Son Denk Kayıkçısının Hatıratı (Fırtına)
Eskiden Anadolu’da teknoloji İstanbul gibi büyük şehirlere nazaran en az 10-15 yıl geriden gelirdi. Bu yüzden 44 yaşında olmama rağmen büyüdüğüm küçük Karadeniz Kasabası olan İnebolu’da yaşadıklarım,büyük şehirlerde yaşayan bugünün 55-60 yaş kuşağının yaşadıklarına yakın olduğunu hissediyorum. Ama ikibinli yıllardan sonra her yer eş zamanlı olarak teknoloji ve deneyimi paylaşır oldu. Bu yüzden bu başlık altında paylaşacaklarım biraz benim jenerasyonuma göre uygun olmadığı hissi uyandırabilir.Birde kendimden ortalama 40-50 yaş büyüklerin deneyimlerinden faydalandığımızı eklersek bir anda 1940-50 lerin denizcileri ve ekipmanları ile karşılaşmış olacağız.Ortam hakkında kısa bir bilgilendirmeden sonra bende etki bırakan seyirleri ve hatıraları bölümler halinde paylaşmayı arzuluyorum.
Siz hiç mürettebatının tamamı yaşlı ve kurt denizcilerden oluşan bir tekne de bulunduğunuzu düşündünüz mü? Bir zamanlar ben bulunmuştum hem de miçoluktan itibaren.Birde hep aynı insanlarla. Yaş ortalamasının 55+ olduğu bir teknede miço olmak 13 yaşından itibaren. İki efsane denizci iki efsane adam dedelerim, ikisi ile de deniz çıkmak nasip olmadı. Çünkü ben tekneye çıktığım yıllarda biri felçli diğeri de 70 li yaşlarını geçmiş teknelerini karadan takip ve idare eder durumdaydı. Fakat başka bir efsane “ son denk kayıkçısı” bulunduğum teknenin reisiydi. Kendisi 60 lı yaşlarında ömrünün tamamını denizde geçirmiş eski bir kaptandı. Artık uzak yolu bırakmış aynı zamanda dünürü olan dedemin teknesinde reislik yapardı. Son denk kayıkçısı normalde çok nazik tabiri caizse karaya ayak bastığında mütevazilik ve kibarlıktan tanınamaz hale gelirdi. Fakat tekneye adımını attığı andan itibaren her şey değişirdi.Her tarafa bağırıp çağıran asla hata affetmeyen bir adam oluverirdi. Herkes korkudan titrerdi. İnanılmaz bir kurallar bütünü içinde buluverirdiniz kendinizi. Öyle bir kural ve komuta sistemi vardı ki herkesin durması gereken yer bile belirli ve sınırlıydı.İşin ilginç tarafı bu insanlar üşümüyor, yorulmuyor,acıkmıyor hatta konuşmuyor bile, taki dinlenme zamanı gelene kadar.Seyirde mürettebat dinlenemiyordu çünki yapılması gereken o kadar çok iş olurdu ki avlanma mahaline gelene kadar bitmezdi bile.Zaten bitse de iş çıkartırdı rahmetlinin kendileri. Miçonun işinin zaten bitme şansı yoktu.Diğer ayrıntıları da hatıraların içinde paylaşmaya gayret edeceğim.
1989 yılı aralık ayı son günleri idi. Gündönümü gelmişti ve günlerden cumartesi idi.O zamanlar Kalkan balığı trolle değil gözüne ağ ile tutulurdu.Bu ağ belirli bir derinlikte kıyıya paralel şekilde 60 yada 90 parça ağdan oluşan bir takım şeklinde deniz dibine döşenirdi..Bu ağlar denize yatıya bırakılır ve bir hafta sonra gidip çekilirdi. Bizim her bir takımımız 90 parça ağdan oluşurdu ve her 15 ağda bir şamandıramız bulunurdu.Ticari balıkçılık yaptığımız için bünyemizde birden fazla teknemiz vardı.Boyları 8,30 ile 13metre arasında değişirdi.İsimleriyle yaşar isimleriyle ölürlerdi.Çakraz, Çelebioğlu, Emrullah Reis, Korkmaz Reis, Tarakçın, bunlardan bazılarıydı.En meşhurları Çakraz’dı. Çakraz Yelkenli bir Çektirmeden bozma balıkçı kayığıydı.Taka desen taka değil, çektirme desen çektirme değil, alamotra desen hiç değil melez bir şeydi işte. 1986 yılında Mart ayında son seyrine çıktı, Kerempe burnuna gitti ve sağlam bir karayel havasında ful arma yelkenle döndü karaya çıktı ve ardından bir daha denize inmedi. Son seferini de dedemle yaptı .Dedemde ondan sonra bir daha denize çıkmadı.Ben okulda olduğum için katılma şansım olamadı.Genç rakipleri Çakraz’ın sonunu getirdi ve 1992 yılında benim tarafımdan parçalanarak odun haline dönüştürüldü..O yıllarda avcılık türüne göre tekne kullanılırdı.Her sezonun ve avcılık türünün bir tarzı vardı.Şimdilerde birçok avcılık türüne çok çabuk uyarlanabilen tekne türleri var.
O gün denize açıldığımız teknemiz 1983 Kurucaşile yapımı 9 metre boyunda 4 metre eninde bir alamotra idi.İçinde 32 hp pancar makinası vardı. Tekne tam yolda 10 knota kadar çıkardı.Seyir sürati üç çeyrek yolda 7,5-8 knot civarı olurdu.İşte o Cumartesi gece üçte yola çıkmak üzere hazırlandık.Toplamda 4 saat gidiş yolumuz var.Aynı bölgeye ağ çekmeye gidecek üç tekne daha var ve onlarda hazırlanıyorlar.Bizim reis iskelede bulunan elektrik direğinin önünde gemici oturuşu vaziyetinde çökmüş ve direğe yaslanmış, filtresiz sigarasını içip doğuya doğru bakıyordu.Tekne onbeş dakikada neta edildi.Reis diğer tekne reislerine havaya dair bir şeyler söyledi.Hava hoşuna gitmemişti.Oysa ne hava durumunda nede havanın gidişatında görüntüsünde bir sorun yoktu.Hava gündoğusu gibiydi.Rüzgar neredeyse hiç yoktu..Deniz yüzeyinde yaklaşık 2 metre yüksekliğinde sis vardı.Ama deniz öyle bir durgunduki bizim tabirimizle karıncalar su içiyordu.
İşte tam o sırada teknenin en önemli adamı yani ben geliyorum. Kucağımda zar zor taşıyabildiğim, battaniyeye sarılı en önemli emanet, yani pusula ile geliyorum.Pusulanın başına bir şey gelmesin diye teknede bile bırakılamıyor, kıyıya bgelince doğru kulübedeki yerine gidiyor..Büyük bir seromoni ile başaltı ambar kapağının gönyesine alıp sarsıntıdan vs. oynamasın diye kutusunun etrafından lastiklerini geçirip sabitliyorum.Reis kuleye dümene çıkınca bir bakıyor pusula yerli yerindeyse sorun yok ama en ufak bir terslik olursa yandı miço.O gün bitmez artık.Pusula dediğim öyle sıradan bir şey değil çift çemberli pirinç pusula, içine oturtulduğu sandık bile tutkalla birleştirilmiş vaziyette.
Sonrasın da en önemli adamda tekneye atlamış olduğu için, her şey neta ama son bir kontrol, bidonlar bağlanmış, kasalar bağlanmış, halatlar roda edilmiş, motor kaputu açılıp, kancası takılmış, vs.vs. bir sürü acayip sıralama.Bunların hepsi toplam bir dakika bile sürmüyor.Ardından tonoz halatı baş ipine bağlanıyor ve güverte reisi besmele çekip suya bırakıyor. Teknelerde uyuyanlar rahatsız olmasın ve de makine ısınsın diye limanın kırmızı fenerine kadar rölantide seyir. Kırmızı feneri bordalayınca önce tamyol ve maksimum zorlama ve iki dakika sonra yeşil fener bordalanır gaz kolu üç çeyrek yola düşürülür, saate bakılır ve burun seyri başlar. Sonradan öğrendiğime göre önce tekneyi zorlamanın sebebi bir terslik olacaksa yol yakınken olsun mantığıymış. Ardından burundan buruna doğuya doğru kıyı seyri başlar.Zaman zaman kayık değişik olsa da saat aynı saat, pusula aynı pusula, reis aynı reis ve bölge aynı bölge.Hiç mi şaşırmaz bu denklem hepmi aynı çizgiden gideriz.Dalga yoksa hep kendimizi test eder duba burnundaki iki kayanın arasından soluganı hesap edip geçer gideriz(Çevreye yaşlıyız ama biz bu işi biliriz, bizden iyisi yok imajı vermek için)Bu geçiş esnasında en geniş yeri 4,20 olan teknenin iskele ve sancak bordalarında en fazla yarımşar metre pay kalırdı.Ne zaman bindireceğiz diye çok merak etmişimdir.Ama bu esnada çok zevk aldığım şeylerden biri olurdu, su kuşlarının biz kayaların arasından geçerken kayanın üstünden suya atlamalarını izlemek inanılmaz güzeldi maalesef o zamanlar fotoğraf makinamız yoktu bir çok güzel görüntüyü hafızamıza kopyalamak zorunda kaldık.
Hiç o kadar durgun bir deniz yaz aylarında olmazdı.Teknenin baş denizleri tam bir ikizkenar üçgen vaziyetinde yayılıyordu. Sanki fermuar açılırmışçasına. Bense yine kutsal görevlerden birini yapıyordum.Bu görev çok ilginçti.Koca Karadeniz’de bir tek bizim şamandıramızda bayrak yoktu.Biz özel bir takımdık ya; bu yüzden bizim şamandıralarımızın tepesine deve dikenine benzer iğne yapraklı bir çalı bağlardık.Bu dikenli bitki sadece bizim yörede mezarlıklarda bulunurdu.Bu yüzden son denk kayıkçısı limana gelirken mezarlıktan bu çalılardan keser ve elinde çiçek buketi gibi getirirdi. Bense bunları uzaktan görünecek şekilde her şamandıranın tepesine bağlardım. Ayrıca her onbeş günde bir değiştirmemiz gerekirdi. Kesildikten sonra iki gün içinde kurur ve rüzgarla acayip ses yapardı. İşte biz bu yüzden bu zahmete katlanırdık. Bizim en yoğun siste bile ağımızı bulamadığımız hiç olmazdı. Herkes ağını bulamaz geri dönerdi. Ama son denk kayıkçısı öyle bir hesap yapardı ki, koca Karadeniz de bir saat ve bir pusulayla bizi herhangi bir şamandıramızın yaklaşık yüz metre yakınına götürdü. Gözle göremesek bile makine stop edilir sessizce dinlerdik ve dikenli çalıların hışırtısını duyardık. Herkesin koca kayıkta ne işe yaradığını merak ettiği küreklerimizi takar yavaş yavaş sesin üzerine giderdik. Ama onbeş gün sonra kuruyan yapraklar dökülmeye başlardı. İşte bu günde öyle bir gündü.Bir çok tekne reisi denize çıkmadı.Zaten bizim takım normal değildi ki. Reisinin ve takım sahibinin isimlerinin önlerinde deli ibaresi vardı. Balıkçılar arasında böyle anılırlardı.Bizim oralarda eskiden fazlaca cesur,inatçı ve agresif denizcilere hemen bu şekilde isim takılırdı.
Bir önceki paragrafta bayrak diye bahsettiğim aslında şamandıraların ucundaki teknelerin isimlerinin yazılı olduğu flamalardır. Genelde üçgen olurlar ve üzerlerinde tekne ismi ile numara yazar. Fakat bizimkilerde numara yazmaz. Numara yerine şamandıranın direğinde sıralı faşina vardır. Yani bir nolu şamandırada bir düğüm demeti , 5 noluda beş düğüm demeti bulunurdu. Uzaktan bakınca biz hangi şamandırada olduğumuzu bu düğümleri sayarak anlardık. Düğüm demetleri ayrı renkte olurdu. Her şey olabildiğince eski usül yani...
Seyir sorunsuz ve keyifli devam ediyordu. Oldum olası teknelerde pancar ve lombardini tarzı vuruntulu motorları(süper starda dahil (sulu olmasına rağmen)) sevmezdim. Bunlar genellikle hava soğutmalı ve vibrasyonlu motorlardı. Ne kadar devirli kullanırsanız kullanın hala yuvarlak dönmezlerdi ve hep aptal çalışırlardı. Bu makinaların yarattığı titreşimden insanın burnu sürekli kaşınır ve bir çoğumuzda burnumuzu, kulağımızı sık sık ,işaret ve baş parmağımızla sürekli kurcalamak tik haline gelirdi. Gerçi o zamanlarda emsal motorlar lister petter ,iskandiye , vira, vs. gibi sulu makinalarda keyifli değildiler.Yolculuğun bir buçuk saatlik kısmı bitmiş, Kastamonu ‘nun Abana ve Çatalzeytin İlçeleri arasındaki Hacıveli Kayası denen muhite gelmiştik.Kıyı seçilmiyordu ama biz bulunduğumuz yeri biliyorduk.
Günün en kısa olduğu zamanlar olduğu için sabaha daha çok vardı . Hem karanlık hemde sis her şeyi berbat ediyordu. Hesabımız şafak atarken ağın başında bulunmaktı. Hacıveli Kayası bordalanınca kıyıya iyice yakın düştük dalga olmadığı için seste duyulmuyordu, ama biraz daha kıyıya yakın düşüp kayalığı gördük ve yeni rota için pozisyon aldık. Rotamız Kastamonu’nun Abana İlçesi açıklarından başlayıp Sinop’un Ayancık ilçesi Açıklarına kadar devam eden su altı platosuna ulaşmaktı. Kıyıya yaklaşık yer yer 20 dm uzaklıkta uzanan bu su altı şekli doğu batı doğrultulu yaklaşık 5 dm genişliği olan bir avlaktı. Modern ekipmanlar olmadığı için yeri usta çırak ilişkisi ile biliniyordu. Biz buraya mera diyorduk ve su derinliği bir anda azalıyor ve doğu batı doğrultusunda stabil olarak devam ediyordu.. Buradaki boşluklara ağ atabilmek için tüm balıkçılar arasında bir mücadele söz konusuydu. Bizimde bölgede iki takım ağımız bulunurdu. Reis yol kesti ve miço yine kutsal görevlerinden birini yaptı pusulanın camı üzerindeki çiği sildi. Zaten bundan sonra sık sık bunu yapacaktı. Biraz duruldu, mazot tamamlandı , bu esnada kıyı kerteriziyle akıntıya bakıldı , ardından saate bakıldı ve yıldız kerte gündoğusu(Reis böyle derdi ama baze 7 dereceye kadar düşürüp 15 dereceye kadar değiştirdiği olurdu.Çaktırmadan bakardık) rotasına seyir başladı.Reisin hesabına göre İlk takım ağımızın iki nolu şamandırasını 2 saat 35 dakika sonra görme pozisyonuna gelecektik. Perakete falan kullanmadığımızı da belirtmekte fayda var. Seyir süratine ulaşınca kuleden (biz davlumbaz da deriz aslında birinci kamaranın kasarasıdır.)arada bir sigarasının izmaritini suya atar ve kıç tarafa kadar izlerdi.
Umarım okuyanlar sıkılmıyordur , yaşantımdan denize dair özel bir kesiti paylaşıyorum. Bazı şeyleri aktarabilmem için bağlantılı bilgileri de açıklamam gerekiyor. Bu yüzden paragraflar uzun ve karışık olabiliyor.
Yaklaşık 2,5 saatlik kıyıdan avlanma mahalline olan seyrimiz başlamıştı. Daha on dakika geçmemişti ki, başüstün de oturan şimdi rahmetli olan mantarcımız reise seslendi. Duyuyomusun “Doğu Almanın Sesini” dedi. Reiste bir dakika sonra Sancak omuzlukta görürüz diye cevap verdi.Tabi bu işin içinde olanlar için bu tabirler çok normal ve anlamlı. Doğu Alman dedikleri dönemin çektirmelerinde kullanılan bir makine.Gar gur gar gur acayip bir ses tınısı vardır. Neredeyse sesinden makinanın devrini sayabilirsiniz. Nitekim bu anlaşma metodundan sonra sancak omuzlukta beş altı yüz tonluk kereste yüklü bir çektirme hayalet gibi karşımıza çıktı. Öyle bir yüklü ki, kemere hattında yumrular suya beraber gömülü vaziyette, dört kişilk personelinin hepsi vardiyadalar. Hiç panik olmadan selamlaşıldı ve göz gözü görmeyen siste hatta şakalaşıldı. Zaten bizim reis onların piriydi acayip saygı duyarlardı. Çok kısa bordalayarak seyir yaptık onlarla .Reis kuleden çektirmenin kaptanına devam etme İnebolu’ya gir hava hoşuma gitmiyor aşağıya atlayacak diye seslendi. Kaptanda avucunda tuttuğu bir kese kağıdı kuru üzümü reise fırlattı. O da yakaladığı bu kuru üzümü hemen bana uzattı ve bende hemencecik atıştırmaya başlamıştım. Sonra tekrar rotamıza döndük. Çektirmede tekrar hayalet gibi sisin arasında kayboldu gitti.
Söz konusu yörede "havanın aşağıya atlaması" ,Genel itibariyle doğu ve kuzeyli havanın; batı ve güneyli havalara dirise etmesi anlamında kullanılırdı ama pratikte her zaman havanın Poyrazdan Karayele geçmesini olarak karşılık bulurdu. "Aşağı havası" terimi de güneyli havalar için kullanılırdı.
Bu başlığın içinde barınan "Denk Kayığı", tamamen başka bir konu başlığı ve içerik ihtiva eder. Kısaca bahsetmek gerekirse "Pereme Kütüğü" olarak ta nitelendirilen ve "önce kabuk" metoduyla üretilen kürek ve yelken ile yürütülen yöreye özgü bir yük kayığıdır. Liman olmadığı dönemlerde gemi boşaltma ve yüklemede kullanılırlarmış. Milli Mücadelede tüm cephane bu kayıklar ve kayıkçılar tarafından karaya çıkarılıp Anadolu'nun içlerine kağnılarla ulaştırılmıştır. Bu yüzden İnebolu Kayıkçılar Loncası'na da Beyaz Şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir. Bu Yüzden İlçeye de "Kayıkla Kağnının Mucizeler Yarattığı Belde" denilmiştir.
İşte bu denk kayıklarından son birkaç tanesinin sahibi bizim meşhur reisimizdi. Gerçek anlamda "Son Denk Kayıkçısı" kendisi olurdu. Liman yapılmadan önce maden gemilerine kazanlarla kıyıdan her hava koşulunda aralıksız bakır madeni taşırmış.(Bakır ve pirit madeni Kastamonu'nun Küre İlçesinde çıkarılır ve İnebolu'dan deniz yoluyla sevk edilirdi.) Onunla son zamanlarında, çok küçük yaşlardan itibaren denize çıkabilen son aile ferdi olma şansı da benim olmuştu. Ama bu durum beraberindeki bilgi ve denize olan ilgimin artması , fertlerinin artık denizde olmasını istemeyen bir ailede , profesyonel denizcilik hayatımın başlamadan sonunu hazırlayacaktı.