Bazılarınız için mükerrer olabilir dediğim gibi; affola.
1999 yazında, oğlum Selim yeni doğmuş, Temmuz gibi sanıyorum Bodrum Yeniçiftlik’te, SeaGarden’la ClubMed arasında, artık adını unuttuğum, o zamanlarda ispanyolların işlettiği bir otelin çok güzel koyunda tatil yapıyoruz.
Koya normal ölçülerde bir motoryat girdi ve demirledi. Ben de ilgi ile izliyorum.
Bu ilgi de çocukluktan geliyor. Tekirdağ’da yazlıkta, önce rahmetli büyük dayımın ahşap sandalı, sonra da 8 HP Johnson motorlu fiber bir sandalım oldu.
O 8 beygirin hikayesini de araya sıkıştırayım. Bu hiç bir yerde yok. Benim bu ahşap sandalla uğraşmam ve onunla balığa çıkmamı ailem hem destekliyor, hem de gerek sandalın durumu, gerek ise motorsuzluğu sebebi ile de bir endişe yaşıyorlar.
Bizim sitenin önü kumsal ve poyraz estimi sürekli dalga. O nedenle tüm kayıkların işi bitince kuma çekilir. Kışında, sitenin içinde ters kapak edilir. Haliyle sezon açılıp biz gelene kadar o sandal kurur, açar. Önce denize batırır, bekleri şişsin. Sonra macun, zımpara boya. Kalafat filan hem bildiğimiz şeyler değil, hem bir aşıyor. Dolayısı ile sezonun ilk haftası amelelikle geçiyor. Bir de bir kaç gün esip de, sezon ortasında kayık kumda yattıysa yine açma yapıyor. Bu sefer, elde maşrapalarla idare ediyoruz.
Tüm bu ameliye üzerine babam bir fiber tekne ve dıştan takma motora evet diyor. Ve balığa meraklı bir arkadaşına danışıyor. O da diyor ki: “denizin şakası olmaz; hele Marmara’da. Alabileceğinin bir üstünü al muhakkak”. O nedenle 4 metre yerine 4.70 Elifsan marka kayık alınıyor ve sıra motor alımında. O zaman Seagull da var piayasada ama pahalı. Johnson’da karar kılınıyor ve ağabeyimle o tarihte Beşiktaş Barbaros’da bulunan Johnson bayii’ne gidiyoruz motoru almaya... Elimizde 8 HP izni ve parası.
Giriyoruz dükkandan içeri, motorlara bakıyoruz. 2, 4, 6, 8, 10 filan yanyana. 10 hakikaten büyük duruyor. O sırada ağabeyim diyor ki, “bu 8 büyükmüş, 6 da yeter”. İlk başta pazarlık için diyor sanıyorum, bir ara “ciddi misin” diye soruveriyorum. Ciddiymiş. Neyse, o gün 8 beygir ile çıkıyoruz dükkandan.
Ben öğrencilik günlerimde de, dersten sıkıldığımda, defterleri liman, kalemleri gemi yapar oynardım. Ve hergün Kadıköy - Karaköy vapuru yolcusuydum. O nedenle manevralara, dümen ve pervane tepkilerine filan da dikkat ederdim. Hep meraklıydım yani. Ama yelkene hiç - ki 1978’den beri Kalamış Yelken üyesiyim, çok daha eskiden beri de İstanbul Yelken’in müdavimi idik ailece. Yazları en az 3 gün oralarda geçerdi, 1980’deki Tekirdağ’daki bu yukarıda anlattığım yazlık zamanına kadar.
Neyse, bu çok uzun paragrafı kapatayım. Ben, dediğim gibi o motoryatı izlerken, eşimde dedim ki: “Fatoş, sizin yazlık Hereke’de denizi pis, bizim yazlık Tekirdağ’da trafiği dert. Bir tekne alalım mı, haftasonları boğaza, adalara gider oyalanırız.”
Tamam dedi ve biz 15bin USD bütçe ile başladık aranmaya. Ama aklımda sadece motoryat var ve o paraya ancak Mursan Cuddy bulabiliyorum ve onlar da döküntü.
Bir gün bir arkadaşımız dedi ki: “Macgregor diye bir tekne gelmiş, hem motor hem yelken. Değişik bir şey”. Baktık inceledik, tartıştık. Dedik ki sonuçta, “e yelkeni de olması iyi bir şey; git-gel’den sıkılırsak yelken öğrenir, oyalanırız.”
Fiyatı 22,500 USD+KDV. Ordan kas, buradan kırp bulduk buluşturduk ve aldık. Toplamda motor vb herşey dahil yanlış hatırlamıyorsam 35.000 USD civarında bir maliyeti olmuştu.
Teknenin teslimini bekleyene kadar geçen sürede en zorlandığımız noktalarda biri isim konusu oldu. Aile büyüğü mü olsun (Fatoş annesini kaybetmişti), oğlanın adı mı (sonra bir tane daha olursa ki netekim oldu (kız oyardı bizi valla). Derken bir gün müşteri dönüşü aklıma Sarıyaz ismi geldi. Onun da hikayesi şu:
Fatoş’la aynı şirkette çalışıyoruz ve patrondan acaip bezmişiz. Bırakalım işi, yazın tatil yapalım, kışa iş buluruz nasılsa dedik. Ama patron bu plandan haliyle hoşlanmadı ve ihbar süresinin sonuna kadar bırakmadı. O nedenl biz 20-30 Eylül’ü Kaş’ta (yıl 1988) ve tüm Ekim ayını da Bodrum Aktur’da kiraladığımız bir evde geçirdik. O kadar güzel bir hava vardı ki, bir gün fırından gevrek alırken, laf olsun diye fırıncıya “ne güzelmiş buranın Ekim’i” deyince, “bizim buranın Sarıyaz’ı başkadır” dedi. “Ne demek Sarıyaz” dedim. “Siz bilmezsiniz, buranın sizin pastırma yazına dediğinizdir” dedi. Oradan aklımda kalmıştı.
Fatoş da ben de çok severek taşıdık bu ismi. Şansımıza da 3 tekne değiştirmemize rağmen hiç numaralandırmak zorunda kalmadık. Galiba başka Sarıyaz yok denizlerde.
Devamı tabii ki gelecek... bir de fotograf yüklemeyi öğrenmem lazım.
Gelecek bölümlerde Kaan var, Aali var... Var işte bayağı anlatacak hikaye.