyle denize çıkacak havası vermiyoruz. Yanyana duvarın üstüne oturmuş bir resmimiz var efsanedir.
-
Bir çırpıda kaç senenin macerasını okuyuverdim. Ama devamı? Bugün 2023 Ocak 8 olmuş.
İnsan merak etmeden duramıyor, ne oldu Yengeç kavuştu mu sulara, ya da Hakan beyin çilesi bitmedi mi daha?
Çok acaip adamlarsınız vesselam. Çok enteresan ve aslına bakarsanız hoş şahsiyetlersiniz...
Saygılar, çünkü bu örnekleri okuyarak denize, suya sevgimiz, muhabetimiz artıyor.
-
Devamı olmaz mı:) Spoiler vereyim:(https://uploads.tapatalk-cdn.com/20230109/56db61857d9ff07e50e9d2e12c6c1156.jpg)(https://uploads.tapatalk-cdn.com/20230109/434a2864ef02d37b15a6690a076a65e5.jpg)(https://uploads.tapatalk-cdn.com/20230109/332049c4c1c88ef7afa49d83459e2fde.jpg)
SM-N910C cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Çok güzel olmuş Hakan'cım.Lumbozları diyorumBurnun değil.O na geçmiş olsun diyorum.sevgilerimle.
-
Lumbozlar çok şık , burun da fena olmuş ;D
-
Maşaallah! Gemi yahu bu! :)
Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. AMA, işi görünce Lafları da sabırsızlıkla bekler olduk!
Bir gün denizde karşılaşmak isterdim açıkcası..
-
Ben olsam o lumbozları taktıktan sonra onlara su temas etsin istemem. Üstüne kılıf yaparım. Haince yakışıklı olmuşlar. Çıtayı çok yükselttin Tiryaki, her şey kolayına olsun. Buruna da geçmiş olsun, bu kadar uğraşıdan sonra bir kaç iz kalmazsa olmaz.
-
😃 Wow çok güzel olmuşlar! Ne de güzel oturtmuşsun ve ayna gibi de parlatmışsın! Ellerine bin sağlık. Mark da çok beğendi, acayip 'posh' olmuşlar diyor. Hikayeyi de bekliyoruz :)
-
😃 Wow çok güzel olmuşlar! Ne de güzel oturtmuşsun ve ayna gibi de parlatmışsın! Ellerine bin sağlık. Mark da çok beğendi, acayip 'posh' olmuşlar diyor. Hikayeyi de bekliyoruz :)
Çok ama çok uğraştırdı ama değdi gibi. Sağolun, varolun.
-
Kasım ayı ile birlikte beklenen oldu ve bir kez daha Yengeç'i taşımam için baskılar başladı. Trajikomik bir durum bu. Detaylarına giresim yok artık, öyle bezdim ki... Telefonlar, yüz yüze görüşmeler, üstü kapalı tehditler derken kayığı bulunduğu yerde beş metre kadar geri kaydırmak üzere bağladık mevzuyu.
Öyle de bir zamana denk geldi ki kaydırma mevzuu, tam moda girmişim, toparlamaya başlamışım ufaktan ıvır zıvır işleri. İç duvarlar bitti, boyasını attık, dümen palasını kaldırıp astık yerine ki bu bile başlı başına bir kabustu. İğnecikler oturmadı, orta iğnecik kastı. Defalarca kaldır, indir, ayarlamaya çalış... Derken gün geldi çattı, dediler bir kaç güne tekneyi kaydırman lazım. Demesi kolay. Çatı sökülecek, iskeleler sökülecek, çatının altına istiflenmiş boy boy, bilmem kaç yüz parça malzeme taşınacak ve dahası tekrar istiflenecek. Hele ki bir kısım malzeme var ki, daha yeni korunaklı yer yapmıştım iskelenin altına, yeni istiflemiştim. Hele ki bumbayı yeni boyamışım, pırıl pırıl parlıyor astığım yerde.
Taşıdık nihayetinde. Ama yaklaşık on günüm söküm ve taşımayla geçti. Taşıma işi bittiğinde bir hafta hiç uğramamaya karar verdim. Biraz mesafe koymak, nefes almak istedim. Tabi ki olmadı. Tekneler konmaya başladıkça ortalık şenlendi. Tekneler kelimenin tam anlamıyla balık istifi. Bazı yerlerde neredeyse araya el girmeyecek.
Havalar olağanüstü iyi gidiyordu bir iki gün öncesine kadar. Fırsattan istifade artık yılan hikayesine dönen lumbozların montajına odaklandım tamamen. Sadece bu süreçten bile bir sitkom, bir belgesel çıkar.
Malum, Yengeç'in eski karavan tipi Alüminyum çerçeveleri ile yolları ayırmış ve sevgili Nur ve Mark'ın adeta hediye ettiği fırtına kapaklı, cillop gibi Krom lumbozu günü geldiğinde monte etmek üzere bir kenarda bekletiyordum. O gün geldi çattı ve beyin fırtınası başladı. İlk sorun yaklaşık 25 cm derinliğindeki çerçeveleri Yengeç'in 6 cm duvar kalınlığına göre düzgünce kesebilmekti. Tornacı bir arkadaşımı çağırdım. Ölçtük, biçtik, yaradan sığınıp "Kes!" dedim. İki gün sonra montaj için vida delikleri de açılmış halde geldiler. İş bitmişçesine sevindim. Oysa her zaman ki gibi çok erken sevinmişim.
Çerçeveleri yerlerine oturtmaya başlayınca yepyeni bir maceraya yelken açtığımı farkettim. Açtığımız yuvaların güverte kısımlarının bir kısmı gönyesinde değildi. Ve tabi ki bu durumun bir çözümü söz konusu değil, artık boyandı, bitti. İç duvarlarda da açılan delikler çok baştan sağma görünüyordu. İki ayaklı bir çözüm öngördüm. Önce dışarıdan olabildiğince gönyeye getirerek sadece oturttum her birini. Bu kısım iki günümü aldı. Ardından iç duvarlardaki yuvaların düzgün olması için çerçevelerin dibine epoksi mikrofiber uyguladım. Bu aşamada sağolsun bizim ekipteki usta arkadaşlara danıştım, epoksinin çerçeveye yapışmaması için gres önerdiler. Aklıma yatmadı dersem yalan olur. Mis gibi çektim epoksi mikrofiberi. Bir kaç gün Antalya'ya gittim. Döner dönmez çerçevelerin geçici montaj vidalarını çıkartıp sökmek istediğimde acı gerçekle yüzleşmem gerekti. Öküz gibi sağlam tutmuş epoksi. İttir, kaktır, tokmakla... bana mısın demedi. Kafamdaki süreç çerçeveleri söküp sikayla tekrar basmaktı oysa ki. Fakat öyle bir monte etmişim ki hiç mastik kullanmasam bile su girecek yer neredeyse yoktu. Sonuç olarak mastiği daha sonra üzerinden uygulamaya karar verip, oldukları yerde bıraktım hepsini.
Asıl sorun tam da bu aşamadan sonra başladı. Kesilmeden önce çerçevelere cuk diye oturan lumbozlar kesildikten sonra çerçevelere girmiyordu. Elimde kesilmemiş üç çerçeve daha var, onları denedim, cuk diye oturuyor ama gel gör kesilmiş olanlara milimetrik bir farkla oturmuyor. Bir kaç günüm ne halt edeceğimi düşünerek ya da abuk subuk şeyler deneyerek geçti. Ardından bir bir tornacıları gezip, durumu anlattım. Ancak çerçevelere kesik atabileceklerini, böylelikle gerekli esneme payını yaratabileceklerini söylediler. "Hadi len, bok gibi görünür!" diye inatla karşı çıktım. Marangoz arkadaşımı çağırdım. O işkenceyle, yavaş yavaş oturtmayı önerdi. Bu aklıma daha çok yattı açıkçası. Gel gör, yaklaşık bir ay geçti, herif bir türlü gelemedi.
Geçtiğimiz hafta bir gün Fethiye'den dönüyorduk Nükhetle. Durup dururken, "Hassiktir, malım lan ben!" diye böğürmüşüm. Nükhet tuhaf tuhaf bakarken açıklamam gerekti. Fethiye Göcek arasında araba kullanırken nasıl bir zihinsel sürecin sonunda oldu bilmiyorum ama aydınlandım ve aslında dış çerçevenin dışarıdan bakınca görünmediğimi, içeriden de lumbozun altında kaldığını farkettim. Allahıma lazım ben! Bunu Nükhet'e anlattığımda alışmış olsa gerek, nereden geldi şimdi aklına diye sormadı bile.
Hemen ertesi sabah vardım kayığa. Şöyle hızlıca bir tur attım, dedim olur bu iş. Jetle keseceğim ama gel gör duvarlar yeni boyandı, batırmama lazım. Neyse ki kazma ustanın kestiği şablonlar geldi aklıma. Bastım jeti, ilk çerçeveye sekiz kesik attım hızlıca. Hemen aldım bir lumbozu, ittir, kaktır, ı ıhh, yine olmadı. Ayarlı penseyle minik minik dokunuşlarla ağızlayacak kadar bir müdahaleden sonra cuk diye oturdu. Bir kez daha Darius'u alt eden İskender'dim. En azından kısa bir süreliğine...
İkinci gün tüm çerçeveleri kestim ve her birine birer lumboz oturttum ve evin yolunu tuttum. Bir sonraki günün programı lumbozlar tek tek söküp temizlemek, gerekenleri tamir etmek ve parlatıp yerlerine mastik ile basmak. Bu kısım iki gün sürdü. Ama asıl bomba geçici diye taktığım bir kaç tanesini sökene kadar akla karayı seçmem, hatta inatçı bir tanesini hafif yamuk takmış olmama rağmen yerinde bırakmış olmam oldu.
Montajın ilk gününde Vural yardıma geldi. En azından bir ucundan tutuyordu. Hatta tuttuğu halde oturmamış bir lumboz yerinden çıkıp direkt burnumun üzerine oturdu. Artık yalama olmuşum, güldük geçtik. Ertesi gün Vural'ın yokluğunda aynı olay bir kez daha tekrarlandı ama bu kez bayağı bir iz bıraktı suratımda. Sondan bir önceki lumbozdu, bastım küfürü, eve gittim. Artık millet öyle alıştı ki iki de bir de burnumu kırmama, çatlatmama, tepki bile vermiyorlar desem yeridir. Doğrusu, daha bir ay kadar önce gece karanlığında teknenin altında malzeme taşırken hain bir kalasa çarpıp bir kez daha çatlamıştım. Bir çeşit rutinim oldu bu durum.
Pazartesi günü öğle saatlerinden itibaren hummalı bir şekilde başladık çalışmaya. Nükhet de yardıma geldi. Lumbozların son montajları yapılacak, dış çerçevelerin mastikleri çekilecek ve havuzluğun üzeri kapanacak. Salı günü fırtına ve yağmur başlamadan tekne hazır hale gelecek. Acılı bir gün oldu ama gün sonunda Yengeç artık yağmurla ilk sınavına hazırdı. Potansiyel iki kaynaktan biri camlar, diğeri de önceki gün fitil çektiğimiz havuzluk arkasındaki kapaktı.
Salı sabaha karşı hava patladı. Tufan tadında yağdı, 30-35 civarı esti. Öğleye doğru anca uyanıp tekneye gittim. Sayısız ihtimal dönüyordu zihnimde. Kafadan biri tuttu, havuzluğun üstündeki iki brandadan biri açılmıştı. Neyse ki geçtiğimiz haftalarda havuzluğun Kromlarını monte edip eski biminiyi kapatmıştım üzerine. Direkt makine dairesine indim önce. Fitiller işe yaramış ve kapak damla su geçirmemişti. Ardından elime bir fener alıp tek tek camları gezmeye başladım. Bir kaç camda çok ince sızıntı gördüğümde önce biraz demoralize olduysam da her birini yokladığımda düzgün kapatmadığımı, fitillerin tam öpüşmediğini farkettim. En fazla küçük bir ayarla çözülebilecek bir sorun. İnsanlık için ne kadar küçük olsa da benim için o denli devasa bir adımdı bu. Üç yıl sonra artık Yengeç kendi imkanlarıyla kuru kalabilecek, her hafta branda çekip, branda toplamakla uğraşmayacaktım. Tekneden çıkarken rahmetli Cem geldi aklıma. En son o kalmıştı Yengeç'te ve dünkü gibi bir havada sabaha kadar ıslanmıştı...
Kafadan 10 gün hava tatsız olacak gibi görünüyor. Önümüzdeki günler onbeş lumbozun, tanesi 3 liraya malolan altışar vidasını atarak, içeriyi temizleyerek ve daha da önemlisi artık tavanlarla ilgili "challange" için çalışmaya başlayarak geçecek. İç mekanda daha çok iş var. Yeni bir iş planı yaptım. İlk hafta dört günlük bir sapmam var. Umut verici :)
(https://i.ibb.co/31YTZCH/20221028-164327.jpg) (https://ibb.co/31YTZCH) (https://i.ibb.co/tqFCzbX/20221028-164346.jpg) (https://ibb.co/tqFCzbX) (https://i.ibb.co/rMB2rwq/20221028-165240.jpg) (https://ibb.co/rMB2rwq) (https://i.ibb.co/3Bpx3GQ/20230103-171047.jpg) (https://ibb.co/3Bpx3GQ) (https://i.ibb.co/Fw7CJy0/20230103-172808.jpg) (https://ibb.co/Fw7CJy0) (https://i.ibb.co/JmrSTTq/20230104-153138.jpg) (https://ibb.co/JmrSTTq) (https://i.ibb.co/H4mZN1K/20230104-153205.jpg) (https://ibb.co/H4mZN1K) (https://i.ibb.co/Xzg1zkg/20230107-174539.jpg) (https://ibb.co/Xzg1zkg) (https://i.ibb.co/6XW0Bpj/20230107-175658.jpg) (https://ibb.co/6XW0Bpj) (https://i.ibb.co/gzVCjxy/20230107-175705.jpg) (https://ibb.co/gzVCjxy)
-
Harika görülüyor
Çok geçmiş olsun
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Bu sadece lumbozların hikayesi, daha bunun gibi kaç hikaye vardır kimbilir. Eline sağlık ve geçmiş olsun Tiryaki Reis. Yengeç tez zamanda sulara kavuşsun İnşallah.
-
Sağolasınız reisler. Gerçekten öyle çok hikaye var ki, her bir kalem kendi içinde bir hikaye, bir "challange". Şu milletin youtube videolarını gördükçe gülüyorum. Len başından bir kamera koysaydım şu sürece tüm dünya denizcilik aleminin gelişimine değilse de küfür dağarcığına müthiş bir katkım olurdu 8) :)
-
Üç yıl sonra artık Yengeç kendi imkanlarıyla kuru kalabilecek, her hafta branda çekip, branda toplamakla uğraşmayacaktım. Tekneden çıkarken rahmetli Cem geldi aklıma. En son o kalmıştı Yengeç'te ve dünkü gibi bir havada sabaha kadar ıslanmıştı...
Hiç unutmuyorum, rahmetli kuru kalabilmek için ne mücadele etmişmiş.
-
Serbest Düşme
Hasss… sonunu bile getiremedim. Üst güverteden doğru düşüyorum. Küpeşteye çarptığımda bittiğini sanacak kadar bile vaktim olmadan bedenimin çoğunun teknenin dışında olduğunu farkettim. Daha doğrusu teknenin güvertesine düşebilmek için umutsuzca kıvranırken Vural bir yerlerimden yakalamaya çalıştı. Hasss… yine sonunu getiremedim. Vural'ın ellerinden kayıp son bir refleksle küpeşteyi yakaladım. Daha doğrusu yakaladığımı sanmışım. Dışarı doğru ivme ve pırıl pırıl akrilik boya ikilisi ve bir de üzerine yerçekimi ivmesi eklenince sonrasında hasss… bile diyemedim. Çuval gibi düşerken pek bir şey hissetmedim ama kafamı çarptığımda çıkan ses cidden ürkütücüydü. Düştüğüm yerde boylu boyunca bumba uzanıyordu. Ya bumba ya da kafam; ikisinden birinden geldi o çatırtı ama henüz hangisi bilemiyorum. -Sonradan kontrol ettiğimde üzerindeki Alüminyum raya çarpmış olduğumu gördüm.-
Kısa bir süre öylece kaldım. İlk hisettiğim kafamdan doğru bir ıslaklık olunca hızlıca kendime gelip her zaman ki salak soğukkanlılığımla durum değerlendirmesi yapmaya çalıştım. Kafam acıyor, bilincim yerinde, parmaklarımı oynatacağım oynatmaya da bir bacağım üç ayaklı dayağın arasına sıkışmış. Sol kolum biraz absürt bir pozisyonda ama sorun görünmüyor. Herhangi bir kırık emaresi ya da acısı -en azından şimdilik- hissetmiyorum. Önce sol kolumu kurtarıp kafamı yokladım, bayağı kanıyor. Sonra yavaşça kalkmaya çalıştım ama bacağımı kurtarmam bayağı zor oldu. Şimdi sıra yavaşça doğrulmaya geldiğinde sağımda solumda ağrı hissediyordum ama eşiğimin altındaydı, önemsemedim. O sırada Vural'ı farkettim ki henüz şokta. Refleks olarak yürümeye başladım. Vural nereye gidiyorsun diye seslendiğinde önce mantıklı bir yanıt veremedim. Hemen ardından sol kulağımda uğultu ve işitme kaybı, sol gözümde bir fluluk farkettim ve hemen teknenin altında yola doğru uzanan emektar direğin üzerine çöktüm.
Kafamdan akan kanı farkeden yan teknede çalışan genç arkadaş çalıştığı teknenin üzerinden doğru seslendi. Sadece tekneden düştüm diyebildim. Ambulans çağırmasını ve tampon olarak kullanabileceğim bez vs bir şey getirmesini istedim. Uçarcasına bir rulo tuvalet kağıdı ile geldi. Kalın bir top yapıp bastım kanayan bölgeye. Bu arada Vural da ilk şoku atlatıp gelmiş. Üç dört kez kağıt vermesini istedim. Ya ben anlatamyordum ya da o anlamıyordu. Kulağım ve gözüm yüzünden biraz tırsmış haldeydim. Sonunda bir parça tuvalet kağıdıyla gözümü ve kulağımı temizlediğimde kaybın nedeninin kan olduğunu anladım, biraz olsun rahatladım. Fakat ilk andaki şoku atlattıkça canımın bayağı yandığını farkettim ve tekrar ayaklandım.
Hemen teknenin arka tarafında benim eski atölye dahil dükkanlar var. Onlara doğru yöneldim refleks olarak. Aslında o an tek isteğim rahat bir pozisyonda biraz uzanmaktı. Tabi dışarıdan halimi göremediğimden yarattığım şoku ön görememişim. Bir anda ortalık ayağa kalktı. Sağolsunlar hemen oturtup bir yandan tamponu yenileyip, bir yandan da her yerime bulaşmış kanı temizlemişler. Temizlemişler diyorum, çünkü o aşamda kısa bir sürede olsa şoka girmiş olmalıyım ki biraz kendimden geçmişim.
Paramedikler geldiğinde tansiyon 5-7 anca varmış. Ama gözüm açılmış ve gayet kendimdeydim. Hatta ufaktan daha kapsamlı bir hasar tespitine de başlamıştım. Karın bölgemde bayağı kallavi bir ezilme, sağ dizimin arkasında ve sol dirseğimde bayağı bir acı vardı. Ama mucizevi bir şekilde kırık, çatlak vs belirtisi yoktu. Genel olarak söylediğim 'kamyon takozu gibiyim' önermesinde bir kez daha haklı çıkmış gibiydim.
Paramedikler müdahale ederken büyük ölçüde kendime gelmiştim aslında ama yine de kafamdaki yarık pek hafife alınacak gibi değildi. Ambulansın yarım açık kapısından görebildiğim herkese 'lumbozları kapatın, davlumbazı örtün' gibi talimatlar yağdırdıktan sonra düştük Fethiye yoluna.
Tomografi vs derken 2-3 saat sonra kafamda 8 dikişle çıktım hastaneden. Gerçekten çok ama çok ucuz atlatmıştım. Gerçi vücut soğudukça alakasız yerlerimde ağrı sızı hissetmeye başlamıştım ama çok da umurumda değildi. Asıl derdim bizim elemanlara emanet ettiğim kayığı kontrol etmekti bir an evvel. Nükhet anamları aramakla tehdit edince üzerine çıkamadan, ancak dışarıdan bakabildim ki sağolsunlar, yağmur gelmeden kapatmışlardı orasını burasını.
Bugün ikinci gün de geride kaldı. Kayığıma gidemiyorum. Dahası hala yeni yeni ezikler, çürükler çıkıyor oramda, buramda. Ama azimliyim, yarın bir yolunu bulup gideceğim artık.
Peki nasıl oldu bu lanet kaza? Ambulansın arkasında yol boyunca zihnimde canlandırdım. Davlumbazın çerçevesinde kalan incecik açıklığa, aslında hiç de lazım olmamasına karşın pür dikkat sika çekiyordum. Nasıl bir kaptırmışsam kendimi yürüdüğüm güverte bitmiş ve sağ ayağımı boşluğa attığım gibi aşağı doğru devrildim. Hemen yanı başımda Vural bana yardım ediyordu. Ayağımı boşa attığımda istem dışı sırt üstü bir şekilde küpeşte üzerine düşerken bedenimin fazlası teknenin dışında kalmış, garbim Vural tutacak bir yerimi bulana kadar ellerinden kayıp gitmiştim. En azından hızımı kesip, biraz olsun vücut pozisyonumu toparlamam yardım etmişti ki sayesinde en azından kafa üstü falan düşmemiştim. Vural yakalamaya çalışırken kısa bir an küpeşteyi yakaladığımı sanmıştım ama ardında bok çuvalı gibi inivermiştim.
Şans insana böyle zamanlarda lazım. Teknenin altında bin çeşit ıvır zıvır var ki bir tarafıma da girebilir, üç metreyi aşan yüksekliğin etkisiyle ciddi bir yaralanmaya da yol açabilirdi. Tabi bumba da olmasa ya da en azından bumbanın üzerindeki o lanet raya da çarpmayadım daha da iyi olurdu ama her durumda bundan daha ucuz atlatamazdım herhalde.
İki gündür en çok duyduğum uyarı 'aman, dikkat et!'. İster istemez düşünüyorum ama aklıma böyle bir kazaya engel olabilecek gerçekçi bir önlem gelmiyor. Bundan sonrasında da daha dikkatli olmak dışında yapabileceğim bir şey gelmiyor aklına.
Bu arada atladığım bir şey var ki, şu evrene gönderilen ve evrenin kaale aldığı mesajlar üzerine bayağı sövmeme sebep oldu. Olaydan sadece 15 dakika önce güvertede hafiften dengemi kaybettiğimde Vural'a 'La nassı oldu da hala buradan aşağıya düşmedim, hayret ediyorum.' demiş olmam ve kodumun evreninin duya duya bu mesajımı duyması…
Tek tesellim, arkadaşların söylediğine göre lumbozlar testi geçmiş, teknede yağmur kaynaklı sorun yokmuş. Kulakların çınlaya Cem Gür, Yengeç artık kuru.
SM-N910C cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Geçmiş olsun, büyük kaza atlatmışsın. Umarım en kısa sürede toparlarsın. Bu arada Yengeç'in artık kuru olmasına çok sevindim.
-
Hakan,
Çok geçmiş olsun; çok çilesini çektin, dilerim sefasını uzun ve bol sürersin.
-
Çok geçmiş olsun
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Hakan çığım çok büyük geçmiş olsun, umarım tez zamanda toparlar, kazasız belasız ciddi emek harcadığın güzelim Yengeç’ini suya kavuşturup, sefasını sürersin.
-
Uçuz atlatmışsın abi, geçmiş olsun
-
Geçmiş olsun. Büyük bir badire atlatmışsın. Aslında evrene mesaj vermemişsin vücudun sana mesaj vermiş sanırım. Belki kan şekeri, belki tansiyon, belki anlık nörolojik bir sıkıntı zaten sana ilk denge kaybında sinyal göndermiş görünüyor. Ece'ye okudum O da çok üzüldü. En kısa zamanda iyileşmeni diliyoruz.
Bu arada Cem Abiyle aynı yağmurlu akşam biz de Yengeçte misafirdik. Yanımızda bir kovayla birlikte uyumuştuk. Ece kova burcudur. Ben iki kovanın ortasında dilek tutmuştum. Şimdi dileğimi açıklıyorum. Lumbozların yenilenmesini dilemiştim:)
-
Hepinize teşekkürler. Çok şükür canavar gibiyim. Tek derdim tekne yasağı, onun dışında her şey yolunda. En geç Pazartesi kaldığım yerden devam...
Mücahitçiğim, öncelikle denge kaybı değil de anlık dikkatsizlik; basacak yer bitmiş :) Ama dileğin konusunda için rahat olsun, bugün bir ara kaçıp gittim, lumbozlar taş gibi. Damla su yok :)xx
-
çok geçmiş olsun Hakan kardeşim...
-
Ne biçim hikaye ya, çok çok geçmiş olsun.
:(
Kafa yaralanmalarında nedense dışarı akan kan korkutucu görünse de "içeri akmasından kat kat iyidir" gibi (tamamıyle afaki ve uzman olmayan) bir görüşe sahibim. :-\
Hâlâ forumda aynı espritüellikle yazıyor olman doğruluyor ama sanki bunu... :D
-
çok geçmiş olsun Hakan kardeşim...
Teşekkür ederim Necipçiğim.
Ne biçim hikaye ya, çok çok geçmiş olsun.
:(
Kafa yaralanmalarında nedense dışarı akan kan korkutucu görünse de "içeri akmasından kat kat iyidir" gibi (tamamıyle afaki ve uzman olmayan) bir görüşe sahibim. :-\
Hâlâ forumda aynı espritüellikle yazıyor olman doğruluyor ama sanki bunu... :D
Ben de uzman değilim ama kafa travmasında belli bir deneyime ulaştım; kanamanın yoğunluğu benim açımdan dikiş, tomografi vs ile işin uzayacağına dalalet :) Neyse, bayağı geyiğini de yaptım ama ciddiyetinin de kesinlikle farkındayım.
-
Geçmiş olsun, büyük badire . Karadaki kayıklardan düşüpte darma duman olan bir sürü adam var. İler tutar yerleri kalmıyor. Verilmiş yada verilecek sadakan varmış derler ya, artık hangisini dikkate alırsan.
Bu arada çok oynadın bu kayıkla , yüzer hali geldiyse yüzdür , kurtul bence. Çünkü karada durup duran kayığın bir yerini bitirirsin , diğer tarafa başlarsın, bu sırada bitirdiğin yer yeniden bozulur falan filan , bunları sana anlatmama gerek yok. zaten sen ahşap tekne konusunda zirveye oturdun. Kurucaşile' ye , Kapısuyu'na falan gitsen , şehrin girişinde resmi törenle karşılarlar. Hatta konudan haberleri olsa heykelini bile dikerler. Yeter yüzdür artık şunu ya. Ben yoruldum vallahi. ama şuna da bir şey demem , yengecin tadilatı ve yapılacak iş olması seni zinde tutuyor , besliyor olabilir. O zaman diyecek bir şey yok ölene kadar keser sallamaya , zımparaya devam.
Tekrar çok büyük geçmiş olsun. Selametle , sağlıkla.
-
Ya zinde kaldığım bir gerçek. Ama artık psikolojik olarak bayağı zorluyor. Aslında kış yaklaşırken bayağı düşündüm indirmeyi ama yarım kalan işleri alargada yapmak mümkün değildi. Dışarıdan orasıyla burasıyla oynamak gibi görünüyor belki ama her parça iş tek başına olunca ciddi zaman alıyor. Sadece şu lumbozlar bir ay kadar zamanımı aldı. Hiç bir iş cuk diye oturmuyor ki arkadaş. Palayı takıyorsun, iğneciklerden biri kasıyor, mahmuzu takıyorsun, oturmuyor. Bunun gibi bir sürü iş. Yarın kaldığım yerden başlayacağım tekrar. Hedef Mart sonu, bilemedin Nisan ortası suda olmak. O zamana kadar huzur yok ne yazık ki...
SM-N910C cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Emeklerine sağlık, yazını geç olsada yeni okudum, çok eğlenceli bir macera tadında, teşekkürler
-
Çok geçmiş olsun Hakan kaptanım,
Foruma ancak girmişim demek ki, zira bugün yeni okudum mesajını.
Allah bundan sonra sakınsın seni ve hepimizi…
Ve bir daha düşersen sadece denize olsun, o da bilerek olsun… :)
-
Emeklerine sağlık, yazını geç olsada yeni okudum, çok eğlenceli bir macera tadında, teşekkürler
Çok geçmiş olsun Hakan kaptanım,
Foruma ancak girmişim demek ki, zira bugün yeni okudum mesajını.
Allah bundan sonra sakınsın seni ve hepimizi…
Ve bir daha düşersen sadece denize olsun, o da bilerek olsun… :)
Teşekkürler efenim. Kafamda yeni bir faça dışında her şey yolunda. Bir sonraki kazıtmamda çıkar ortaya:)
İç mekan tadilatlarıyla devam ediyor süreç...
SM-N910C cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Hakan ülkenin beşik gibi sallandığı; Naci Görür’ün de ege için ısrarlı öngörüleri “Yengeç” için endişelenmeme neden oluyor. Suda olsa bu kadar dertlenmiyeceğim. Hiç olmazsa payandaları omurga altından da birbirine sabitlesen mi ne dersin…
-
Hakan ülkenin beşik gibi sallandığı; Naci Görür’ün de ege için ısrarlı öngörüleri “Yengeç” için endişelenmeme neden oluyor. Suda olsa bu kadar dertlenmiyeceğim. Hiç olmazsa payandaları omurga altından da birbirine sabitlesen mi ne dersin…
Yengeç'in payandaların her biri üçgen tabanla basıyor yere ve her iki tarafta dörder tane var. O yüzden gerek görmedim. Zaten geçen sene de bir tanesine araba çarpmıştı, test etme şansımız oldu :))
SM-N910C cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi