Mücahit bey. Nazik ve dostça yaklaşımınız ve zevkle okuduğum yazdıklarınız için çok teşekkür ediyorum.
Kapıdağ Yarımadası'nın batısında, deniz kıyısında sıralanmış köylerden; Şahinburgaz, Ormanlı, Turanköy, Dopanlar, İlhan, Narlı, Ocaklar, 1980'lerden sonra yoğun bir turist akınına uğradı. Köylerin doğal hali, kiremitli evler, çiftçilik, mor soğan ekimi, balıkçılık, gözle görünür bir şekilde geriledi. Runlardan kalma, tek katlı, taş duvar evler yıkılarak, 3-4 katlı beton pansiyonlar yapıldı. Sonrasında gerileyen çiftçilikle birlikte, köyün kıyıya yakın arsaları hızla el değiştirdi. Bu süreç genelde denize kıyısı olan yerlerde yaşandı. Şimdi bu köylerdeki yerli halkın büyük çoğunluğu, sezonluk pansiyonculukla geçimini sağlıyor.
Ballıpınar köyü, bu bölgenin daha kendine özgü yapısıyla, bu tür bir yapılaşmaya uzak kalmış, bir parça özgünlüğünü korumuş yerlerden birisidir.
Bildiğimiz, salata ve balık dendiğinde ilk akla gelen damak tadı olan MOR SOĞAN ağırlıklı olarak burada yetişiyor. 15-20 yıl öncesinde Oemanlı, Şahinburgaz, Turanköy de tonlarca soğan üretirken, turizmin gelişimiyle ne yazık ki üretim neredeyse sıfıra inmiştir.
Şunu da eklememe izin verin;
Kaptan, reis değilim. Çocukluğundan bu yana bir parça kürek çekmeyi, yüzmeyi, az biraz da dibe dalmayı becerebilmiş birisiyim. Doğa içerisinde, yanında olmak en büyük tutkularımdan birisi. Sözünü ettiğim çalışma da; 1970'lerde, Ballıpınar'dan İstanbul'a soğan satmaya giden bir "motor" dediğimiz bir çeşit taka üzerinedir. Yazdığımın daha gerçekliğinin olması için bazı bilgilere dayanması gerekiyor. Uydurunca uymuyor yani.
Neyse.
Selam ve saygılarımla...
Linkte bir parça Kapıdağ izlenimlerim var.
https://zelenakapina.blogspot.com/2016/06/barcina.htmlALINTI
"Koca keçi sürüsü satılmış. Bilmem kaçıncı Orman Savaşı kaybedilmiş. Bir anda her şey değişmiş. Koca bir yaşam parçasını dağda, bayırda, ormanda sürülerin, keçilerin başında peşinde, çan sesleri arasında geçiren insanlar köye inmiş. Eve, sokalara, kahveye, tarlaya yabancı, garipseyen gözlerle bakıyorlar. Dağda bayırda açık havada pişen çaya yemeğe alışık insanlar, evdeki köydeki hiçbir şeyi beğenmiyorlar. Her lafın sonuna orman, balkan ululanıp, özlemle anılıyor.
Dedem yeni evdeki asma çardağın altında oturuyor. Her zamanki giyimiyle; kafasında sandal altı gibi sivrilmiş aba kalpak, omzunda kalın kaput, altında aba pantolon. Bir de, köyde adının namı, şanıyla anılan kırmızı kuşak. (Bugün bile yaşlılar arasında Kırmızı Kuşaklı olarak bilinir) Çardağın altı gölge. Serin. İkindi okunmuş. Ezan okunurken bile bozmamış istifini. İri iri üzümlere bazen birkaç arı, bazen de sinekler konup konup kalkıyor. Dedem hafif öne eğilmiş, parmaklarının arasında yarılanmış İkinci sigarası. Külü düşmek üzere. Önünde koca bir keçi çanı var. Saatlerdir gözü oynamadan ona bakıp duruyor. Ben yerde birkaç kart patlıcana çubuklardan kırıp, ayak takıyorum. Birine takıyorum incecik çubukları; eşek, birine takıyorum katır, biri at oluyor. Bir su yürümüş dut dalını kesip kabuğunu soyuyorum, ip oluyor. Eşeği en öne koyup, ardına katırı, ardına atı bağlıyorum. Bir kervanım oluyor. Bir hoşuma gidiyor, bir hoşuma gidiyor... Dedem çandan gözlerini hiç ayırmıyor. Arada göz ucuyla ona bakıyorum. Görsün istiyorum, katırımı, eşeğimi, kervanımı. Bana, Aferim, ne de güzel olmuş. Aferim! Demesini istiyorum. Çana bakmasın istiyorum.
O hep çana bakıyor. Bir ara mırıldanıyor; Bunu Rumelide Karaali yaptıydı. O zamandan bu yana hiç boyunsuz kalmadıydı, hiç susmadıydı bu çanlar, boyunları koca çanlar altında kalasıcalar."