Parlaklık sıralamasında Venüs ve Jüpiter'den sonra Mars var sırada. Gerçi biraz torpil geçtik kendisine çünkü Mars'ın parlaklığı değişken. Maksimum değerini aldık.
Bu aralar gayet gösterişli, güneş batınca güney-güneydoğu ufku üzerinde kızıl turuncuya kaçan rengi ile görünüyor.
Eski dilde adı Merih, mitolojide yine bir savaş tanrısı ile özdeşleştirilmiş. (Çok romantizm ve hamaset yaptım Venüs ve Jüpiter'de biraz daha çizgimde kalayım bu yazıda...)
Gözlemsel olarak Mars'ın en ilgi çekici özelliği rengi herşeyden önce. Kızıl gezegen deniyor, bunun sebebi bol miktarda demir oksit barındırması. Kan hücresi gibi... Venüs gibi kalın bir atmosferi yok, tam tersine basınç dünyanın yüzde biri kadar. Tamamına yakını da karbon dioksit. Su, sıvı halde bulunamıyor bu kadar düşük basınçta, ya katı olacak ya gaz. (Yine basit bir fizik kuralı kaderini tayin ediyor koca gezegenin)
Su, katı olarak buzullar halinde var kutuplarında ve bunlar bana göre gözlemsel olarak ilgi çekici olan yegane özelliği. Bir de vadiler, yüzey şekilleri filan var ama bütün bunlar için iyi bir teleskop lazım, dürbün ile ilginç birşey görmek pek mümkün değil maalesef.
Aşağıdaki videoda güzel detay var, Erdal kaptanın geçen resmini yolladığı teleskopla aynı çapta (8 inç) birşey ile çekilmiş.
Mars, diğer bütün gezegenler içinde (o da bayağı zorlayarak) dünyaya en çok benzeyeni. Mevsimleri var, kutupları, vadileri, gün uzunluğu, yakınlığı vs... Hal böyle olunca "yaşam" bağlamında insanın merakını çok celbetmiş. 19. yy sonlarında kuvvetli teleskoplarla bakınca görülen yüzey şekilleri yapay kanallara benzetilmiş ve "Marslılar" konusunda ciddi spekülasyon yapılmış, ara ara bu fantazi hortlamış, 1950'lere kadar devam etmiş.
Günümüzdeki görüşler mikrobik düzeyde yaşamın bir zamanlar (ve hala dahi) var olma ihtimalini dışlamıyor. Dünyanın erken dönemlerine benzetiliyor ancak belki de en büyük dezavantajı jeolojik olarak ölü bir gezegen olması. Dünya gibi tektonik hareketleri, volkanik aktivitesi filan yok, herşey donuk, "işlere" yardımcı olacak değişim yok.
-----------------------
Gece uzaya bakınca bizi ürperten "büyük sorulardan" başlıcası: yalnız mıyız? Kim olduğumuz ve nereden geldiğimiz ile yakın alakalı bu soru çünkü... Mesafelerin büyüklüğü, mekanda değil zamanda da yalnızlığı telkin ediyor maalesef. En yakın yıldıza "alo" desen cevap veren varsa bile 9 yıl sonra duyarsın. Korkunç birşey...
Dolayısı ile bu konuda sadece kendi faraziyelerimiz var. Çok ilginç görüşler var, mesela yıldızların muazzam sayısı göz önüne alındığında bunlardan her 1000 tanesinin 1'inde gezegen sistemi olsa onların her 1000 tanesinin 1'inde dünyaya benzer bir gezegen olsa, onların her 1000 tanesinin 1'inde şöyle olsa... vs. gibi bir akıl yürütme ile olası zeki ve haberleşmeye hevesli ciddi sayıda uygarlık olması mümkün mantıken...
Bu da bizi meşhur Fermi paradoksuna getiriyor: "Ee ? Herkes nerede o zaman?". Sonuçta Güneş'ten çok daha genç yıldızlar var, çoktan izlerine rastlamış olmamız gerekmez miydi bunların diyor Fermi. Bir kalıntı, bir mesaj? Kimileri de ihtimaller belki zannettiğimizden de düşük diye cevap veriyor buna. Sonuçta bu sayıyı öngören meşhur Drake denklemindeki her terim spekülatif...
Bu konuda nacizane benim görüşüm yaşamın tanımından başlamak gerekliliği. Bilkent Üniversitesi'nden davet etmişlerdi bir seminer için orada söyledim ilk bunu başka bir bağlamda: "canlı" neye diyoruz? Kendi kendini kopyalama yetisi olan bir bilgi birimine, bu bağlamda mesela bir bilgisayar virüsü canlı mıdır? Evet!... (deyince tabii ki salonda garipseyenler oldu.) Teknik olarak evet! Ve canlılık konusunda "teknik" olmayan birşey olduğunu da düşünmüyorum diye devam ettim, hâlâ da aynı görüşteyim.
Kendi kendini kopyalamanın sırrı kendi cinsi ile çok aktif ve istekli bir şekilde etkileşen bir element bulmak: KARBON. Kilit element canlılık için. Bazı yerlerde silikon tabanlı yaşamın mümkün olması laflarını duymuşsunuzdur, silikondan bir cacık olsa idi dünyada olurdu, 3 mertebe (3 kat değil 3 mertebe) fazla silikon vardır dünyada karbondan. İşin sırrı karbon...
[Bir anektod: Genç bir doktora öğrencisi iken bir yaz tatilini Michigan State Üniversitesi'nde araştırmacı olarak geçirdim. Kapı komşum efsanevi Alman hesaplamalı kimyacı Gothard Seifert. O da araştırma için geçici bir süre benim olduğum gruba davet edilmişti. Yaşlıca, tatlı bir adam, eşini kaybetmiş, benim hanım da o aralar memlekete dönünce iki bekar kaldık. Hafta sonları beraber geziyoruz yakındaki yerleri, laflıyoruz, iyi anlaşıyoruz.
Ben tabii böyle bir adamı bulmuşum gençlik heyecanı ve idealizmi ile sordum karbonun sırrı nedir diye. Nasıl yani der gibi baktı... Şeyy bu kadar aktif ve etkin olmasının sırrı filan dedim... sonuçta organik kimya (karbon kimyası) ve inorganik kimya (diğerleri) diye ayrılmış kimya diye detaylandırdım filan... Böyle şiirsel, romantik, benim heyecanımı paylaşan bir cevap bekliyorum.
Adam garipsemiş bir biçimde baktı ve gayet ruhsuz biçimde schrodinger denklemini 6 proton ve 6 elektronla çözünce üst üste gelme terimleri güçlü oluyor da ondan dedi. O yüzden kendi cinsi ile iyi etkileşiyor... Nümerik bir sonuç sadece... Bu...
Başta çok yadırgadığım bu cevabın esasında ne kadar derin olduğunu yıllar içinde fark ettim. Yani çok daha altında yatan basit bir yasanın özel bir çözümü, bir "olasılık uzayına", ihtimaller bolluğuna sebebiyet veriyor ve tabiat da yeterli miktarda zamanı kullanarak o mümkün ihtimalleri tek tek dolduruyor... kainatın işleyişinin bildiğimiz en özet ifadesi bu... ]
Karbon o yüzden canlılık için kilit element ve kainatta da bol miktarda olduğunu kesin olarak biliyoruz, o yüzden burada oldu ise başka bir yerde olmuş olması ihtimalini yüksek görüyorum.
Felsefedeki "sıradanlık ilkesi" yakın geliyor bana, özel bir durumumuz yok bence, her zamanki gibi abartmayı seviyoruz kendimizi o kadar...
Kaldı ki yaşamın yapıtaşlarının oluşabilmesi için illâ korunaklı bir gezegen ortamının olması da şart olmayabilir. Benim uzmanlığım bu konu değil esasında, nano yapılar üzerine çalışıyorum ama son yıllardaki bir çalışmamız tamamen tesadüflerle çok farklı mecralara evrildi ve bir şekilde bu konularla kesişti, iyi bir dergide yayınlamayı başarabilmiştik, bizim basında da şöyle yer almıştı:
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/dunyadaki-yasamin-tohumlari-uzaydan-gelmis-olabilir-40320245O yüzden biraz lafı uzattım bu konuda... :-)